# - A - B - C - D - E - F - G - H - I - J - K - L - M - N - O - P - Q - R - S - T - U - V - W - X - Y - Z
Son Haberler
Anasayfa    /    Kritikler
DEATHSPELL OMEGA – The Long Defeat + Fabl Tercümesi
| 20.04.2022

Teknokapitalizm, Nietzsche’nin Torino Atı ve baykuşlarla Stoacılık tartışan dev bir kaniş: DEATHSPELL OMEGA’nın sanatsal varlığı üzerinden bir “The Long Defeat” analizi ve albüm temasının bileşenlerinden biri olan fablın tercümesi.

I. Obombration

Metalin ekstrem tarafındaki alt türler, barındırdıkları kimi dinamikler ve genel yapıları itibarıyla lineer olmayan, köşeli, radikal dönüşümlere daha müsait içeriklere sahipler. Klasik türlere baktığımızda grupların ve yapılan müziklerin tarih boyunca devasa kırılmalarla ilerlemediğini ve bütün içerisinde yapılan gelişimlerle kademe kademe geliştiğini görüyoruz. Heavy metal, power metal, thrash metal, folk metal, gothic metal, doom metal gibi pek çok türde, pek çok şeyi değiştiren ve olaya görülmemiş bir vizyon katan “o albüm”ün öncesi ve sonrası olarak kabul edilebilecek, o türe bambaşka yeni boyutlar katan albümlerin sayısı pek de fazla değil. Ekstrem türler ise ya deney kaldırmaya daha müsait olduklarından ya da adı üstünde, ekstrem düzeyde eğilip bükülebildiklerinden bu tarz durumları daha rahat kaldırıyorlar. Misal death metalin içinden, önceki örneklerinden neredeyse tamamen bağımsız “melodik” bir anlayışın, daha kompleks yapıların yer aldığı “teknik” bir tarzın, daha “progresif” yapıların, “brutal” düzeyde agresif işlerin çıktığını görüyoruz ve sonradan devleşip başlı başına birer tür olacak bu alt türlerin oluşumu sadece birkaç vizyoner grubun daha önce denenmemiş bir şeyi denemesiyle bile gerçekleşebiliyor.

Bu sayede GORGUTS “Obscura” ile bir anda türe başka bir boyut katabiliyor, CARCASS gibi bir grup birkaç yıl arayla hem grindcore’un en önemli albümlerine hem de melodik death metalin temelleri sayılabilecek bir albüme imza atabiliyor. Atlas Okyanusu’nun diğer tarafında IMMOLATION bir anda ortamlara çıkıp hem kimseye benzemeyen hem de türün geleceğini şekillendirecek olaylara girişebiliyor.

Tarihte black metal kavramını en çok eğip büken gruplardan biri olan DEATHSPELL OMEGA da kendi alanında bu tarz bir kırılmaya imza atmış ve sadece black metali değil, 2000 sonrası ekstrem metalin genelini etkilemiş; daha da ileri gidip belli oranda şekillendirmiş bir grup. IMMOLATION ve GORGUTS’ın uyumsuz tarafını, ABIGOR ve benzeri grupların kaotik atmosferini, üstüne de VED BUENS ENDE’vari bir deneyselliği alan ve önce “Kénôse” EP’si, ardından da “Fas – Ite, Maledicti, in Ignem Aeternum” ile birlikte bunları metal tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir şarkı sözü yazımıyla birleştiren DEATHSPELL OMEGA, derinlerden gelerek belki de tüm müzik türleri içerisinde 2000 sonrasının en ilham verici ve anlayış değiştirici gruplarından biri olmuştu.

Esasında black metal özelindeki bu aykırı duruş, bu “dissonant” yaklaşım sadece DEATHSPELL OMEGA’ya özgü bir şey değildi. Fransa black metalinin bir anda metal dünyasını kasıp kavurduğu 2000-2010 arasında ülkeden bu anlayışa sahip başka gruplar da çıkmıştı. Daha ortalıkta “Fas – Ite, Maledicti, in Ignem Aeternum” bile yokken, ondan 3 hafta önce çıkan ARKHON INFAUSTUS albümü “Orthodoxyn”, DEATHSPELL OMEGA’ya benzer fikirlerin black metal ve death metal harmanında sunulduğu muazzam bir gövde gösterisiydi. Aynı yıl ortamlara giriş yapan ULCERATE, benzer bir kimliği death metal ekseninde gösteriyor; IMMOLATION, GORGUTS gibi isimlerden aldığı ilhamla kendi avangart death metal ihtişamını yaratıyordu.

DEATHSPELL OMEGA’nın “Si Monvmentvm Reqvires, Circvmspice”de daha ziyade şarkı sözü yazımıyla başlattığı devrim, “Fas – Ite, Maledicti, in Ignem Aeternum”da müzikal olarak da zirve yapmış ve grup belki de 2000 sonrasının en ilham verici, en eşsiz black metal albümünü çıkarmıştı. Kapağından sözlerine, müziğinden atmosferine albüm gerçek anlamda bir inanç sisteminin parçası gibiydi ve böylelikle DEATHSPELL OMEGA, metafizik satanizmi, teolojiyi ve hatta felsefeyi daha önce yapılmamış düzeyde dikte edici, karşı tarafa kabul ettirici şekilde işliyordu.

2010’da çıkan ve trilojiyi tamamlayan “Paracletus” ise DEATHSPELL OMEGA’nın gerçek anlamda eşsizliğini, black metal dünyasındaki diğer tüm gruplardan farklı bir yerde olduğunu kanıtlayan olağanüstü bir manifestoydu. Bu albümle birlikte DEATHSPELL OMEGA, hayranları tarafından artık sadece bir müzik grubu olarak değil; manevi bir güç, tinsel bir varlık olarak görülmeye başlanmıştı. TEITANBLOOD üyelerinden tutun da felsefe öğrencilerine kadar pek çok insan grubun şarkı sözleri üzerinden tahliller, çözümlemeler yapıyor ve internet, sayfalarca DEATHSPELL OMEGA analiziyle dolup taşıyordu. “Paracletus”un ardından grubun kafasını toparlaması ve yeni bir vizyonla devam etmesi gayet doğaldı. Araya sıkıştırılan iki EP’nin ardından 2016’da çıkan “The Synarchy of Molten Bones” DEATHSPELL OMEGA’nın o “dissonant” kaosun doğal sınırlarına ulaştığı ve sertlik, şiddet noktasında daha ötesinin yapılamayacağını hissettirdiği bir albümdü. Grubun sofistike tarafları çok büyük oranda gitmiş ve kötülüğün notalara dökülmüş hâli denebilecek bir albüm ortaya çıkmıştı.

The Furnaces of Palingenesia” grubun ekstremlik açısından “The Synarchy of Molten Bones”un üstüne çıkamayacağı için doğal olarak evrilmek durumunda olduğu; belirli yanlardan bir geçiş albümü olarak görülebilecek, belli noktalarıyla da DEATHSPELL OMEGA’nın geleceğine ışık tutan farklı bir karanlığı bizlere sunuyordu. 2000’den fazla albüm incelemesi yazdığım Pasifagresif’te, yazarken en çok zorlandığım, analiz etmek adına kendimi en çok zorladığım albüm incelemelerinden biri, sunduğu konseptin çetrefilli yapısından dolayı tartışmasız şekilde “The Furnaces of Palingenesia” incelemesiydi. Bu bile DEATHSPELL OMEGA’nın dinleyiciyi zorlamayı ve hem grubu hem de kendisini sorgulatmayı öyle ya da böyle başardığının bir göstergesiydi.

Şimdi gelelim DEATHSPELL OMEGA adına yeni bir sayfanın açıldığı, belli açılardan daha önce pek de duymadığımız bir DEATHSPELL OMEGA’nın bize sunulduğu “The Long Defeat”e.

II. I have come to bring death, terror, and destruction

Albümü ilk kez dinlemeye başladığımda, “The Long Defeat” haberinin altına ilk şarkıya ilişkin birkaç satırlık ilk izlenimlerimi yazdım. İkinci şarkı bittiğinde yorumu edit’leyerek onu da ekledim ve altına da “(dinledikçe edit’lenecek)” notunu iliştirdim. Lakin “The Long Defeat” hiçbir şekilde beklediğim gibi ilerlemiyordu ve şarkıları ikişer satırda yorumlamanın mümkün olmadığını gördüm. Bu yüzden ben de o yorumu o hâliyle sonlandırıp tüm diyeceklerimi incelemeye sakladım.

Albüme ilişkin ilk düşüncem, DEATHSPELL OMEGA’nın “The Long Defeat”te, tıpkı “dissonant”lık ve ekstremlik noktasında kendi doğal sınırlarına ulaşan ULCERATE’in “Stare into Death and Be Still”de yaptığı türden bir sadeleşmeye, rafineleşmeye gittiği. Bunu yine daha önceden yansıttığı, alışık olduğu çerçeve içerisinde yapması durumunda muhtemelen “Paracletus” veya “Drought” karakterinde bir şeye doğru kayacaklarından, o anlayıştan tamamen uzak bir DEATHSPELL OMEGA sunmayı tercih ettiklerini görüyoruz. Black metal karakteri her şekilde baskın olmak kaydıyla albümde farklı noktalara dokunan pek çok unsur var. Genelde 4/4’lük ölçüde ilerleyen ve pek çok anında kompleks olmaktan özellikle kaçınan, sadeliği ön plana alan bir DEATHSPELL OMEGA var bu albümde. “The Long Defeat”in temasındaki çeşitli unsurlardan dolayı bu yaklaşım da bir şekilde makul görülebilir, ilerleyen bölümlerde bahsedeceğiz.

“The Long Defeat” bu rafineleşmeyi şarkı sözü açısından da barındırıyor ve son derece direkt, dolambaçsız sözleriyle DEATHSPELL OMEGA tarihinin “görünürde” en sade sözel içeriğini sunuyor. Ne var ki Şeytan’ın ayrıntıda gizli olduğu düşünüldüğünde, albümdeki tematik yapının hiç de hafife alınmayacak bir derinliğinin olması kimseyi şaşırtmayacaktır. Bu konuya da yazının ilerleyen bölümlerinde geleceğiz.

Açılışı yapan “Enantiodromia”, throat singing girişi ve sonrasında yükselttiği tansiyonunun ardından, akıllara MAYHEM’in “Crystalized Pain in Deconstruction”ının girişinde Maniac’ın dellenmelerini getiren bir tiratla “The Long Defeat”in korku ve kederle örülmüş imparatorluğunun temellerini atıyor. Son kısmında BEHEMOTH’un “O Father O Satan O Sun!”ının son kısımlarına yakın duran vokallerle gövde gösterisine girişen şarkı, böylece DEATHSPELL OMEGA tarihinin vokal namına en baskın şarkılarından biriyle albüme giriş yapmamızı sağlıyor. Sonrasındaki “Eadem, sed aliter”de grubun FUNERAL MIST’e doğru kayan bir deneysellik eşliğinde yer yer post metale de yaklaşan fikirlerden yardım aldığını görüyoruz. Kısmen HORSEBACK’in “The Invisible Mountain”da yaptığı türde; kaderin ağlarını kasten monotonlaştırılan damar melodilerle ördüğü; blast beat şiddetindense bas gitar ve distortion’ı az gitar tekinsizliğinin hükmettiği bir DEATHSPELL OMEGA’yla tanışıyoruz.

III. We will be the Sparta of your Athens

Bu noktada işin içine albümün en gizemli taraflarından biri olan konuk müzisyenler giriyor. “The Long Defeat” Metal-Archives’a ilk konduğunda albümde çalan kadro olarak sadece Hasjarl ve Khaos’un adları vardı ve bir vokalist gözükmüyordu. Sonra konuk vokalist olarak Mortuus’un adı eklendi ve herkeste tatlı bir hareketlenme oldu. “Tüm albümü Mortuus mu söylüyor?” yorumları yapılırken esas kadroya Mikko Aspa, konuk kısmına da MGŁA’dan M. eklendi. Sonrasındaysa bu iki konuk da bilgiler kısmından çıkarıldı. Şu an için albümde bir konuk gözükmüyor, ancak ben bunun albümdeki konukların tamamının bilinmemesi dolayısıyla şimdilik hiçbirine yer verilmeme kararı yüzünden olduğunu düşünüyorum. Kesin olan, albümde yer aldığını bildiğimiz en az üç vokalist mevcut. Lakin “The Long Defeat”te henüz adı geçmeyen başka konuklar olması da olası ve bu konudan da az sonra bahsedeceğiz.

“The Furnaces of Palingenesia”daki müzikal yapının belli oranda doğal bir devamı olan “The Long Defeat”, sözel olarak da o albümle bağlantılı taraflara sahip. Şarkı sözlerinin genelinde yansıtılan hissiyatı, “The Furnaces of Palingenesia”nın kapanışını yapan “You Cannot Even Find the Ruins…”de görmek mümkün. O şarkının sözlerindeki ve “The Long Defeat”in açılışını yapan “Enantiodromia”nın sözlerindeki yıkım, yok oluş, yitiriliş vurguları büyük oranda örtüşüyor. Yine “The Furnaces of Palingenesia”da sürekli olarak kullanılan “biz/siz” çatışması da “The Long Defeat”te karşımıza çıkıyor. “The Synarchy of Molten Bones”da gördüğümüz birinci tekil şahıs ağzından (“I”) anlatım, “The Furnaces of Palingenesia”da birinci çoğul şahıs ağzına geçmiş ve bireysel bir anlatımdan çoğul bir anlatıma geçiş yapılmıştı. Sözlere bakarsanız, o albümün her yerinin “we”ler ve “our”larla dolu olduğunu görebilirsiniz. Aynı şekilde sayısız kez de “you” ve “your” şeklinde karşı tarafı işaret eden söylemler var. “The Long Defeat”te ise bu şekilde bir kullanıma çok az rastlanıyor. Dahası, örneğin albüme adını veren ve yazılı sözleriyle söylenen sözleri farklı olan şarkıda grubun bir önceki albümde de kullandığı tarzda birtakım somut ifadeleri kullandığını görüyoruz. “The Furnaces of Palingenesia”da “taze çekilmiş kahve kokusunun yerini göz yaşartıcı gaz kokusu alacak” gibi ifadelere rastlarken, bu şarkıda da “sonbahar yaprakları”, “dolunaylı geceler”, “kırmızı şarap”, “eski bir kitabın kokusu” gibi tabirler olduğunu görüyoruz. Bu sözler, tematik olarak yine DEATHSPELL OMEGA maneviyatına bağlanıyor ve DEATHSPELL OMEGA’nın bir önceki albümde başlattığı dünyevi karakterin devam ettiğini gösteriyor. Bu tür bir yaklaşımın neden benimsendiğinden, “The Long Defeat”in fabl kısmına geldiğimde bahsedeceğim.

Müzikal olarak bakıldığında, DEATHSPELL OMEGA’nın bu albümdeki “doğa” vurgusundan dolayı DRUDKH’tan, nihilist yaklaşımlardan dolayı MGŁA’dan, Satanizmi “urban” bir anlayışla ele alıyor oluşundan dolayı da “The Satanist” özelinde BEHEMOTH’tan izler sunduğunu söylemek mümkün. Diğer yandan, grubun son iki albümdür yaklaştığı müzikal anlayışının en çok örtüştüğü gruplardan birinin de ABIGOR olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin “Leytmotif Luzifer (The 7 Temptations of Man)”deki kimi şarkılara bakarsanız, yakın dönem DEATHSPELL OMEGA’dan izler bulabilirsiniz. Hem atmosfer hem de kısmen müzikal karakter olarak o albümdeki “Akrasia”, “Indulgence” ve “Campos Mentis”e bir bakın derim. Aynı şekilde 2010 çıkışlı “Time Is the Sulphur in the Veins of the Saint – An Excursion on Satan’s Fragmenting Principle”ın “Part I”ında da günümüz DEATHSPELL OMEGA’sına referans olabilecek olaylar mevcut. Özellikle ABIGOR vurgusunu neden yaptığıma da birazdan geleceğim.

Albümdeki konuklar dedik, oradan devam edelim. MARDUK’tan Mortuus’un ve MGŁA’dan M.’in vokal desteği verdiği “The Long Defeat”, bu tarafıyla DEATHSPELL OMEGA’nın yıllardır oluşan “gizemli”, “suretsiz” tarafını bir miktar kırıyor ve onları da etten kemikten bir grup hüviyetine sokuyor. Zaten son derece canlı, organik bir kaydı ve sound’u olan albüm DEATHSPELL OMEGA’nın bu hüviyetiyle de örtüşmüş oluyor. Grubun geçmiş çeyrek asırlık sürecine baktığımızda, DEATHSPELL OMEGA günün birinde bir albüm çıkaracak ve promo fotoğraf paylaşacak, üstüne üstlük olayı sahnelere taşıyıp konser veren bir gruba dönüşecek denseydi, “The Long Defeat” gayet uygun bir albüm olurdu. Grubun “The Furnaces of Palingenesia”yı da canlı kaydettiği, hatta albümü sahnede çalma fikrini dahi değerlendirdiği ve ardından vazgeçtiği düşünüldüğünde, aynı anlayışın “The Long Defeat”te de sürdürülmesi DEATHSPELL OMEGA’nın günün birinde sahneye çıkma ihtimalinin sıfır olmadığını kanıtlıyor. Albümdeki şarkılar “Paracletus”a kadar olan albümlerdeki ruhani derinliğe sahip olmadıkları için havaları fazlaca kaçmadan canlı olarak da icra edilebilecek yapıtlar ve grup da zaten sözel konsept ve kimin icra edeceğine bağlı olarak bu ihtimalin ileride değerlendirilebileceğini ifade ediyor.

IV. A cosmos within the cosmos

Burada araya girmek ve bu konuk belirsizliğine ve “kimin icra edeceği” konularına açıklık getirebilecek bir ekleme yapmak istiyorum. Grubun 23 Haziran 2019’da Bardo Methodology’de yayımlanan ve 15 yıl aradan sonra verdiği ilk röportaj olan söyleşide (tercümesi için şöyle buyurun), DEATHSPELL OMEGA yapısal tarafıyla ilgili olarak şu açıklamayı yapıyor:

“DEATHSPELL OMEGA çeşitli alt fraksiyonlar hâlinde faaliyet gösteren bir kolektiftir. Bu topluluğun yaratıcı beyni olan, müziğinden ve sözlerinden sorumlu Fransız merkezi Georges Bataille odaklı bir anlayışı benimser, bu yüzden de sıradan politik argümanlara karşı bağışıklık sahibidir. Gruba yöneltilen her tür iddiayı uzun zaman önce işlevsiz kılmıştır. Konuya yabancı olanlar için: Bataille ilk olarak insanlık için umut vadeden bir gelecek olarak görülen aşırı solla mücadele etmiş, kısa süre sonra da bu hareketler ilgi görmeye başlayınca aşırı sağın yükselişine karşı koymuştur. Bunun sebebi Bataille’ın Nietzsche’nin en azılı takipçilerinden biri olarak bu tür zavallı illüzyonları çoktan aşmış olmasıydı. Pek çokları sahtekârlığın sütünden içmek için yalvarırken, o kuklanın arkasındaki ipleri görmüş ve çürümenin kokusunu almıştı.

Kolektife katkıda bulunanlar arasından, ikinci fraksiyonun parçaları diyebileceğimiz bir kısım insan da muhteşem müzisyenlik becerileri nedeniyle bu kolektife katılmaya davet edilmiş olmalarına rağmen dünyevi politikalara yönelmiş ve politik spektrumun tamamen zıt kutuplarında konumlanmışlardır. Kolektifi oluşturan parçalardan bazıları, bu nedenle siyasi fikir anlamında bir daha asla uzlaşamaz düşmanlar hâline gelmiştir. Suç teşkil eden bu sanatı yapma amacıyla aynı düzlemde buluşmuş olmasalardı, bu kişiler muhtemelen birbirlerini öldürmek isterlerdi. Bizim için önemli olan tansiyondur. Bu durum eski dönemlerin daha karmaşık zamanlarının da bir yansıması aslında. Bunu çocukluk arkadaşı olan komünist Aragon, Gaulle’cü Malraux ve faşist Drieu La Rochelle’in uzlaşma ihtimali olmayan savaşlarını sürdürürken, bir yandan da içten ve samimi diyalog kurma becerilerini ve birbirlerinin eşsiz yeteneklerine olan hayranlıklarını yitirmemiş olmalarına benzetebiliriz.

Derdiniz ister ahlaki ister estetik ister başka bir konuda olsun; sanatı “güvenli” hâle getirirseniz onu kısırlaştırmış olursunuz ve uzun vadede, kaçınılmaz olarak, onu öldürürsünüz. Aksine, matrisin merkezine çatışmayı ve kaosu davet ederseniz, ihtimalleri sonsuza çekmiş olursunuz. İroniktir ki, pek çok açıdan hayatın kendisini taklit eden bu yaklaşımı benimseyerek Nietzsche odaklı ve hayatla barışık bir duruş sergilemiş oluyoruz. Diğer yandan benimsediğimiz yöntemleri hakir görme potansiyeli olanlar ise insan zihnini yavaşça boğanlarla aynı saflarda yer alıyor ve daha önce bahsettiğimiz “son insan”a giden sürecin yolunu açıyorlar. Keşke her şey iyi ve kötü denebilecek kadar basit olsaydı!

Bir sanatçı olarak acımasızlık kavramına takıntılı şekilde bağlı olmanız gerekir. Kendinize yönelik acımasızlık da bu kapsamdadır ve bu doğrultuda standartlarınıza erişemeyen çalışmalarınızı gözünüzü kırpmadan yok etmeniz gerekir. Bu standartlar hiçbir rahatlamaya, gevşemeye kurban edilmemeli; sürekli ve hararetli şekilde kendinizi daha iyi kılmaya adanmanızı sağlamalı ve yaptığınız ortalama işler bu uğurda tekrar tekrar ortadan kaldırılmalıdır. Sanatınızın amansız şekilde icra edilmesine yönelik acımasızlık. Değersiz olduğunu düşündüğünüz ve karşı tarafa aks ettirmek istediğiniz temalara ilişkin acımasızlık.“

DEATHSPELL OMEGA’nın bu ifadelerinin müzikleri ve sözleriyle gerçeğe dönüşüyor olması ve yarı kibirli yarı bilge tüm bu söylemlerin anlam kazanması, gruba ilişkin her şeyin değerlenmesini sağlayan en önemli faktör. Bunun temellerini de DEATHSPELL OMEGA’nın neden var olduğuna ilişkin yorumdan görebiliyoruz:

“Bizim rolümüz belgelemek, ortaya çıkarmak, yansıtmak, tanık olmak ve hayranlıkla başımızı eğmek; cesareti olanları keşfetmeye yöneltecek yapılar kurmak ve tüm bunları en üst düzey sanatsal tutarlılık, içtenlik ve adanmışlıkla yapmaktır. Çincede “ilginç zamanlarda yaşayasın” diye bir beddua vardır ve şu an bunları söylerken, ilginç zamanlarda yaşadığımız kesin. Her şeyin nükleer silahlarla son bulması hayal kırıklığı yaratan bir final olurdu.”

Konuklardan devam edersek, Aspa’nın, Mortuus’un ve M.’in söylediği yerler tam olarak ayrıştırılabilir şekilde sunulmuyor, dolayısıyla -en azından şimdilik- pek çok insan “şu şarkıda şu var, ama şu da olabilir” gibi ifadelerde bulunuyor. Çoğunluğun yorumu, DEATHSPELL OMEGA’nın bugüne dek yazdığı en aykırı şarkılardan olan “Our Life is Your Death”te M.’in olduğu yönünde, ki ben de buna katılıyorum. Üstelik yukarıda vurguladığım gibi, keder ve nihilizm olgusunu en iyi yansıtan gruplardan biri olan MGŁA’nın müzikal karakteri de “The Long Defeat”in belli anlarına sızmış durumda. MGŁA’vari tremolo riflerle oluşturulan ızdırap odaklı kimlik birden fazla şarkıda karşımıza çıkıyor.

Albümde yer alıyor olabileceği düşünülen bir diğer kişi de DEATHSPELL OMEGA’yla birlikte çıkardıkları “Veritas Diaboli Manet in Aeternum” split’inin ardından herhangi bir materyal yayınlamayan ve kimilerine göre DEATHSPELL OMEGA’nın içine kaynayan S.V.E.S.T.’in vokalisti Spica. Spica “Paracletus”taki Fransızca vokallerden sorumluydu ve split’in DEATHSPELL OMEGA tarafı olan “Chaining the Katechon”da da gruba eşlik etmişti.

“The Long Defeat”teki “grup” havasını pekiştiren bir diğer konu da albümde gitar sololarının olması. Misal “Eadem, sed aliter”de neredeyse 1 dakika süren bir gitar solosu var ve bu DEATHSPELL OMEGA’nın ruhani kimliği açısından alışık olmadığımız bir şey. Bu konuda bir iddia var, onu da kabaca dile getirmek istiyorum. Yukarıda DEATHSPELL OMEGA’nın özellikle son 2 albümdür yaklaştığı müzikal anlayışın bir benzerini ABIGOR’un 2000 sonrasındaki albümlerinde çeşitli formlarda gördüğümüzden bahsetmiştim. Kimilerine göre DEATHSPELL OMEGA ile ABIGOR’dan T.T.’nin iş birlikleri ta “Fas – Ite, Maledicti, in Ignem Aeternum”deki ”A Chore for the Lost”a kadar uzanıyor. Dahası, 2019 yılında çıkan gizemli NEDXXX projesindeki müzikler 1) ABIGOR karakterine çok yakın ve 2) NED (Norma Evangelium Diaboli) ibaresinde bir DEATHSPELL OMEGA ortaklığı gizleniyor, zira o albümdeki sololar ve orta tempo kısımlar “The Long Defeat”tekilere epey benzer duruyor. Kısacası albümdeki soloları ABIGOR’dan T.T.’nin attığına dair bir görüş var ve bir bu albümdeki bir de son 5-6 ABIGOR albümündeki sololara bakınca bu hiç de şaşırtıcı olmaz.

V. The child of Man has already been awakened and fed

Albümün konsept tarafına bakmadan önce, “The Long Defeat”e uzanan yolda referans olabilecek çeşitli kaynaklar olduğunu belirtmek gerek. Şarkı sözleriyle de iç içe geçen ve çok daha büyük bir resmi oluşturan fablı okumadan önce 1) “The Furnaces of Palingenesia”nın sözlerinin okunmasını ve 2) daha da önemlisi grubun “The Furnaces of Palingenesia” sonrasında Bardo Methodology’ye verdiği röportajların okunmasını öneririm. Grup, kurgusuna çok daha önceden başladığı ve “The Long Defeat” ile ilk ayağını oluşturduğu bu üçüncü döneminin hazırlığı olarak gördüğü bu röportajlarda pek çok konudaki görüşünü net şekilde ifade etmişti aslında. O röportajlarda görüldüğü üzere DEATHSPELL OMEGA’nın eleştiri noktasının temelini teknokapitalizm oluşturuyordu ve “The Long Defeat”te de bu tema sürdürülüyor. Sözlerde geçen birtakım referanslar; devasa kuleler, tüm dünyanın sürekli büyüme isteği, doğadan kopuş, her şeyin sonsuz miktarda artmasına rağmen pek çok şeyin içinin boşalması, ışık kirliliği ve gökyüzünün yıldızsız hâle gelmesi, güç hırsıyla insanın kendi kendini yok etmesi gibi temalar “The Furnaces of Palingenesia”nın vokaller tarafından söylenmeyen sözlerinde olduğu gibi “The Long Defeat”in de satır aralarında ve fablında karşımıza çıkıyor.

Fabla baktığımızda grubun hiç alışık olunmayan ve metal dünyasında daha önce karşımıza çıkmayan boyutta bir konsept sunduğuna tanık oluyoruz. Şarkı sözlerinden kesitleri de içinde barındıran bu devasa hikâyede DEATHSPELL OMEGA hayvanlar üzerinden verdiği çeşitli referans ve mesajlarla “The Long Defeat”in temasını iyice derinleştiriyor. Biri beyaz olmak üzere birtakım kargalar, baykuşlar ve çeşitli kuşların yer aldığı bu fablda, aynı zamanda bir at ve bir de ayı boyutunda kaniş var. Her tarafı yaralarla kaplı bu kaniş, grubun “The Long Defeat”teki temasının dillendiricisi rolünde hem bu kuşlarla hem de şimdilik ne olduğu belirsiz bir silüetle konuşarak adeta DEATHSPELL OMEGA’nın kıyamet tellallığını yapıyor.

Fablı çözümlemeye çalıştığınızda grubun Schopenhauer, Nietzsche, Camus, nasyonal sosyalizm, İncil ve Heraklitos gibi çeşitli kavram ve isimlerden referanslar sunduğunu görüyoruz.

Arthur Schopenhauer’in gelişime yönelik yorumu olan “eadem, sed aliter” (“aynısı, ama başka türlü”) üzerinden toplumun ve devletin yüceltilmesine ilişkin eleştirilerinden yararlanan DEATHSPELL OMEGA, bir önceki albümünde yer alan “Standing on the Work of Slaves”deki “Size doğrudan işkence yapmaktansa, egemenliğin daha gizli, fark edilmeyen, çok daha sapkın ve etkili şekillerini uygulayarak gelişim ve ilerleme fikrine inanmanızı sağlayacağız” ifadesini böylece pekiştirmiş oluyor. Grup ayrıca Nietzsche’ye de atıfta bulunarak Tanrı’nın, “insanlar tarafından öldürülme” fikrinden hiç de memnun olmadığını söylüyor. Şarkı sözleri konusunda bence “metal tarihinin en derinlikli ve sofistike oluşumu” olan DEATHSPELL OMEGA, bunu da standart bir “God is dead!” yorumuyla değil, Nietzsche’nin meşhur “Torino atı” olayına referans vererek yapıyor. Nietzsche’nin Torino’da yaşadığı sırada bir gün sokakta yürürken kırbaçlanan bir at görmesi, gözyaşları içinde koşarak atın boynuna sarılması ve onu kurtarmak istemesi, ardından da sinir krizi geçirip ölümüne dek sürecek 11 yıllık bir delirme dönemi yaşadığına ilişkin söylentiye gönderme yapan DEATHSPELL OMEGA, Nietzsche’nin meşhur “God is dead” söylemini de şu şekilde dile getiriyor:

Tanrı bu durumdan hoşnut değil [...] sonuçta onun öldüğünü ifade ettin. [...] Torino’da kahrolası bir atı dövüyorsun ve filozof kral çekicini indiriyor [...]

DEATHSPELL OMEGA burada “filozof kral” diyerek çok büyük ihtimalle Marcus Aurelius’tan bahsediyor. Nietzsche’yi ve yerdiği Stoacı düşünceyi şiar edinen Marcus Aurelius’u aynı cümlede kullanan grup, bu çatışmadan da yararlanmayı ihmal etmiyor. Üstelik de bunu hasta bir köpeğe yaptırıyor.

Albüm adını, yani “uzun yenilgi”yi vurgulama konusunda Yunan Mitolojisinden faydalanan DEATHSPELL OMEGA, Sisifos’un o büyük kayayı sonsuza dek dağın zirvesine çıkarma çabasını örnek veriyor. Bunu yaparken Camus’nün “Sisifos Söyleni” kitabına atıfta bulunan grup, kanişin ağzından “Sisifos’un mutlu olduğunu söylemek zor. Sisifos çok uzun bir yenilgiye (“The Long Defeat”) karşı direniyordu ve biz ne zamandan beri yenilenlerin yayında duruyoruz? Onur, sadece zafer kazananlarındır!” yorumunu yapıyor.

Yine kanişin sözü aldığı bir anda silüete söylediği şu ifadeyi olduğu gibi tercüme ederek grubun iletmek istediği mesajın anlaşılmasına yardımcı olayım:

“Saf saf konuşan bu tüylü arkadaşların (kuşlardan bahsediyor) cesaretini kırmasına izin verme! Hayatta kalmak için başka pek çoklarını öldürmen (“Our Life is Your Death”) gerektiğini söyleyen ebedî doğa kanunlarına tabi şekilde yaşıyorsun. Bir ölüm aracı hâline gelmek, kişinin en içten yaşama isteği doğrultusunda yapması gereken bir şeydir. Öldürmediğin her şey esir alınır, zapt edilir ve seni mutlu edecek bir araç hâline getirilir. Eğer elinden kaçan bir şeyler olursa, bunun tek sebebi bunların herhangi bir zenginliğe dönüştürülemeyecek olmasındandır. Kan dökmenin şehvetinden, o benzersiz tutkudan dolayı hem babandan hem annenden kendi isteğinle ayrılırsın. Bunun için gereken tek şey bir şeyin seni nazikçe ittirmesidir: azıcık bir itekleme, medeniyetin pislik dolu halısının altında bekleyen atalardan kalma dürtülerini ortaya çıkarmana yeter. Ancak sen sadece insani doğana uygun hareket ediyorsun ve bu iyi bir şey, çok iyi bir şey. Hatırladığım kadarıyla birini öldürmek senin yasaklanan emirlerinden ilkiydi, yanılıyor muyum? Bunun esas sebebi de aslında senin en önemli ihtiyacının öldürmek olması değil mi? İster soyut ister somut anlamda düşün, ölüm yaptığın her şeyin içine işlemiştir. Nefes alan herhangi bir şey pençelerinden kaçamayıncaya dek ne rahatlama vardır ne de huzur. Nihayetinde bu girdap elbette ki seni ve türünü de yutacak; sonuçta kimse ölüm karşısında galip gelemez, yüzyıllar geçse de onu kontrol altına alamaz. Sözün özü: tüm hayat bir kavgadır ve evet, baş cellat da sensin. Güneşin altında her şey yolunda, Polemos görseydi, gurur duyardı!”

DEATHSPELL OMEGA son kısımda Heraklitos’un “her şeyin babası ve kralı” olarak nitelendirdiği Polemos’a referans veriyor. Heraklitos’un, Yunan Mitolojisinde “savaşın vücut bulmuş hâli” olarak ifade edilen Polemos için “bir elinde tanrıları, diğerinde insanları tutar; bir eliyle köleleştirir, diğeriyle özgürleştirir” yorumu üzerinden ilerlenerek Alman filozof Martin Heidegger’in Heraklitos’un Polemos’u “farklılaştırma”nın ve “ayrıştırma”nın temel prensibi olarak görmesine atıfta bulunuluyor olabilir.

Tüm bunların yanında, özellikle “The Furnaces of Palingenesia”nın sözlerinde geçen ve grubun siyasi görüş olarak yansıttığı yaklaşımlardan dolayı eleştirilmesine de neden olan nasyonal sosyalist referanslar da hem sözlerde hem de fablda yer buluyor. “Yargılandınız!” gibi bir anlamı olan “Sie sind gerichtet!”te Nazi dönemi bir propaganda posterinden alıntı yapan DEATHSPELL OMEGA, bunu “aynısı, ama başka türlü” (“Eadem, sed aliter”) ifadesiyle bir arada görerek insanlığın II. Dünya Savaşı’nda yaptığı hataları günün birinde mutlaka tekrarlayacağını ifade ediyor.

Diğer tüm şarkılarda olduğu gibi şarkı sözleri fablın içine yerleştirilen kapanış şarkısı “Our Life is Your Death”in son kısmına da bakarak devam edelim.

“Sarkaç sallanıyor ve zaman geçse de kimse ölüme karşı galip gelemiyor.
Yine de tanrılar, tiranlar veya filozof kralların hükmü altında,
bizim yaşamımız sizin ölümünüz
ve güneşin altında her şey yolunda!”

Bu son pasajla birlikte DEATHSPELL OMEGA’nın genel çerçevede insanın kendi kendini yok edeceğine ilişkin önermesini tekrardan görüyoruz. Grubun, az sonra değineceğim sarkastik tarafına da tanık olduğumuz son satırda, “and all is well under the sun!” denerek hem insanlığın olan biteni umursamadan keyfini sürmeye devam ettiğinden söz ediliyor hem de Sisifos ve Polemos’tan da dem vurularak Edith Hall’un “Greek Tragedy: Suffering Under the Sun” adlı kitabına referansla bir latife yapılıyor olabilir.

“Filozof kral” tarafındaysa, bu şekilde anılan Stoacı Roma İmparatoru Marcus Aurelius’a yönelik bir gönderme olduğu bence açık. Sonuçta albüm temasının temelini oluşturan “ölümün kaçınılmazlığı”, “memento mori”, Stoacı felsefecilerin de üzerinde durduğu bir temaydı ve Stoacı Roma İmparatoru Marcus Aurelius da “Meditations” (“Kendime Düşünceler”) adlı eserinde bu konudan bahsediyordu.

VI. Carrion beetles pouring from his mouth

Yavaştan toparlarsak, DEATHSPELL OMEGA “The Long Defeat”te doğal düzenin, fiziksel evrenin mutlak yıkımla sonuçlanacak yolculuğunu ve bu sürecin şu anki noktasını temsil eden insanlığın ve medeniyetin bu kaçınılmaz sonu beslemek, hızlandırmak, şiddetlendirmek adına yaptıklarından ve yapmadıklarından bahsediyor. Her şeyin bir kavga, savaş, öldürme odaklı bir hayatta kalma mücadelesi olduğunu söyleyerek olaya hem doğayla bir bütün hâlinde yaşamamız gerektiğini öne süren Stoacı bir anlayışla hem her şeyin mutlak bir yok oluşla sonuçlanacağını ifade eden bir nihilizmle hem de DEATHSPELL OMEGA’ya özgü bir Luciferianizm çerçevesinde bakıyor.

Tam bu anda, hem DEATHSPELL OMEGA’nın yarattığı bu manevi gücü hem de gruba yönelik eleştirileri besleyen temel bir çatışmaya denk geliyoruz. Grup tüm bu ırkçı nosyonları, nasyonal sosyalist referansları gerçekten de inanarak ve benimseyerek mi, yoksa bahsettiğim bu gelecek öngörüsü tasvirini desteklemek adına sarkastik bir anlayışla mı kullanıyor?

“The Long Defeat” incelemesine dek, hayatımda yazdığım en uğraştırıcı inceleme şüphesiz ki “The Furnaces of Palingenesia” incelemesiydi. Albümde söylenen ve söylenmeyen sözlerin tahlili, alt metinlere yönelik araştırmalar ve yaptığım çıkarımların farklı kaynaklardan teyit edilmesi de dâhil olmak üzere gerçekten uzun ve meşakkatli bir çalışma sonucunda o incelemeyi yazmıştım. O yazıda fazla bahsetmesem de esasında sözleri analiz etmeye çalışırken beni en çok zorlayan şey grubun söylemlerinin hangilerinin veya ne kadarının grubun şahsi görüşünü yansıttığı, hangilerinin veya ne kadarının sarkastik bir yaklaşımla kullanıldığıydı. Sonuçta DEATHSPELL OMEGA gibi derinlikli bir oluşum, sanatının sözel tarafını tamamen ironiler ve metaforlar üzerinden ilerletmezdi değil mi?

“Size doğrudan işkence yapmaktansa, egemenliğin daha gizli, fark edilmeyen, çok daha sapkın ve etkili şekillerini uygulayarak gelişim ve ilerleme fikrine inanmanızı sağlayacağız. Acınızı artıracağız; söz veriyoruz, şimdi ne kadar çok acı çekerseniz, gelecekte o kadar az acı olacak. Capcanlı bir gelecek için acı çekmeye bağımlı hâle geleceksiniz.

Cehalete bağlılık çocuklara öğretilen ilk ders olmalı, böylece tıpkı günün sonunda gecenin gelmesi gibi itaat de kendiliğinden oluşacak. Düşünce yapılarınızı tahmin edilebilir hâle getireceğiz, çünkü davranışlarınız tahmin edilebilir olduğunda özgürlük de ölmüş demektir.

Eğitici bir araç olarak acının yerini hiçbir şey tutamaz. Bu yüzden acı, toplumumuzun temelini oluşturmalıdır. Kitlelerin iniltileri ve kölelerin emeği üzerinden inşa edilecek ve bin yıl boyunca ayakta kalacak anıtlar dikmeliyiz. Bu tutkulu, harika makinenin içindeki her şey kasıtlı olarak yapılmalı ve her şeyin bir görevi olmalı. Ancak siz tüm bunları tesadüfen oldu sanmalısınız.”

“Standing on the Work of Slaves”in bir kısmının bu tercümesinden de görüleceği üzere grup şimdiye dek bu “gerçek düşünce”/”sarkazm” dengesini son derece belirsiz şekilde kullanıyor ve DEATHSPELL OMEGA’nın tekinsizliği de bundan geliyordu. “The Long Defeat”te ise, verilen fablla birlikte grubun “The Furnaces of Palangenesia”nın sözlerinde geçen yorum ve beyanlara benzer yorumların bir köpek tarafından yapıldığını görüyor ve diyaloga giren kuşlar ve silüet gibi figürlerle birlikte DEATHSPELL OMEGA’nın sarkastik şekilde yansıttığı kısımların hangileri olabileceğini daha iyi anlayabiliyoruz. Zaten bu fabldan seçilerek alınan çeşitli cümleler de albümde söylenen şarkıların sözlerini oluşturuyor ve grup albüm çıkmadan önce de söylediği gibi mesajını gerçekten de birden fazla koldan iletmiş oluyor.

VII. Obombration

Biraz yukarıda da söylediğim gibi, birkaç gün öncesine dek “The Furnaces of Palingenesia” yazısı bugüne dek beni en çok uğraştıran ve en çok zamanımı alan albüm incelemesiydi. Diğer yandan yazarken en çok şey öğrendiğim, adeta geliştiğimi hissettiğim incelemelerden de biriydi. “The Long Defeat”, o albümdeki temayı devam ettirmesi, üstüne yeni bileşenler eklemesi ve işin içine bir de fabl katması dolayısıyla şu an itibarıyla -muhtemelen bir sonraki DEATHSPELL OMEGA albümüne kadar- hayatımda yazdığım en uğraştırıcı albüm incelemesi oldu. Bu açıdan baktığımda grup varoluş sebebini açıkladığı “Bizim rolümüz belgelemek, ortaya çıkarmak, yansıtmak, tanık olmak ve hayranlıkla başımızı eğmek; cesareti olanları keşfetmeye yöneltecek yapılar kurmak ve tüm bunları en üst düzey sanatsal tutarlılık, içtenlik ve adanmışlıkla yapmaktır” ifadesini altını sonuna dek dolduruyor ve metal, black metal gibi kavramların da üstüne çıkarak bir “sanat oluşumu”na dönüşüyor. Bu yüzdendir ki ben DEATHSPELL OMEGA dendiğinde veya grupta kimlerin yer aldığının tam belli olmadığından dem vurulduğunda sadece bir gitar, bir bas gitar, bir davul ve bir mikrofon düşünmekle kalmıyor, bunların yanında bir de kalem kâğıt ekliyorum. DEATHSPELL OMEGA belki konser vermiyor, belki kendini ifşa etmiyor, ancak müzik mağazalarının raflarıyla birlikte kütüphanelerde de durabilecek düzeyde zengin, ilham veren ve araştırmaya yönlendirici eserler bırakıyor.

Böylesi bir albüme, diğer pek çok albüme verdiğim bir notun aynısını vermek garip gelse de sonuçta site olarak bir politikamız var, bu yüzden de bir not vermek durumundayım. Bu notu elbette ki DEATHSPELL OMEGA özelinde, sadece DEATHSPELL OMEGA diskografisini göz önünde bulundurarak veriyorum, zira DEATHSPELL OMEGA gerçekten de başka hiçbir grubun yanından geçemediği noktalara ulaşmış durumda ve bunu da -belki de müzik tarihinde eşi ender görülecek şekilde- müzikal tarafının yanı sıra sözleriyle de yapmayı başarıyor.

Grubun ifadesiyle “keşfetmeye cesareti olan” biri olarak, DEATHSPELL OMEGA’nın bunca zamandır belgelediklerine, ortaya çıkardıklarına, yansıttıklarına müthiş bir hevesle tanık oluyor; yazdıkları sözleri ölene dek vücudumda taşıyor, yaptıkları işe karşı duydukları olağanüstü tutku ve sanata kattıkları her şey karşısında hayranlıkla başımı eğiyorum.

***

***

“The Long Defeat” Fabl Tercümesi

Geceleri gökyüzünün yıldızlarla dolu olduğu bir zaman vardı. Yıldızlar tanrıların takdirini; insanların, asillerin ve sıradan halkın kaderini iletirdi. İmparatorlukların yükseliş ve çöküşlerini, başlarına gelen güzel şeyleri ve yaşadıkları korkunçlukları anlatırlardı. En çok da insanların dünyasından, en büyük tiranların zaferlerinden ve sözlere ya da kılıçlara hükmeden efendilerden söz ederlerdi.

Yıldız ışığı, soğuk ve soluk olsa da hem yaşayanlar hem de ölenler tarafından görülebiliyordu. Ama günün birinde bu yıldızlar gökten dünyaya düştü. Sesleri kesildi, ışıltıları kayboldu. “Endişelenmeyin” diye seslendi kalabalık. “Hem daha parlak hem de daha bilgece ışıyan yeni bir ışık geliştirdik. Bizler bugünün yıldızlarının anne ve babalarıyız. Sevgili yavrumuz makine de yarının yıldızlarını doğuracak.” Ardından dans ettiler, neşeyle kutladılar ve dans etmeye devam ettiler.

Aralarında yalnız başına duran ve dans etmeyen bir silüet vardı. İçinde yanıp tutuşan büyük şüpheler eşliğinde, titreşen şehir ışıklarına sırtını döndü ve doğaya doğru ilerlemeye başladı: Bu doğa, zamanında insanın en değerli varlığıydı, ancak şu anda insanoğlunun yıldızlarının açgözlü fırınlarında birer birer ateşe veriliyordu. Şehirlerin uzağında ve bomboş bir gökyüzünün altında, hissettiği tek duygu korku olan silüetin çevresindeki karanlık giderek büyüdü ve her yeri kapladı. Ancak zaman geçtikçe bu kapkaranlık içerisinde karanlığın farklı tonları belirmeye başladı; silüetin korkusu azalmaya başlamıştı.

Silüet uzakta bir şey fark etti. Ormana benzeyen bir karaltı vardı, ancak bu ormandaki ağaçlar odundan yapılmamıştı. Ağaçlar sallanıp hışırdıyordu. Gölgelerinde ışıldayan siyah bir ışık vardı: Bu ışık hem eski zamanlarda yaşayanlar hem de henüz doğmayanlar için tanrılardan gelen bir armağandı.

Bu berbat yerin en nemli ve nahoş derinliklerinde, kızıl yosunların üzerinde uyumakta olan titrek bir korku vardı. En vahşi hayvanlardan ve zehirli yılanlardan bile daha çok korku salan bu habis şeyin, her şeyin gerçekte ne olduğunu görme laneti olduğu söylenirdi. Gerçeği görme laneti, daha sonra yerini sorgulama lanetine bırakıyordu. Bu öylesine kötü bir noktaya varıyordu ki insan aynadaki yansımasını bile sorgular hâle geliyordu. Bu asla akıldan çıkmayacak bir korkuydu. Aynadaki suratın bir tarafından yaşlar süzülürken, diğer taraf bir kahkaha patlatıyordu.

Silüet iki büklümdü ve nefessiz kalmıştı. Baykuşlar ve kargalar havadaki hoş esinti eşliğinde bir şeyler mırıldanıyordu: “Karakterin kaderindir. Karakterin daima kaderin olmuştur.”

Sonra birden durdular ve bakışları başka bir yöne kaymaya başladı.

“Bir şey kurban et” dedi aynadaki yansıma. “Bereketli olanını seç. Gagalarıyla birkaç tüy yolarlar ve bu tüyler havada asılı kalırcasına yavaşça aşağı inerken yeniden konuşmaya başlarlar.”

Düşen üç damla kanla birlikte kuşlar mırıldanmaya devam ettiler: “Önündeki yolların sayısı çok, ancak sonsuz değiller. Tüm bu yollar, cerahati asla bitmeyen yaranın oğulları ve kızlarıdır: Her şeyi büyütüp yetiştiren, bu yaranın iltihabıdır.”

“Seni bir kâhin yapabiliriz” diye tısladılar. “Ancak her kehanetin bir şeylere mal olacağını unutma.”

“İlk kehanet” diye lafa girdi gece kuşlarının en küçüğü, “sana aidiyetin o huzur veren sıcaklığına mal olacak.”

“Tanımadıkları herkese havlarlar. Güneşe, aya, yaprakları hışırdatan rüzgâra havlarlar. Çarpık dişlerini ve grileşen diş etlerini belli eden bir sırıtışla havlarlar. Havlama duydukları anda havlarlar, kendi havlama sesleriyle kendilerinden geçerler. Leş kokulu, her yanları kabuk tutmuş şekilde toplu hâlde sana bakar ve hepsi bir ağızdan havlarlar: ‘Pek çoğu iyi, pek azı kötüdür; sadece bize bak ve inancımıza boyun eğ, çünkü bizler bu dünyanın krallarıyız. Küfelerimiz dağların bile kıskanacağı kadar yüksek kulelerde! Kayışlarımız gümüş kaplı, tasmalarımız ise altından.’”

“Bu bir sonraki kehanet” diye atıldı kargaların en yaşlısı, “türünün sahip olduğu hünerlerin sana yaşattığı avuntuya mal olacak.”

Soluk bir atın (Ç.N.: Ölüm) yanında bir adam duruyordu. Kafasında bir taç bulunan bu uzun boylu ve gururlu adamın üzerindeki giysiler de onun bir kral olduğunu anlatır nitelikteydi. “Kendimi tüm tanrıların en büyüğü ilan ediyorum” diye çıkıştı; “ve şimdi yaşayan her şey bana boyun eğecek!” Atının gözleri geriye gitti ve içe doğru döndü. Kişnedi, ağzındaki köpüğü tükürdü ve söze girdi.

“Sen gerçekten de kralların kralısın ve yaptıklarının mükâfatını alacaksın. Toprağı sürdün ve onu zehirledin, artık dünyanın nimetleri ağzında çürüyecek ve hasatların da yavaş ve tatsız bir zehirden farksız olacak.”

Kralın kasıntısı bir anda azalmış gibiydi. Atı devam etti.

“Hava tüm dünyevi zevklerin en tatlısı ve en yumuşağıydı, hem büyük hem de küçük tüm canlılar için bir lütuftu; şimdiyse yarattığın şeylerin dumanları gökyüzünü boğuyor. Nefes alıp verişin sana hastalık getirecek ve akciğerlerin kömüre dönüşecek.”

Nefesi kesilen kralın ağzından leş böcekleri döküldü.

“Dünyanın kemiklerini kırdın, derinlerdeki mucizeleri erittin ve şimdi sıra senin kemiklerinin kırılmasına, senin etlerinin erimesine geldi.”

Kaval kemiklerinin kırılma sesi duyulan kral, dizlerinin üstüne yığıldı.

“Ama var olmanın tek anlamı mücadele değil midir?” diye karşı çıktı. “Ben bu dünyayı kılıçla ve ateşle fethettim; bunu tek başıma yaptım. Bu yüzden tahtın tek sahibi ben olmalıyım.”

Silüet “Polemos her şeyin babasıdır!” diye araya girdi ve kehanetin ortadan kalkmasını sağladı. Yüksek dallardan birinden, “Bu kadar ders verdiğiniz yeter. Bu ne kabalık!” diye söylenenler oldu.

“Aptalca bir sabırsızlık!”

Pençelerindeki kemirgenden etler koparan bir baykuş “Dinle evlat” diye lafa girdi. “Evet, bu dünyanın başlangıcı ateşle olmuştur, ancak yükselen tüm o dumanlarla birlikte bir şeylerin de aşağı inmesi gerekir! Senin türünü biliyorum. Önce tıkınır, ardından öksürmeye başlarsınız… Sonra da size nefes vermesi için rüzgâra yalvarırsınız. Ateşi harlamakla görevli olduğunuzu iddia eder, farklı dumanlar çıkaran pek çok farklı ateş olduğu gerçeğini cahilce görmezden gelirsiniz: Bu ateşlerin çoğu işlevsiz, pek azı ulvidir. Savaşlarınızın büyük çoğunluğu köpeklerin kendi kuyruklarını kovalamasından farksızdır. Yaz güneşinde dışarıya konan buz bile sizin fetihlerle elde ettiğiniz ganimetlerden daha uzun ömürlüdür. Savaş kutsaldır, kutsaldır ve kutsaldır… Onu kötüye kullanırsan, mesuliyeti sana aittir.”

Kemirgenin kafasını yutmakta olan baykuş devam etti: “Bu sözler artık basit cevaplarla tatmin olamamana neden olacak.”

Bir kayaya oturmuş, dehşet içinde söylenenleri dinleyen silüet, “Çoğumuz kibrin alevleriyle yanabilir, daha da kötüsü içi boşaltılmış hayatlar sürebiliriz” diye karşılık verdi. “Küle dönmesi kaçınılmaz olanları bir tarafa ayırırsak, medeniyetlerimizin sonsuza dek yaşayacağının bir garantisi yok mu?”

“Varsa da aptallarla dolu bir sonsuzluk olacaktır” diye güldü beyaz bir karga.

Okyanusun yanı başında, giderek büyüyen, kasvetli bir ışıltıyla kaplı bir şehir. Fani gözler daha önce böylesine geniş, karmaşık ve iç içe geçmiş bir şey görmemişti. Yaşayan, nefes alan, metropolit bir organizma: Yıldızları fethetmek için yanıp tutuşan bir kral ırkının elinden çıkma bir yer. Bir anda tek bir borudan çıkan tek notalık bir ses havada yankılandı. Dünya titriyordu. Okyanus, her biri en yüksek surları bile küçücük kılan üç devasa dalgayla hareketlendi. Tüm ışıklar gecenin karanlığına büründü. Canlı sesler yerini sessizliğe bıraktı, sıcaklık soğuğa teslim oldu. Kuru olan her şey artık sırılsıklamdı. Fethedilemez bir mücevher gözüyle bakılan bu yer artık sulara gömülmüştü… Zamanında sessiz olan her şey yeniden aynı sessizliğe büründü.

Beyaz karga silüetin omzuna kondu. Gagasıyla silüetin göğsünü didikledi ve bir damla kan akıttı. “Bu yara asla iyileşmeyecek. Bunu terazilerine müdahale edilen ve adaletin verdiği güvenle dans etmeyi reddeden herkesi bekleyen sessizliğin ve boşluğun bir hatırlatıcısı olarak görebilirsin.”

“Enantiodromia!” diye bağırdı öfkesi gözlerinden okunan bir baykuş. “Gerçekten de enantiodromia!” diye katıldı sallanan, hışırdayan bir ağacın tepesine tüneyen beyaz karga.

“Araya girebilir miyim?“ diye bir ses duyuldu derinden.

Tüm bakışlar sola kaymış; alev kırmızısı gözleri olan kapkara, başıboş bir kanişe odaklanmıştı. Kaniş, yerdeki kemirgen artıklarına işiyordu. (Ç.N.: Kaniş, çok büyük ihtimalle “Faust”taki Şeytan’a bir gönderme.)

“Dikkat edin, bu gerçekten de o!” diye fısıldadı kuşlar. Gecenin bir vakti bir araya gelmiş tüm bu canlıların üstüne ölüm sessizliği çökmüştü. (Ç.N.: “deathlike silence”, çok büyük ihtimalle Euronymous’un müzik şirketi “Deathlike Silence Productions”a bir gönderme.)

Kalabalığın ortasına doğru ilerleyen kaniş, bir ayı ebadına gelecek kadar kabardı. İçlerinde kurtçuklar gezen iltihaplı yaraları vardı. Büyük bir güvenle silüete seslendi:

“Saf saf konuşan bu tüylü arkadaşların cesaretini kırmasına izin verme! Hayatta kalmak için başka pek çoklarını öldürmen (Ç.N.: “Our Life is Your Death”) gerektiğini söyleyen ebedî doğa kanunlarına tabi şekilde yaşıyorsun. Bir ölüm aracı hâline gelmek, kişinin en içten yaşama isteği doğrultusunda yapması gereken bir şeydir. Öldürmediğin her şey esir alınır, zapt edilir ve seni mutlu edecek bir araç hâline getirilir. Eğer elinden kaçan bir şeyler olursa, bunun tek sebebi bunların herhangi bir zenginliğe dönüştürülemeyecek olmasındandır. Kan dökmenin şehvetinden, o benzersiz tutkudan dolayı hem babandan hem annenden kendi isteğinle ayrılırsın. Bunun için gereken tek şey bir şeyin seni nazikçe ittirmesidir: Azıcık bir itekleme, medeniyetin pislik dolu halısının altında bekleyen atalardan kalma dürtülerini ortaya çıkarmana yeter. Ancak sen sadece insani doğana uygun hareket ediyorsun ve bu iyi bir şey, çok iyi bir şey. Hatırladığım kadarıyla birini öldürmek senin yasaklanan emirlerinden ilkiydi, yanılıyor muyum? Bunun esas sebebi de aslında senin en önemli ihtiyacının öldürmek olması değil mi? İster soyut ister somut anlamda düşün, ölüm yaptığın her şeyin içine işlemiştir. Nefes alan herhangi bir şey pençelerinden kaçamayıncaya dek ne rahatlama vardır ne de huzur. Nihayetinde bu girdap elbette ki seni ve türünü de yutacak; sonuçta kimse ölüm karşısında galip gelemez, yüzyıllar geçse de onu kontrol altına alamaz. Sözün özü: Tüm hayat bir kavgadır ve evet, baş cellat da sensin. Güneşin altında her şey yolunda, Polemos görseydi, gurur duyardı!”

Midesindeki insan uzuvlarını kustuktan sonra onları çiğnemeye başladı. Çatırdayan kemik seslerinin eşlik ettiği bu ziyafetten dolayı çok memnun olan kaniş yukarı doğru baktı ve göz kırptı: “Seni seviyorum.”

“Hadi ama…” diye araya girdi baykuşların en yaşlısı. “Kader dediğimiz şey bize merdivenin her basamağında yeni bir tercih yapma fırsatı sunar; ister yukarı çıkar ister aşağı ineriz.”

Açık bir küçümseme ifadesi takınan devasa kaniş, “Sisifos’un mutlu olduğunu söylemek zor…” diye yükseldi. “Sisifos çok uzun bir yenilgiye (Ç.N.: “The Long Defeat) karşı direniyordu ve biz ne zamandan beri yenilenlerin yanında duruyoruz? Onur, sadece zafer kazananlarındır!”

Silüet şaşkına döndü. “Sisifos bir skandalı düzeltmeye çalışıyordu! O bir aziz. Kusurlarla dolu olsa da insanlık doğal düzene merhamet aşılamayı başarmıştır!”

Cerahatli kaniş, yılan tıslamasına benzer bir sesle atıldı: “Bunu kendi türün için bile söyleyemezsin! Sen en büyük tatmini adaletsizlikten alırsın. Adaletsizlik senin rahmin! Ne hakla konuşuyorsun? Utancından yüzünü saklaması gereken ellerin, tüm bu süre boyunca savaşlar başlatmakla meşguldü. Evet, seni gördüm! Medeniyet dediğin şey, içindeki ilkel hayvanı ehlîleştirmeye yönelik geçici bir çabadan ibaret. Sen daha bu ezelî dürtüyü bile defedemezken, bunu bir başkasına atfetmek nasıl bir sinsiliktir!” Dediğin gibi olsa bile, merhamet konusunda senin türünden daha eli sıkı kimse var mı? Sen gözünün önündekiler dışında hiçbir şeye merhamet göstermezsin. Sen hiç bitmeyen bir nifakın soyundan geliyorsun. Anlamsızlığa anlam katmak istediğinde bunu hiyerarşiyle yapıyorsun ve hiyerarşilerin çelik gibi güçlü olduğundan, bunu yaparken mutlaka silahlara başvuruyorsun. Kabile, sınıf, kast, mezhep… Bunlar kana ve gözyaşına düşkün hâle gelenler için altın değerinde kelimelerdir. Cehennemin kapılarını ardına kadar açan altın anahtarlardır.”

“Yine de bir düzen gelmesini sağlayabilirler” diye itiraz etti bir karga. “Hatta bazı durumlarda bir avuntu olurlar. Onların gölgesi altındaki bir ağaç güneşe ulaşana dek büyüyebilir. Bazen bu ağaca Umut adı verilir.”

“Bu ağacın kökleri altında sessizce bekleyen sönük bir ateş daima var olacaktır” diye karşılık verdi devasa köpek. “Alevlenmeye ve ağacı küle çevirmeye hazır bir ateş. Sonuçta ateş dediğin böyle bir şeydir” diye gülümsedi ve silüete doğru başını sallayarak devam etti: “Bir süredir ortalıkta olduğum düşünüldüğünde, tarihin kendini tekrarlama eğiliminde olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Eadem, sed aliter.” (Ç.N.: “Aynısı, ama başka türlü”)

Gizli saklı bir şeyler söylüyormuşçasına devam etti: “Tanrı bu durumdan hoşnut değil. Onun öldüğünü ifade ettiğinden beri huysuzlanıyor. Bir kez daha, tüm bu sıkıntıyı sonlandırmanın eşiğine gelmişti. Ama endişelenme, o da kara mizaha en az benim kadar düşkündür; üstelik biraz da kumarbazdır. Bu sefer ne kadar dibe batacağın konusunda onunla iddiaya girdik. Sonuçta sen gerileme konusunda gerçek bir ustasın.” Kaniş içten bir kahkaha patlattı, kulak tırmalayan sevincinin yankıları, onu dinleyen herkesin kulaklarını çınlattı.

Yavaşça ayağa kalkan silüet bir soruyla karşılık verdi: “Öyleyse tanrıyı kılıçla şekillenen bir medeniyet yarattı; sen bunu değerli görüyor musun?”

Cehennemden fırlamış gibi duran köpek cevap verdi: “Kılıcın gazabına ilk uğrayanlar, kılıcın tarafını tutanlar değil onun gerekliliğini reddedenlerdir. Yine de kılıcın tarafını tutanlar da genelde kısa süre sonra ortadan kalkarlar. Kılıç efendi tanımaz, sadece kanın kokusunu bilir ve o lezzeti bir kez tattı mı, ne kadar kan akıtsa da susuzluğunu gideremez.”

Uzaklara bakan silüetten yanıt geldi: “Peki ya filozof kralın yönetiminde bir medeniyet?”

“Torino’da kahrolası bir atı dövüyorsun ve filozof kral çekicini indiriyor” diye alaycı şekilde gülümsedi kaniş. Gövdesini ve kafasını salladığı sırada vücudundan her yöne kurtçuklar ve iltihaplar saçılıyordu. Burnunu yaladı ve devam etti: “Dostlar, yemeğe bekleniyorum. Egemenlik bu soyun elinde olduğu sürece, dünya yiyip bitireceği ruhlar bulmakta bir an olsun sıkıntı çekmeyecektir! Son bir şey söyleyip noktalayayım…” Gayet ciddi şekilde silüete baktı ve devam etti. “Ben senin hem baban hem de çocuğunum. Biz bir aileyiz ve sen beni besliyorsun.”

Köpek kalabalığın dışına doğru ilerledi ve şöyle havladı: “Sie sind gerichtet.” (Ç.N.: “Yargılandınız”)

Huzursuz edici kısa bir sessizliğin ardından silüet sordu: “Peki tüm bunlar, kaderimizi belirleyecek teraziyi nasıl dengede tutuyor?”

Kuşların en ufağı cevap verdi: “Şu yemini etmelisin: Buraya geliş sebebim ölüm, terör ve yıkım getirmek.”

“Ama” diye itiraz etti silüet. “Bununla sınırlı değil…”

“Yaşatmak için öldür” diye fısıldadı gece kuşlarının en ufağı.

“Böylece döngüyü kırabilirsin” diye haykırdı kargalardan biri: “Üstelik de zincirlerdeki tüm bağlantılarla birlikte kırarsın ve ancak o zaman gerçek anlamda nefes alırsın!”

Gece kuşlarının en ufağı “Tam da bunu söyleyecektim!” diye tısladı. “Bu yemini et ve yeniden doğ. İşte o zaman kayaların kadim sesi sana melodik bir beste gibi gelecek. İnsanoğlunun kibriyle vücut bulan tapınaklara edilen bedduaları duyacaksın: Onların şarkılarına katıl ve ölüm ol. Kendini okyanusun soğuk kollarına at, şarkını onun tuzlu armonilerine uyarla. Okyanus yükselecek, terör çığlıkları tüm kıyılarda yankılanacak. En önemli noktaya gelirsek, yıkımı ancak aptallar kullanmaz. Yıkım, bilgelere ayrım yapma ve tercihte bulunma yetkisi verir. Yıkım, kabullenmeyi mutlak kılar, egemenliği ise kendisini kullanabilene verir.

“Öyleyse tercih yapma hakkına…” diye söze girdi silüet.

“…merdivenin her bir basamağında sahibiz, evet” diyerek cümleyi tamamladı baykuşların en yaşlısı. “Bazı basamaklar zamanında en kıymetlin olan her şeyden vazgeçmene neden olacak; pek çok basamak savaşa ve mücadeleye girmene yol açacak. Ancak saf bir idrak becerisine sahip olmadığın sürece, tüm zamanların en büyük düşmanını gözden kaçırmış olacaksın.”

“Şeytan’ı mı?” diye sordu silüet.

Sallanıp hışırdayan ağaçların dallarından bezginlik dolu bir iç çekiş işitildi.

Duyduğu sorudan dolayı sinirden gülen beyaz karga bir anda celallendi: “Söylenenleri duymadın mı? Şeytan sana zaten demişti: O senin hem baban hem de çocuğun.”

Bunun üzerine silüet dayanamadı, kanişin gözden kaybolduğu yönü işaret ederek: “Ancak o yalanlar prensidir! O muhaliftir!”

O ana kadar sessizliğini koruyan bir karga lafa girdi: “Ve seni de çok seviyor! Türün onu iyi besliyor.”

Bir an durup düşünen silüet karşılık verdi: “Zamanında gökyüzünün geceleri yıldızlarla dolu olduğunu anımsıyorum. Doğru mu hatırlıyorum?”

“Doğru” diye cevapladı baykuşların en yaşlısı. “Yıldızların gökyüzünün yalnızlığında çizdiği yolu bulmayı bilenler için yıldızlar geceleri ışıldamaya devam ediyor. Geri kalan kalabalık içinse çoktan öldüler ve unutuldular.”

“Yıldızları geri getirmek için insanlığa ne ölçekte ölüm, terör ve yıkım getirmeliyim?” diye sordu silüet, sesinde vakur bir tonla. “Çünkü buraya geliş sebebim ölüm, terör ve yıkım getirmek.”

Bu sözlerin ağzından çıkmasıyla birlikte, sanki aniden tekinsiz bir koro da silüetin her bir kelimesini onunla birlikte tekrarlıyordu.

Baykuşların en yaşlısı cevap verdi: “Ölen düşmanlarının kafataslarından inşa edeceğin kule ne kadar yüksek, moloz yığınlarına dönüşecek şehirlerin sayısı ne kadar çok olursa olsun, insanoğlu zincirlerinden çoktan kurtuldu.”

“Şeytan’dan mı bahsediyorsun?” diye sordu sersemleyen silüet. “O, özgürce dolaşan kadim yılan. Onu kalbimin derinliklerinde hissediyorum!”

Gergin bir sesle lafa giren en küçük gece kuşundan cevap geldi: “Hayır, makine. Evren içindeki evren. İnsanoğlu, tanrılar ve yaratılmış tüm şeytanlar birlikte onun içinde. Ve bir şey daha. Yeni, yabani ve her yöne doğru genişleyen bir şey, üstelik de görüş alanımızın dışında.”

(devam edecek…)

10/10
Albümün okur notu: 12345678910 (8.58/10, Toplam oy: 136)
Loading ... Loading ...
etiketler:
  Albüm bilgileri
Çıkış tarihi
2022
Şirket
Norma Evangelium Diaboli
Kadro
Mikko Aspa: Vokal
Hasjarl: Gitar
Khaos: Bas

Konuk:
Mortuus: Vokal
M.: Vokal
Olası diğer kişiler
Şarkılar
1. Enantiodromia
2. Eadem, Sed Aliter
3. The Long Defeat
4. Sie Sind Gerichtet!
5. Our Life Is Your Death
  Yorum alanı

“DEATHSPELL OMEGA – The Long Defeat + Fabl Tercümesi” yazısına 138 yorum var

  1. Bir anda bu albümü dinlemeyi aşırı özlediğimi fark ettim, hemen açtım. Bambaşka bir keyif.

  2. şeyh hulud says:

    our life is your death
    our death is your life
    whether by word or whether by blade

    Artık daha çok “word”u tercih ediyoruz sadece, onun dışında doğanın milyarlarca yıllık düzeninde bir değişiklik yok.

  3. Bu albüm resmen “batağına düşülen” bir albüm. Uzun süre dinlemiyorum, adeta kaçıyorum, sonra bir dinliyorum birkaç gün başka şey dinleyemiyorum.

  4. şeyh hulud says:

    İskender ile Diyojen arasında geçen ünlü diyaloğun aslında ne anlama geldiğini geçen gün öğrendim. Medeniyeti ve onun getirdiği iddia edilen refahı, lüksleri, imkanları reddeden kiniklere göre özgür bir adama haz kaynağı olarak sadece güneşin sıcak ışığı ve soluduğu temiz hava yetermiş. Yani Diyojen İskender’e “güneşimi kapatma” derken bu kelimeleri özellikle seçiyor. Artık soluma imkanımızın bile olmadığı temiz hava konusuna gelirsek, “The air was the sweetest of all earthly delights” sözüyle kiniklerin ve bu albümün medeniyet karşısındaki tutumu bir anlamda ortak noktada buluşmuş.

    Bu arada albümde Heraklitos ile ilgili çok referans varmış gerçekten, çoğunu Heraklitos okumaya başlayınca fark ettim. Albüm her şeyin özünün veya arkhe’sinin ateş olduğu fikri ile açılıyor. Ayrıca “But isn’t strife the core of existence? My claim to the throne is just!” kısmı da doğrudan Heraklitos’un “Strife is justice” sözüyle ilgili.

    çaksu

    @şeyh hulud, Şu podcasti belki seversin. Uzaktan yakından bi alaka gördüğümde öneriyorum sdfg. Çok tatlı işliyor adam alanındaki konuları.

    https://shwep.net/podcast/riddle-me-this-heraclitus-of-ephesus/

    şeyh hulud

    @çaksu, Teşekkürler bakacağım. Ben de Nietzsche’nin ağzından bir Heraklitos incelemesi önereyim o zaman karşılığında :)

    https://youtu.be/ndjiQnuWQwo?si=IEZodxhOboLV6tSm

    Destroyer of Light grubunun gitaristinin kanalı. Youtube’daki en sevdiğim felsefe içerikli kanallardan biri, videolarından çok faydalandım, adamın ciddi bir felsefe eğitimi var. Kanal Nietzsche ağırlıklı ama başka videoları da var, bazen konser videoları falan atıyor ahaha, yine ne varsa metalcilerde var.

    çaksu

    @şeyh hulud, Haha eyvallah <3 Not ediyorum, ben de buna bakarım belki. Felsefeden çok narrative insanıyım ama gece eşliğinde uyumak için böyle şeyler açtığım da epey oluyor :p Shwep'i çok sevincene gündüz dünyama terfi etti bir iki aydır.

    Benimkinde (Earl Fontainelle) metal var mı bilmem ama en sevdiğim gruplardan ABBA'ya referans verdiğine rastgeldim haha. Ve bir diğer çok sevdiğim podcast Rereading Wolfe'u dinlerken 'dinleyici yorumu' bölümünde kendisi çıktı karşıma sdfg. Son bölüm ya da bi önceki. Bazı günler en sevdiğim yazar oluyor Wolfe.

    Yani tam kankayız Earl ve ben ama onun haberi yok.

  5. A.Karayazı says:

    Geçenlerde si monumemtum dan başlayıp bu albüme kadar tek bir günde full dinledim(drought ve kenose ep’leri dahil). Zaten ara ara yaptığım bir şey bu. Son albümler eklendikçe hem iyi kötü ayırt edebilmek hem de farklı bir ďüşüncem olur mu kafasıyla bazı gruplar için böyle bir işe kalkışıyorum. Bu albüm ilk çıktığı zamanlarda da olmamış demiştim. Burada benim için kilit nokta; felsefesi, anlatmaya çalıştıkları, ima ettikleri vs değil. İlk etapta müzikal olarak kulağıma-beynime hitap etmesi lazım. Bu albüm bunu asla başaramadı. Acaba bende mi bir sorun var diyerek baya da emek verdim. Bunu zorla sevmeye çalışmak olarak düşünmeyin bu arada. Ne veya neleri kaçırıyorum-atlıyorum bunu anlamak için verdiğim bi mücadeleydi bu. Yok abi asla olmuyor. Sevenlerini de anlıyorum elbette ama ben kesin ve net şekilde beğenmiyorum ve özellikle fas ite ve paracletus’ı icra etmiş adamlardan duymak istediğim müzik bu değil maalesef. Her ne olursa olsun bir sonraki albümü merakla bekliyorum, çünkü bu manyaklar the synarchy tarzında bir albümle kafamıza balyoz indirebilirler, umarım öyle yaparlar.

    dust

    The Furnaces of Palingenesia’ya bakınca yeni bir şeyler denemeleri daha iyi olmuş diyorum. Bence DsO diskografisine göre zayıf kalan bir albümdü. The Long Defeat’i sevsem de eski tarzlarında bir şeyler duymak benim de daha çok iştahımı kabartırdı, ama demek ki adamlar o formülle yapılabilecek her şeyi yaptıklarını fark etmişler.

    A.Karayazı

    @dust, keşke bu kadar erken farketmeselerdi. Yine de umudu kesmiş değilim, zamanla yaşayıp görücez.

    Aim

    @A.Karayazı, Bu adamların Si Monumentum öncesi de dahil bütün albümlerini seven biriyim. Hatta o döneminin de çok göz ardı edildiğini de düşündüğüm oluyor. Aşırı fena şarkılar var (örn. Insanity Supreme) Long Defeat’i de çok sevdim bu arada. Bence artık Kenose’de başlayıp Paracletus’da biten (drought’u pek dahil edesim gelmiyor) o formülden biraz sıkıldılar gibime geliyor. Hatta ondan dolayı Synarchy of Molten Bones’da “Alın lan bodoslama müziğe doyun” demişler gibi. “Keşke bu kadar erken fark etmeselerdi” demişsin ama adamlar o formülle ortalama 5 albümlük iş çıkarmışlar daha ne etsinler hahah. Tabii ki ben de fazlasını isterim ayrı mesele.

    Ben bunları artık biraz yaşlandılar da ondan dolayı hafiften yavaşladılar zannediyordum da, koydukları videodaki tiplere bakılırsa durumun yaşla alakalı olmadığı belli. Benden yana pek sıkıntı yok ama ben bundan sonra öyle bodoslama bir albüm geleceğini düşünmüyorum pek. Gelirse eğer fena göt olurum ama.

    A.Karayazı

    @Aim, Güzel bir noktadan yakalamışsın, yaşla pek alakası yok bu konunun ki Hasjarl henüz 44 yaşında. 5 albümde kullandıkları formül ile en az 2-3 albüm daha yapılabilir bence. Bir de şöyle bir durum var, formüller aynı gibi duruyor ama hiç biri the synarchy kadar bodoslama değil. Hatta paracletus’a kadar olan kısımlar bile kendi içinde baya bi ayrılıyor diye düşünüyorum. Elbette üst seviye müzisyen/besteci adamlar bunlar, sıkılmış olma ihtimalleri de var tabii ki. İlk 2 albümlerinin ağır hastasıyım hatta 2 sinin de 2003 basımlarının orijinallerine sahibim. O tarzın şimdikiler ile alakası yok diye si monvmentvm dan itibaren dikkate alınıyor genellike. Bakalım ilerde neler olacak.

  6. Ali Osman says:

    10, 10, 10 ya. Geçtiğimiz 2 senede farkında olmadan o kadar çok dinledim ki bu albümü artık kendimle bütünleşmiş hissediyorum. Deathspell Omega gibi bir grubun yapabileceği en iyi şey olmasa bile müzikal olarak kusursuz, eksiksiz ve tam da bu yüzden 10. Bazı albümlerin tam puan alması için o grubun en iyi işi falan olması gerekmiyor bana kalırsa. Bu albümün sırf daha iyisi yapıldı diye eksik puan alması büyük bir haksızlık olur. Tekrarlıyorum, müzikal olarak kusursuz ve eksiksiz bir albüm. Doyamıyorum.

  7. İki yıldır sürekli dinlememe rağmen doyamıyorum.

  8. MrSpock42 says:

    DsO albüm tier-listi yaptığımda net bir biçimde ilk üçe aldığım bir albüm bu. İstatistiklere göre de en çok Eadem sed aliter parçasını dinlemişim. The air was the sweetest of all earthly delights girişini şimdiye kadar belki de 850 kez çevirdim galiba.

  9. Melkor says:

    Albüm daha dün çıktı gibi ama 2 sene olmuş. Long defeat tek başına ömrümü tüketti ulan. bayılıyorum.

  10. Kastaga says:

    tekrar zamanın geldi canım. basıldı play tuşuna

    Ahmet Saraçoğlu

    @Kastaga, ahah cidden tam olarak aynı şeyi yaşıyorum. Sürekli değil, belirli aralıklarla, ama bu albümün çok acayip bir büyüsü var. Tanıdığım bir insanmış gibi özlem duyuyorum bu albüme.

Yorum Yazın

*

"Yaptığım yorumlarda fotoğrafım da görüntülensin" diyorsan, seni böyle alalım.
Pasif Agresif, bir Wordpress marifetidir.