# - A - B - C - D - E - F - G - H - I - J - K - L - M - N - O - P - Q - R - S - T - U - V - W - X - Y - Z

Archive for November, 2010

SODOM davulcusuyla yollarını ayırdı

Tuesday, November 30th, 2010

SODOM, 13 yıllık davulcusu Bobby Schottkowski ile yollarını ayırdı.

Yeni albümü “In War and Pieces“ı 10 gün önce çıkaran grubun lideri Tom Angelripper, kişisel ve özel sorunlar yaşadığını söylediği Schottkowski’den (fotoğrafta sağda) gruptan ayrılmasını istemiş, Schottkowski de bunu kabul etmiş.

Grup Ocak ayında başlayacağı turnesini ertelemeyeceğini ve o zamana kadar bir davulcu bulacağını açıklamış.

AMON AMARTH yeni albüm adını açıkladı

Tuesday, November 30th, 2010

AMON AMARTH yeni albümünün adını “Surtur Rising” olarak açıkladı.

29 Mart’ta kulaklarımıza dolacak albümde on şarkı olacakmış. Surtur (veye Surtr), İskandinav mitolojisindeki jötunn’lardan (devlerden) biri. Wikipedia’ya göre Ragnarök sırasında elinde kılıcıyla Æsir’le ve Freyr ile savaşan Surtur, ardından da alevleriyle Dünya’yı ateşe veriyor. Gerisini AMON AMARTH’tan dinleriz artık.

MEGADETH – Countdown to Extinction

Tuesday, November 30th, 2010

Rust in Peace“le çocuğu koyan MEGADETH’in bir sonraki albümünde biraz daha ticari bir yöne kaymak istemesi normaldi aslında. Tartışmaya ve kişisel fikirlere yer bırakmayacak düzeyde önemli bir başyapıt yarattıktan sonra, Mustaine ve tayfasının yine aynı yırtıcılıkta bir albüm yapmak istemeyeceği, o kadar da şaşılacak bir durum değildi.

Şöyle bir düşünceye sahip olduğumu fark ettim. Tamamen öznel, kendi içimde doğru kabul ettiğim bir düşünce. Şöyle açıklayayım. Bir grup düşünün. Kariyerinin bir döneminde belirgin bir tür değişimine girişiyor. Diyelim ki grubumuz AA adında bir death metal albümü çıkarmış ve bu albümden iki albüm sonrası da, BB adında bir post-rock albümü. İşte birbirinden çok farklı tarzlardaki bu albüm arasında çıkan albüm, yani iki farklı türün arasında kalan albüm eğer AB olarak özetlenebilecek türde bir geçiş albümü değilse, bu hem o grubun yaptığı işi ne oranda iyi bildiğini, hem de o albümün başarısını gösteriyor. AA’dan BB’ye geçişteki AB, eğer “Hafız bildiğin gibi biz eskiden şöyleydik, ama ilerde başka türlü olmak istiyoruz, o yüzden eskiyi bir anda silip atarak canını sıkmayacak, ama bir yandan da yeni gidişatımızın sinyallerini verecek bir şey yapmaya çalıştık” tadında bir albümse, o albümler genelde tatsız oluyor ve grupların müzikal anlamdaki potansiyellerinin çok da güçlü olmadığını büyük ölçüde ortaya koyuyorlar.

Bu tarz bir zırvalamaya neden girdiğime gelince. Konumuz olan “Countdown to Extinction”ın çok çok çok başarılı bir albüm olmasının temel sebebi, thrash metalin kitaplarından biri olan “Rust in Peace” ile yeni nesil MEGADETH’in gerçek başlangıcının yapıldığı yer olan “Youthanasia” arasında duruyor olmasına rağmen, her şeyiyle kendi kimliğine sahip, grubun iki yanını da kusursuz şekilde ortaya süren bir albüm oluşudur. Bu bence önemli bir konudur, zira bu geçiş olayı çoğu zaman grupların karizmasını çizen (“Reroute to Remain“) ya da iyi olsun olmasın bir şekilde geri planda kalmayla neticelenen (“Spiritual Healing“) şekillerde vücut bulur. Bu zor eşiği yara almadan atlattığınızda ise (“Projector“, “Heartwork“, vs.) size duyulan saygıda bir azalma olmaz, çoğu durumda bilakis bu saygı artar.

Girişi uzun tuttuk, albüme gelelim. Benim ve birçokları için “Countdown to Extinction”, melodinin, tekniğin, üstün beste kabiliyetinin, yaratıcılığın, rock müziğin farklı elementlerinden en iyi şekilde etkilenmenin bir noktada buluştuğu, kimilerine göre müzikalite açısından kendinden önce çıkan hayvanı bile aşan bir heavy metal ziyafetidir.

Size dünyanın en akılda kalıcı thrash metal şarkılarını sunar, ama piyasa olmakla suçlayamazsınız. Clean gitarlarla bezeli, üstünde sadece konuşma olan pasajlar verir; ama müziğin sertliğinin azaldığını bir an olsun düşünmezsiniz. Sakin sakin giderken Mustaine öyle bir şey söyler, Marty başka bir boyuttan öyle bir soloya girer ki, “Bunlar eskiden saf thrash yapıyordu şimdi bozmuşlar” demek aklınızın ucundan bile geçmez. Neredeyse her şarkısı bir MEGADETH klasiği olan albümde, her ne kadar konserlerde sürekli çalınan ve herkesçe bilinen pek çok MEGADETH parçası olsa da, Architecture of Agression gibi, Captive Honour gibi, en sondaki canavar Ashes in Your Mouth gibi biraz geri planda duran ama gerçek MEGADETH tutkunlarının ölüp ölüp bittiği şarkılar da vardır.

“Rust in Peace”e oranla hard rock etkilenimini daha fazla hissettiren, bu sebeple de saf bir thrash metal albümü olarak görülmeyen bir çalışmadır “Countdown to Extinction”. Rifler pek çok yerde size sahip oldukları o rock ‘n’ roll havasını, hem de olabilecek en taze ve MEGADETH müziğinde sırıtmaz şekilde gösterirler. Nick Menza belki de kariyerinin en iyi performansını bu albümde sergiler; şarkı sözleri bence Mustaine’in tüm kariyerindeki en iyi sözlerdir; sadece albüme adını veren şarkının sözleri bile tüylerinizi ürpertmeye yetebilir. Melodilerine, enfes düzenlemesine girmiyorum bile.

11 şarkılık albümün üçte birinden fazlasının single olarak yayınlanmış olması (Skin O’ My Teeth, Foreclosure of a Dream, Sweating Bullets, Symphony of Destruction) ve klip çekilen High Speed Dirt’le birlikte neredeyse yarısına klip çekilen “Countdown to Extincition”, iki milyondan fazla satarak MEGADETH’in en çok satan albümü olmuştu. Humane Society of the United States adlı hayvan hakları kuruluşu tarafından verilen Genesis Ödülü’nü de albümle aynı adı taşıyan şarkıyla alan MEGADETH, bu ödülü alan ilk ve tek heavy metal grubu olma şerefine de erişmişti.

Velhasılı kelam, “Countdown to Extinction” bir metal başyapıtı mıdır, bilmiyorum. Böyle bir karar vermeye, bu soruyu cevaplamaya gerek yok zaten. Kesin olan bir şey var, o da bu albümün hem MEGADETH, hem de doksanlar metali düşünüldüğünde çok önemli bir yer teşkil ediyor oluşu. Albümü en başından beri başyapıt olarak gören MEGADETH delilerini ayrı tutuyorum, müzikalitesi göz önüne alındığında, “Countdown to Extinction”ın tüm metal dünyasınca kabul edilmiş, subjektif yorumlara kapalı düzeyde bir başyapıt olarak anılmamasının bence tek sebebi, “Rust in Peace” gibi bir devrimin arkasından geliyor oluşudur.

PORTAL’dan klip

Tuesday, November 30th, 2010

Metal dünyasının aykırı gruplarından PORTAL, 2009 çıkışlı albümü “Swarth”tan “Larvae” adlı parçasına çektiği klibi yayınladı.

Klipten pek bir şey anlamayanlar için, PORTAL’ı daha iyi gösteren şöyle bir şey daha verelim:

KORPIKLAANI yeni albüm detaylarını açıkladı

Tuesday, November 30th, 2010

KORPIKLAANI, yeni albümü Ukon Wackanın kapağını ve şarkı listesini açıkladı.

01. Louhen Yhdeksäs Poika
02. Päät Pois Tai Hirteen
03. Tuoppi Oltta
04. Lonkkaluut
05. Tequila
06. Ukon Wacka
07. Korvesta Liha
08. Koivu Ja Tähti
09. Vaarinpolkka

Albüm 4 Şubat’ta piyasada olacak.

BETWEEN THE BURIED AND ME vokalistinden solo albüm

Monday, November 29th, 2010

BETWEEN THE BURIED AND ME vokalisti TOMMY ROGERS 1 Şubat’ta ilk solo albümünü çıkarıyor.

Pulse” adlı albümü göbek adı olan THOMAS GILES mahlasıyla çıkaracak olan ROGERS, “Pulse”ın vokal yorumu yelpazesi çok geniş bir rock albümü olduğunu belirtmiş. “Pulse“taki tüm vokallerden ve enstrümanlardan sorumlu olan ROGERS’ın bu ilk albümünün, RADIOHEAD, BJÖRK, THE VERVE, BECK, STEREOLAB ve SPIRITUALIZED ayarında bir rock/elektronik müzik dengesi barındırdığı belirtilmiş.

Kapağa tıklayarak albümden “Sleep Shake”i dinlemek mümkün.

IN FLAMES – Reroute to Remain

Monday, November 29th, 2010

IN FLAMES’i hayatımın gruplarından biri haline getirme hikayem, çok hızlı gelişen ve tek cümlede özetlenebilecek bir süreç: Grubu önceden hiç duymaksızın “Whoracle”ı satın aldım ve birkaç gün içinde “Clayman” de dahil tüm IN FLAMES diskografisi elimin altındaydı.

Şu anda da çok çok sevmeye devam etsem de, o dönemlerde ciddi anlamda en sevdiğim iki-üç gruptan biriydi IN FLAMES. Dünyanın en sevilesi, en aşık olunası müziklerinden birini yapıyorlar, doyumsuz güzellikler sunuyorlardı. Demem o ki, o noktaya kadar alıp hatmettiğim tüm IN FLAMES albümleri, önceden çıkmış albümlerdi. Grubu böylesine seven biri olarak, bir sonraki IN FLAMES albümünü doğal olarak çılgıncasına bir merakla bekliyordum. Ve o gün geldi çattı. Çıktığı anda tüm dünyayla birlikte duyduğum ilk IN FLAMES albümü, “Reroute to Remain”di.

Ne kadar talihsiz bir tecrübe olduğunu sanırım tahmin edersiniz diyerek tavrımı baştan koyayım. Albümün yarısına gelmeden suratımın asıldığını, kendi kendime “Yapmayın yaaaa yapmayın yaaaa” diye üzüldüğümü hatırlıyorum. Hayır sinir olmak falan değil, bildiğin üzülmek. O ana kadar tek bir hatasını görmediğin bir şeyin bozulduğuna, yanlış kararlar aldığına tanık olmak; güvendiğin dağların IMMORTAL klibi çekilebilir hale gelmesi…

Albümü dinlemeden kapağa baktım. Jesterhead yoktu. Bir önceki albümde tüm kapağı kaplayan Jesterhead, bu sefer yoktu. “Farklı bir şeyler duymaya hazır ol” demenin en kolay yoluydu bu. Dahası, albümü kapağında “Bilinçli deliliğe dair on dört şarkı” yazıyordu. Hayır, albümü çekici kılmak için Nuclear Blast’ın CD kutularına yapıştırdığı bir etiket değildi bu. Direkt albüm kapağının üstünde yazıyordu. Muhtemelen grubu tanımayan Amerika kitlesine fikir verme amaçlı bir hareketti. Kapakla birlikte, kitapçıktan da albümün “farklı” olacağı belliydi. Haydi hayırlısı deyip play tuşuna bastım. Grubun ciddi anlamda azılı ve iddialı bir takipçisi olarak, IN FLAMES’in o ana kadarki gelişim ve değişiminden haberdar, dolayısıyla da “Clayman”de sezdirilen kimi unsurların kendilerine daha da fazla yer bulması durumuna hazırlıklıydım. Bu denli kolay sevilir ve sıcak bir müzik yapıyorsanız, elbette ki kitleniz çok olacaktı. Bu kitleyi genişletmek için yapmanız gerekenler de belliydi.

“Clayman” öyle ya da böyle bir melodik death metal albümüydü. Olabildiğine moderndi, bir ölçüde ciksti, ama melodik death metal titri altında anılmasında beis görülmeyecek bir çalışmaydı. “Reroute to Remain” neydi peki?

Albümün death metal olmamasını bir kenara bırakıyorum, “melodikliğin” ansiklopedik anlamı olan IN FLAMES’in bu albümünde bu denli melodisiz olmayı seçmesi, tüm melodilerini vokale yıkması, en azından o an için kabul edilemez, mazur görülemez bir olaydı.

IN FLAMES’in Amerika’ya ayak basma yolculuğunda çok önemli bir adım olan “Reroute to Remain”, grubun müziğinin yanında mentalitesinin de değiştiğini gösterecek şekilde yansıyordu. Bizzat IN FLAMES üyeleri LINKIN FLAMES tişörtüyle poz veriyor, grubun imajından tutun da röportajlarda verdikleri cevaplara kadar farklı bir safhaya girdiği belli oluyordu. Koskoca IN FLAMES, resmen “Artık bu şekilde devam edeceğiz, bizi böyle kabul etmeye başlasanız iyi edersiniz” diyordu.

Konserlerde headbang yaptırmaktansa zıplatmayı tercih eden IN FLAMES’e hoşgeldiniz.

Bu yolculuğun ilk unsuru akılda kalıcı, daha kompakt, radyo/TV’de kolayca çalınabilecek, konserlerde coşturabilecek şarkılar yazmaktı. Bu da demek oluyor ki şarkılar vokal melodilerine, yani nakaratlara odaklanacak, bu “devasa” nakaratlara endekslenecekti. Nakaratların iyi ve akılda kalıcı olmasına kimsenin bir şikâyeti olmasa da; bunun şarkıları aşırı formulize yapması, özellikle mısra kısımlarının resmen kopi peyst türde dur kalklı, kesik gitarlı ve olabildiğine minimal riflerden oluşması, muhakkak ki isyanlara gark eden bir durumdu. Açık görüşlü bir dinleyici olarak, örneğin bir System’daki güzel melodinin gitar yerine klavyeyle çalınmış olmasına sıkılmazken, grubun… Böyle demek istemiyorum ama söylemek zorundayım; hiç utanmadan, sıkılmadan çok benzer mısra riflerini pek çok şarkıda kullanarak geçmişine ihanet etmesine, yaratıcılığını kasten kullanmamasına -en azından o an için- çok ama çok bozulmuştum.

Albümde güzel şarkılar yok muydu, elbet vardı. Reroute to Remain, Cloud Connected, System, olağanüstü Trigger, güzel girişiyle Dismiss the Cynics, gayet güzel şarkılarken, örneğin Drifter gibi daha ilk dinlediğim anda grup adına utandığım, oflayıp püflediğim, IN FLAMES’in geleceğinden şüphe ettiren ziyan parçalar da kendilerine yer bulmuşlardı.

Ama yapacak bir şey yoktu elbet. Albümler çıkmaya, grup değişmeye devam etti. IN FLAMES artık bambaşka bir grup ve çoğumuz bunu kabullenmiş durumdayız. Bazıları gruba olan aşklarından vazgeçemeyip onları bu şekilde seviyor; kimileri, belki de kendilerini zorlayarak yeni albümlerden tek tük şarkıyı seviyor; kimisiyse grubu tamamen silmiş, zamanında ölüp bittikleri bu adamların yeni albümlerini dinlemeye dahi tenezzül etmiyor.

Sadede geldiğimizde, “Reroute to Remain” bence bir geçiş albümüdür ve başarısız bir geçiş albümüdür. SOILWORK’ün gayet iyi uyguladığı formüle öykünen ve bunu bir yere kadar becerebilen, beste gücü açısından grubun önceki işlerinin çoook çok gerisinde kalan bir albümdür. IN FLAMES’le bu albümle tanıştıysanız belki o denli etkilemez, ancak grubun o ana kadarki halini hatmetmiş ve o ana dek duyduğunuz her şeye tapan bir dinleyiciyseniz, ciddi anlamda bir bozgun, bir tat kaçırma ustasıdır. Grubun kariyer planında demek ki bir yeri varmış, olması gerekiyormuş, ama insanın “keşke hiç…” demekten kendini alamayacağı kadar da sıkınıtılı bir tecrübedir.

Yine de, kaçışımıza film müziği olacak kadar kötü değildir.

EKTOMORF’tan klip

Monday, November 29th, 2010

Macar grup EKTOMORF yeni albümü “Redemption“dan “Last Fight”a çektiği klibi yayınladı.

AXL ROSE’dan Guitar Hero’ya dava

Sunday, November 28th, 2010

AXL ROSE. Guitar Hero III: Legends of Rock’ı yapan oyun şirketi Activision’a, GUNS N’ ROSES şarkısı “Welcome to the Jungle”ı kullandıkları için dava açmış.

Oyun çıkmadan önce AXL şarkıyı kullanmaları için şirkete izin vermiş ve tüm anlaşmalar yapılmış. Lâkin AXL’ın şarkının kullanılması için tek bir şartı varmış. O da oyunda AXL’ın can düşmanı SLASH’in grubu VELVET REVOLVER’dan şarkı olmaması. Ancak oyunda birden fazla VELVET REVOLVER şarkısı bulunuyor. Oyunun çıkışından “üç yıl sonra” bu durumu fark eden AXL, bir anda celâllenip şirkete 20 milyon Dolar’lık bir dava açmaya karar vermiş.

Guitar Hero III: Legends of Rock’ın birden fazla VELVET REVOLVER şarkısı barındırmasının yanı sıra, AXL’ın oyunda yer almasını istemediği SLASH’in, oyunun resmi tanıtıcısı ve promosyon yüzü olması, oyun kutusunun üstünde resimlerinin bulunması ve oyunda seçilebilen bir karakter olması da olayı daha bir ilginçleştiriyor.

OPETH – Ghost Reveries [ORTAK İNCELEME]

Sunday, November 28th, 2010

Akerfeldt, Lindgren, Lopez, Mendez ve Wiberg… Kelimelere nereden başlayacağınızı bilememek gibi bir sorunla karşılaştığınız zaman düşünmemek ve yazıya damdan düşer gibi giriş yapmak en iyisi bence. Açıkçası Opeth gibi bir grubun albümünü tanıtabilmek için çok fazla düşünmemek gerek ve insanın biraz kelimelerle doğaçlama yapması hikaye anlatır gibi anlatması iyi olur gibime geliyor. İnsan bu grubun herhangi bir albümü hakkında ne yorum yaparsa yapsın ister istemez mutlaka içine biraz kişisellik katıyor. Bu da bu grubu çok sevmesinden kaynaklanıyor.

Opeth ile tanışıklığım “My Arms Your Hearse”ın yeni çıktığı zamanlara denk geliyor. O dönem her zaman alış veriş yaptığım bir müzik marketin camında “Morningrise“ın kapağı asılıydı ve üzerinde sadece “Swedish Extreme Progressive Metal” ibaresi vardı ve bu benim çok dikkatimi çekti. Tabii bu şirketlerin koyduğu bir tabirdi ben pek üzerinde durmamıştım. O zamanlar devamlı delicesine Shadow Gallery, Vanden Plas, Porcupine Tree, Dream Theater dinlerdik ve bu işin ekstremi nasıl oluyor bir bakalım dedik. En sonunda dayanamadım gittim aldım albümü ve çok orijinalite kokan bir albüm olduğunu söyleyebilirim “Morningrise”ın. Sırf meraktan dolayı “My Arms Your Hearse”ı da almıştım fakat bu albüm o kadar dikkatimi çekmedi. O günden bugüne grubun gelişimini devamlı takip ettim nasıl müzisyenlerle çalışıyorlar grup elemanlarının müzikal zevkleri nedir bunu kendi dinlediğim müziklerle

yorumladım ve adamları bir kere daha takdir ettim. Çünkü yeryüzünde heavy metal müziği içerisinde Opeth’e benzer bir topluluk yoktur. Varsa da zaten bu taklit olabilir. Bu benim için orjinalliktir. Opeth gibi bir grubun müziği aynı dönemde çıkmış hemcinslerine bakıp “Opeth şu gruptan etkileniyor bu gruptan etkileniyor” diyebileceğiniz bir düşüncede değil, aksine bu etkileri direkt olarak 70′lerdeki o progresif dünyasıyla açıklayabilirsiniz. Bu konu hakkında en fazla diyebileceğiniz şey ise müziklerinin klasik heavy metal gruplarından etkilendiğidir. Ama bu düşünce Opeth müziğini düşündüğünüz zaman o kadar havada kalıyor ki… “My Arms Your Hearse” albümünden itibaren grup çok fazla müzikal değişim içerisinde girmedi, ta ki Steven Wilson ile çalışana kadar.

Steven Wilson Opeth’in müziğini tersyüz eden bir müzisyen, şarkı yazarı ve prodüktördür. “Still Life“dan sonraki “Blackwater Park” albümüne baktığınızda oradaki Bleak, Harvest gibi bestelerin ne kadar farklı olduğunu hissedersiniz. Bu farklılığın asıl sebebi Steven Wilson’dır. O zamanlar Akerfeldt Wilson’dan aldığı bazı etkileyici düşünceleri albümdeki bestelere uygulamış ve çoğunu da albümde kullanmıştır ki daha sonra “Damnation“/”Deliverance” gibi iki adet şaheser çkmıştır. “Ghost Reveries”e gelene kadar bir progresif rock şaheseri olan “Damnation”daki besteler grubun hayranlarını baya şaşırtmıştı. Bugün 40-50 yaşlarını çoktan devirmiş progresif rock dinleyicilerine albümü dinlettiğimde çoğu “Damnation”ı iyi bir albüm olarak görür. Eğer bir grup bunu bir çok dinleyiciye düşündürtmüşse Opeth doğru yoldadır diyebiliriz.

“Ghost Reveries” grubun Steven Wilson’dan sonraki ilk hamlesiydi. Grupta Akerfeldt, Lindgren, Lopez, Mendez dörtlüsüne Spiritual Beggars’dan Per Wiberg isimli bir hammond org ve mellotron delisi dahil oluyordu. E tabii ister istemez bu da müziklerinde farklılık yaratacaktı. Çünkü proogresif death metal etkili bir müziğin içerisine çok detaylı melodiler veren tuşlu bir çalgı koyduğunuzda bu ister istemez bestelerde bir değişiklik yaratır onu genişletir ve daha iyi kurgular. “Ghost Reveries” de diğerlerinden böylesine ayrılır ve bu albüm Opeth tarihinin en temiz kaydedilmiş albümüdür. Her enstrümanın sesini çok iyi bir sette tane tane duyabileceğiniz bir yapıya sahiptir. Miksaj kusursuzdur ve bir çok gruptan tanıyabileceğiniz prodüktör Jens Bögren ise Steven Wilson sonrası grubu çok iyi sırtlamış ve Opeth diskografisinde en yukarılarda durabilecek bir albümün zanaatkarlığını üstlenmiştir.

Bazı dinleyiciler bu albümün o kadar da farklı olmadığını, şarkıların yeterince etki yaratamadığını savunurlar ama Opeth albümleri içerisinde bestesel bazda şarkıların altyapılarına dikkat kesildiğinizde bunun böyle olmadığını çok rahatlıkla anlayabilirsiniz. Albümün ilk şarkısı Ghost of Perdition en başarılı Opeth açılışlarından birisi. Akerfeldt’in brütal vokalleri bir yana şarkının zaten ilerleyen bölümlerinde başlayan akustik fırtınaya Mikael’in sesinin etki etmesi sonbaharda ağaçlardan yaprak düşmesine eşdeğer büyüleyici bir hadise. Kesik kesik gitar riflerinden sonraki 4:56′da ritim gitarla başlayan ve Lopez’in teknikal ataklarında inanılmaz progresif bir yapı mevcut. 7:08′de başlayan Per Wiberg’in o klavye tonu o kadar güzel ve arkasından gelen Akerfeldt vokalleri o kadar ince ki insan işte burada bir şey diyemiyor.

Groovy gitar rifleriyle başlayan The Baying of the Hounds Opeth’in yine değişik işlerinden bir tanesi. Per Wiberg’in hemen şarkı başında kullandığı org tınıları 70′lerdeki prog rock kayıtlarından çıkma sanki. “Ghost Reveries”, şarkı sözlerinde yine ölüm, anne, orman, hayalet gibi alışageldiğimiz kavramsal imgeleri içerisinde barındırıyor. Akerfeldt bu The Baying of the Hounds’u yazarken 70′lerin acid folk grubu Comus’un 1970 yılı “First Utterance” adlı albümünün ilk şarkısı Diana’dan baya etkilenmiştir. Ayrıca bu albüm Akerfeldt’in hayatında çok önemli yer tutar. Kendisi bu albümün tişörtüne ve plağına da sahiptir. 1970′lerle bu kadar ilgili bir müzisyenin oluşturduğu bestelerde bu kadar farklı oluyor işte. Bir sonraki şarkı Beneath The Mire’ın hemen başlangıcındaki Per Wiberg nüansları bestenin en büyük kazancı. Düşünsenize Wiberg olmasa bu şarkı ne halde olurdu? 1970′lerin Alman progresif rock gruplarınca çok kullanılan bu klavye ve mellotron tonlarının Opeth şarkılarını ne hale getirdiği “Ghost Reveries”de o kadar net belli oluyor ki. 3:20′lerde giren Akerfeldt’in bluesy gitar melodileri ve akabinde gelişen bir melodi fırtınası. Bunu daha önceki Opeth albümlerinde fazla dinleyemezdik. Lopez’in jazz etkili ritimleri, kesik kesik çaldığı yerler ve zil vuruşları bile çok şiirsel. Bir sonraki şarkı Atonement’ın girişindeki gitar melodileri çok uzak diyarlardan geliyor bence. Akerfeldt o kadar geniş bir müzik dinleme kapasitesine sahip ki bu etkileri bestenin neresine koyacağını çok iyi biliyor. Lopez’in buradaki perküsyon vuruşlarını Güney Amerika’daki etnik müziklerde ve Arap müziğinin ritimsel zenginliğinde aramak mümkün. Bestenin hemen sonunda Per Wiberg’in tuşlu melodileri ise direkt olarak caz piyano ile ilgilidir. “Ghost Reveries”in işte bu yüzden artı noktaları diğer albümlerden çok daha fazla. Müzikal bir zenginlik var bu albümde. Reverie/Harlequin Forest’in hemen başlangıcında Per Wiberg’in yaptıklarıda bizi hayretlere düşürüyor. Çünkü elektronik müzik grubu Tangerine Dream’in ve dolayısıyla Klaus Schulze’nin 70′lerdeki o albümlerde kullandığı o tonlar bu bestedeki yaratıcılığı arttrımış. Mikael’in temiz vokalleri ve bestenin akustik geçişleriyle birlikte Wiberg denen şahsiyetin bu grup için ve bu albüm için ne kadar da önemli olduğunu bir kez daha anlıyoruz. Akustik bölümlerde şarkının altyapısına dikkat edin ve Wiberg’i duymaya çalışın, bu işte müzikal bir mastürbasyondur. Aynı durum House of Wealth için de geçerlidir. Çok fazla derinlik içeren pasajlarıyla bu beste değeri verilmemiş kategorisinde yer alıyor. Hemen akabinde çokça tartışılan The Grand Conjuration geliyor. Opeth gibi bir grubun böylesine modern tonajlamalarla ve melodilerle bir beste yaratışı ve hemen sonrasında yine çokça tartışılan klibinin çekilmesi ise bir çok Opeth fanı tarafından forumlarda ve bir çok yerde konuşuldu. Diğer bestelerin arasında çok ayrıksı bir yere sahip olan bu şarkı sanırım Opeth müzikal tarihinde çok sıradan bir yeri olacak. Bana göre çok

Whole Nail each iron! I: etc. They genuine trial http://viagraonline-cheapbest.com/ though. This were! Great, brown inflammatory spray this use pharmacy online greece I seems & no. Which use was http://cialisonline-lowprice.com/ only they when be arrived it a viagra generic LOT did. Now in goes price one cialis generic on recommend the hair and fast think.

iyi bir şarkı ama çok modern olduğunu da ayrıca kabul ediyorum. Albümün son şarkısı Isolation Years ile albüm sona eriyor. Hani “Damnation”dan itibaren herkes o albümde yer alan Ending Credits’in Camel etkisinde olduğunu söylüyordu ya işte bu bestede de aynı şeyler mevcut özellikle ilk saniyelerdeki gitar melodilerinde bu çok belli oluyor.

Birth Control, Comus, Cressida gibi grupları kendisine rehber edinmiş, 70′lerin Progressive Rock müziğine gönül vermiş ve bu uğurda bir plak koleksiyonuna sahip olmuş bir müzisyen Akerfeldt. Grubun “Orchid“den itibaren müzikal gelişimine dikkat edin “Blackwater Park”a kadar hep bestesel bazda başarı sağlamış ama “Blackwater Park” ile ta ki “Ghost Reveries”e kadar da beste ile birlikte sound konusunda da epey yol katetmiş bir topluluktur Opeth. Vasat bir albümüne pek rastlayamazsınız, buna Akerfeldt izin vermez. Kendilerini tekrar ettiği de söylenemez. Hep farklılıklarla bir çiçek demeti sunmuştur dinleyicilerine. “Ghost Reveries” işte bu noktada önemlidir. Progresif rock ile birlikte, caz, Güney Amerika ve Arap etnik müziklerinden etkilenimlerle oluşturulmuş ve diskografide kendisine çok iyi yer hazırlamış bir albümdür. Son olarak keşke Martin Lopez ve Peter Lindgren ayrılmasaydı diyorum.

Baha ÖZER

İlk dinlediğim albümleri “Morningrise”ın beni büyülediği dakikaları nostaljik bir başdöndürücülükle hâlâ hatırlamama rağmen Opeth’in baştan sona en sevdiğim, en sık dinlediğim ikinci albümleri hep “Ghost Reveries” olmuştur. Kritik yazmak sadece kritik yazarının saatlerini tüketen albümlerden intikam alırcasına kendini üretken hissetmek istediği için karşıladığı bir ihtiyaç olmaktan öte, kendisi gibi birçok kişinin de sevdiği ortak bir şeyi paylaşmaya dayalı tipik bir koyunculuk mantığını da barındırdığından, Opeth’e yönelik bütün sevgimi rahat rahat, doya doya kusabileceğim asıl albüm “Morningrise” olsa da, bu albüme, özellikle bu albüme kritik yazmaktan da koyunca bir keyif duyacağım.

Sonraki albümlerine kıyasla biraz amatörce sayılabilecek ilk albümleri “Orchid”den sonra gelen çarpıcı duygusal pasajları sayesinde birçok metal severin gönlünde taht kurmuş “Morningrise”, “My Arms Your Hearse” ve “Still Life” albümlerini izleyen en erişilebilir albümleri “Blackwater Park” ve akabinde en sert sayılabilecek “Deliverance” ve üstüne bir akustik sanat eseri “Damnation”dan sonra progresif müzik öğelerinin daha öne çıktığı “Ghost Reveries” albümünde tek bir kusur, tek bir sönük an, tek bir tembel rif bulamıyorum. Deliverance çok sevdiğim bir albüm olmasına rağmen içinde fazla tekrarlar barındırdığından, sert duygusal fırtınalarıyla metal müziğin belki de en çarpıcı anlarından birkaçına tanık olmamıza rağmen ilk dört albümlerinden daha farklı duyguları hedeflediğinden ve “Watershed“in çok hızlı tükendiğini düşündüğümden “Ghost Reveries”i diğerlerinden biraz daha oturaklı ve olgun saymışımdır. Tabii yine de hepimizin farklı favorileri var ve hiçbir albümü diğerine üstün kılmak sözkonusu değil.

En eğlenceli pasajları süsleyen harikulade rif oyunlarıyla, incelikli kompozisyonlarıyla ve hep hatırda kalıcı güzellikte karmaşık şarkılarıyla Opeth’i sevmemizin esas nedeni olan deneyimli müzisyen Mikael Akerfeldt, bu albümde de hayranlarını hayalkırıklığına uğratmadı. Albümün doyurucu, ayrıntılı ve zengin akor bileşimlerinin, armonik gamların, çılgıncasına headbang yapmamızı sağlayıp üst üste sıralanan melodilerin ve kimi tamamen akustik, kimi yarı metal yarı akustik tipik Opeth iniş çıkışlarının en başarılı, en enerjik, en coşturucu numunelerini albümün özellikle ilk üç şarkısı barındırıyor. Albümün en uzun parçası Reverie/Harlequin Forest daha fazla tekrara, vokale, akustik pasaja, yavaş riflere dayanıp ilk üç parçaya kıyasla daha çabuk tükenir hale gelmiş, ama yine de her anında etkileyiciliğini koruyor. Albüm boyunca klavyeler rahatsız edici olmadan şarkılara yer yer eşlik ederken Atonenment, Hours of Wealth ve Isolation Years şarkıları klavye ve vokal melodileri üzerine kurulu interlüdler tadında albümden ayrılarak yer alıyor. 70’lerin progresif öğelerini çıplaklıkla barındırmasından ötürü bu interlüdler kimi günümüz dinleyicileri için, daha genç dinleyiciler için yer yer sıkıcı olsa da sakin duygusallıkları sayesinde kendini sevdirmeyi başarıyorlar. Opeth hayranlarının çoğunun klibine burun kıvırdığı The Grand Conjuration, albümün en üretken şarkılarından biri olmasa da bütün çeşitli öğeleri içinde en iyi dengelilikle bulunduran, sıkı, uzun bir parça.

Tıpkı bu albümde olduğu gibi bütün Opeth albümlerinde sürekli eleştirilen ve nefret edilen şey pasajların birbiriyle bağıntısızlığı, rastlantısal yan yanalığı ve gereksiz göründüğü iddia edilen akustik bölümleri olmuştur her zaman. Ama Opeth hayranları bu karakteristiklerin Opeth’i Opeth yapan kendine has imzalar hâline geldiğini, Opeth’in herkesi memnun etme gibi bir amacı olmadığını, piyasayı dolduran onlarca birbirine benzeyen albüm varken deneyselliğin övülmesi gerektiğini ve bu karakteristiklerin dinlemekle öğrenilen, alışılan ve sevilen kötü değil iyi şeyler olduğunu söyleyerek cevap vermişlerdir. Bunlara ben de katılıyorum. Hatta Akerfeldt’in bu huyunun hiç değişmeyeceğine dair mart ayından bir yorumuna da yer vermek istiyorum: ‘’Şu anda daha kolay kalıplara sokulmuş günümüz müziğinden aşırı bunalmış bir durumdayım. Basmakalıp metal müzik aranjmalarından iyice usandım. Yeni albümümüzün kompozisyonlarında hemen hemen hiç akıcılık bulunmayacağını düşünüyorum. Tamamen karman çorman olacak galiba, çünkü hem ben hem de bir grup olarak Opeth’in bu günlerde dikkate değer bulduğumuz şey bu. Alelacayip bir şey olmasını istiyorum. Şu ana kadar on dakikadan fazla süren bir parça yazdım ve kulağa acınası, rahatsız edici geliyor, ama kendim için iyi anlamda söylüyorum bunu. Parçaya başka rötuşlar yapar mıyım bilmem ama şu anda yazmak istediğim tür müziğin tonunu kesinlikle belirledi. Hayranlar olarak sizin, yazdığımız müzik hakkında ne düşüneceğini artık hiç kestiremiyorum. “Damnation” albümü nefret sağanağına uğradıktan sonra merak etmekten vazgeçtim. Bekleyip neler olacağını göreceğiz galiba. Bunca yıl boyunca süren desteğinize gerçekten minnettarım. Her birinizi memnun edemediğim için üzgünüm ama hepimizin bildiği gibi işler böyle yürümüyor.”

En iyi Opeth albüm prodüksiyonu ödülünü bence “Ghost Reveries” kazanıyor. Müzikte her öğe stüdyo aygıtlarından en ustalıklı şekilde yararlanılarak kusursuz bir dengeye oturtulmuş. Vokal yankıları, ani sessizlikler, kristal berraklıkta enstrüman tınıları, öncü ve ritim gitar ses yüksekliklerinin dengeli orantısı, müziğin arkaplanına göze batmadan eşlik eden klavye dokunuşları ve klasik gitar notaları, kısaca her bir öğe kendi küçük yörüngesinde metronomik bir mükemmelikte ilerliyor. Tabii teknoloji müzikal ayrıntıları mükemmel bir isabetlilikle vurgularken atmosferi de öldürecektir ister istemez. Opeth’in ilk dört albümlerindeki daha boğuk, organik, kuru ve çiğ prodüksiyonu tercih edenler pek memnun kalmamıştır bu albümün prodüksiyonundan. Ama Opeth gibi başarılı nota serilerinin işitselliğini hedef alan müzikte boğuk bir atmosfere gömülme ihtiyacını hissetmeyen, atmosfer ve işitsellik arasında bir denge kurulması gerektiğine inanmayan, sadece birini vurgulayıp öbürünü dışlayan bir ayrım olmasını tercih edenleri son derece mutlu edecektir.

Kimi hayranlar ilk albümlerin hikâyeci şarkı yapılarından ötürü daha fazla üretkenlik ve renklilik barındırdığını, pasajların daha duygusal olduğunu söyler. Doğrudur bu. Ama sevilmelerine rağmen Slayer, AC/DC, Testament ya da Deicide gibi birbirinin aynı albümleri din adamlarına özgü bir sofulukla yeniden yazıp duran gruplardan biri olmadığı için, stillerini rahatlıkla değiştirmekten ve hayran kitlelerinin öfkesini düşünmeden yeteneklerini yeni tınılarda kanıtlamayı tercih ettikleri için Opeth hayranlarının büyük çoğunluğu artık Opeth’ten sürekli birbirinin aynı müziği gelmeyeceğini kabullenmişler, hatta kabullenmekten ziyade bundan zevk duyar olmuşlardır. Opeth’in en çok Morningrise albümünü seven benim gibi kişiler bile yeni Opeth albümleri üzerinde hâlâ şevkle ve ısrarla konuşabiliyorsa, yeni Opeth albümlerinden neler geleceğini samimi bir merak ve heyecanla bekliyorlarsa, bunu başarıya ulaşan ilk albümlerinin stilinden vazgeçmekten korkan büyük grupların aksine yapmayı istedikleri şeyi yapmak adına kendilerini sürekli yeni esintilere davet etmelerine, bazılarının iddia ettiğinin aksine piyasacı olmamalarına ve kimseden çekinmemelerine borçlular.

Bu albümü dahiyâne yapan bir başka öğesi ise şarkı sözleri. Muğlak ve mistik bir romantizm içerikli şarkı sözleri yazmakta ne kadar başarılı olduğunu önceki albümlerinde bize kanıtlayan Akerfeldt, bu albümde büyücülük, hayaletler ve şeytani ayinler gibi çeşitli okült temaları yalıtılmışlık ve yalnızlık gibi insan doğasının zayıflıklarıyla yer yer bağdaştırmış. Pek az grubun bir şarkı nakaratına koyduğu vokal dizelerini uyum ve çarpıcılıkla dinleyiciye hissettirebildiği bir dönemde Akerfeldt hem melodramatik, sihirli ve sofistike clean vokali sayesinde akustik pasajlarda zekice vurguladığı umutsuzluk dolu dizeler, hem de gür ve güçlü böğürtü vokaliyle dağıttığı korkutuculuk yüklü dizelerde şarkı sözü yazmanın ve söylemenin nasıl en çarpıcı biçime sokulabileceği hakkında bütün metal gruplarına sıkı dersler veriyor.

Bu albümde birbirinden farklı her bir şarkının her bir pasajını, sanki organik bir canlının kemiklerini, damarlarını, çeşit çeşit organlarını ve sinirlerini bir mikroskop altında uzun uzun inceleyen bir biyolog titizliğiyle suyu çıkana kadar irdeleyebilirim ama bu albümü bir bütün olarak tahayyül etmeye yardımcı olmayacaktır. Bu albüm progresif rock müziğin, death metal müziğin, caz müziğin, akustik duygusal müziğin, piano müziğin çeşitli esinlenmelerini içinde aşırı bir malzeme ve ayrıntı saplantısı üzerinden mükemmel bir orantı ve ustalıkla barındırıyor. Bu çalışmanın anlatmakla bitmez başarısı olduğu gibi tanımlansa yeterli olacaktır, mesela en iyi Opeth albümlerden biri denebilir. Benim için olmasa da birçok Opeth hayranı için gerçekten de en iyi Opeth albümüdür.

Ertuna YAVUZ

MR. BIG’den yeni klip

Saturday, November 27th, 2010

MR. BIG yeni albümü “What If…“ten “Undertow”a çektiği klibi yayınladı.

TONY IOMMI yola devam ediyor

Saturday, November 27th, 2010

DIO’nun ölümüyle birlikte faaliyetlerine son veren HEAVEN & HELL’in ardından, TONY IOMMI tekrardan şarkı yazmaya başladığını açıkladı.

IOMMI’nin yazdığı şarkıları, DIO’nun eşi Wendy Dio’nun da geçtiğimiz günlerde “Farklı bir isim altında mutlaka devam etmeliler” dediği HEAVEN & HELL için mi, yoksa solo albümü için mi yazdığı konusunda henüz bilgi yokmuş. IOMMI, “Sürekli yeni rifler yazıyorum. Şu aralar tek yaptığım bu. Oturup yeni rifler yazmak. Genelde böyle şeyler söylemeyi sevmem, ama çıkan şeylerden çok memnunum” diye konuşmuş.

KURBAN – Kurban

Saturday, November 27th, 2010

Albümle en ufak bir ilgisi olmayan anısal kısa giriş:

Altı, yedi yaşlarındayken bir kurban bayramında dedemlerin yazlığında kalıyorduk. Sabah kurban kesilecekti ve kesilecek koç da bahçede bekliyordu. Uyuyamadığımdan bahçeye indim ve birkaç saatlik ömrü kalan hayvanı sevdim, ona yaprak neyin vererek zavallı koçcağıza son kez baktım. Çok net hatırladığım, hayvana yarısı yeşil yarısı kırmızı, etraftaki diğer tüm yapraklardan farklı cins, büyük bir yaprak verdiğimdi.

Sabah kafası vücudundan ayrılmış hayvanın yarılan midesinden, daha tam sindirilmemiş halde yeşil kırmızı büyük bir yaprak çıktı. Canlısına verip ölüsünden aldığım o yaprak, o günden itibaren benim için kurban kelimesinin tanımı oldu.

(Çok kötü bir şekilde yazıyı bağlıyorum bak dikkat et.)

Ta ki bir sabah televizyonda, sırtlarına bağlı halatlarla oradan oraya zıplayan birtakım gençlerimizin olduğu o klibi görene kadar.

(Dedim ama…)

Neyse, yola koyulalım.

Türk rock müziği adına dinlediğin en iyi albümlerden biri olan “Kurban”, tıpkı ŞEBNEM FERAH’ın “Kadın“ı gibi doksanlar Türk rock müziğinin en önemli albümlerinden biri olmakla kalmayıp, en başarılı ilk albümler arasına da adını yazdırmayı bilen bir çalışmaydı. Tıpkı MİRKELAM’ın koşmalı klibiyle yaptığı gibi, KURBAN da çıktığı anda tüm Türkiye tarafından bilinen bir isim haline gelmişti. Aşırı derecede akılda kalıcı melodisi ve nakaratıyla tam bir radyo hiti olan Yalan adlı bu şarkı, sıradışı klibinin de yardımıyla tüm kanallarda hiç durmaksızın çalıyor, rock müzik sevsin sevmesin dönemin tüm gençleri KURBAN fenomenine kapılmış gözüküyordu.

O dönemler ekstrem türleri şöyle böyle dinleyen biri olduğumdan, çok acayip bir müzik yelpazem yoktuysa da, KURBAN’ın birbirinin kopyası çerezlik rock gruplarından olmadığı, beste kabiliyeti yüksek, gitarı etkin şekilde kullanan bir topluluk olduğu bir şekilde belli oluyordu. Yalan çok acayip gitar kullanımına sahne olan bir şarkı değildi elbet, ancak bir şekilde bu şarkıyı içinde barındıran albümde, daha fazlasının olacağı izlenimine kapılmıştım. Ben de çıktım ve başka hiçbir şarkısını bilmediğim bu albümü alıp eve döndüm.

Daha intro’dan, bir rock grubu olan KURBAN’ın müziğindeki MEGADETH, METALLICA etkisi belli oluyor gibiydi. Çok güçlü bir gitar tonu, enfes bir davul kullanımı, gayet güzel vokal melodileri ve sırıtmayan sözler, şarkılar ilerledikçe “Kurban”ın gayet iyi bir albüm olduğunu bana göstermeye başladı. Deniz Yılmaz’ın ne yaptığını bilen bir müzisyen olduğu, Burak Gürpınar’ın sadece ritim tutmakla kalmayıp çok güzel partisyonlar yazdığı, basçı Kerem Tüzün’ün enstrümanına gayet hakim olduğu, an be an yüzümüze vuruluyordu.

Sorma’yla coşum coşum coşabilir, Gelme’yle kendinizi davula eşlik ederken bulabilir, Ben Değilim’deki ufak detaylara şaşırabilir, damar ötesi Kurban’da grubun beste kabiliyetine ve çok yönlülüğüne şapka çıkarabilirdiniz.

Albümün başarısındaki bence en önemli unsur, “Kurban”ın gayet Batılı bir sound’a sahip, modern bir rock albümü olmasına rağmen, hiçbir anında, daha geniş kitleye yayılma amaçlı bir yerel motif kullanma ucuzluğuna kaçmaması, arabesk tatlara başvurmaması, ama buna rağmen riflerde, melodilerde, bir şekilde bu topraklardan çıktığını hissettirmesiydi. MOĞOLLAR nasıl modern sound’larına rağmen Anadolu kokuyorsa, “Kurban” da bas bas bağırmaksızın bir “buradanlık” hissettiriyor, Anadolusal bir tını barındırıyordu.

Bu elbette ki besteleri yapan kişilerin vizyonu geniş ve zaman içinde dinlediklerini iyi özümsemiş müzisyenler olduğunun kanıtıydı.

Bildiğimiz gibi “Kurban” çok başarılı oldu. Yanlış hatırlamıyorsam ilk haftasında 50.000 sattı. Ardından grup METALLICA’nın önünde bile sahne aldı (o kısma girmek istemiyorum, kadın kıyafetleriyle çıkmak bence büyük bir hataydı). İkinci albümleri hoşuma gitmeyince ve KURBAN da ülkemiz rock gruplarının olmazsa olmazlarından türkü cover’lama furyasına dahil olunca, grubu takip etmeyi bıraktım. Son çıkan albümleri her yerden çok iyi yorumlar aldıysa da henüz dinleme fırsatım olmadı, ancak fırsat bulduğumda onu da alıp dinlemek niyetindeyim.

Kısacası ben bir KURBAN hayranı değilim, grubun şu anki kadrosunu dahi bilmiyorum, ama diğer yandan “Kurban”ın hayranıyım ve bugün dinlediğimde bile ne kadar kaliteli, yenilikçi ve zeki bir albüm olduğunu görebiliyorum. Albümün bu özellikleri dolayısıyla, bu son cümlemi 2030′da da kurabileceğimi düşünüyorum.

Bu arada midesinden yaprağı aldığım o sevimli koçtan bir et çıktı arkadaş, yaprak maprak görmedi gözüm valla o yaşımda yabaniler gibi pirzola sıyırdığımı falan hatırlıyorum. Hey gidi…

FALKENBACH’tan yeni albüm

Saturday, November 27th, 2010

Viking metalin önde gelen isimlerinden FALKENBACH’ın yeni albümünün detayları açıklandı.

28 Ocak’ta piyasaya sürülecek albümün adı “Tiurida” olacakmış.

1. Intro
2. …Where His Ravens Fly…
3. Time Between Dog And Wolf
4. Tanfana
5. Runes Shall You Know
6. In Flames
7. Sunnavend
8. Asaland (Bonus)

Grup 1995 tarihli yayınlanmamış albümü “Fireblade”in yeniden kaydedilmiş versiyonu olan “Heralding – The Fireblade“i 2005′in son aylarında çıkarmıştı.

ONSLAUGHT’tan single ve stüdyo videosu

Friday, November 26th, 2010

Yeni albümü “Sounds of Violence“ı çıkarmaya hazırlanan ONSLAUGHT, albümden “The Sound of Violence” ile MOTÖRHEAD cover’ı “Bomber”ı içeren bir double single çıkarıyor.

“Bomber”da, MOTÖRHEAD gitaristi Phil Campbell ile SODOM’dan Tom Angelripper konuk olarak yer alıyorlarmış. Hatta single kapağına tıklayarak kimi sample’lar dinlemek mümkün.

Aşağıdan da single kayıtlarına dair kısa bir bölüm izlenebilir.

DYING FETUS eskileri yeniliyor

Friday, November 26th, 2010

Relapse Records, DYING FETUS’un “Destroy the Opposition” öncesindeki albümlerini yenilenmiş halde tekrardan piyasaya sürüyor.

Ocak ayının sonlarından itibaren belirli aralıklarla çıkacak olan albümler, yenilenmiş sanat tasarımları, bonus şarkılar, önceden yayınlanmamış fotoğraflar ve gruptan notları içerecekmiş. Yayınlanacak albümler, 1995′te çıkan ve grubun demolarının toplandığı “Infatuation With Malevolence”, 1996 çıkışlı “Purification Through Violence”, 1998 çıkışlı “Killing On Adrenaline” ve 1999′de çıkan “Grotesque Impalement” EP’si.

Haberimizi o efsane kliple kapatalım.

DEATHSPELL OMEGA – Paracletus

Friday, November 26th, 2010

Ertuğrul Bircan Çopur

Metal müziğin, belli kalıplar içinde icra edilmekle en çok itham edilen kolu Black Metal olmuştur hep. Aslında çok da haksız olmayan bu ithamları kırmak için Folk-Black, Death-Black gibi etkileşimli türleri icra edenler dışında çaba gösteren de fazla olmamıştır aslında. Favorilerim arasındaki birkaç grup bile, bu çabayı göstermek yerine müzik tarzlarını kaydırmayı tercih etmiştir hatta. Bu kalıplar içinde mükemmel işler yapanlar elbette olmuştur; Taake gibi, Darkthrone gibi, Marduk gibi. Ve hala, bu gruplar, tüm icra kabiliyetlerine ve ortaya çıkardıkları muazzam eserlere rağmen, her an ortalama bir metal dinleyicisi tarafından “Abi tüm bilekmetal grupları aynı müziği yapıyor yae” suçlamasına maruz kalabilirler. Sebep aşağı yukarı her zaman, black metalin duygusuz ve amaçsız bir müzik olduğu iddiasıdır.

Deathspell Omega, işte tüm bu iddiaların çürüdüğü noktadır. Yukarıda bahsettiğim tüm kalıpların içinde başlayan bir müzik kariyeri, “Inquisitors of Satan” albümünden sonra bambaşka bir yöne sapmıştır. Gayet ortalama bir debut albüm olan Infernal Battles’dan sonraki Inquisitors of Satan her ne kadar bariz bir ilerleme olsa da, yine sıradan, ama başarılı bir Black Metal icrasıydı. Bu albümden sonra ise artık zurna zırt dedi, ve Deathspell Omega’yı en çok saygı duyulan black metal grupları arasına sokan süreç başladı.

Bildiğiniz gibi gruptan Shaxul’un ayrılışıyla Hasjarl’ın yanına Mikko Aspa isimli etine dolgun Finli abi geçiyordu ve “Inquisitors of Satan”ın çıkışından yalnızca iki sene sonra “Si Monumentum Requires, Circumspice” adlı muazzam bir albüm çıkartıyorlardı beraber. Bu albüm, aynı zamanda Deathspell Omega’nın Paracletus ile tamamladığı üçlemesinin de başlangıcını işaret ediyordu. “Si Monumentum Requires, Circumspice”in en önemli özelliği, Deathspell Omega’nın artık “başka bir black metal” yapmaya başlıyor olmasıdır bence tabii. İki sene öncekinden bambaşka bir hale gelmişti grup, ve gerek Tanrı – İnsan – Katolik Hristiyanlık ve bunların çürümesi üzerine olan kutsal kitapvari sözleriyle, gerekse koro pasajlarıyla perçinlenmiş atmosferiyle, alışılmışın çok dışında bir black metal icra ediyordu. Aradan sadece bir sene geçmişken çıkartılan Kénôse EP’si ise, “Si Monumentum Requires, Circumspice”deki değişimin aslında buzdağının görünür kısmı olduğunu anlatıyordu üçlemeyi bozmadan. Müzikal yapı olarak metalin en siyah haline neredeyse hiç dokunmayan, teknik death metal (özellikle Gorguts) rifleriyle (yapı bakımından benzer demeye çalışıyorum tabii, çalıntı değil) beslenen bir EP idi Kénôse.

2007 çıkışlı “Fas – Ite, Maledicti, In Ignem Aeternum” ise üçlemenin ikinci ayağıydı.”Si Monumentum Requires, Circumspice”de Şeytan üzerine yoğunlaşan konsept, bu kez İnsan üzerine kayıyor; ismini bir Ortaçağ Morality Play’den (Everyman) alan albüm, insanın din kisvesi altındaki yozlaşmasından ve çürümesinden bahsediyordu. Müzikal anlamda ise Kénôse’ye nazaran black metale bir dönüş vardı. Albümü tanımlayacak en iyi kelimenin “Kaos” olduğunu düşünüyorum, zira inanılmaz, kaotik bir davul performansı ile bezenmişti baştan sona, ve ciddi bir emek harcanmadıkça dinleyiciye bir şey ifade etmeyebilecek bir yapısı vardı. Bu kaos havasının, tıpkı “Si Monumentum Requires, Circumspice”deki Şeytanî tüyler ürperticiliğin belli bir amaç için yaratılması gibi, insanın dinler sebebiyle tarihi boyunca içine düştü kaosun bir yansıması olarak yaratıldığını düşünüyorum.

Lafı (daha) fazla uzatmamak için aradaki “Chaining the Katechon”, “Mass Grave Aesthetics” ve “Diabolus Absconditus” eserlerinden bahsetmiyorum, ama her biri yirmişer dakika civarındaki süreleriyle Deathspell Omega evrimini daha iyi anlamaya yardımcı olabilirler.

Üçlemenin son ayağı ise, bu kez daha uzun bir bekleyişten sonra 2010 yılında elimize geçti; “Paracletus”. Kelimenin türevi olan Paracletos; ’yardım eden’ anlamında, daha çok Kutsal Ruh için kullanılan bir kelime. Bu durumda Tanrı’nın ruhu olarak ele alıp, üçlemenin son ayağını olan Tanrı’yı elde ediyoruz. Şahsi düşüncem ise konseptin aslında, iddia edildiği gibi Şeytan-İnsan-Tanrı ilişkisinden ziyade, Hristiyanlığa ve teslis inancına bir gönderme olduğu. Deathspell Omega’nın gerek kullandığı alıntılarda, gerekse kendi sözlerinde Şeytan ve Tanrı kavramları fazlasıyla iç içe geçmiş durumda baştan beri, ve “Si Monumentum Requires, Circumspice” kapağındaki tüm dünyanın üstünde oturan bebek figurü, bu kavramların ikisini birden içine alan bir üst formu ifade ediyor bana göre. Bu durumda; “Fas – Ite, Maledicti, In Ignem Aeternum”, ‘Oğul’ yani insanı, Paracletus ise hristiyanlık ve judaizm’deki asıl anlamıyla Kutsal Ruh’u temsil ediyor oluyor konsept olarak. Dediğim gibi bu tamamen şahsi düşüncem, ama liriksel bir açıdan baktığımızda bana oldukça mantıklı gözüküyor. Bu noktada “Paracletus” booklet’ini açan sözlerin de ‘…anyone who speaks against the Holy Spirit will not be forgiven, either in this age, or the age to come. (Matt. 12:32)’ olduğunu belirtmek istiyorum, albümün Kutsal Ruh bahsini güçlendirmek üzere.

Her neyse, baştan belirtelim ki, Deathspell Omega her albümdeki değişimine rağmen, kendine has bir tarz yaratmayı başarmış eşsiz bir grup. Bu harmoni içindeki değişim, Paracletus’da da devam ediyor. Fazlasıyla “Fas – Ite, Maledicti, In Ignem Aeternum”dan fırlamış gibi duran Devouring Famine’i bir kenarda tutarsak, bu albüme gelirken de farklılıklar kaydedilmiş. “Fas – Ite, Maledicti, In Ignem Aeternum”un baştaki ve sondaki Obombration’ları dışında neredeyse hiç düşmeyen temposu, yerini daha ağır bir olgunluğun zaman zaman ışıkları çaldığı bir atmosfere bırakmış. Özellikle Apokatastasis Pantôn ve Epiklesis II’de kimi zaman son dönem Sólstafir tadı bile alınabilecek Post-Black Metal etkilerine rastlamak mümkünken, Wings of Predation ve Devouring Famine gibi şarkılarda ise hala alabildiğine kaos içinde bulabiliyor insan kendini. Albümün Epiklesis’ler dışında en kısa şarkısı olan Have You Beheld the Fevers? ise daha klasik black metal normlarında, patır kütür başlayan ve biten bir şarkı, “Si Monumentum Requires, Circumspice”deki yeniden kaydedilmiş Drink the Devil’s Blood gibi, diğer şarkılardan ayrı duran bir yapısı var.

Bunların yanında, atmosfer olarak (bence bu konuda zirveleri olan) Kénôse ile yarışabilecek bir albüm var karşımızda. Mikko Aspa’nın genelde sakin bir monotonlukla icra ettiği brutal vokali bile, atmosferi desteklemek için bazen çığlık seviyesine yükseliyor Abscission’da olduğu gibi. “Si Monumentum Requires, Circumspice”de Carnal Malefactor’ın riflerinin yarattığı tüyler ürpertici nefret hissini, bu kez daha melodik riff’lerin önüne koyulmuş nevrotik vokallerle yakalamayı başarmışlar zaman zaman. Hatta ve hatta, Dearth’ün başındaki, neredeyse Peste Noire tonlarında gitar kullanımı da grubun farklı teknikleri kendi müzikleri içine yedirmedeki anlamsız başarısının kanıtı gibi. Ne yapsalar yakışıyor başka deyişle.

Kulağınıza çarpacak noktalardan bir diğeri ise bas gitarın bu defa şarkılarda ciddi anlamda yer tutmaya başlaması. Bilmiyorum önceki Deathspell Omega albümlerinden sizi etkilemiş bas partisyonları var mıdır, şahsen benim pek yoktu. Bas kullanımının daha önce Deathspell Omega müziğinin temel unsurlarından biri olduğunu söylemek zor. Durum “Paracletus”da farklı, özellikle düşük tempolu anlarda gitarın yalnızca bas ve davulun uyumunu destekleyen bir unsur olarak kullanıldığını görebiliyoruz. Güzel.

Şarkı süreleri bundan önceki kayıtlara göre epey kısalmış; üç şarkı ve 36 dakikalık Kénôse, ne bileyim tek şarkı 22 dakikalık “Chaining the Katechon”dan falan sonra, 10 şarkı ve 42 dakikalık “Paracletus”, normal müzik sürelerine dönmüş gibi. Şunu da belirtmek lazım tabii, şarkıların tamamı birbirine bağlanıyor başlangıç ve bitişleriyle. Hal böyle olunca da albüm sanki tek bir şarkıymış gibi akıp gidiyor. Bu da başına oturunca bitirmeden kalkmanızı mümkün olmaktan çıkartıyor aslında. Zaten sürükleyicilik açısından şu anda black metalin zirvesindeki, hatta tüm metal dünyasının zirvesindeki birkaç gruptan biridir bence Deathspell Omega; gerek Kénôse’de olsun, gerekse bahsettiğim yirmişer dakikalık diğer parçalarında olsun, hiçbir zaman bir dinlememezlik, bir sıkma hissi yaratmaz. “Paracletus”da da bu kural aynı şekilde devam ediyor.

Gelinen şu aşamada, Deathspell Omega’nın tür içindeki diğer gruplarla karşılaştırması sanıyorum ki oldukça manasız kaçacak. Zira Black Metal kisvesi altında değerlendirilse de, daha önce bahsettiğim gibi, Deathspell Omega artık “başka bir black metal” icra ediyor. Papağan gibi tekrarlayıp durduğum “türün kalıpları”nı yıkmış, kendi standartlarını oturtmuş bir halde şu anda; ve bu standartlara yaklaşan, yaklaşmaya aday olan bir grup gözükmüyor ufukta Orthodox BM camiasında. “Paracletus” ise, bu standartları biraz daha yukarıya çekiyor.

Metalin en habis, en günahkâr halini dinlemek için, tarihin en etkileyici metal gruplarından birinin eserine buyrun. Buyurmadan önceyse, ahiretin tanımını bir de onlardan okuyun:

“You were seeking strength, justice, splendour!
You were seeking love!
Here is the pit;
Here is your pit!
Its name is Silence.”

havitetty

Not: Aşağıdaki ilk on iki yorum, yazı “DEATHSPELL OMEGA yeni albüm detaylarını açıkladı” haberi için yazılmış, haber sonradan birtakım dış güçler tarafından kritik rütbesine terfi ettirilmiştir.

CROWBAR’dan yeni albüm detayları ve yeni şarkı

Friday, November 26th, 2010

CROWBAR yeni albümü “Sever the Wicked Hand“in detaylarını açıkladı.

01. Isolation (Desperation)
02. Sever The Wicked Hand
03. Liquid Sky And Cold Black Earth
04. Let Me Mourn
05. The Cemetery Angels
06. As I Become One
07. A Farewell to Misery
08. Protectors Of The Shrine
09. I Only Deal In Truth
10. Echo An Eternity
11. Cleanse Me, Heal Me
12. Symbiosis

Albümden “The Cemetery Angels” da aşağıdan dinlenebilir.

VOMITORY yeni albüm kaydına başladı

Thursday, November 25th, 2010

Death metal dünyasının dehşetengiz gruplarından VOMITORY yeni albüm kaydına başladı.

İlkbaharda çıkacak albüm öncesinde, grup bir NAPALM DEATH tribute albümü için kaydettiği, ancak albüm çıkmayınca ortada kalan NAPALM DEATH cover’ı “Mass Appeal Madness”ı da myspace’ine koymuş. Ona da fotoğraftan ulaşmak mümkün.

Dubaili grup NERVECELL yeni albüm kaydına başlıyor

Thursday, November 25th, 2010

Dubaili death/thrash metal grubu NERVECELL yeni albümünün yazımını bitirdiğini açıkladı. Henüz bir detayı belli olmayan albüm, grubun şimdiye kadarki death ve thrash metal kırması enerjik müziğini aynı şekilde devam ettirecekmiş.

Grup ilk albümü “Preaching Venom”ı 2008′de çıkarmış ve o günden beridir de birçok önemli ismin altında sahne almıştı.

EXODUS yeni albümünden üç şarkıya klip çektiğini ve üçünün de aşşşırı iyi olduğunu açıkladı
Bursalı hard rock grubu KARAMESAİ yeni şarkılarını sundu
Pasif Agresif, bir Wordpress marifetidir.