Akerfeldt, Lindgren, Lopez, Mendez ve Wiberg… Kelimelere nereden başlayacağınızı bilememek gibi bir sorunla karşılaştığınız zaman düşünmemek ve yazıya damdan düşer gibi giriş yapmak en iyisi bence. Açıkçası Opeth gibi bir grubun albümünü tanıtabilmek için çok fazla düşünmemek gerek ve insanın biraz kelimelerle doğaçlama yapması hikaye anlatır gibi anlatması iyi olur gibime geliyor. İnsan bu grubun herhangi bir albümü hakkında ne yorum yaparsa yapsın ister istemez mutlaka içine biraz kişisellik katıyor. Bu da bu grubu çok sevmesinden kaynaklanıyor.
Opeth ile tanışıklığım “My Arms Your Hearse”ın yeni çıktığı zamanlara denk geliyor. O dönem her zaman alış veriş yaptığım bir müzik marketin camında “Morningrise“ın kapağı asılıydı ve üzerinde sadece “Swedish Extreme Progressive Metal” ibaresi vardı ve bu benim çok dikkatimi çekti. Tabii bu şirketlerin koyduğu bir tabirdi ben pek üzerinde durmamıştım. O zamanlar devamlı delicesine Shadow Gallery, Vanden Plas, Porcupine Tree, Dream Theater dinlerdik ve bu işin ekstremi nasıl oluyor bir bakalım dedik. En sonunda dayanamadım gittim aldım albümü ve çok orijinalite kokan bir albüm olduğunu söyleyebilirim “Morningrise”ın. Sırf meraktan dolayı “My Arms Your Hearse”ı da almıştım fakat bu albüm o kadar dikkatimi çekmedi. O günden bugüne grubun gelişimini devamlı takip ettim nasıl müzisyenlerle çalışıyorlar grup elemanlarının müzikal zevkleri nedir bunu kendi dinlediğim müziklerle
yorumladım ve adamları bir kere daha takdir ettim. Çünkü yeryüzünde heavy metal müziği içerisinde Opeth’e benzer bir topluluk yoktur. Varsa da zaten bu taklit olabilir. Bu benim için orjinalliktir. Opeth gibi bir grubun müziği aynı dönemde çıkmış hemcinslerine bakıp “Opeth şu gruptan etkileniyor bu gruptan etkileniyor” diyebileceğiniz bir düşüncede değil, aksine bu etkileri direkt olarak 70′lerdeki o progresif dünyasıyla açıklayabilirsiniz. Bu konu hakkında en fazla diyebileceğiniz şey ise müziklerinin klasik heavy metal gruplarından etkilendiğidir. Ama bu düşünce Opeth müziğini düşündüğünüz zaman o kadar havada kalıyor ki… “My Arms Your Hearse” albümünden itibaren grup çok fazla müzikal değişim içerisinde girmedi, ta ki Steven Wilson ile çalışana kadar.
Steven Wilson Opeth’in müziğini tersyüz eden bir müzisyen, şarkı yazarı ve prodüktördür. “Still Life“dan sonraki “Blackwater Park” albümüne baktığınızda oradaki Bleak, Harvest gibi bestelerin ne kadar farklı olduğunu hissedersiniz. Bu farklılığın asıl sebebi Steven Wilson’dır. O zamanlar Akerfeldt Wilson’dan aldığı bazı etkileyici düşünceleri albümdeki bestelere uygulamış ve çoğunu da albümde kullanmıştır ki daha sonra “Damnation“/”Deliverance” gibi iki adet şaheser çkmıştır. “Ghost Reveries”e gelene kadar bir progresif rock şaheseri olan “Damnation”daki besteler grubun hayranlarını baya şaşırtmıştı. Bugün 40-50 yaşlarını çoktan devirmiş progresif rock dinleyicilerine albümü dinlettiğimde çoğu “Damnation”ı iyi bir albüm olarak görür. Eğer bir grup bunu bir çok dinleyiciye düşündürtmüşse Opeth doğru yoldadır diyebiliriz.

“Ghost Reveries” grubun Steven Wilson’dan sonraki ilk hamlesiydi. Grupta Akerfeldt, Lindgren, Lopez, Mendez dörtlüsüne Spiritual Beggars’dan Per Wiberg isimli bir hammond org ve mellotron delisi dahil oluyordu. E tabii ister istemez bu da müziklerinde farklılık yaratacaktı. Çünkü proogresif death metal etkili bir müziğin içerisine çok detaylı melodiler veren tuşlu bir çalgı koyduğunuzda bu ister istemez bestelerde bir değişiklik yaratır onu genişletir ve daha iyi kurgular. “Ghost Reveries” de diğerlerinden böylesine ayrılır ve bu albüm Opeth tarihinin en temiz kaydedilmiş albümüdür. Her enstrümanın sesini çok iyi bir sette tane tane duyabileceğiniz bir yapıya sahiptir. Miksaj kusursuzdur ve bir çok gruptan tanıyabileceğiniz prodüktör Jens Bögren ise Steven Wilson sonrası grubu çok iyi sırtlamış ve Opeth diskografisinde en yukarılarda durabilecek bir albümün zanaatkarlığını üstlenmiştir.

Bazı dinleyiciler bu albümün o kadar da farklı olmadığını, şarkıların yeterince etki yaratamadığını savunurlar ama Opeth albümleri içerisinde bestesel bazda şarkıların altyapılarına dikkat kesildiğinizde bunun böyle olmadığını çok rahatlıkla anlayabilirsiniz. Albümün ilk şarkısı Ghost of Perdition en başarılı Opeth açılışlarından birisi. Akerfeldt’in brütal vokalleri bir yana şarkının zaten ilerleyen bölümlerinde başlayan akustik fırtınaya Mikael’in sesinin etki etmesi sonbaharda ağaçlardan yaprak düşmesine eşdeğer büyüleyici bir hadise. Kesik kesik gitar riflerinden sonraki 4:56′da ritim gitarla başlayan ve Lopez’in teknikal ataklarında inanılmaz progresif bir yapı mevcut. 7:08′de başlayan Per Wiberg’in o klavye tonu o kadar güzel ve arkasından gelen Akerfeldt vokalleri o kadar ince ki insan işte burada bir şey diyemiyor.
Groovy gitar rifleriyle başlayan The Baying of the Hounds Opeth’in yine değişik işlerinden bir tanesi. Per Wiberg’in hemen şarkı başında kullandığı org tınıları 70′lerdeki prog rock kayıtlarından çıkma sanki. “Ghost Reveries”, şarkı sözlerinde yine ölüm, anne, orman, hayalet gibi alışageldiğimiz kavramsal imgeleri içerisinde barındırıyor. Akerfeldt bu The Baying of the Hounds’u yazarken 70′lerin acid folk grubu Comus’un 1970 yılı “First Utterance” adlı albümünün ilk şarkısı Diana’dan baya etkilenmiştir. Ayrıca bu albüm Akerfeldt’in hayatında çok önemli yer tutar. Kendisi bu albümün tişörtüne ve plağına da sahiptir. 1970′lerle bu kadar ilgili bir müzisyenin oluşturduğu bestelerde bu kadar farklı oluyor işte. Bir sonraki şarkı Beneath The Mire’ın hemen başlangıcındaki Per Wiberg nüansları bestenin en büyük kazancı. Düşünsenize Wiberg olmasa bu şarkı ne halde olurdu? 1970′lerin Alman progresif rock gruplarınca çok kullanılan bu klavye ve mellotron tonlarının Opeth şarkılarını ne hale getirdiği “Ghost Reveries”de o kadar net belli oluyor ki. 3:20′lerde giren Akerfeldt’in bluesy gitar melodileri ve akabinde gelişen bir melodi fırtınası. Bunu daha önceki Opeth albümlerinde fazla dinleyemezdik. Lopez’in jazz etkili ritimleri, kesik kesik çaldığı yerler ve zil vuruşları bile çok şiirsel. Bir sonraki şarkı Atonement’ın girişindeki gitar melodileri çok uzak diyarlardan geliyor bence. Akerfeldt o kadar geniş bir müzik dinleme kapasitesine sahip ki bu etkileri bestenin neresine koyacağını çok iyi biliyor. Lopez’in buradaki perküsyon vuruşlarını Güney Amerika’daki etnik müziklerde ve Arap müziğinin ritimsel zenginliğinde aramak mümkün. Bestenin hemen sonunda Per Wiberg’in tuşlu melodileri ise direkt olarak caz piyano ile ilgilidir. “Ghost Reveries”in işte bu yüzden artı noktaları diğer albümlerden çok daha fazla. Müzikal bir zenginlik var bu albümde. Reverie/Harlequin Forest’in hemen başlangıcında Per Wiberg’in yaptıklarıda bizi hayretlere düşürüyor. Çünkü elektronik müzik grubu Tangerine Dream’in ve dolayısıyla Klaus Schulze’nin 70′lerdeki o albümlerde kullandığı o tonlar bu bestedeki yaratıcılığı arttrımış. Mikael’in temiz vokalleri ve bestenin akustik geçişleriyle birlikte Wiberg denen şahsiyetin bu grup için ve bu albüm için ne kadar da önemli olduğunu bir kez daha anlıyoruz. Akustik bölümlerde şarkının altyapısına dikkat edin ve Wiberg’i duymaya çalışın, bu işte müzikal bir mastürbasyondur. Aynı durum House of Wealth için de geçerlidir. Çok fazla derinlik içeren pasajlarıyla bu beste değeri verilmemiş kategorisinde yer alıyor. Hemen akabinde çokça tartışılan The Grand Conjuration geliyor. Opeth gibi bir grubun böylesine modern tonajlamalarla ve melodilerle bir beste yaratışı ve hemen sonrasında yine çokça tartışılan klibinin çekilmesi ise bir çok Opeth fanı tarafından forumlarda ve bir çok yerde konuşuldu. Diğer bestelerin arasında çok ayrıksı bir yere sahip olan bu şarkı sanırım Opeth müzikal tarihinde çok sıradan bir yeri olacak. Bana göre çok
iyi bir şarkı ama çok modern olduğunu da ayrıca kabul ediyorum. Albümün son şarkısı Isolation Years ile albüm sona eriyor. Hani “Damnation”dan itibaren herkes o albümde yer alan Ending Credits’in Camel etkisinde olduğunu söylüyordu ya işte bu bestede de aynı şeyler mevcut özellikle ilk saniyelerdeki gitar melodilerinde bu çok belli oluyor.

Birth Control, Comus, Cressida gibi grupları kendisine rehber edinmiş, 70′lerin Progressive Rock müziğine gönül vermiş ve bu uğurda bir plak koleksiyonuna sahip olmuş bir müzisyen Akerfeldt. Grubun “Orchid“den itibaren müzikal gelişimine dikkat edin “Blackwater Park”a kadar hep bestesel bazda başarı sağlamış ama “Blackwater Park” ile ta ki “Ghost Reveries”e kadar da beste ile birlikte sound konusunda da epey yol katetmiş bir topluluktur Opeth. Vasat bir albümüne pek rastlayamazsınız, buna Akerfeldt izin vermez. Kendilerini tekrar ettiği de söylenemez. Hep farklılıklarla bir çiçek demeti sunmuştur dinleyicilerine. “Ghost Reveries” işte bu noktada önemlidir. Progresif rock ile birlikte, caz, Güney Amerika ve Arap etnik müziklerinden etkilenimlerle oluşturulmuş ve diskografide kendisine çok iyi yer hazırlamış bir albümdür. Son olarak keşke Martin Lopez ve Peter Lindgren ayrılmasaydı diyorum.
Baha ÖZER

İlk dinlediğim albümleri “Morningrise”ın beni büyülediği dakikaları nostaljik bir başdöndürücülükle hâlâ hatırlamama rağmen Opeth’in baştan sona en sevdiğim, en sık dinlediğim ikinci albümleri hep “Ghost Reveries” olmuştur. Kritik yazmak sadece kritik yazarının saatlerini tüketen albümlerden intikam alırcasına kendini üretken hissetmek istediği için karşıladığı bir ihtiyaç olmaktan öte, kendisi gibi birçok kişinin de sevdiği ortak bir şeyi paylaşmaya dayalı tipik bir koyunculuk mantığını da barındırdığından, Opeth’e yönelik bütün sevgimi rahat rahat, doya doya kusabileceğim asıl albüm “Morningrise” olsa da, bu albüme, özellikle bu albüme kritik yazmaktan da koyunca bir keyif duyacağım.
Sonraki albümlerine kıyasla biraz amatörce sayılabilecek ilk albümleri “Orchid”den sonra gelen çarpıcı duygusal pasajları sayesinde birçok metal severin gönlünde taht kurmuş “Morningrise”, “My Arms Your Hearse” ve “Still Life” albümlerini izleyen en erişilebilir albümleri “Blackwater Park” ve akabinde en sert sayılabilecek “Deliverance” ve üstüne bir akustik sanat eseri “Damnation”dan sonra progresif müzik öğelerinin daha öne çıktığı “Ghost Reveries” albümünde tek bir kusur, tek bir sönük an, tek bir tembel rif bulamıyorum. Deliverance çok sevdiğim bir albüm olmasına rağmen içinde fazla tekrarlar barındırdığından, sert duygusal fırtınalarıyla metal müziğin belki de en çarpıcı anlarından birkaçına tanık olmamıza rağmen ilk dört albümlerinden daha farklı duyguları hedeflediğinden ve “Watershed“in çok hızlı tükendiğini düşündüğümden “Ghost Reveries”i diğerlerinden biraz daha oturaklı ve olgun saymışımdır. Tabii yine de hepimizin farklı favorileri var ve hiçbir albümü diğerine üstün kılmak sözkonusu değil.
En eğlenceli pasajları süsleyen harikulade rif oyunlarıyla, incelikli kompozisyonlarıyla ve hep hatırda kalıcı güzellikte karmaşık şarkılarıyla Opeth’i sevmemizin esas nedeni olan deneyimli müzisyen Mikael Akerfeldt, bu albümde de hayranlarını hayalkırıklığına uğratmadı. Albümün doyurucu, ayrıntılı ve zengin akor bileşimlerinin, armonik gamların, çılgıncasına headbang yapmamızı sağlayıp üst üste sıralanan melodilerin ve kimi tamamen akustik, kimi yarı metal yarı akustik tipik Opeth iniş çıkışlarının en başarılı, en enerjik, en coşturucu numunelerini albümün özellikle ilk üç şarkısı barındırıyor. Albümün en uzun parçası Reverie/Harlequin Forest daha fazla tekrara, vokale, akustik pasaja, yavaş riflere dayanıp ilk üç parçaya kıyasla daha çabuk tükenir hale gelmiş, ama yine de her anında etkileyiciliğini koruyor. Albüm boyunca klavyeler rahatsız edici olmadan şarkılara yer yer eşlik ederken Atonenment, Hours of Wealth ve Isolation Years şarkıları klavye ve vokal melodileri üzerine kurulu interlüdler tadında albümden ayrılarak yer alıyor. 70’lerin progresif öğelerini çıplaklıkla barındırmasından ötürü bu interlüdler kimi günümüz dinleyicileri için, daha genç dinleyiciler için yer yer sıkıcı olsa da sakin duygusallıkları sayesinde kendini sevdirmeyi başarıyorlar. Opeth hayranlarının çoğunun klibine burun kıvırdığı The Grand Conjuration, albümün en üretken şarkılarından biri olmasa da bütün çeşitli öğeleri içinde en iyi dengelilikle bulunduran, sıkı, uzun bir parça.

Tıpkı bu albümde olduğu gibi bütün Opeth albümlerinde sürekli eleştirilen ve nefret edilen şey pasajların birbiriyle bağıntısızlığı, rastlantısal yan yanalığı ve gereksiz göründüğü iddia edilen akustik bölümleri olmuştur her zaman. Ama Opeth hayranları bu karakteristiklerin Opeth’i Opeth yapan kendine has imzalar hâline geldiğini, Opeth’in herkesi memnun etme gibi bir amacı olmadığını, piyasayı dolduran onlarca birbirine benzeyen albüm varken deneyselliğin övülmesi gerektiğini ve bu karakteristiklerin dinlemekle öğrenilen, alışılan ve sevilen kötü değil iyi şeyler olduğunu söyleyerek cevap vermişlerdir. Bunlara ben de katılıyorum. Hatta Akerfeldt’in bu huyunun hiç değişmeyeceğine dair mart ayından bir yorumuna da yer vermek istiyorum: ‘’Şu anda daha kolay kalıplara sokulmuş günümüz müziğinden aşırı bunalmış bir durumdayım. Basmakalıp metal müzik aranjmalarından iyice usandım. Yeni albümümüzün kompozisyonlarında hemen hemen hiç akıcılık bulunmayacağını düşünüyorum. Tamamen karman çorman olacak galiba, çünkü hem ben hem de bir grup olarak Opeth’in bu günlerde dikkate değer bulduğumuz şey bu. Alelacayip bir şey olmasını istiyorum. Şu ana kadar on dakikadan fazla süren bir parça yazdım ve kulağa acınası, rahatsız edici geliyor, ama kendim için iyi anlamda söylüyorum bunu. Parçaya başka rötuşlar yapar mıyım bilmem ama şu anda yazmak istediğim tür müziğin tonunu kesinlikle belirledi. Hayranlar olarak sizin, yazdığımız müzik hakkında ne düşüneceğini artık hiç kestiremiyorum. “Damnation” albümü nefret sağanağına uğradıktan sonra merak etmekten vazgeçtim. Bekleyip neler olacağını göreceğiz galiba. Bunca yıl boyunca süren desteğinize gerçekten minnettarım. Her birinizi memnun edemediğim için üzgünüm ama hepimizin bildiği gibi işler böyle yürümüyor.”
En iyi Opeth albüm prodüksiyonu ödülünü bence “Ghost Reveries” kazanıyor. Müzikte her öğe stüdyo aygıtlarından en ustalıklı şekilde yararlanılarak kusursuz bir dengeye oturtulmuş. Vokal yankıları, ani sessizlikler, kristal berraklıkta enstrüman tınıları, öncü ve ritim gitar ses yüksekliklerinin dengeli orantısı, müziğin arkaplanına göze batmadan eşlik eden klavye dokunuşları ve klasik gitar notaları, kısaca her bir öğe kendi küçük yörüngesinde metronomik bir mükemmelikte ilerliyor. Tabii teknoloji müzikal ayrıntıları mükemmel bir isabetlilikle vurgularken atmosferi de öldürecektir ister istemez. Opeth’in ilk dört albümlerindeki daha boğuk, organik, kuru ve çiğ prodüksiyonu tercih edenler pek memnun kalmamıştır bu albümün prodüksiyonundan. Ama Opeth gibi başarılı nota serilerinin işitselliğini hedef alan müzikte boğuk bir atmosfere gömülme ihtiyacını hissetmeyen, atmosfer ve işitsellik arasında bir denge kurulması gerektiğine inanmayan, sadece birini vurgulayıp öbürünü dışlayan bir ayrım olmasını tercih edenleri son derece mutlu edecektir.
Kimi hayranlar ilk albümlerin hikâyeci şarkı yapılarından ötürü daha fazla üretkenlik ve renklilik barındırdığını, pasajların daha duygusal olduğunu söyler. Doğrudur bu. Ama sevilmelerine rağmen Slayer, AC/DC, Testament ya da Deicide gibi birbirinin aynı albümleri din adamlarına özgü bir sofulukla yeniden yazıp duran gruplardan biri olmadığı için, stillerini rahatlıkla değiştirmekten ve hayran kitlelerinin öfkesini düşünmeden yeteneklerini yeni tınılarda kanıtlamayı tercih ettikleri için Opeth hayranlarının büyük çoğunluğu artık Opeth’ten sürekli birbirinin aynı müziği gelmeyeceğini kabullenmişler, hatta kabullenmekten ziyade bundan zevk duyar olmuşlardır. Opeth’in en çok Morningrise albümünü seven benim gibi kişiler bile yeni Opeth albümleri üzerinde hâlâ şevkle ve ısrarla konuşabiliyorsa, yeni Opeth albümlerinden neler geleceğini samimi bir merak ve heyecanla bekliyorlarsa, bunu başarıya ulaşan ilk albümlerinin stilinden vazgeçmekten korkan büyük grupların aksine yapmayı istedikleri şeyi yapmak adına kendilerini sürekli yeni esintilere davet etmelerine, bazılarının iddia ettiğinin aksine piyasacı olmamalarına ve kimseden çekinmemelerine borçlular.

Bu albümü dahiyâne yapan bir başka öğesi ise şarkı sözleri. Muğlak ve mistik bir romantizm içerikli şarkı sözleri yazmakta ne kadar başarılı olduğunu önceki albümlerinde bize kanıtlayan Akerfeldt, bu albümde büyücülük, hayaletler ve şeytani ayinler gibi çeşitli okült temaları yalıtılmışlık ve yalnızlık gibi insan doğasının zayıflıklarıyla yer yer bağdaştırmış. Pek az grubun bir şarkı nakaratına koyduğu vokal dizelerini uyum ve çarpıcılıkla dinleyiciye hissettirebildiği bir dönemde Akerfeldt hem melodramatik, sihirli ve sofistike clean vokali sayesinde akustik pasajlarda zekice vurguladığı umutsuzluk dolu dizeler, hem de gür ve güçlü böğürtü vokaliyle dağıttığı korkutuculuk yüklü dizelerde şarkı sözü yazmanın ve söylemenin nasıl en çarpıcı biçime sokulabileceği hakkında bütün metal gruplarına sıkı dersler veriyor.

Bu albümde birbirinden farklı her bir şarkının her bir pasajını, sanki organik bir canlının kemiklerini, damarlarını, çeşit çeşit organlarını ve sinirlerini bir mikroskop altında uzun uzun inceleyen bir biyolog titizliğiyle suyu çıkana kadar irdeleyebilirim ama bu albümü bir bütün olarak tahayyül etmeye yardımcı olmayacaktır. Bu albüm progresif rock müziğin, death metal müziğin, caz müziğin, akustik duygusal müziğin, piano müziğin çeşitli esinlenmelerini içinde aşırı bir malzeme ve ayrıntı saplantısı üzerinden mükemmel bir orantı ve ustalıkla barındırıyor. Bu çalışmanın anlatmakla bitmez başarısı olduğu gibi tanımlansa yeterli olacaktır, mesela en iyi Opeth albümlerden biri denebilir. Benim için olmasa da birçok Opeth hayranı için gerçekten de en iyi Opeth albümüdür.
Ertuna YAVUZ