BORKNAGAR, yeni albümü “Universal“ın son stüdyo videosunu da yayınladı.
Hatırlanacağı gibi albümün detayları da şu şekildeydi (hep işledik bunları):
01. Havoc
02. Reason
03. The Stir of Seasons
04. For a Thousand Years to Come
05. Abrasion Tide
06. Fleshflower
07. Worldwide
08. My Domain (konuk vokalist I.C.S Vortex)
Efsane grup SAVATAGE, daha önceden duyurduğumuz 2010 atağının ilk işaretlerini, Mart ayında çıkaracağı yeni ürünleriyle verdi.
“Still The Orchestra Plays: Greatest Hits Vol. 1 & 2″ adlı kapsamlı çalışmanın detayları şöyle:
CD1: Greatest Hits Vol.1:
01. Power Of The Night
02. Hall Of The Mountain King
03. 24 Hours Ago
04. Legions
05. Gutter Ballet
06. Summers Rain
07. When The Crowds Are Gone
08. Ghost In The Ruins
09. If I Go Away
10. NYC Don’t Mean Nothing
11. Edge Of Thorns
12. All That I Bleed
CD2: Greatest Hits Vol.2:
01. Handful Of Rain
02. Chance
03. One Child
04. I Am
05. Anymore
06. Hourglass
07. The Wake Of Magellan
08. Morphine Child
Daha önce yayınlanmamış bonuslar (Jon Oliva tarafından 2009′da kaydedilmiş):
09. Anymore (acoustic)
10. Not What You See (acoustic)
11. Out On The Streets (acoustic)
DVD – “Japan Live 94″:
01. Taunting Cobras
02. Edge Of Thorns
03. Chance
04. Conversation Piece
05. Nothing Going On
06. He Carves His Stone
07. Jesus Saves
08. Watching You Fall
09. Castles Burning
10. All That I Bleed
11. Stare Into The Sun
12. Damien
13. Handful Of Rain
14. Sirens
15. Gutter Ballet
16. Hall Of The Mountain King
Yakında aşağıdaki gibi bir tabloyu da görmek dileğiyle.
Yeni kadrosuyla ortamlarda tekrardan esmeye başlayan FEAR FACTORY, bir ay sonra çıkacak yeni albümü “Mechanize” için garip bir promosyona imza atıyor.
Nuclear Blast’ın ilginç fikirlerinden biri olarak karşımıza çıkan bu promosyon, “Mezhanize”ın yanında bir de FEAR FACTORY alet çantasını içeriyor.
Çantada bulunan şeyler, “Mechanize” CD’si, poster, FEAR FACTORY yaması, çekiç, tornavida, marangoz kalemi, mezura ve bir de postermiş.
Grup yukarıdan dinleyebileceğiniz “Fear Campaign” adlı parçaya çektiği klibi de birkaç hafta içinde yayınlayacakmış. Albümün diğer ayrıntılarına şuradan ulaşabilir, ulaşmakla da kalmayıp okuyabilirsiniz.
EMPEROR’un dağılmasıyla birlikte gitarist Samoth ve davulcu Trym tarafından kurulan black metal etkili death metal grubu ZYKLON, bir süredir süren sessizliğini “kapattık arkadaşım” diyerek taçlandırdı (öeh).
Üç yıldır zaten suskun olan grubun elemanları bundan sonra da müzik yapmaya devam edeceklerini açıkladılar.
Grubun şarkı sözleri, 1992′de bir eşcinseli öldürdüğü için dokuz buçuk yıl hapis yatan EMPEROR üyesi Bård “Faust” Eithun tarafından yazılıyordu (sağdaki arkadaş).
Varg Vikernes, kendisinden fazla haber alamadığımız dönemlerde bile yaratıcılığı ve düşünce dünyası körelmeyen bir isim. Klasik Norveç black metal sahnesinin ayrılmaz parçası haline gelen Burzum albümlerinden Filosofem ise Vikernes’in müzikal kariyeri ve söz konusu ekolün oluşumunda kuşkusuz bir mihenk taşı niteliğinde.
18 yaşında Norveç’teki metal müzik ortamına biraz da sayın Abbath (Immortal) sayesinde dahil olan Vikernes, büyük ölçüde siyasi ve manevi düşünceleri ekseninde ürettiği albümleri sayesinde az zamanda çok yol katetmiş bir şahıs.
1993′te berbat ötesi bir ekipman ile kaydedilen ve 1996′da yayınlanan Filosofem, Vikernes’in malum eylemleri sonrasında hapse girmesinden evvel yayınladığı son albüm. Aynı zamanda elektro gitar kullandığı son albüm olma özelliği taşıyor, yine siyasi görüşlerinden ötürü elektro gitar kullanmayacağı yönünde açıklamaları bulunmakta. Ambiyans kavramını black metal ile bir hayli içli dışlı hale getiren öncülerden olduğunu da söyleyebiliriz, nitekim içerisinde çoğunlukla kirli beyaz ile siyah arasında dalgalanan türden hisler bulunabilecek gerçek bir duygu fırtınası.
Prodüksiyonlardan bahsederken yeri geldiğinde sıklıkla tercih edilen ifadelerden olan “leş”, bu albümü en iyi tanımlayan sıfatların başında geliyor. En kalitesiz ve az özellikli ekipman kullanımı Vikernes’in övündüğü bir husus. Ki muhtemelen günümüz şartlarında ve daha makul bir enstrümantasyonla kaydedilseydi muhtemelen bu derece fenomenleşemezdi.
Tiz ötesi gitar ve boğuk ötesi davul, o uzaklardan esen rüzgarın kanattığı dudakların arasından çıkıyormuş gibi gelen vokal, Filosofem’in isminin ağırlığını kendince dolduran Vikernes’in absürd bir başarısı. Şahsi favorim 3. parça olmakla beraber, Burzum (Dunkelheit) pek tabii ki albümün parlayan rünü.
Müzik zevki yıllar içerisinde dönüşüme uğrayan, başka yönlere kayan çoğu kişiyi hala aynı melankoliye gark ettiğinden eminim. Histerik bir hız ve o dönemde çok da popüler olduğunu zannetmediğim “deneysel” kavramını dolduran ağırlık ve kakafoniyle bezenmiş parçalar arasında izah etmesi zor bir uyum olduğunu düşünüyorum.
Tekrarlayan bir düzlemde ilerliyormuş gibi gelse de, parçaların aslında o kadar basit bir yapıya sahip olmadığı gerçeği zamanla (!) farkedilen bir şey. Hatta şu an dinlerken derinliklerinde hala yeni bir şeyler buluyorum. Bu çapraşık senfoniyi bestelerken, bestelerinin gerisinde yatan ve çocuklukla olgunluk arasında iki adım ileri bir adım geri giden düşünsel evrimini yaşarken bu kadar ünlü olacağını biliyor muydu acaba…
Kitapları, müziği, olaylı yaşamıyla güncelliğini her daim koruyan ve tüm bunlarla nicelerinin kavga konusu olan Burzum, ölümüne başarılı pazarlaması ve kendine has kalitesiyle unutulmayacak bir marka. Takdir edersiniz ki eski albümleri yorumlamak oldukça zor bir eylem. Fakat Filosofem’in notlandırmaya “cüret edilmemesi” gereken bir klasik mertebesine eriştiğini henüz düşünmüyorum.
Bilinçli şekilde teknolojiden sakınarak kaydedilen albümü hem bu hususta anakronizm hatasına düşmeden, hem de bünyesindeki yaratım ve hisse hakkını vererek notlandırmış olmayı umuyorum. Gereğinin yapılmasını saygılarımla…
İrlanda’nın en önemli gruplarından PRIMORDIAL, Mart ayında piyasaya süreceği ilk DVD’si “All Empires Fall“un detaylarını ve trailer’ını yayınladı.
Disk 1 – Dublin:
01. Empire Falls
02. Fuil Arsa
03. Gallows Hymn
04. Sons Of The Morrigan
05. Cast To The Pyre
06. The Golden Spiral
07. As Rome Burns
08. The Coffin Ships
09. Traitors Gate
10. Journey’s End
11. No Nation On This Earth
12. Gods To The Godless
13. Heathen Tribes
Disk 2:
* Belgesel (yaklaşık 60 dakika)
* Röportajlar
Ragnarök Festival – Almanya 2008:
01. Empire Falls
02. Gallows Hymn
03. Sons Of The Morrigan
04. As Rome Burns
05. The Coffin Ships
06. Heathen Tribes
07. Gods To The Godless
Hove Festival – Norveç 2008:
08. The Coffin Ships
09. Gods To The Godless
Graspop Metal Meeting – Belçika 2008:
10. Gallows Hymn
11. As Rome Burns
12. Heathen Tribes
DVD grubun geçtiğimiz yılın ilk aylarında kendi evi olan Dublin’de verdiği konseri ve grubun olayı nedir görmemizi sağlayacak bir belgeseli de içerecekmiş.
Aşağıda grubun klasikleri arasında anılan “Empire Falls”un canlı performansını izleyebilirsiniz.
PRIMORDIAL özellikle son albümü “To the Nameless Dead” ile büyük beğeni toplamış ve albüm basın tarafından türünün en önemli albümleri arasında gösterilmişti.
Hatırlanacağı üzere grup geçtiğimiz yaz ülkemize gelir gibi olup gelememiş, milyonları yasa boğmuştu.
Son albümü “Descend into Depravity” ile basından ve hayranlarından büyük övgü alan DYING FETUS, albümden “Your Treachery Will Die With You” adlı parçaya klip çekti.
Grup daha önce de “Shepherd’s Commendment” adlı parçaya bir klip çekmiş, bu klipte de olduğu gibi death metale gönül veren genç dimağların bir durup düşünmesine yol açmıştı.
Evet sayın okuyucular, folk metal dinlemeye başlayan her dimağ için 72 milyar TL aldığımdan dolayı bir başka folk metal kritiğiyle karşınızdayım yine. Ne yapayım yani paraya ihtiyacım var, benim de ihtiyaçlarım var sonuçta. Gerçi pek kârlı olmadı şu ana kadar ama idare eder. Şu jakuziden çıkıp bir kurulanayım da öyle geleyim bir dakika.
Heh, şimdi başlayabiliriz. CRUACHAN, çok kişi tarafından bilinmeyen (bunun sebebi iğrenç promo fotoğrafları olabilir) fakat folk metalin ve daha spesifik olarak “Keltik metal”in öncü gruplarından kabul edilen, köklü bir grup. Yine folk metalin babalarından kabul edilen SKYCLAD’in ilk albümü “The Wayward Sons of Mother Earth”ü dinleyen Keith Fay, bu albümden çok etkilenip black metal ile İrlanda folk müziğini birleştiren bir grup amacıyla CRUACHAN’ı kurar ve olaylar gelişir.
1995’te çıkan ilk albümlerinde daha black metal ağırlıklı bir müzik yapan grup, daha sonra bu tarzı bırakarak klasik heavy metale doğru yöneldi. Elimizdeki albüm de 2002 yılında çıkmış ve grubun üçüncü stüdyo albümü. Bana göre grubun yaptığı en güzel iş bu albümde, hem müzikal açıdan hem de prodüksiyon olarak. Diğer CRUACHAN albümleri kadar olmasa da gayet kötü bir kapağa sahip olan albüm, neyse ki içerik olarak bir hayli başarılı.
Albüm genel olarak orta tempoda ilerliyor. İlk albümdeki blast beat’lerden falan eser yok. Son iki şarkı hariç, ki son şarkı da zaten ilk albümdeki bir şarkının tekrar kaydedilmiş versiyonu, brutal vokale de rastlayamıyoruz çok şükür. Çok şükür dedim çünkü Keith Fay abimiz brutal vokal olayını hepten bıraksa, gençlere şans verse yeridir. Albümdeki tek sevmediğim nokta diyebilirim brutal vokaller için, başarısız buldum. Ama dediğim gibi albümün geri kalanında ağırlıklı olarak bayan vokal (Karen Gilligan) ve ara sıra giren Keith Fay’in temiz vokali var.
Bunun dışında iki şarkıda THE POGUES’dan tanıdığımız (yalan, bu albüm sayesinde tanıdım anca kendisini) Shane MacGowan adlı deli bir İrlandalı sanatçı Ride On ve Spancill Hill şarkılarında pek orijinal vokaliyle katkı sağlamış albüme. Gerçekten kendisinin o kadar karakteristik bir sesi var ki, dinledikten sonra araştırma gereği hissettim kimdir, nedir necidir bu abi diye. Konserlere, röportajlara vs. sürekli sarhoş çıkan, geleneksel İrlanda folk müziğiyle punk’ı karıştıran THE POGUES isimli bir grubun kurucusu çirkin mi çirkin, ama harbi delikanlı bir adam olduğunu (ne diyorum lan ben?) görüp saygı duydum.
Albümde kullanılan yerel enstrümanın haddi hesabı yok. Mandolin, flüt, buzuki, banjo, bodhran (bir tür vurmalı İrlanda çalgısı) diyerek bir kısmını sayabilirim. Albümün ana olayı da bu zaten. Her şarkı cennetten çıkma melodiler barındırıyor, ELUVEITIE sevenlerin tav olmamaları mümkün değil gibi geliyor bana. Hele mandolinle gitarın aynı melodiyi aynı anda çaldıkları kısımlar insanı kulak orgazmına yaklaştırıyor. Yerel enstrümanlar çıkarıldığında zaten gitarın ya basit riflerle destek olduğu, ya da geleneksel melodiler çaldığı görülüyor. Ama işte diğer enstrümanlarla birleştiği zaman pek güzel, pek şukela oluyor. Sonuçta bu gruptan beklenen de üstün bir gitar performansı değil zaten. Kısaca diyebilirim ki, bir folk metal sever için gerçekten bayağı doyurucu bir içerik mevcut albümde.
Biraz da şarkı sözlerinden bahsetmek istiyorum izninizle. Grup yalnızca mitolojik, fantastik şarkı sözleri yazmakla kalmayıp politik meselelere, İrlandalılar’ın sorunlarına da değiniyor. Hatta duyduğuma göre albümün sonunda 58 dakika bekleyince The Turks Among Us diye gizli bir şarkı çıkıyormuş. Bilmiyorum valla söyleyenlerin yalancısıyım.
Her şarkının ayrı bir hikayesi var. Bloody Sunday 30 Ocak 1972’de Kuzey İrlanda’da bir protesto yürüyüşü için toplanmış olan sivillere İngiliz ordusu tarafından ateş açılması ve 13 sivilin ölümünü anlatıyor mesela. Spancil Hill ve Rocky Road to Dublin, aslında aynı isimli İrlanda halk şarkılarının yeniden yorumlanmış halleri. Spancil Hill özellikle çok vurucu.
1850 yılında doğup 1870 yılında Amerika’ya gitmiş olan İrlandalı Michael Considine tarafından yazılmış. Şarkıda geçen tüm isimler de gerçekmiş. 23 yaşında bir hastalığa yakalanıp yaşamak için fazla zamanı kalmadığını anladığında bu şiiri yazıyor arkadaş. Bir rüya görüp, rüyasında İrlanda’daki köyüne giden, ailesini, sevdiceğini vs. görüp hüzünlenen daha sonra horozun ötmesiyle California’da uyanıp kadere küfreden bir adamı anlatıyor, yani kendisini. Sonra hakkaten 1873 yılında ölüyor ama sevdiceği anısına sadık kalıp kimseyle evlenmiyor yaa yaa. Çok mu arabesk geldi? Olsun ulan etkilendim işte!
Değinilmeden geçilmemesi gereken bir başka şarkı da CHRISTY MOORE coverı olan Ride On. Bir ayrılığın ardından dinlenmemesi gereken şarkıların başında gelen, pek hüzünlü bir şey. Yalnız ismini anmadığım şarkıların da gayet başarılı olduğunu söylemek istiyorum. Yanlış anlaşılma olmasın yani, yalnızca daha özel bulduğum şarkılar hakkında biraz detaylı bilgi vermek istedim o kadar. Yoksa her şarkı ayrı ayrı güzel, sadece son iki şarkı biraz ortalama olmuş o kadar.
Bu albümü, öncelikle ELUVEITIE severlere, daha sonra da genel olarak folk metal sevenlere şiddetle tavsiye ediyorum. Kötü albüm kapağı ve komik grup fotoğraflarını aştığınızda zaman zaman eğlenceli, zaman zaman da hüzün deposu bir folk cevheriyle karşı karşıya olduğunuzu görebilirsiniz. Whack fol lal de da!
Son yılların yükselen sludge metal gruplarından HIGH ON FIRE, 23 Şubat’ta çıkacak yeni albümü “Snakes For The Divine”ın ayrıntılarını açıkladı.
01. Snakes for the Divine
02. Frost Hammer
03. Bastard Samurai
04. Ghost Neck
05. Fire, Flood & Plague
06. How Dark We Pray
07. Holy Flames of the Fire Spitter
08. Mystery of Helm
Basın bülteninde “heavy metali bir sonraki kademeye taşıyacak albümlerden biri” olduğu vurgulanan “Snakes For the Divine” grubun beşinci albümü olacak. Albümden “Frost Hammer” adlı şarkıyı şuradan dinleyebilirsiniz.
HIGH ON FIRE’ın bir önceki albümü “Death is This Communion”dan bizi bize anlatan “Turk” adlı parçayı aşağıdan dinleyebilirsiniz.
ORPHANED LAND, yeni albümü “The Neverending Way of ORwarriOR“ın açılış şarkısı “Sapari” ve “Vayehi Or“un ardından, “Disciples Of The Sacred Oath II” adlı şarkıyı da myspace‘ine koydu.
Fin melodik death metal grubu KALMAH, yeni albümünün şarkı listesini ve kapak haricindeki diğer detaylarını açıkladı.
Adı “12 Gauge” olan albüm 3 Mart’ta çıkacak ve şarkı listesi de şöyle olacakmış:
01. Rust Never Sleeps
02. One of Fail
03. Bullets Are Blind
04. Swampwar
05. Better Not To Tell
06. Hook The Monster
07. Godeye
08. 12 Gauge
09. Sacramentum
Albümün Japonya baskısında bir de THIN LIZZY cover’ı “Cold Sweat” olacakmış.
1990’ların başlarında Dream Theater ile başlayan progresif metal fırtınası zaman zaman “süper grup” fikirleriyle donatılıp dururken bu türde Amerika’nın ciddi üstünlüğü her hâlinden belli olmaktaydı. Dream Theater’ın “Images And Words” ile başlattığı bu yolda, kendi müziklerinde oluşturduğu geleneksel kalıpları kullanması, yani thrash metal etkisi, yoğun klavye pasajları ve virtüöziteye varan teknik müzikal yaklaşımlar sonucunda gelinen nokta tek bir şeyi gösteriyordu: öncü olmak. Zaman içerisinde Dream Theater bu geleneksel kalıpları bırakıp çok farklı nehirlere kendini atınca, geride kalanlar da bu eski fikirleri daha da genişletmek için canla başla çalışmaktalar.
Şöyle baktığımızda önümüzde çok fazla örnek yok. Progresif metalde bir yandan Blotted Science, Canvas Solaris ve Degree Absolute gibi deneysel ve teknik müzik projeleri varken bir yandan da bu klasik fikirleri devam ettirmeye çalışan Vanden Plas, Threshold ve Shadow Gallery gibi gruplar mevcut. Amerika çıkışlı Redemption’ı da bu bağlamda klasik fikirleri sürdüren gruplar mertebesine dâhil edebiliriz. Redemption, grup elemanlarının Symphony X, Fates Warning, Prymary ve Balance Of Power gibi nitelikli topluluklardan oluştuğu bir “süper grup” projesi. Gitarist ve klavyeci Nicolas van Dyk’in patronu olduğu bu topluluk 2003 yılındaki kendi adlarını taşıyan ilk albümleriyle (Symphony X desteği ile) bir yerlere gelmeyi amaçlamıştı. Ardından 2005 yılındaki “The Fullness of Time”ın başarısı ve sonraki albüm olan “The Origins of Ruin” ile bunu devam ettirmesi sonucunda geldikleri nokta ise “Snowfall On Judgment Day”i gösteriyor.
Redemption’ın müziği hiçbir zaman teknik öğelerle çok fazla süslenmemiştir. Power metalden aldıkları bazı kalıpları “teknik-düz-teknik-düz” şeklinde beste içerisine adapte edip klavyelerle beraber kompleks öğelerle süslemeyi amaçlarlar. Bunun en güzel örneğini “The Fullness of Time” albümünde çok iyi görmüştük. “Snowfall On Judgment Day” albümünde de bu yapı aynen korunmakta, fakat bu sefer bunu daha da geliştirerek önümüze çok açık bir şekilde sundular. Vokalist Ray Alder’in müthiş performansı, gitaristlerin zaman zaman thrash metal etkilerini göz ardı etmeyip o kesik kesik rifleri kullanışı, yeni alınan klavyeci Greg Hoshariah’ın grubun sound’unu daha da çeşitlendirmesi bize bu albüm hakkında ipuçları sunuyor.
Öncelikle bu albümün en dikkat çekici yanı ses kalitesi olmakla birlikte grubun önceki albümleri dikkatle dinlendiğinde bu konuda hep bir şeyler eksikmiş gibi görünmekteydi. Sonuç olarak bu sorunun bu albümle çözülmesi ve artı olarak bestelerin hepsinin deyim yerindeyse “yağ gibi akması”da çok önemli bir özellik ihtiva ediyor. Bu düşünceden hareketle “Snowfall On Judgment Day”in Vanden Plas’ın “Christ 0”sundan veya Dali’s Dilemma’nın “Manifesto For Futurism” şaheserinden hiçbir eksiği yok.
İlk şarkı Peel’in güzelliğine dikkat çekerek buradaki gitar melodilerinin nakarat bölümlerindeki vokal melodilerine uyarlanması sonucunda klasik bir Redemption bestesi dinliyoruz. Davulcu Chris Quirarte’nin ritmik ve kompleks ataklarıyla birlikte gitar-klavye oyunlarının da albümün açılışındaki bu şarkıya çok yakıştığını düşünüyorum.
İkinci şarkı Walls ise albümün gidişatındaki en iyi bestelerden olduğu, klavyelerin ve ritim gitarların birlikte çok iyi açılımlar sergilediği bir şarkı. Ray Alder’in vokal melodileri çok zekice yazılmış ve bu sayede de albüme çok rahat alışabiliyorsunuz. Leviathan Rising özellikle ritim gitarlarda power metal etkilerinin olduğu, klavyeci Greg Hoshariah’ın kendini bir nebze gösterdiği iyi bir çalışma olmuş.
Ardından gelen Black And White World ise bu albümün en iyi bestesi olarak karşımıza çıkıyor. Bir Redemption sound’u ortaya çıkarıldıysa bunun en güzel örneğini yaşatıyor bu şarkı. Symphony X etkileri, Alder’in içten vokalleri ve klavyelerin klasik tonları bu besteyi daha da öncelikli bir konuma getirmiş.
Dream Theater’dan James Labrie’ın konuk olduğu Another Day Dies, Hammond org tonlarının kullanıldığı Keep Breathing ve 11 dakikalık epik Love Kills Us All/Life in One Day ise albümün keskin şarkılarından üç tanesi.
“Snowfall On Judgment Day” ile grup kariyerinin en başarılı albümlerinden birisine imzasını attı. “The Fullness of Time”ın sound’unun daha da geliştirildiği, çok tatmin edici gitar soloların bulunduğu, gruptaki bütün müzisyenlerin birbirleriyle uyumunun had safhada olduğu ve bu sebeple de başarının kaçınılmaz olarak sergilendiği, geçtiğimiz senenin en iyi albümlerinden birisiydi.
Üç-dört yıldır çılgınlar ötesi progresif deathcore gruplarını gözünden kaçırmayan, buldu mu onları anında himayesi altına alan Sumerian Records’tan yine bir çılgınlar ötesi grupla daha karşı karşıyayız. After The Burial, 2004 yılında kurulmuş, deathcore’dan ziyade metalcore çizgisine daha yakın bir grup. Metalcore denince hemen suratı ekşiyenler, söylenenler olacaktır muhtemelen. Ancak suratı ekşiyenleri temin ederim ki eğer grubu dinlerlerse önce o ekşi surat şaşkınlık ifadesine dönecek, sonra ekranda sihirli bir yumruk belirecek ve o suratta bir güzel patlayacaktır.
After The Burial’la “ne iş lan bu Sumerian Records” diye araştırırken karşılaşmıştım. Sumerian Records’u bilmeyenler için şöyle söyleyeyim, progresif deathcore tarzında yeni olduğu kadar profesyonel olan grupların albüm çıkarmalarını sağlayan bir plak şirketi kendisi ve bu tarzda en gözde grupları barındırmakta. Bu durum öyle bir hale geldi ki artık çıkan gruplardan hangilerinin Sumerian Records’a ait olduğu kestirilebiliyor. Yani grubu dinleyip “abi tamam, bu grubun plak şirketi olsa olsa ‘Sumerian Records’tur” deniyor. Özellikle Amerikalılar arasında çıkan ‘Sumeriancore’ geyiği de cabası.
Böyle bir kategoriyi fazla duymuyoruz, ancak After The Burial’ın yaptığı müziğe rahatlıkla ‘progresif metalcore’ denebilir. Albümü düşününce aklıma hemen gelen faktörleri, kalite kokan riflere eklenmiş seçmece ve aksak breakdown’lar, 8 telli gitarlar, yer yer Meshuggah’yı hatırlatan tınılar, enerjinin bir saniye bile duraklamaması, en önemlisi de albümün tek bir saniye bile baymaması, hatta yeniden dinleme isteği uyandırması biçiminde sıralayabilirim.
Grup metalcore’un yumuşak yönüne neredeyse hiç elini sürmeden, agresif yöne yoğunlaşıyor. Vokal yırtıcılığını hiç bırakmazken davul da kimi zaman blast’e kimi zaman kroslara abanıyor. Davul ayrıca çalan riflerin arkasını mükemmel bir biçimde tamamlıyor. Tek başına duysanız pek özellikli bulmayacağınız bir rifi öyle bir tamamlıyor ki hiç burun kıvıramıyorsunuz. Zaten albümde teknik olduğu kadar “groove” havalar da esiyor. Bu da albümü dinlemeyi kolay kılıyor. Dinler dinlemez grubu sevip sevmeyeceğinize karar verebiliyorsunuz. Seveni hemen çarpıyor. Hele bir de uzun süre metalcore dinlememiş iseniz demeyin keyfinize.
“Rareform”da her bir parçanın ayırt edici bir özelliği var. Parçaların orgazm noktaları (“ahhh işte orası, işte orası!” dediğimiz yerler) birçok kişi için farklı olabilecek noktalar. Yani ana rifle sınırlı değil. Ana rif demişken parçalarda ana rifler varla yok arası. Rif değişikliği çok olduğu için, bir kez daha tekrar edilen bölüm oldu mu onu ana rif sayıyorum. Bunu düşününce klasik metalcore formundan oldukça farklı geliyor albüm.
Breakdown’ları ise tüm bunlardan ayrı tutuyorum, çünkü bu albümün sadece breakdown’larını alsak başka bir albüm çıkar. Hepsi birbiriyle yarışacak cinsten. Kısacası, size şurada dakika saniye hesabı yapsam ya da parçalar içi bölümlerden bahsetsem kendi övgülerim içinde boğulur, işin içinden çıkamam.
Nedense grup bu albümü ikinci bir kez basmayı tercih ederek biraz daha farklı tonlar ve yeni vokalle yeniden kaydetmiş. Çok gerekli bulmasam da kendilerinin bileceği iş. Ses kalitesinde daha gelişme olduğunu kabul ediyorum ancak eski vokal daha çok hoşuma gitti. Şimdiki vokali tabii ki kötü değil ama eski vokal daha derinden söylediği için olsa gerek bana daha çok hitap ediyor. Şimdiki gibi hardcore’a daha yatkın vokal piyasada bolca var. Ancak bir önceki vokal gibisine pek rastlanmıyor.
Karşınızda çok ekstrem bir albüm olduğunu söyleyemem ancak emin olun bu, türündeki diğer albümler gibi değil. “Rareform” kendini her açıdan belli eden, yılın en iyi metalcore albümü olabilecek kadar güçlü, tüm türler için böyle taze kanların gerekliliğini bize yeniden hatırlatan bir albüm.
IRON MAIDEN ayrılığından sonra bir şekilde yolunu bulmaya çalışan BLAZE BAYLEY, yeni albümü “Promise and Terror”ün detaylarını açıkladı.
1 Şubat’ta çıkacak “Promise and Terror”, konser albümleriyle birlikte BLAZE BAYLEY’nin on yıl içindeki sekizinci ürünü olacak.
01. Watching The Night Sky
02. Madness And Sorrow
03. 1633
04. God Of Speed
05. City Of Bones
06. Faceless
07. Time To Dare
08. Surrounded By Sadness
09. The Trace Of Things That Have No Words
10. Letting Go Of The World
11. Comfortable In Darkness
Hatırlanacağı üzere BAYLEY 2008 yazında, bir önceki albümü “The Man Who Would Not Die”ın çıkışından bir gün önce eşini kaybetmişti.
Her yıl albüm çıkarmazsa ölecek hastalığından muzdarip Fin folk metal grubu KORPIKLAANI, merakla beklenmeyen yeni albüm haberini verdi.
Grup, şu sıralarda turladığı “Karkelo” albümünün turnesi biter bitmez bu sene içinde yeni albümünü kaydedip çıkaracağını açıkladı.
Albümleri arasındaki süre neredeyse aylarla ifade edilmeye başlanan grubun bu haberi, ciddi tutumlu çeşitli internet sitelerinde dahi esprili şekilde duyuruldu.
Nuclear Blast ise yapmadığı açıklamada KORPIKLAANI’nin sözleşmesinde her yıl albüm çıkarma zorunluluğu gibi bir madde olmadığını, grubun bildiğin arsızın önde gideni çıktığını belirtmedi.
Güzel dünyamızda okyanusların derinliklerinde yaşayan, balık, kalamar ve elma dilim patates ile beslenen (fast food kartelleri denizin dibine de şube açmış), biz fani insanların hiç göremediği (Ajda Pekkan’ın belki de gördüğü) dev katil ahtapotlar var mı bilmiyorum ama bunların karada yaşayan kuzenleri kesinlikle var ve ben aramızda dolaştıklarından son derece eminim. Teksaslı ekol davulcu Gene Hoglan’ın son (daha doğrusu ilk) DVD’sini izledikten sonra bende oluşan kanı bu.
Aslında daha düne kadar bu adamın çaldığı albümleri dinler, kulaktan çıkarabildiğim kadarıyla yetinip “şuradan üçüncü kol çıkıp hi-hat’e vursaaa, bu trampeti de merdivenlerden aşağı yuvarladığını düşünürseeek, hah tamam!” şeklinde yorumlarla olayı geçiştirirdim ve böyle açıklamalar bir şeyi gözüyle görmeden hayatta rahat etmeyen (zaman zaman başınıza belalar açabilen bir özellik) bana kesinlikle yetmezdi. O yüzden fazlasıyla geciken (2006-2007 gibi piyasaya çıkması planlanıyordu) şu DVD’yi izlemek benim için gerçek bir aydınlanma seansı oldu. Dark Angel, Death, Testament, Strapping Yound Lad, The Almighty Punchdrunk, Opeth, Dethklok, Mechanism ve son olarak Fear Factory’de baget sallayan Gene Hoglan’ı en iyi yaptığı işi yaparken izledikçe inanın beklediğimiz her yıla değdiğini düşüneceksiniz.
“The Atomic Clock”ı sipariş ettiğimde geçtiğimiz yılın son haftalarını yaşıyorduk. Kargonun Lisa (Hoglan, Gene’in kızkardeşi) tarafından postaya verildikten sonra İstanbul’a ulaşması 8 gün kadar sürdü. Diğer şehirlerde yaşıyorsanız da bu sürenin uzayacağını pek zannetmiyorum. Paketten DVD (imzalı) dışında yine Gene’in imzaladığı bir Pearl promosyon kartı da çıktı. Sunum oldukça basit, daha fazlasına da zaten gerek yok. Haliyle vakit kaybetmeden hemen açıp bu müzisyenlik (sadece davul demek yetersiz olur) dersini izlemeye başladım.
Bundan 5-6 yıl önce (yaban ellerinde kürek cezamı doldurduğum günler) Gene’le bir süre sohbet etme imkanım olmuş ve her şeyden önce ne kadar açık sözlü bir adam olduğu dikkatimi çekmişti. Aynı durumu bu DVD’de de görüyoruz. Gene davulda çaldığı birçok partisyonun, yaptığı birçok numaranın aslında diğer davulculardan aşırma olduğunu peşinen söylüyor (Bunu kendisine ünlü davulcu ve klinikçi Dom Famularo [dünyanın en neşeli insanı olması kuvvetle muhtemel] tavsiye etmiş). Bu da ne kadar rahat, kendisini çok da ciddiye almayan ve komplekssiz bir davulcuyla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Birçok yerde bageti düşürdüğü yerleri silmeyip olduğu gibi bırakması da yine “bakın ben de insanım” tavrıyla açıklanabilir. Video boyunca takındığı genel tavır da aşağı yukarı aynı. Ne çok Aliye Rona’sal bir mürebbiye tadında, ne de olayı çok sulandırmış. Her şeyi yakın bir dostuna anlatırmış gibi anlatıyor. Ayarı çok güzel tutturmuş.
Gene buradaki şarkıların çoğunda bileklerinde ağırlıklar olduğu halde çalıyor. (Ağırlıklarla ilgili son derece yerinde tüyolar da veriyor ama hepsini burada anlatırsam DVD’yi almanızın bir anlamı kalmaz di mi?) Thrash, death, metalcore gibi uç türlerde bile davula dan dun girişmek zorunda olmadığınızı, yerinde kullanılırsa ghost note’ların, kasnak vuruşlarının ve diğer kimi şeylerin ne kadar etkili olabileceğini göstermiş.
Bu size biraz garip gelebilir ama Gene’in video boyunca üzerinde durduğu esas olay ne hız, ne teknik çalmak ne de blast beat’ler. Evet, abimiz bunlardan da (tabii ki) bahsediyor. Ama işte zurnanın zırt dediği yer. Dersi boyunca Gene en çok “ağız tadıyla çalmanın” önemine vurgu yapıyor ve kendisini etkileyen davulcuların (Aldridge, Powell, Peart, Castronovo, Emory vs) bu anlamda yolundan gittiğinin altını çiziyor. Böylece benim de favori ekstrem metal davulcum olmasının nedenini net bir şekilde ortaya koymuş oluyor.
Blastbeat sırasında bile trampetin neresinde gezineceğini çok iyi bilen, bunu yaparken bir de üstüne aksan katan (o hızda bunu yapmak için çok sağlam kontrol lazım) bir davul canavarıyla karşı karşıyayız. (Dev ahtapotlardan bahsederken şaka yapıyorum sanıyordunuz değil mi?)
Gelelim DVD’nin eksik yönlerine. Bir kere bence bir DVD için biraz kısa. Bonuslar hariç 85 dakika. Mechanism hariç diğer gruplardan çok fazla şarkı yok. Ben şahsen Dark Angel, Death, Testament zamanlarından 2-3 şarkı çaldığını da görmek isterdim. Bonus materyaller de daha fazla olabilirdi. Bunun dışında farklı kamera açıları seçemiyorsunuz. Stüdyo kısımları doğru saydıysam 4 kamerayla (biri hareketli) çekilmiş. Bazen sadece kick’leri gösteriyor ve siz o sırada ride’ı görmek istiyorsunuz ama bu mümkün değil.
Altyazı yok. İngilizceniz yeterli değilse bir arkadaşınızdan yardım almanız gerekebilir.
Bir de Gene’in sesli yorumlarını kapatamıyorsunuz. Gerçi bu çok da sorun olmayacaktır, Gene zaten muhabbetinden sıkılacağınız bir adam değil. Ama sadece müziği duymak isteyeceğiniz yerler de olabilir.
Peki 2010 başlarında (umarım) piyasada bulabileceğiniz bu DVD kimlere hitap ediyor? Bir kere Gene’in hayranıysanız kaçarı yok, zaten alacaksınız. Kariyerini 200 bpm’in üzeride şarkılar çalarak geçirmek isteyen davulcu arkadaşlar, sizlere söylüyorum. Sizin için bu DVD bir nimet. Ayrıca (ister klasik olsun ister death, hardcore, metalcore vb.) metal davulu çalanlardan crossover çalanlara, hard rock dinleyenden funk sevenlere kadar her tarzdaki davulcu bu videoda kendisini ilgilendiren bir şeyler bulacaktır. (Jilliane adlı popçu hatunun albümüne konuk olup çaldığı bayağı tatlı bir şarkının yanında, yakın arkadaşı Mr. Plow ve eski-Suicidal Tendencies gitaristi Rocky George’la yaptıkları country tarzında bir parçayı da videosuna eklemiş Gene.)
Bütün bunların dışında, davul çalmayıp başka bir enstrümana odaklandıysanız, fakat ileride stüdyo müzisyeni olmak gibi bir hedefiniz varsa, yazdığınız parçalarda davulların daha iyi tınlamasını istiyorsanız, bir davulcunun nasıl düşündüğünü öğrenmek, ona “aha bunu çalacaksın” diye verdiğiniz partisyonları gördüğü zaman “oo yeter ki sen iste güzelim, tabi çalarım, ameliyat parasını verip bana 2 kol daha taktırırsan neden olmasın” gibi cevaplarla karşılaşmak istemiyorsanız Big Gene size bunları da öğretecektir.
Sözün özü, eğitici bir metal DVD’sinden bekleyebileceğiniz her şey bu üründe mevcut. İmkanınız varsa mutlaka almanızı tavsiye ediyorum. Biraz kısa olsa da 30$lık fiyatını fazlasıyla hak eden bir DVD. Kendi türünde daha iyisi varsa beri gelsin.
Türkiye seçimini yaptı. PASİFAGRESİF okurları tarafından oylanan 2009′un “en”leri olayımız sona erdi. İşte ülke çapında merakla beklenen, milletin öğrenmek için kapılarda sabahladığı sonuçlar (isimlerine tıklayıp albüm yazılarına ulaşabilirsiniz):
Araştırmalara göre, 31 Aralık günü “seneye görüşürüz” esprisi yapan her on gençten onu, dayak olsun, itme kakma olsun çeşitli fiziksel saldırılara maruz kalıyor, canı yanıyor. Bu acı gerçek, acı gerçek de değil dram. Bir dram bu. Evet arkadaşlar bu drama mahal vermeyin, bu espriyi yapmayın, yaptırmayın. Lütfen… Lütfen…
Efsane grup SOUNDGARDEN, on iki yıl aradan sonra tekrar birleşiyor.
Chris Cornell’in Twitter adresinde açıkladığı birleşme, yurtta ve Türki cumhuriyetlerde coşkuyla kutlandı, güzel havayı da fırsat bilen halk parklara bahçelere akın etti.
Yirmi beş yıldır piyasada olan ve bu süre zarfında manyak çevre yapan Hollandalı müzisyen Arjen Lucassen, bilindiği gibi on sekiz bin adet müzikal projeyi aynı anda yürüten, bununla da kalmayıp pek çok enstrümanı çatır çatır çalabilen bir isim.
Bu projelerden en ünlüsü, şüphesiz ki AYREON. Şimdiye kadar yedi adet albüm çıkaran grubun en büyük övgüye mazhar olan albümü, 2004 çıkışlı -her zamanki gibi- konsept albüm “The Human Equation”dı. İçerdiği hayvan kadro sayesinde AYREON adını çok daha geniş kitlelere duyuran albüm, müzikal anlamda da çoğu hayran tarafından en iyi AYREON albümü olarak nitelendirilmişti.
Öncelikle bahsetmemiz gereken, albümün konsept anlamında çok özgür bir müzikal varyasyona müsade eden bir yapıda olması. Uzatmadan anlatırsak, kahramanımız (Me- James LaBrie/DREAM THEATER) gündüz vakti arabasıyla giderken bomboş yolda ağaca toslamak suretiyle mal gibi bir kaza yapar ve yirmi gün sürecek bir komaya girer.
“Civanım yiğidiiiim!” diye ağlayan eşi (Marcelo Bovio) ve “çok kral adamdı” diye zırlayan en iyi dostu (Arjen Lucassen) eşliğinde komada yatmakta olan kahramanımız, bu yirmi gün boyunca geçmişinden günümüze gelen zaman dilimlerini ifade eden farklı hayaller görerek adeta hayatının bir muhasebesini yapar. Albümdeki her şarkı, bu günlerden birini ifade etmektedir.
Bu süreçte çocukkene kendisini tokat manyağı yapan babasını (rahmetli Mike Baker/SHADOW GALLERY) ve onu acımasız bir hırbo yapan okul kabadayılarını da içeren bir iç hesaplaşmaya gider. Bu süreçte Korku (Mikael Akerfeldt/OPETH), Acı (Devon Graves/DEADSOUL TRIBE), Mantık (Eric Clayton/SAVIOUR MACHINE) ve Kızgınlık (Devin Townsend/THE DEVIN TOWNSEND BAND/STRAPPING YOUNG LAD) gibi duyguların dile geldiği ve adamımızın iç dünyasını ortaya döktüğü bir psikolojik yolculuğa tanık oluruz. Bu arada öğreniriz ki bu dangozun kaza yapma sebebi karısıyla en yakın arkadaşını fingirderken görmesi ve buna sinirlenip hıncını arabasından ve ağaçtan çıkarmak istemesiymiş. Her neyse bu üçü bir şekilde bir orta noktada buluşurlar ve birbirlerini affederler, mutlu mesut takılır öylecene giderler.
Hikaye sonu itibariyle ilk albüm “The Final Experiment”la başlayan AYREON dünyasında temelleri atılan Dream Sequencer’a bağlar ve “İnsan Denklemi programı iptal edildi. İyi günler. Hayal Yineleyici sistemi çevrimdışı” diyerek albümü sonlandırır.
Evet konsept bu. Farklı yaşam dönemlerini anlatması sayesinde müzikal anlamda da bambaşka mecralara akan albüm, elbette ki çok farklı ve karakterlerine mükemmel oturan vokalist kadrosuyla öne çıkıyor. İsim saymayı anlamsız kılacak düzeyde başarılı “yönetilmiş” bir vokal performansının olduğu albümde, müzikal olarak da pek çok referans bulmak mümkün. YES’ten DREAM THEATER’a, GENTLE GIANT’tan IRON MAIDEN’a, JETHRO TULL’a kadar pek çok farklı rock akımının etkisinin gözlendiği “The Human Equation”da progresif rock ile progresif metalin dengeli ve birbirlerine saygılı bir flörtü söz konusu.
Genelde çoğu şarkı belli bir melodiye ya da rife odaklı sürse de, sağdan soldan giren farklı karakter ve enstrümanlarla her şarkı başladığının çok dışında, bambaşka yerlere gitmekte ve albüm gerçek anlamda bir yolculuğa dönüşmekte. Bu noktada, kotarılmasının gayet zor olduğu her halinden belli olan bu konsept albümün en önemli yanlarından biri ortaya çıkıyor, o da albümün, konsept içeriğini tam anlamıyla besleyen bir müzikle yönlendiriyor oluşu.
Vokallerin ses renkleri ve karakterleri, temsil ettikleri kavramlara öylesine güzel oturtulmuş, besteler yine ifade ettikleri dönemlere öylesi güzel uydurulmuş ki; örneğin Me’nin kendiyle yüzleşmeye ilk kez başladığı Voices’ta gerçekten de bir yeniden doğuş, umutla merakın iç içe geçtiği bir arayış hissi varken, olağanüstü klavye melodileriyle insanı büyüleyen Childhood‘da odasında tek başına düşünen bir çocuğun zihnine gidiyor, School’da okuldaki ilk günlerinde büyük çocuklar tarafından ezilen bu çocuğun sıkıntısına, bunun üstesinden gelmesine tanık oluyorsunuz. Öyle ki, sözleri içinden çekseniz de sanki sadece şarkı isimleri bile sizin bu müzikleri yine bu konuları ifade ediyormuş gibi algılamanıza yetecekmiş gibi.
Lucassen’in “hayatımda gördüğüm en komple davulcu” dediği Ed Warby’nin (GOREFEST) döktürdüğü, manyak ötesi bir klavye performansının olduğu, artık bahsetmekten bıktığım vokallerin muazzam çeşitliliği ve arkada hiç durmadan değişen melodi ve duygu cümbüşünün hayran olunacak bir senfonik derinliğe sahip olduğu “The Human Equation”, iki yıl süren yazım aşaması ve ulaştığı bu dehşetengiz sonuç ile dinleyiciyi bir an olsun bırakmayan; müzikal ve sözel konsepti bir yana, üzerinde psikopatça uğraşıldığı ve her salisesine ayrı ayrı özenildiği çok bariz bir eser.
Metal operası kavramını tam anlamıyla karşılayan, her ne kadar ilk CD’sinin ikinci CD’sinden daha iyi olduğunu düşünsem de müzikaliteyi asla düşürmeden yüz üç dakika boyunca bambaşka duygular yaşata yaşata ilerleyen, siz istemeseniz de bir şekilde içinize dokunan, kapağından tutun da harika tasarlanmış albüm kitapçığına kadar her anlamda harika bir albüm.