AXL ROSE. Guitar Hero III: Legends of Rock’ı yapan oyun şirketi Activision’a, GUNS N’ ROSES şarkısı “Welcome to the Jungle”ı kullandıkları için dava açmış.
Oyun çıkmadan önce AXL şarkıyı kullanmaları için şirkete izin vermiş ve tüm anlaşmalar yapılmış. Lâkin AXL’ın şarkının kullanılması için tek bir şartı varmış. O da oyunda AXL’ın can düşmanı SLASH’in grubu VELVET REVOLVER’dan şarkı olmaması. Ancak oyunda birden fazla VELVET REVOLVER şarkısı bulunuyor. Oyunun çıkışından “üç yıl sonra” bu durumu fark eden AXL, bir anda celâllenip şirkete 20 milyon Dolar’lık bir dava açmaya karar vermiş.
Guitar Hero III: Legends of Rock’ın birden fazla VELVET REVOLVER şarkısı barındırmasının yanı sıra, AXL’ın oyunda yer almasını istemediği SLASH’in, oyunun resmi tanıtıcısı ve promosyon yüzü olması, oyun kutusunun üstünde resimlerinin bulunması ve oyunda seçilebilen bir karakter olması da olayı daha bir ilginçleştiriyor.
Akerfeldt, Lindgren, Lopez, Mendez ve Wiberg… Kelimelere nereden başlayacağınızı bilememek gibi bir sorunla karşılaştığınız zaman düşünmemek ve yazıya damdan düşer gibi giriş yapmak en iyisi bence. Açıkçası Opeth gibi bir grubun albümünü tanıtabilmek için çok fazla düşünmemek gerek ve insanın biraz kelimelerle doğaçlama yapması hikaye anlatır gibi anlatması iyi olur gibime geliyor. İnsan bu grubun herhangi bir albümü hakkında ne yorum yaparsa yapsın ister istemez mutlaka içine biraz kişisellik katıyor. Bu da bu grubu çok sevmesinden kaynaklanıyor.
Opeth ile tanışıklığım “My Arms Your Hearse”ın yeni çıktığı zamanlara denk geliyor. O dönem her zaman alış veriş yaptığım bir müzik marketin camında “Morningrise“ın kapağı asılıydı ve üzerinde sadece “Swedish Extreme Progressive Metal” ibaresi vardı ve bu benim çok dikkatimi çekti. Tabii bu şirketlerin koyduğu bir tabirdi ben pek üzerinde durmamıştım. O zamanlar devamlı delicesine Shadow Gallery, Vanden Plas, Porcupine Tree, Dream Theater dinlerdik ve bu işin ekstremi nasıl oluyor bir bakalım dedik. En sonunda dayanamadım gittim aldım albümü ve çok orijinalite kokan bir albüm olduğunu söyleyebilirim “Morningrise”ın. Sırf meraktan dolayı “My Arms Your Hearse”ı da almıştım fakat bu albüm o kadar dikkatimi çekmedi. O günden bugüne grubun gelişimini devamlı takip ettim nasıl müzisyenlerle çalışıyorlar grup elemanlarının müzikal zevkleri nedir bunu kendi dinlediğim müziklerle
yorumladım ve adamları bir kere daha takdir ettim. Çünkü yeryüzünde heavy metal müziği içerisinde Opeth’e benzer bir topluluk yoktur. Varsa da zaten bu taklit olabilir. Bu benim için orjinalliktir. Opeth gibi bir grubun müziği aynı dönemde çıkmış hemcinslerine bakıp “Opeth şu gruptan etkileniyor bu gruptan etkileniyor” diyebileceğiniz bir düşüncede değil, aksine bu etkileri direkt olarak 70′lerdeki o progresif dünyasıyla açıklayabilirsiniz. Bu konu hakkında en fazla diyebileceğiniz şey ise müziklerinin klasik heavy metal gruplarından etkilendiğidir. Ama bu düşünce Opeth müziğini düşündüğünüz zaman o kadar havada kalıyor ki… “My Arms Your Hearse” albümünden itibaren grup çok fazla müzikal değişim içerisinde girmedi, ta ki Steven Wilson ile çalışana kadar.
Steven Wilson Opeth’in müziğini tersyüz eden bir müzisyen, şarkı yazarı ve prodüktördür. “Still Life“dan sonraki “Blackwater Park” albümüne baktığınızda oradaki Bleak, Harvest gibi bestelerin ne kadar farklı olduğunu hissedersiniz. Bu farklılığın asıl sebebi Steven Wilson’dır. O zamanlar Akerfeldt Wilson’dan aldığı bazı etkileyici düşünceleri albümdeki bestelere uygulamış ve çoğunu da albümde kullanmıştır ki daha sonra “Damnation“/”Deliverance” gibi iki adet şaheser çkmıştır. “Ghost Reveries”e gelene kadar bir progresif rock şaheseri olan “Damnation”daki besteler grubun hayranlarını baya şaşırtmıştı. Bugün 40-50 yaşlarını çoktan devirmiş progresif rock dinleyicilerine albümü dinlettiğimde çoğu “Damnation”ı iyi bir albüm olarak görür. Eğer bir grup bunu bir çok dinleyiciye düşündürtmüşse Opeth doğru yoldadır diyebiliriz.
“Ghost Reveries” grubun Steven Wilson’dan sonraki ilk hamlesiydi. Grupta Akerfeldt, Lindgren, Lopez, Mendez dörtlüsüne Spiritual Beggars’dan Per Wiberg isimli bir hammond org ve mellotron delisi dahil oluyordu. E tabii ister istemez bu da müziklerinde farklılık yaratacaktı. Çünkü proogresif death metal etkili bir müziğin içerisine çok detaylı melodiler veren tuşlu bir çalgı koyduğunuzda bu ister istemez bestelerde bir değişiklik yaratır onu genişletir ve daha iyi kurgular. “Ghost Reveries” de diğerlerinden böylesine ayrılır ve bu albüm Opeth tarihinin en temiz kaydedilmiş albümüdür. Her enstrümanın sesini çok iyi bir sette tane tane duyabileceğiniz bir yapıya sahiptir. Miksaj kusursuzdur ve bir çok gruptan tanıyabileceğiniz prodüktör Jens Bögren ise Steven Wilson sonrası grubu çok iyi sırtlamış ve Opeth diskografisinde en yukarılarda durabilecek bir albümün zanaatkarlığını üstlenmiştir.
Bazı dinleyiciler bu albümün o kadar da farklı olmadığını, şarkıların yeterince etki yaratamadığını savunurlar ama Opeth albümleri içerisinde bestesel bazda şarkıların altyapılarına dikkat kesildiğinizde bunun böyle olmadığını çok rahatlıkla anlayabilirsiniz. Albümün ilk şarkısı Ghost of Perdition en başarılı Opeth açılışlarından birisi. Akerfeldt’in brütal vokalleri bir yana şarkının zaten ilerleyen bölümlerinde başlayan akustik fırtınaya Mikael’in sesinin etki etmesi sonbaharda ağaçlardan yaprak düşmesine eşdeğer büyüleyici bir hadise. Kesik kesik gitar riflerinden sonraki 4:56′da ritim gitarla başlayan ve Lopez’in teknikal ataklarında inanılmaz progresif bir yapı mevcut. 7:08′de başlayan Per Wiberg’in o klavye tonu o kadar güzel ve arkasından gelen Akerfeldt vokalleri o kadar ince ki insan işte burada bir şey diyemiyor.
Groovy gitar rifleriyle başlayan The Baying of the Hounds Opeth’in yine değişik işlerinden bir tanesi. Per Wiberg’in hemen şarkı başında kullandığı org tınıları 70′lerdeki prog rock kayıtlarından çıkma sanki. “Ghost Reveries”, şarkı sözlerinde yine ölüm, anne, orman, hayalet gibi alışageldiğimiz kavramsal imgeleri içerisinde barındırıyor. Akerfeldt bu The Baying of the Hounds’u yazarken 70′lerin acid folk grubu Comus’un 1970 yılı “First Utterance” adlı albümünün ilk şarkısı Diana’dan baya etkilenmiştir. Ayrıca bu albüm Akerfeldt’in hayatında çok önemli yer tutar. Kendisi bu albümün tişörtüne ve plağına da sahiptir. 1970′lerle bu kadar ilgili bir müzisyenin oluşturduğu bestelerde bu kadar farklı oluyor işte. Bir sonraki şarkı Beneath The Mire’ın hemen başlangıcındaki Per Wiberg nüansları bestenin en büyük kazancı. Düşünsenize Wiberg olmasa bu şarkı ne halde olurdu? 1970′lerin Alman progresif rock gruplarınca çok kullanılan bu klavye ve mellotron tonlarının Opeth şarkılarını ne hale getirdiği “Ghost Reveries”de o kadar net belli oluyor ki. 3:20′lerde giren Akerfeldt’in bluesy gitar melodileri ve akabinde gelişen bir melodi fırtınası. Bunu daha önceki Opeth albümlerinde fazla dinleyemezdik. Lopez’in jazz etkili ritimleri, kesik kesik çaldığı yerler ve zil vuruşları bile çok şiirsel. Bir sonraki şarkı Atonement’ın girişindeki gitar melodileri çok uzak diyarlardan geliyor bence. Akerfeldt o kadar geniş bir müzik dinleme kapasitesine sahip ki bu etkileri bestenin neresine koyacağını çok iyi biliyor. Lopez’in buradaki perküsyon vuruşlarını Güney Amerika’daki etnik müziklerde ve Arap müziğinin ritimsel zenginliğinde aramak mümkün. Bestenin hemen sonunda Per Wiberg’in tuşlu melodileri ise direkt olarak caz piyano ile ilgilidir. “Ghost Reveries”in işte bu yüzden artı noktaları diğer albümlerden çok daha fazla. Müzikal bir zenginlik var bu albümde. Reverie/Harlequin Forest’in hemen başlangıcında Per Wiberg’in yaptıklarıda bizi hayretlere düşürüyor. Çünkü elektronik müzik grubu Tangerine Dream’in ve dolayısıyla Klaus Schulze’nin 70′lerdeki o albümlerde kullandığı o tonlar bu bestedeki yaratıcılığı arttrımış. Mikael’in temiz vokalleri ve bestenin akustik geçişleriyle birlikte Wiberg denen şahsiyetin bu grup için ve bu albüm için ne kadar da önemli olduğunu bir kez daha anlıyoruz. Akustik bölümlerde şarkının altyapısına dikkat edin ve Wiberg’i duymaya çalışın, bu işte müzikal bir mastürbasyondur. Aynı durum House of Wealth için de geçerlidir. Çok fazla derinlik içeren pasajlarıyla bu beste değeri verilmemiş kategorisinde yer alıyor. Hemen akabinde çokça tartışılan The Grand Conjuration geliyor. Opeth gibi bir grubun böylesine modern tonajlamalarla ve melodilerle bir beste yaratışı ve hemen sonrasında yine çokça tartışılan klibinin çekilmesi ise bir çok Opeth fanı tarafından forumlarda ve bir çok yerde konuşuldu. Diğer bestelerin arasında çok ayrıksı bir yere sahip olan bu şarkı sanırım Opeth müzikal tarihinde çok sıradan bir yeri olacak. Bana göre çok
iyi bir şarkı ama çok modern olduğunu da ayrıca kabul ediyorum. Albümün son şarkısı Isolation Years ile albüm sona eriyor. Hani “Damnation”dan itibaren herkes o albümde yer alan Ending Credits’in Camel etkisinde olduğunu söylüyordu ya işte bu bestede de aynı şeyler mevcut özellikle ilk saniyelerdeki gitar melodilerinde bu çok belli oluyor.
Birth Control, Comus, Cressida gibi grupları kendisine rehber edinmiş, 70′lerin Progressive Rock müziğine gönül vermiş ve bu uğurda bir plak koleksiyonuna sahip olmuş bir müzisyen Akerfeldt. Grubun “Orchid“den itibaren müzikal gelişimine dikkat edin “Blackwater Park”a kadar hep bestesel bazda başarı sağlamış ama “Blackwater Park” ile ta ki “Ghost Reveries”e kadar da beste ile birlikte sound konusunda da epey yol katetmiş bir topluluktur Opeth. Vasat bir albümüne pek rastlayamazsınız, buna Akerfeldt izin vermez. Kendilerini tekrar ettiği de söylenemez. Hep farklılıklarla bir çiçek demeti sunmuştur dinleyicilerine. “Ghost Reveries” işte bu noktada önemlidir. Progresif rock ile birlikte, caz, Güney Amerika ve Arap etnik müziklerinden etkilenimlerle oluşturulmuş ve diskografide kendisine çok iyi yer hazırlamış bir albümdür. Son olarak keşke Martin Lopez ve Peter Lindgren ayrılmasaydı diyorum.
Baha ÖZER
İlk dinlediğim albümleri “Morningrise”ın beni büyülediği dakikaları nostaljik bir başdöndürücülükle hâlâ hatırlamama rağmen Opeth’in baştan sona en sevdiğim, en sık dinlediğim ikinci albümleri hep “Ghost Reveries” olmuştur. Kritik yazmak sadece kritik yazarının saatlerini tüketen albümlerden intikam alırcasına kendini üretken hissetmek istediği için karşıladığı bir ihtiyaç olmaktan öte, kendisi gibi birçok kişinin de sevdiği ortak bir şeyi paylaşmaya dayalı tipik bir koyunculuk mantığını da barındırdığından, Opeth’e yönelik bütün sevgimi rahat rahat, doya doya kusabileceğim asıl albüm “Morningrise” olsa da, bu albüme, özellikle bu albüme kritik yazmaktan da koyunca bir keyif duyacağım.
Sonraki albümlerine kıyasla biraz amatörce sayılabilecek ilk albümleri “Orchid”den sonra gelen çarpıcı duygusal pasajları sayesinde birçok metal severin gönlünde taht kurmuş “Morningrise”, “My Arms Your Hearse” ve “Still Life” albümlerini izleyen en erişilebilir albümleri “Blackwater Park” ve akabinde en sert sayılabilecek “Deliverance” ve üstüne bir akustik sanat eseri “Damnation”dan sonra progresif müzik öğelerinin daha öne çıktığı “Ghost Reveries” albümünde tek bir kusur, tek bir sönük an, tek bir tembel rif bulamıyorum. Deliverance çok sevdiğim bir albüm olmasına rağmen içinde fazla tekrarlar barındırdığından, sert duygusal fırtınalarıyla metal müziğin belki de en çarpıcı anlarından birkaçına tanık olmamıza rağmen ilk dört albümlerinden daha farklı duyguları hedeflediğinden ve “Watershed“in çok hızlı tükendiğini düşündüğümden “Ghost Reveries”i diğerlerinden biraz daha oturaklı ve olgun saymışımdır. Tabii yine de hepimizin farklı favorileri var ve hiçbir albümü diğerine üstün kılmak sözkonusu değil.
En eğlenceli pasajları süsleyen harikulade rif oyunlarıyla, incelikli kompozisyonlarıyla ve hep hatırda kalıcı güzellikte karmaşık şarkılarıyla Opeth’i sevmemizin esas nedeni olan deneyimli müzisyen Mikael Akerfeldt, bu albümde de hayranlarını hayalkırıklığına uğratmadı. Albümün doyurucu, ayrıntılı ve zengin akor bileşimlerinin, armonik gamların, çılgıncasına headbang yapmamızı sağlayıp üst üste sıralanan melodilerin ve kimi tamamen akustik, kimi yarı metal yarı akustik tipik Opeth iniş çıkışlarının en başarılı, en enerjik, en coşturucu numunelerini albümün özellikle ilk üç şarkısı barındırıyor. Albümün en uzun parçası Reverie/Harlequin Forest daha fazla tekrara, vokale, akustik pasaja, yavaş riflere dayanıp ilk üç parçaya kıyasla daha çabuk tükenir hale gelmiş, ama yine de her anında etkileyiciliğini koruyor. Albüm boyunca klavyeler rahatsız edici olmadan şarkılara yer yer eşlik ederken Atonenment, Hours of Wealth ve Isolation Years şarkıları klavye ve vokal melodileri üzerine kurulu interlüdler tadında albümden ayrılarak yer alıyor. 70’lerin progresif öğelerini çıplaklıkla barındırmasından ötürü bu interlüdler kimi günümüz dinleyicileri için, daha genç dinleyiciler için yer yer sıkıcı olsa da sakin duygusallıkları sayesinde kendini sevdirmeyi başarıyorlar. Opeth hayranlarının çoğunun klibine burun kıvırdığı The Grand Conjuration, albümün en üretken şarkılarından biri olmasa da bütün çeşitli öğeleri içinde en iyi dengelilikle bulunduran, sıkı, uzun bir parça.
Tıpkı bu albümde olduğu gibi bütün Opeth albümlerinde sürekli eleştirilen ve nefret edilen şey pasajların birbiriyle bağıntısızlığı, rastlantısal yan yanalığı ve gereksiz göründüğü iddia edilen akustik bölümleri olmuştur her zaman. Ama Opeth hayranları bu karakteristiklerin Opeth’i Opeth yapan kendine has imzalar hâline geldiğini, Opeth’in herkesi memnun etme gibi bir amacı olmadığını, piyasayı dolduran onlarca birbirine benzeyen albüm varken deneyselliğin övülmesi gerektiğini ve bu karakteristiklerin dinlemekle öğrenilen, alışılan ve sevilen kötü değil iyi şeyler olduğunu söyleyerek cevap vermişlerdir. Bunlara ben de katılıyorum. Hatta Akerfeldt’in bu huyunun hiç değişmeyeceğine dair mart ayından bir yorumuna da yer vermek istiyorum: ‘’Şu anda daha kolay kalıplara sokulmuş günümüz müziğinden aşırı bunalmış bir durumdayım. Basmakalıp metal müzik aranjmalarından iyice usandım. Yeni albümümüzün kompozisyonlarında hemen hemen hiç akıcılık bulunmayacağını düşünüyorum. Tamamen karman çorman olacak galiba, çünkü hem ben hem de bir grup olarak Opeth’in bu günlerde dikkate değer bulduğumuz şey bu. Alelacayip bir şey olmasını istiyorum. Şu ana kadar on dakikadan fazla süren bir parça yazdım ve kulağa acınası, rahatsız edici geliyor, ama kendim için iyi anlamda söylüyorum bunu. Parçaya başka rötuşlar yapar mıyım bilmem ama şu anda yazmak istediğim tür müziğin tonunu kesinlikle belirledi. Hayranlar olarak sizin, yazdığımız müzik hakkında ne düşüneceğini artık hiç kestiremiyorum. “Damnation” albümü nefret sağanağına uğradıktan sonra merak etmekten vazgeçtim. Bekleyip neler olacağını göreceğiz galiba. Bunca yıl boyunca süren desteğinize gerçekten minnettarım. Her birinizi memnun edemediğim için üzgünüm ama hepimizin bildiği gibi işler böyle yürümüyor.”
En iyi Opeth albüm prodüksiyonu ödülünü bence “Ghost Reveries” kazanıyor. Müzikte her öğe stüdyo aygıtlarından en ustalıklı şekilde yararlanılarak kusursuz bir dengeye oturtulmuş. Vokal yankıları, ani sessizlikler, kristal berraklıkta enstrüman tınıları, öncü ve ritim gitar ses yüksekliklerinin dengeli orantısı, müziğin arkaplanına göze batmadan eşlik eden klavye dokunuşları ve klasik gitar notaları, kısaca her bir öğe kendi küçük yörüngesinde metronomik bir mükemmelikte ilerliyor. Tabii teknoloji müzikal ayrıntıları mükemmel bir isabetlilikle vurgularken atmosferi de öldürecektir ister istemez. Opeth’in ilk dört albümlerindeki daha boğuk, organik, kuru ve çiğ prodüksiyonu tercih edenler pek memnun kalmamıştır bu albümün prodüksiyonundan. Ama Opeth gibi başarılı nota serilerinin işitselliğini hedef alan müzikte boğuk bir atmosfere gömülme ihtiyacını hissetmeyen, atmosfer ve işitsellik arasında bir denge kurulması gerektiğine inanmayan, sadece birini vurgulayıp öbürünü dışlayan bir ayrım olmasını tercih edenleri son derece mutlu edecektir.
Kimi hayranlar ilk albümlerin hikâyeci şarkı yapılarından ötürü daha fazla üretkenlik ve renklilik barındırdığını, pasajların daha duygusal olduğunu söyler. Doğrudur bu. Ama sevilmelerine rağmen Slayer, AC/DC, Testament ya da Deicide gibi birbirinin aynı albümleri din adamlarına özgü bir sofulukla yeniden yazıp duran gruplardan biri olmadığı için, stillerini rahatlıkla değiştirmekten ve hayran kitlelerinin öfkesini düşünmeden yeteneklerini yeni tınılarda kanıtlamayı tercih ettikleri için Opeth hayranlarının büyük çoğunluğu artık Opeth’ten sürekli birbirinin aynı müziği gelmeyeceğini kabullenmişler, hatta kabullenmekten ziyade bundan zevk duyar olmuşlardır. Opeth’in en çok Morningrise albümünü seven benim gibi kişiler bile yeni Opeth albümleri üzerinde hâlâ şevkle ve ısrarla konuşabiliyorsa, yeni Opeth albümlerinden neler geleceğini samimi bir merak ve heyecanla bekliyorlarsa, bunu başarıya ulaşan ilk albümlerinin stilinden vazgeçmekten korkan büyük grupların aksine yapmayı istedikleri şeyi yapmak adına kendilerini sürekli yeni esintilere davet etmelerine, bazılarının iddia ettiğinin aksine piyasacı olmamalarına ve kimseden çekinmemelerine borçlular.
Bu albümü dahiyâne yapan bir başka öğesi ise şarkı sözleri. Muğlak ve mistik bir romantizm içerikli şarkı sözleri yazmakta ne kadar başarılı olduğunu önceki albümlerinde bize kanıtlayan Akerfeldt, bu albümde büyücülük, hayaletler ve şeytani ayinler gibi çeşitli okült temaları yalıtılmışlık ve yalnızlık gibi insan doğasının zayıflıklarıyla yer yer bağdaştırmış. Pek az grubun bir şarkı nakaratına koyduğu vokal dizelerini uyum ve çarpıcılıkla dinleyiciye hissettirebildiği bir dönemde Akerfeldt hem melodramatik, sihirli ve sofistike clean vokali sayesinde akustik pasajlarda zekice vurguladığı umutsuzluk dolu dizeler, hem de gür ve güçlü böğürtü vokaliyle dağıttığı korkutuculuk yüklü dizelerde şarkı sözü yazmanın ve söylemenin nasıl en çarpıcı biçime sokulabileceği hakkında bütün metal gruplarına sıkı dersler veriyor.
Bu albümde birbirinden farklı her bir şarkının her bir pasajını, sanki organik bir canlının kemiklerini, damarlarını, çeşit çeşit organlarını ve sinirlerini bir mikroskop altında uzun uzun inceleyen bir biyolog titizliğiyle suyu çıkana kadar irdeleyebilirim ama bu albümü bir bütün olarak tahayyül etmeye yardımcı olmayacaktır. Bu albüm progresif rock müziğin, death metal müziğin, caz müziğin, akustik duygusal müziğin, piano müziğin çeşitli esinlenmelerini içinde aşırı bir malzeme ve ayrıntı saplantısı üzerinden mükemmel bir orantı ve ustalıkla barındırıyor. Bu çalışmanın anlatmakla bitmez başarısı olduğu gibi tanımlansa yeterli olacaktır, mesela en iyi Opeth albümlerden biri denebilir. Benim için olmasa da birçok Opeth hayranı için gerçekten de en iyi Opeth albümüdür.
DIO’nun ölümüyle birlikte faaliyetlerine son veren HEAVEN & HELL’in ardından, TONY IOMMI tekrardan şarkı yazmaya başladığını açıkladı.
IOMMI’nin yazdığı şarkıları, DIO’nun eşi Wendy Dio’nun da geçtiğimiz günlerde “Farklı bir isim altında mutlaka devam etmeliler” dediği HEAVEN & HELL için mi, yoksa solo albümü için mi yazdığı konusunda henüz bilgi yokmuş. IOMMI, “Sürekli yeni rifler yazıyorum. Şu aralar tek yaptığım bu. Oturup yeni rifler yazmak. Genelde böyle şeyler söylemeyi sevmem, ama çıkan şeylerden çok memnunum” diye konuşmuş.
Albümle en ufak bir ilgisi olmayan anısal kısa giriş:
Altı, yedi yaşlarındayken bir kurban bayramında dedemlerin yazlığında kalıyorduk. Sabah kurban kesilecekti ve kesilecek koç da bahçede bekliyordu. Uyuyamadığımdan bahçeye indim ve birkaç saatlik ömrü kalan hayvanı sevdim, ona yaprak neyin vererek zavallı koçcağıza son kez baktım. Çok net hatırladığım, hayvana yarısı yeşil yarısı kırmızı, etraftaki diğer tüm yapraklardan farklı cins, büyük bir yaprak verdiğimdi.
Sabah kafası vücudundan ayrılmış hayvanın yarılan midesinden, daha tam sindirilmemiş halde yeşil kırmızı büyük bir yaprak çıktı. Canlısına verip ölüsünden aldığım o yaprak, o günden itibaren benim için kurban kelimesinin tanımı oldu.
(Çok kötü bir şekilde yazıyı bağlıyorum bak dikkat et.)
Ta ki bir sabah televizyonda, sırtlarına bağlı halatlarla oradan oraya zıplayan birtakım gençlerimizin olduğu o klibi görene kadar.
(Dedim ama…)
Neyse, yola koyulalım.
Türk rock müziği adına dinlediğin en iyi albümlerden biri olan “Kurban”, tıpkı ŞEBNEM FERAH’ın “Kadın“ı gibi doksanlar Türk rock müziğinin en önemli albümlerinden biri olmakla kalmayıp, en başarılı ilk albümler arasına da adını yazdırmayı bilen bir çalışmaydı. Tıpkı MİRKELAM’ın koşmalı klibiyle yaptığı gibi, KURBAN da çıktığı anda tüm Türkiye tarafından bilinen bir isim haline gelmişti. Aşırı derecede akılda kalıcı melodisi ve nakaratıyla tam bir radyo hiti olan Yalan adlı bu şarkı, sıradışı klibinin de yardımıyla tüm kanallarda hiç durmaksızın çalıyor, rock müzik sevsin sevmesin dönemin tüm gençleri KURBAN fenomenine kapılmış gözüküyordu.
O dönemler ekstrem türleri şöyle böyle dinleyen biri olduğumdan, çok acayip bir müzik yelpazem yoktuysa da, KURBAN’ın birbirinin kopyası çerezlik rock gruplarından olmadığı, beste kabiliyeti yüksek, gitarı etkin şekilde kullanan bir topluluk olduğu bir şekilde belli oluyordu. Yalan çok acayip gitar kullanımına sahne olan bir şarkı değildi elbet, ancak bir şekilde bu şarkıyı içinde barındıran albümde, daha fazlasının olacağı izlenimine kapılmıştım. Ben de çıktım ve başka hiçbir şarkısını bilmediğim bu albümü alıp eve döndüm.
Daha intro’dan, bir rock grubu olan KURBAN’ın müziğindeki MEGADETH, METALLICA etkisi belli oluyor gibiydi. Çok güçlü bir gitar tonu, enfes bir davul kullanımı, gayet güzel vokal melodileri ve sırıtmayan sözler, şarkılar ilerledikçe “Kurban”ın gayet iyi bir albüm olduğunu bana göstermeye başladı. Deniz Yılmaz’ın ne yaptığını bilen bir müzisyen olduğu, Burak Gürpınar’ın sadece ritim tutmakla kalmayıp çok güzel partisyonlar yazdığı, basçı Kerem Tüzün’ün enstrümanına gayet hakim olduğu, an be an yüzümüze vuruluyordu.
Sorma’yla coşum coşum coşabilir, Gelme’yle kendinizi davula eşlik ederken bulabilir, Ben Değilim’deki ufak detaylara şaşırabilir, damar ötesi Kurban’da grubun beste kabiliyetine ve çok yönlülüğüne şapka çıkarabilirdiniz.
Albümün başarısındaki bence en önemli unsur, “Kurban”ın gayet Batılı bir sound’a sahip, modern bir rock albümü olmasına rağmen, hiçbir anında, daha geniş kitleye yayılma amaçlı bir yerel motif kullanma ucuzluğuna kaçmaması, arabesk tatlara başvurmaması, ama buna rağmen riflerde, melodilerde, bir şekilde bu topraklardan çıktığını hissettirmesiydi. MOĞOLLAR nasıl modern sound’larına rağmen Anadolu kokuyorsa, “Kurban” da bas bas bağırmaksızın bir “buradanlık” hissettiriyor, Anadolusal bir tını barındırıyordu.
Bu elbette ki besteleri yapan kişilerin vizyonu geniş ve zaman içinde dinlediklerini iyi özümsemiş müzisyenler olduğunun kanıtıydı.
Bildiğimiz gibi “Kurban” çok başarılı oldu. Yanlış hatırlamıyorsam ilk haftasında 50.000 sattı. Ardından grup METALLICA’nın önünde bile sahne aldı (o kısma girmek istemiyorum, kadın kıyafetleriyle çıkmak bence büyük bir hataydı). İkinci albümleri hoşuma gitmeyince ve KURBAN da ülkemiz rock gruplarının olmazsa olmazlarından türkü cover’lama furyasına dahil olunca, grubu takip etmeyi bıraktım. Son çıkan albümleri her yerden çok iyi yorumlar aldıysa da henüz dinleme fırsatım olmadı, ancak fırsat bulduğumda onu da alıp dinlemek niyetindeyim.
Kısacası ben bir KURBAN hayranı değilim, grubun şu anki kadrosunu dahi bilmiyorum, ama diğer yandan “Kurban”ın hayranıyım ve bugün dinlediğimde bile ne kadar kaliteli, yenilikçi ve zeki bir albüm olduğunu görebiliyorum. Albümün bu özellikleri dolayısıyla, bu son cümlemi 2030′da da kurabileceğimi düşünüyorum.
Bu arada midesinden yaprağı aldığım o sevimli koçtan bir et çıktı arkadaş, yaprak maprak görmedi gözüm valla o yaşımda yabaniler gibi pirzola sıyırdığımı falan hatırlıyorum. Hey gidi…
Yeni albümü “Sounds of Violence“ı çıkarmaya hazırlanan ONSLAUGHT, albümden “The Sound of Violence” ile MOTÖRHEAD cover’ı “Bomber”ı içeren bir double single çıkarıyor.
“Bomber”da, MOTÖRHEAD gitaristi Phil Campbell ile SODOM’dan Tom Angelripper konuk olarak yer alıyorlarmış. Hatta single kapağına tıklayarak kimi sample’lar dinlemek mümkün.
Aşağıdan da single kayıtlarına dair kısa bir bölüm izlenebilir.
Relapse Records, DYING FETUS’un “Destroy the Opposition” öncesindeki albümlerini yenilenmiş halde tekrardan piyasaya sürüyor.
Ocak ayının sonlarından itibaren belirli aralıklarla çıkacak olan albümler, yenilenmiş sanat tasarımları, bonus şarkılar, önceden yayınlanmamış fotoğraflar ve gruptan notları içerecekmiş. Yayınlanacak albümler, 1995′te çıkan ve grubun demolarının toplandığı “Infatuation With Malevolence”, 1996 çıkışlı “Purification Through Violence”, 1998 çıkışlı “Killing On Adrenaline” ve 1999′de çıkan “Grotesque Impalement” EP’si.
Metal müziğin, belli kalıplar içinde icra edilmekle en çok itham edilen kolu Black Metal olmuştur hep. Aslında çok da haksız olmayan bu ithamları kırmak için Folk-Black, Death-Black gibi etkileşimli türleri icra edenler dışında çaba gösteren de fazla olmamıştır aslında. Favorilerim arasındaki birkaç grup bile, bu çabayı göstermek yerine müzik tarzlarını kaydırmayı tercih etmiştir hatta. Bu kalıplar içinde mükemmel işler yapanlar elbette olmuştur; Taake gibi, Darkthrone gibi, Marduk gibi. Ve hala, bu gruplar, tüm icra kabiliyetlerine ve ortaya çıkardıkları muazzam eserlere rağmen, her an ortalama bir metal dinleyicisi tarafından “Abi tüm bilekmetal grupları aynı müziği yapıyor yae” suçlamasına maruz kalabilirler. Sebep aşağı yukarı her zaman, black metalin duygusuz ve amaçsız bir müzik olduğu iddiasıdır.
Deathspell Omega, işte tüm bu iddiaların çürüdüğü noktadır. Yukarıda bahsettiğim tüm kalıpların içinde başlayan bir müzik kariyeri, “Inquisitors of Satan” albümünden sonra bambaşka bir yöne sapmıştır. Gayet ortalama bir debut albüm olan Infernal Battles’dan sonraki Inquisitors of Satan her ne kadar bariz bir ilerleme olsa da, yine sıradan, ama başarılı bir Black Metal icrasıydı. Bu albümden sonra ise artık zurna zırt dedi, ve Deathspell Omega’yı en çok saygı duyulan black metal grupları arasına sokan süreç başladı.
Bildiğiniz gibi gruptan Shaxul’un ayrılışıyla Hasjarl’ın yanına Mikko Aspa isimli etine dolgun Finli abi geçiyordu ve “Inquisitors of Satan”ın çıkışından yalnızca iki sene sonra “Si Monumentum Requires, Circumspice” adlı muazzam bir albüm çıkartıyorlardı beraber. Bu albüm, aynı zamanda Deathspell Omega’nın Paracletus ile tamamladığı üçlemesinin de başlangıcını işaret ediyordu. “Si Monumentum Requires, Circumspice”in en önemli özelliği, Deathspell Omega’nın artık “başka bir black metal” yapmaya başlıyor olmasıdır bence tabii. İki sene öncekinden bambaşka bir hale gelmişti grup, ve gerek Tanrı – İnsan – Katolik Hristiyanlık ve bunların çürümesi üzerine olan kutsal kitapvari sözleriyle, gerekse koro pasajlarıyla perçinlenmiş atmosferiyle, alışılmışın çok dışında bir black metal icra ediyordu. Aradan sadece bir sene geçmişken çıkartılan Kénôse EP’si ise, “Si Monumentum Requires, Circumspice”deki değişimin aslında buzdağının görünür kısmı olduğunu anlatıyordu üçlemeyi bozmadan. Müzikal yapı olarak metalin en siyah haline neredeyse hiç dokunmayan, teknik death metal (özellikle Gorguts) rifleriyle (yapı bakımından benzer demeye çalışıyorum tabii, çalıntı değil) beslenen bir EP idi Kénôse.
2007 çıkışlı “Fas – Ite, Maledicti, In Ignem Aeternum” ise üçlemenin ikinci ayağıydı.”Si Monumentum Requires, Circumspice”de Şeytan üzerine yoğunlaşan konsept, bu kez İnsan üzerine kayıyor; ismini bir Ortaçağ Morality Play’den (Everyman) alan albüm, insanın din kisvesi altındaki yozlaşmasından ve çürümesinden bahsediyordu. Müzikal anlamda ise Kénôse’ye nazaran black metale bir dönüş vardı. Albümü tanımlayacak en iyi kelimenin “Kaos” olduğunu düşünüyorum, zira inanılmaz, kaotik bir davul performansı ile bezenmişti baştan sona, ve ciddi bir emek harcanmadıkça dinleyiciye bir şey ifade etmeyebilecek bir yapısı vardı. Bu kaos havasının, tıpkı “Si Monumentum Requires, Circumspice”deki Şeytanî tüyler ürperticiliğin belli bir amaç için yaratılması gibi, insanın dinler sebebiyle tarihi boyunca içine düştü kaosun bir yansıması olarak yaratıldığını düşünüyorum.
Lafı (daha) fazla uzatmamak için aradaki “Chaining the Katechon”, “Mass Grave Aesthetics” ve “Diabolus Absconditus” eserlerinden bahsetmiyorum, ama her biri yirmişer dakika civarındaki süreleriyle Deathspell Omega evrimini daha iyi anlamaya yardımcı olabilirler.
Üçlemenin son ayağı ise, bu kez daha uzun bir bekleyişten sonra 2010 yılında elimize geçti; “Paracletus”. Kelimenin türevi olan Paracletos; ’yardım eden’ anlamında, daha çok Kutsal Ruh için kullanılan bir kelime. Bu durumda Tanrı’nın ruhu olarak ele alıp, üçlemenin son ayağını olan Tanrı’yı elde ediyoruz. Şahsi düşüncem ise konseptin aslında, iddia edildiği gibi Şeytan-İnsan-Tanrı ilişkisinden ziyade, Hristiyanlığa ve teslis inancına bir gönderme olduğu. Deathspell Omega’nın gerek kullandığı alıntılarda, gerekse kendi sözlerinde Şeytan ve Tanrı kavramları fazlasıyla iç içe geçmiş durumda baştan beri, ve “Si Monumentum Requires, Circumspice” kapağındaki tüm dünyanın üstünde oturan bebek figurü, bu kavramların ikisini birden içine alan bir üst formu ifade ediyor bana göre. Bu durumda; “Fas – Ite, Maledicti, In Ignem Aeternum”, ‘Oğul’ yani insanı, Paracletus ise hristiyanlık ve judaizm’deki asıl anlamıyla Kutsal Ruh’u temsil ediyor oluyor konsept olarak. Dediğim gibi bu tamamen şahsi düşüncem, ama liriksel bir açıdan baktığımızda bana oldukça mantıklı gözüküyor. Bu noktada “Paracletus” booklet’ini açan sözlerin de ‘…anyone who speaks against the Holy Spirit will not be forgiven, either in this age, or the age to come. (Matt. 12:32)’ olduğunu belirtmek istiyorum, albümün Kutsal Ruh bahsini güçlendirmek üzere.
Her neyse, baştan belirtelim ki, Deathspell Omega her albümdeki değişimine rağmen, kendine has bir tarz yaratmayı başarmış eşsiz bir grup. Bu harmoni içindeki değişim, Paracletus’da da devam ediyor. Fazlasıyla “Fas – Ite, Maledicti, In Ignem Aeternum”dan fırlamış gibi duran Devouring Famine’i bir kenarda tutarsak, bu albüme gelirken de farklılıklar kaydedilmiş. “Fas – Ite, Maledicti, In Ignem Aeternum”un baştaki ve sondaki Obombration’ları dışında neredeyse hiç düşmeyen temposu, yerini daha ağır bir olgunluğun zaman zaman ışıkları çaldığı bir atmosfere bırakmış. Özellikle Apokatastasis Pantôn ve Epiklesis II’de kimi zaman son dönem Sólstafir tadı bile alınabilecek Post-Black Metal etkilerine rastlamak mümkünken, Wings of Predation ve Devouring Famine gibi şarkılarda ise hala alabildiğine kaos içinde bulabiliyor insan kendini. Albümün Epiklesis’ler dışında en kısa şarkısı olan Have You Beheld the Fevers? ise daha klasik black metal normlarında, patır kütür başlayan ve biten bir şarkı, “Si Monumentum Requires, Circumspice”deki yeniden kaydedilmiş Drink the Devil’s Blood gibi, diğer şarkılardan ayrı duran bir yapısı var.
Bunların yanında, atmosfer olarak (bence bu konuda zirveleri olan) Kénôse ile yarışabilecek bir albüm var karşımızda. Mikko Aspa’nın genelde sakin bir monotonlukla icra ettiği brutal vokali bile, atmosferi desteklemek için bazen çığlık seviyesine yükseliyor Abscission’da olduğu gibi. “Si Monumentum Requires, Circumspice”de Carnal Malefactor’ın riflerinin yarattığı tüyler ürpertici nefret hissini, bu kez daha melodik riff’lerin önüne koyulmuş nevrotik vokallerle yakalamayı başarmışlar zaman zaman. Hatta ve hatta, Dearth’ün başındaki, neredeyse Peste Noire tonlarında gitar kullanımı da grubun farklı teknikleri kendi müzikleri içine yedirmedeki anlamsız başarısının kanıtı gibi. Ne yapsalar yakışıyor başka deyişle.
Kulağınıza çarpacak noktalardan bir diğeri ise bas gitarın bu defa şarkılarda ciddi anlamda yer tutmaya başlaması. Bilmiyorum önceki Deathspell Omega albümlerinden sizi etkilemiş bas partisyonları var mıdır, şahsen benim pek yoktu. Bas kullanımının daha önce Deathspell Omega müziğinin temel unsurlarından biri olduğunu söylemek zor. Durum “Paracletus”da farklı, özellikle düşük tempolu anlarda gitarın yalnızca bas ve davulun uyumunu destekleyen bir unsur olarak kullanıldığını görebiliyoruz. Güzel.
Şarkı süreleri bundan önceki kayıtlara göre epey kısalmış; üç şarkı ve 36 dakikalık Kénôse, ne bileyim tek şarkı 22 dakikalık “Chaining the Katechon”dan falan sonra, 10 şarkı ve 42 dakikalık “Paracletus”, normal müzik sürelerine dönmüş gibi. Şunu da belirtmek lazım tabii, şarkıların tamamı birbirine bağlanıyor başlangıç ve bitişleriyle. Hal böyle olunca da albüm sanki tek bir şarkıymış gibi akıp gidiyor. Bu da başına oturunca bitirmeden kalkmanızı mümkün olmaktan çıkartıyor aslında. Zaten sürükleyicilik açısından şu anda black metalin zirvesindeki, hatta tüm metal dünyasının zirvesindeki birkaç gruptan biridir bence Deathspell Omega; gerek Kénôse’de olsun, gerekse bahsettiğim yirmişer dakikalık diğer parçalarında olsun, hiçbir zaman bir dinlememezlik, bir sıkma hissi yaratmaz. “Paracletus”da da bu kural aynı şekilde devam ediyor.
Gelinen şu aşamada, Deathspell Omega’nın tür içindeki diğer gruplarla karşılaştırması sanıyorum ki oldukça manasız kaçacak. Zira Black Metal kisvesi altında değerlendirilse de, daha önce bahsettiğim gibi, Deathspell Omega artık “başka bir black metal” icra ediyor. Papağan gibi tekrarlayıp durduğum “türün kalıpları”nı yıkmış, kendi standartlarını oturtmuş bir halde şu anda; ve bu standartlara yaklaşan, yaklaşmaya aday olan bir grup gözükmüyor ufukta Orthodox BM camiasında. “Paracletus” ise, bu standartları biraz daha yukarıya çekiyor.
Metalin en habis, en günahkâr halini dinlemek için, tarihin en etkileyici metal gruplarından birinin eserine buyrun. Buyurmadan önceyse, ahiretin tanımını bir de onlardan okuyun:
“You were seeking strength, justice, splendour!
You were seeking love!
Here is the pit;
Here is your pit!
Its name is Silence.”
havitetty
Not: Aşağıdaki ilk on iki yorum, yazı “DEATHSPELL OMEGA yeni albüm detaylarını açıkladı” haberi için yazılmış, haber sonradan birtakım dış güçler tarafından kritik rütbesine terfi ettirilmiştir.
01. Isolation (Desperation)
02. Sever The Wicked Hand
03. Liquid Sky And Cold Black Earth
04. Let Me Mourn
05. The Cemetery Angels
06. As I Become One
07. A Farewell to Misery
08. Protectors Of The Shrine
09. I Only Deal In Truth
10. Echo An Eternity
11. Cleanse Me, Heal Me
12. Symbiosis
Albümden “The Cemetery Angels” da aşağıdan dinlenebilir.
Death metal dünyasının dehşetengiz gruplarından VOMITORY yeni albüm kaydına başladı.
İlkbaharda çıkacak albüm öncesinde, grup bir NAPALM DEATH tribute albümü için kaydettiği, ancak albüm çıkmayınca ortada kalan NAPALM DEATH cover’ı “Mass Appeal Madness”ı da myspace’ine koymuş. Ona da fotoğraftan ulaşmak mümkün.
Dubaili death/thrash metal grubu NERVECELL yeni albümünün yazımını bitirdiğini açıkladı. Henüz bir detayı belli olmayan albüm, grubun şimdiye kadarki death ve thrash metal kırması enerjik müziğini aynı şekilde devam ettirecekmiş.
Grup ilk albümü “Preaching Venom”ı 2008′de çıkarmış ve o günden beridir de birçok önemli ismin altında sahne almıştı.
2007 yılında Quebec’te yapılan ve “The Ultimate Death Tribute” olarak anılan DEATH tribute konseri DVD olarak piyasaya çıkıyor.
Yerel gruplardan DEATH tribute grubu SYMBOLIC’in sahne aldığı gecede sahneye çıkan diğer isimler şöyle:
Bobby Koelble (DEATH’in “Symbolic” albümündeki gitarist)
Shannon Hamm (DEATH’in “The Sound of Perseverance” albümündeki gitarist)
Scott Clendenin (DEATH’in “The Sound of Perseverance” albümündeki basçı)
Daniel Mongrain (VOIVOD, MARTYR)
Marc-André Gingras (QUO VADIS)
Jonathan Lee (“The Sound of Perseverance” turnesinde Richard Christy’nin roadie’si)
Nick Barker (eski-DIMMU BORGIR/CRADLE OF FILTH davulcusu)
DVD’de yer alacak şarkılar da şöyle:
01. Spiritual Healing
02. 1000 Eyes
03. Mentally Blind
04. Scavenger (feat. Shannon Hamm & Scott Clendenin)
05. Spirit Crusher (feat. Shannon Hamm & Scott Clendenin)
06. Zombie Ritual (feat. Jonathan Lee & Scott Clendenin)
07. Perennial Quest (feat. Bobby Koelble)
08. Zero Tolerance (feat. Bobby Koelble & Nick Barker)
09. The Philosopher (feat. Bobby Koelble & Nick Barker)
10. Without Judgement
11. Open Casket
12. Secret Face
13. Lack of Comprension
14. Within the Mind (feat. Marc-André Gingras & Daniel Perron)
15. Bite the Pain (feat. Shannon Hamm, Jon Lee & Scott Clendenin)
16. Moment of Clarity (feat. Shannon Hamm, Jon Lee & Scott Clendenin)
17. Trapped in a Corner (feat. Nick Barker)
18. OveractiveImagination (feat. Nick Barker & Daniel Perron)
19. Misanthrope (feat. Nick Barker)
20. Symbolic (feat. Bobby Koelble)
21. Cosmic Sea (feat. Bobby Koelble)
22. Pull the Plug (feat. Shannon Hamm, Bobby Koelble, Scott Clandenin, Jon Lee & Nick Barker)
Alttan da konserin televizyon raporu görülebilir.
Bu güzel şeyi görmek isteyenler için, DVD’nin piyasaya çıkış tarihi 7 Aralık.
Grubun isminden ve albüm kapağından da anlaşılacağı gibi, bu grup satanik bir black metal yapmaktadır. Çok kirli bir gitar sound’ları, leş gibi davul tonları (blast beat giderken trampet vuruşlarını birbirinden ayırt edemiyosunuz mesela, oh mis), bol efektli ve gırtlaktan scream vokalleri, duyulmayan ama hissedilen, kemik ton asla içermeyen baslarıyla birlikte; müziklerinin en dikkat çeken yanı asla klavye falan gibi metal müzikte yeri olmayan enstrümanları kullanmaktan (iyi ki) kaçınmalarıdır. İşte true müzik budur kardeşim, oh bee 2010’da hâlâ böyle gruplar var dedirtti bana bu albüm. Zaten şarkı sözleri de “Şeytan, tanrıyı tahtından indirip insanları kazığa oturttu” falan gibi olduğundan, tadından yenmeyen bir müzik çıkmış ortaya. Notum elbette 10/10…
Afiyet olsun (yediyseniz), şimdi gerçeklerden bahsedelim. (Mehmet Ali Erbil’in klişe tezatlarından fazlaca etkilenen ilk paragraf geyiğimden sonra, sırada “Ahmet Çakar mode on”).
Progresif rock ile ilgiliyseniz, senfonik prog diye bir tür duymuşsunuzdur. En azından Yes grubunu duymuş/dinlemiş olma olasılığınız yüksektir diye düşünüyorum. Bundan bahsetmemin sebebi, Lucifer Was’ın müziğiyle alakalı değil aslında. Senfonik kelimesinin buradaki anlamından, ve gerçek anlamından bahsetmek istedim. Genesis’in veya Yes’in müziklerini dinlediğinizde, Therion, ne bileyim Haggard gibi (pek sevmem ikisini de gerçi) gruplardan bildiğimiz, bol piyanolu, kemanlı vesaireli senfoniklik (yani türü başlatan klasik müzikteki anlamıyla senfoniklik), senfonik prog gruplarında genelde yoktur. Bu 70’lerde çıkmış, ve çok sene sonra senfonik prog etiketiyle anılmaya başlamış tarzın bu ismi alma sebebi, diğer prog türlerine göre, türün “daha” senfonik olmalasıdır aslında. Zaten önemli prog sitelerinden biri olan progarchives’de de bu durum güzelce açıklanmıştır. Zira böyle klasik müzikteki gibi görece çok yoğun senfoniklik bu müziklerde yoktur. Ama işin kökenine inersek de, bir eğretilik yoktur tabi. “same phony” (doğrusal, aynı ses) den türeyen bir kelimedir senfoni bildiğim kadarıyla. Yani birden çok sesin, aynı amaca hizmet etmesi gibi bir durum.
Nereye geleceğim, kritiğini yapmakta olduğum albüme tarz olarak eklektik prog denmiş. Aslında senfonik prog diye bir isim olmasaydı, eminim bu albümün tarzına, klasik müzikteki senfonikliğe olan yatkınlığından dolayı, bu isim verilirdi. (Çok pis geyik damarım tuttu, biri beni durdursun!). Yeşil çay ve siyah çay hadisesinde de durum böyledir aslında. Ben bu yaz öğrendim ki, yeşil çay ve normal çay aslında aynıymış. Siyah çay, sadece normal çay yapraklarının fırınlanmış (kavurulmuş) haliymiş. Yeşil çay da, direk tarladan toplandıktan sonraki doğal haliymiş. Özetle, eğer siyah çay ilk çıktığı için ona çay, yeşil çay yıllar sonra keşfedildiği için, normal çay o olmasına rağmen ona yeşil çay diyoruz. Böyle işte durumlar, a dostlar.
Eklektik sıfatı, zaten çok geniş bi spektrumda değerlendirilebileceği için sorun yok. Yani ne kadar çok müzikal tarzdan beslenirseniz, eklektivite (TDK’ye yeni sözcük adayım) dozajınız artar. Lucifer Was grubu da Jethro Tull, Black Sabbath, (fazlasıyla) Deep Purple, Uriah Heep gibi gruplardan; blues rock, klasik rock, punk, heavy metal , progresif rock gibi tarzlardan etkilenmiş bir tarz icra ettiği için eklektik bir müzik yaptıklarını söylemek dünyanın en basit ve yerinde tespiti.
Lucifer Was, 70’lerden itibaren müzik yapmış ve hala yapmakta olan, lakin ilk albümlerini 1997’de sunmuş Norveçli bir grup. İlk albümdeki flütler ile birlikte, albümden albüme müziklerindeki çok sesliliğini de geliştirmiş bir topluluk olmuşlar aynı zamanda. “Underground and Beyond” albümünü ilk dinlediğinizde, önce aklınıza flütlü bir hard&heavy müzikal sentezi gelebilir. Böyle bakınca da Black Sabbath ve Jethro tull’dan bir hayli etkilendiklerini düşünmek doğaldır, ki öyledir de sanıyorum. Ama elbette bu müzikte klasik hard rock ve hatta punk etkilerine dahi rastlamak mümkün. Ne var ki, progresif müziği sıkı takip edenler dışında, diğer dinleyicilere sesini pek de duyurabilmiş bir grup olmadı Lucifer Was. Eğer ki bu bakımdan şeytanın bacağını kırabilecek bir albümleri varsa/olacaksa da, bunun en büyük adayı bu sene çıkardıkları “The Crown Of Creation”dur derim ben. Zira bir önceki albümlerinde başlayan klasik müzik etkileri, bu albümde zirve yapmıştır. Gerçi sadece “klasik müzik etkili prog rock” denmesi, albümün inanılmaz görkemini anlatmada yetersiz kalır.
Neden mi? Çünkü eklektik tarzlarda genelde rastlanan “parça parça analiz edildiğinde çok güçlü yanları törpülü/tavizli, ama bütünlüklü bakıldığındaki etkisi, parçaların tümünün toplamından da nüfuzlu olması” hadisesinin de ötesine gitmiş bir albüm bu tanıtılan. İlk olarak, evet albüm bir bütün olarak bakıldığında inanılmaz dramatik, yakalayıcı, çok sesli, detaylı ve zengin. Fazlası nedir derseniz, müziği analiz ettiğinizde, sadece klasik müzik sevenleri, sadece vokal bazlı müzikleri sevenleri, hard rock veya prog rock tutkunlarını, ve hatta metal sevenleri bile avucu içine alabilecek kapasitede bir müzik kulağımıza çarpıyor, gönül tellerimizi titretiyor.
Grup henüz ikinci albümüyle mellotron’u müziğine entegre etmeye başlamıştı. (ilk albümdeki flütlerden zaten bahsetmiştim) Ama bu albümdeki, klasik rock entrümanları dışında kalan mellotron, keman, org, ve farklı synth tonları gibi şeyleri inanılmaz etkili kullanmışlar. Üstüne bir de dramatik nüansları muazzam olan bir vokal performansı eklenince, bu yıl dinlediğim en iyi 3 albümden birini yapmışlar diye düşündürttü bana “The Crown Of Creation”.
Albümün genel sound’u bana bir hayli özgün ve lezzetli geldi. Ama zevk alma kulağınızı kapatıp, analitik kulağınızı açarsanız, sound’un hafif buğulu -veya boğuk- (tercih sizin) olduğunu fark edeceksinizdir. Ama albüm “progresif rock opera” tadında olduğu için, gitarların ve davulların biraz “buğulu” (rengimi belli ettim) olması hoş görülebilir. Zira bilirsiniz ki klasik müzikte distortion gitar yoktur, perküsyonlar da pes ağırlıklı ve hafiften “boğuk” (bir karar vermem lazım şu kelimelerden hangisini kullanacağıma) olur. Bu albüm de sırtını fazlasıyla klasik müziğe yasladığından, burada “zevk kulakları mode on” olsa daha keyifli bir tecrübe yaşarız. Hazır görece kötü olabilecek bir olgudan bahsetmişken, bir ufak olumsuzluktan daha bahsedelim. Bilindiği gibi yan flüt’de tiz sesler tehlikelidir, mastering’de parlaklığını törpülemezseniz, volüm kısık olsa dahi rahatsız edebilir. Bu albümde de ufak birkaç böyle olumsuzluk var. Benzer bir durum vokallerde de bir iki yerde mevcut. Ama orada, vokalistin sesinin biraz parlak ve delici olmasının da payı büyük. Ama yine de, çok iyi bir vokal performansıyla karşılaşacağınızı garanti edebilirim. Hatta kadın vokaller de müziği ayrı zenginleştirmiş.
Bitirirken, çok aşmış bir dinamiklik beklememeniz gerektiğini söyleyebilirim “The Crown Of Creation” da. Daha ziyade, beklentiniz çok eklektik ve zengin bir müzik olsun. Kemanlar tek kelimeyle enfes. Ben kesin birsürü yerde koral vokale rastlarız, tenoru sopranosu gırla gider diye bekliyordum, ama çok iyi dramatik nüanslar veren bir erkek prog vokaliyle ve klasik şan tekniğiyle söylemeyen, farklı bir kadın vokalle karşılaşınca “olmuş bu, hem de çok lezzetli” dedim. Progresif rock seven, en azından klasik müzik seven biriyseniz, bu albüm sizi asla hayal kırıklığına uğratmayacaktır diye düşünüyorum.
JAG PANZER yeni albümü “Scourge of the Light“ın detaylarını açıkladı.
Şubat’ta çıkacak albümün olayı şöyle:
1. Condemned to Fight
2. The Setting of the Sun
3. Bringing on the End
4. Call to Arms
5. Cycles
6. Overlord
7. Let It Out
8. Union
9. Burn
10. The Book of Kells
Kariyerinde 30 yılı deviren grupta, MEGADETH gitaristi Chris Broderick de 1998-2004 yılları arasında çıkan 5 albümde yer almıştı.
CHILDREN OF BODOM 8 Mart’ta çıkacak yeni albümünün adını “Relentless Reckless Forever” olarak açıkladı.
“Relentless Reckless Forever“a dair “En iyi albümümüzü yapmaya çalıştık” diye konuşan grup, albümün CHILDREN OF BODOM’un Amerika’daki etkinliğini hiç olmadığı kadar arttıracağını söylemiş.
New Yorklu hardcore efsanesi AGNOSTIC FRONT yeni albüm haberini verdi.
Adı “My Life, My Way” olacak olan albüm Mart ayında çıkacak ve 14 şarkı barındıracakmış. Albümün kayıtlarından sorumlu kişi ise, son yılların gözde masa başı isimlerinden eski MORBID ANGEL, HATE ETERNAL gitaristi Erik Rutan.
“Oha lan böyle pislik bir albüme duygusal girişli kişisel yazı mı?” dediğinizi duymaz gibiyim.
Buyrun girişelim.
1999-2000 arası bir zamandı. Dinlediğim grup sayısının abartı düzeyde arttığı ve hiç durmadan yeni grup keşfettiğim bir dönemdi. Adını ilk kez 1997-1998 sıralarında duyduğum, ancak henüz hiç dinlemediğim CENOTAPH diye bir Türk grubunun yeni albüm çıkardığını öğrenmiş ve yine kulaktan duyma bilgilerle türünde dünyanın sayılı gruplarından biri olduğu söylenen bu grubu duymak istemiştim.
Nasıl, nereden aldım hatırlamıyorum ama, kendimi dayımları ziyarete gittiğim Ankara’da, müzik setinin yanı başında, elimde bu CD’yle bulduğumu anımsıyorum. Üstünde birtakım organ parçaları içinde yatan ölü bir cenin olduğunu sandığım albüm kapağının olanca kırmızılığı eşliğinde albümü başlattıktan sonraki düşüncelerimden ilki, vokalist sözleri söylemediğine göre kitapçık neden sayfalarca şarkı sözüyle dolu iken, kafama takılan ikinci düşünce ise ben albümü dinlerken arkamda dikildiğini fark etmediğim dayımın müziğin birkaç saniyesini duyup bana “Geçmiş olsun Ahmetçim, umarım çabuk atlatırsın” deyip gülümseyerek odadan çıkmasının garipliğiydi. Bu durum neden garipti, çünkü aynı dayı, bana hayatımda ilk kez metal dinleten, beni metalle tanıştıran ve bu satırları yazmamda dahi rolü olan bir kimseydi.
Dayı bildiğim bu metalci insan, CENOTAPH’ın üç notasını duyup odadan çıkıyorsa, CENOTAPH’ta düzgün gitmeyen bir şeyler olmalıydı.
Evet, CENOTAPH’ta düzgün gitmeyen birçok şey vardı. Hatta CENOTAPH düzgün olmamanın ansiklopedik karşılığı gibiydi.
Ve albümü bu denli hayvan kılan şey de, grubun bu her yerinden fışkıran rahatsız, hastalıklı haliydi.
“Sadece meraklısına” etiketini gururla taşıyan bir albüm “Puked Genital Purulency”. Eğer kan pıhtısıyla dolan göz çukurlarını, diş etlerine nüfuz eden vajinal akıntıları, ifrazatlı döle bulanmış omurilik soğanlarını, irinli mide suyuyla yıkanan pankreasları veya köpüren göz sıvılarını yücelten bu müziğe alışık değilseniz, “Puked Genital Purulency” sizin için dünyanın en kötü, en başarısız, en dinlenemez müziği olacaktır. Ama bir önceki cümlede geçen bu “iyraaanç!” şeyleri çekici bulan rahatsız, kendini bilmez bir ruh hastasıysanız, kulübe hoş geldiniz.
Ülkemizin metal tarihine adını yazdıran isimlerden Cem Devrim Dursun’un davul setinin arkasında dehşetengiz bir performans sergilediği, gitarların resmen anestezisiz açık beyin ameliyetı yaptığı, vokalin adeta ayağını kıyma makinesine sokup albüm bitene dek bütün olarak köftelik kıymaya dönüştüğü “Puked Genital Purulency”, amaçladığı hastalıklı hedefi on ikiden vuran, çok başarılı bir albüm.
Albümün bu gergin, müsibet havasını pekiştiren detaylardan ilki, bir şekilde farklı bir atmosfer yaratmayı başaran gitar tonu. Ortada ne jilet gibi bir keskinlik, ne insanı ezen bir ses duvarı var; lakin albüm bu nispeten minimal sound sayesinde daha bir çürümüş, daha bir anlattığı konuların ikircikliliğine iner hale geliyor. Eğer şarkılarınızda kuşbaşı et gibi doğranmış, kıyma gibi çekilmiş boyuttaki organlardan söz ediyorsanız, müziğiniz başlı başına bir işkencenin fon müziğiyse, bu gitar sound’u müziğe gayet iyi yakışıyor. Davulun da blast’lerle ve kimi yerlerde neredeyse oryantale kayan türdeki ataklarıyla, “Puked Genital Purulency” içi gayet dolu bir işitsel cezalandırmaya dönüşüyor.
Riften rife koşan bu hiç durmadan değişen albümde, türe aşina olmayan kişilerin en zor alışacağı konu, elbetteki Batu Çetin’in kusma ve gargara yapma arasındaki vokalleri. Sadece “eeeeee”, “öööööö”, “üüüüüü” seslerinden oluşan vokal yorumu, biraz değişiklik yapmak istediğindeyse “eeeöööö”, “ööööüüüü” ve “üüüeeeee” şeklinde çeşitleniyor. Vokal de, gitarın psikopat bir cerrahın tekinsiz bisturisi kıvamındaki ince işçiliğine ve sound’una katkı yapacak şekilde, gayet yüksek, çığlıksal ve rahatsız edici bir yorumu benimsiyor. DEVOURMENT benzeri gruplarda rastladığımız türde bir kurbağa vıraklaması, yahut pek çok grupta karşımıza çıkan pig squeal’lara, aşırı guttural tatlara rastlamak mümkün değil.
Organlar içinde yatan ölü fetüs ve paramparça olmuş bir el olmak üzere arkalı önlü iki kapağı olan albüm, dönemin meşhur sitesi shownomercy.com veya benzerlerinden alınmış resimlerle dolu. Kopmuş bacaklar, akan gözler, hastalıktan tanınmaz hale gelmiş suratlar, çoğumuzun alışık olduğu sevimlik gore’luklar… Böylesi bir albüm için -en azından çıktığı dönem düşünüldüğünde- müziğe oturan bir kitapçığı var.
Albümde bahsedilmesi gereken diğer bir konu da, her şarkının bir introsunun olması. Neyse ki intro’lar kendilerinden önce gelen şarkıların sonlarına konmuş da, dinlemek istemediğinizde doğrudan sıradaki şarkıya geçebiliyorsunuz. Zaten belli sayıda dinlemeden sonra ilginçliklerini yitiriyorlar ve güzelcene skip’leniyorlar. Tüm şarkılar gayet varyasyonlu ve yaratılan müsibet havayı korusalar da, albümün favori şarkısı, yer yer DYING FETUS’un “Destroy the Opposition”a kadarlık kısmında yaptıkları anımsatan Verbalized Opinions About Intravaginal Umbilical Corded Fetus in Uterus. Bu şarkı bırakın CENOTAPH’ı, bir Türk grubun elinden çıkma şarkılar arasında en sevdiğim 5 şarkı arasına rahatlıkla girer. “Brutal death metalde hit yazmak” nedir derseniz, işte budur.
Albümü almak isterseniz, bulabilirseniz bu albümü ve ilk albüm “Voluptuously Minced”i aynı anda barındıran “Voluptuously Minced Genitals”ı almanız daha akıllıca olabilir.
Velhasılkelam, “Puked Genital Purulency” gayet öküz ve kanımca ülkemiz metal sahnesi adına önemli bir albüm. Bir klasik veya türü adına bir başyapıt değil, ancak pek çok anında kendine hayran bıraktıran ve gerek yaratmayı başardığı boğucu atmosfer, gerekse gerçekten de sert olmayı başarabilmesiyle bunca yıl sonra bile -en azından şahsım adına- adını duyduğumda “Ne manyak bir şeydir o” dedirten bir çalışma.
Böyle bir albümü Türk metal sahnesine kazandırdığı için CENOTAPH’ı tebrik ediyorum.
Röportaj için teşekkür ederek başlamak istiyorum Batu sana. Öncelikle grup bu sıralar neler yapıyor?
Selam, biz teşekkür ederiz. Bu aralar konserlerle meşgulüz. Geçen pazar TRDM Ankara konserindeydik. Katılım ve gruplar oldukça iyiydi. Rusya turundan döneli, yurt içi konserlerde yeni albümü tanıtmakla ve günlük yaşantımızla uğraşıyoruz.
Diskografinizdeki başlangıca dönmek gerekirse, “Voluptuously Minced” şu an hâlâ dünya genelinde ilgi görüyor. O dönem şartlarında böylesine başarılı bir albüm yapmanın zorlukları nelerdi? Ve bugün Cenotaph’ın geldiği noktayı o dönemde kestirebiliyor muydun?
1994-1996 arası gençtik, 17 yaşlarında falandık. O yaşlarda insan gelecekte neler olacak şeklinde çok fazla düşünmüyor. Sadece bu müziği yapmaktan ve dinlemekten bugün olduğu gibi o zamanda da zevk alıyor ve eğleniyorduk. İlk albüm anlaşmamızı yaptığımız gün çok sevinmiştik. Albüm çıktığında saatlerce evde kapağını incelediğimi ve mutlu olduğumu hatırlıyorum. O dönemde yerli piyasada yayınlanan ilk CD formatından biriydi “Voluptuosly Minced”. Lise yıllarında odamın duvarlarında asılı grup posterlerindeki sevdiğim death metal gruplarıyla ilerde aynı sahneleri paylaşacağımızı hiç düşünmemiştim. O dönemde kendi cep harçlıklarımızla biriktirdiğimiz paralarla stüdyo provaları ve kayıtlar yapardık. Ekonomik yöndeki zorluklar bugün de çok fazla değişmedi. Şimdilerde de konserlerden ve şirketlerden aldığımız paraları yine stüdyo provaları ve albüm kayıtlarına yatırıyoruz. Yıllardır bu grup için harcadığımız tüm zaman ve parayı başka işlerde kullansaydık heralde zengin olabilirdik. Sıradan, sabah 7 aksam 5 bir ofiste müdür falan olup ömür çürütürdük heralde. Ama ben dünyaya gelme amacımın bu olmadığını düşünüyorum, o yüzden 17 seneye yakındır bu müzikle uğraşıyorum. Tüm stresi ve zorluklarıyla, underground olmak gençliğimi yese de, her bokuna değer. Bu grup benim için artık bir yaşam stili, hayat tarzım halini aldı.
1996 yılından günümüze gelene kadar kadronun yavaş yavaş erimesinin/değişmesinin sebebi neydi?
Sebepler çok fazla aslında. Genelde kendim nasıl gruba bu kadar önem veriyorsam grup elemanlarımdan da aynı özveriyi beklerim hep. Ya iş hayatları veya okul hayatları üstün gelmiştir, ya hayatları onları farklı yönlere sürüklemiştir, ya da bazı elemanlarla kafa yapısı ve müzikal yönde uyuşmamışızdır. Benim de kişisel olarak hatalarım çok olmuştur. Geçinmesi zor biri olduğumu da kabul ediyorum, geçmişten bu yana grupta yer almış her elemana göstermiş oldukları eforlarından ve yeteneklerinden ötürü burdan selam ve teşekkürlerimi sunuyorum. Çok yetenekli müzisyen ve insanlarla çalıştık, herkes zaman içinde farklı yönlere dağıldı, ben yaşadığım sürece bu ekstrem müziği dinlemeye ve müzik yapmaya devam etmek istiyorum.
“Pseudo Verminal Cadaverium” en iyi albümlerinizden biridir benim için. Albümü United Guttural Records yayınlanmıştı. Bu şirket ayrıca grubun hayranıydı ve sizinle sanırım baya ilgilendiler. Dağıtım konusunda da başarılıydılar. Am yola onlarla devam etmediniz. Anlaşamadığınız noktalar mı oldu?
United Guttural’la çalısmak güzeldi fakat bizden sonra birkaç albüm daha yayınladıktan sonra label işlerini bıraktılar. Birkaç sene önce tekrar başladılar ama eskisi gibi olur mu bilmiyorum. United Guttural kapandıktan sonra, şirketin sahibi Rich (Fleshgrind) tüm ürünleri ve grupları Deathgasm Records ve Crash Music USA’e devretti. Üçüncü albümü onlar dağıtmaya devam ettiler. Ama dediğim gibi bu aralar eskisi gibi olmasa da yine distro ve yeni albümlerle aktif olmaya çalışıyorlar. Bu şirketle pek bir bağlantımız kalmadı, uzun zamandır da bağlantıda değilim.
Şirket mevzularına girmişken, son albüm için Sevared Records ile anlaşmanız nasıl oldu? Sanırım her underground grubun en büyük hayalidir bu firma.
Sevared zaten ilk albümümüz çıktığı zaman, yani 1996′dan beri albümlerimizi distrosunda tutup Amerika’da dağıtıyordu. 2006′da Maryland Death Fest. için Amerika’ya konsere gittiğimizde orada stand’ları vardı ve yüz yüze tanıştık. Bir sonraki albüm için bizle anlaşmak istediklerini söylediler fakat biz o dönemde daha iyi bulduğumuz, Brodequin elemanlarının firması Unmatched Brutality Records ile anlaştık. Sonradan bu firma da United Guttural gibi boka sardı ve aktivitelerine ara verdi. “Putrescent Infectious Rabidity” albümü için biz de Rus şirket Coyote Records ve Sevared Records ile anlaşma imzaladık.
“Putrescent Infectious Rabidity” tek kelime ile mükemmel bir albüm Batu. Gerçekten hepinizi tebrik etmek istiyorum. Bu albümün hazırlık ve kayıt süreçleri nasıl gelişti peki? Neler yaşadınız?
Teşekkürler. Albüm yazım süreci sanıyorum 2 sene falan sürdü. Gitarist Cihan ve ben birlikte yazdık parçaları. Genelde ya ben onun evine giderim, ya da o benim evime gelir ve beraber müzik dinler, içer ve sohbet ederiz. O da gitar çalar, ben de kafamdan geçen rifleri ona söylerim distortion gitar ses tonuyla haha! O da kendi fikirlerini bana çalar, karşılıklı konuşup burası şöyle şurası böyle olsun diye kafa patlatırız Cenotaph’a uygun rifleri ve düzenlemeleri yaparız. Parçalar yavaş yavaş oluşmaya başladığında Cihan guitar pro’da rifleri taba döker ve düzenlemeleri yeniden gözden geçiririz. Kafamıza yatmayan yerleri çıkartırız ya da yeni fikirler bulur ve eklemeler yaparız. Son hallerini almadan önce de boktan ve gereksiz rif tekrarları konusunda karşılıklı konuşur, düzenlemelere karar veririz. Genelde ev çalışmaları sonunda alkolün etkisiyle kafamız güzel oluğundan unuttuğumuz veya kullanmadığımız tonla iyi rif olmuştur. Artık tüm ev çalışmalarını kayıt ediyoruz ve ayık kafayla daha sonra dinlediğimizde “killer riff” diye tabir ettiğimiz rifleri dinleyip, unutma derdinden kurtuluyoruz. Harcadığımız riflerle bir albüm daha yazılırdı herhalde hehe. Tüm bu işlemlerden sonra, kafamızdaki davulları basit şekilde guitar pro’da yazıyoruz ve sonra da Almanya’daki davulcumuz Lille’ye parçaları öğrenmesi için gönderiyoruz. Fakat yazdığımız davullar sadece bir taslak oluyor ve tüm gerçek davul yazımını ona bırakıyoruz, çünkü Lille (Defeated Sanity) inanılmaz bir müzisyen ve yetenek Death metal kafa yapısı ve zevki de benim ve Cihan’ınkiyle aynı sayılır. Ona hiçbir şekilde burayı şöyle çal, burada şöyle yap diye karışıp müdahale etmiyoruz ve kendisi de zaten bizim kafamızdakine yakın davulların çok çok üstünü yazdı ve stüdyoda kaydetti.
Kayıt aşamasından bahsedersek, Lille, gönderdiğimiz parçaları evinin altındaki prova stüdyosunda davul yazdı ve hazır oldugunda Berlin’deki Soundforge stüdyosunda kaydetti. Kaydı Jacob Schmith (Defeated Sanity ve Obscura basçısı) yaptı. Almanya’dan gelen davul kayıtları elimize ulaştıktan sonra Ankara’da Studio Deep’te Cihan gitar ve basları kaydetti, ben de daha sonra vokalleri kaydettim. Albümün stüdyo kısmında miksaj, kayıt ve mastering Ankara’dan Ünsal Özata tarafından yapıldı. Stüdyodaki ekipmanların, gitar amfilerinin ayarlarından ve diğer teçhizatlardan da Stüdyo Deep’ten Ali sorumluydu.
Albüm kitapçığında “Special Fuck” ya da “Fuck Off” kısmı görmeyi çok isterdim.
Zamanında bu bok baya tepki aldı. “Niye yazmıyorlar, tırsıyorlar mı?” diyenler de çıktı. Bu listeyi kendi kafamızda saklı tutmak istiyorum. Halen piyasa lüzumsuz ve bir boka yaramayan insan dolu. Günümüz piyasası forumlarda tartışmaktan ve küfürleşmekten çok zevk alıyor, o işleri internetten bire bir yapıyor çoğu insan, deşarj oluyorlar heralde bilmiyorum. Bu işlerle ilgilenecek yaşta degilim ve zamanım da yok. Biz sadece müziği yapıp ortaya koyuyoruz,daha sonra forumlarda veya sokakta millet neye, kime küfür eder bilemem.
Piyasamız neden gelişmiyor diye ortada sızlananlar, desteği hak eden gruplara destek verseler, yabancı grup yalakalığını bıraksalar, eş dost arkadaş gruplarını düzenledikleri festival ve konserlere çıkartıp götlerini kaldıracaklarına piyasamızdaki gerçekten birşeyler yapmaya çalışan gruplara yönelseler, piyasamız çok farklı olacaktır.
Rusya’da sadece Rus death metal gruplarını, piyasasını ve konserlerini yazan pro-offset dergi var, adı Fatal Forum. Yurt dışı gruplara da yer veriliyor fakat büyük oranda Rus piyasasına yönelik ve bu sayede Rusya’da tonla yeni grup kuruluyor ve birçoğu çok kaliteli. Türkiye’de bu tarz dergilerin sayısı çok çok az ve hâlâ dergiler ve organizatörler en bilindik, en popüler iki grupla röportaj yapayım, konser düzenleyeyim derdinde. Burada underground’a verilen değer çok az. Bu şekilde daha çok seneler yabancı grupları burada izler ve piyasamız neden böyle diye sızlanmaya devam ederiz. Yerli gruplar hiçbir zaman bu ülkede gereken desteği göremedi, biz de dahil hep görmezden gelindiler. Bu underground ruhu için bir bakıma iyi, fakat buna rağmen süper işler yapan sikici gruplarımız var bu piyasada. TRDM olarak bizim işimiz yurt içinde görmezden gelinen death metal piyasamızı dünyaya az da olsa duyurabilmek.
Sana en çok sormak istediğim kişisel sorum, şarkı sözlerinde referans olarak ne kullanıyorsun? Kullandığınız tıp kitapları var mı?
Son albüm sözlerini dikkatli incelerseniz patalojik konular çok fazla değil, o yüzden tıp kitaplarını, makaleleri incelesem de yeni konularda bunlara fazla yer yok. İzlediğim filmler, televizyonda izlediğim bir haber veya kafamda düşündüğüm bir kurgu, sözlere akabiliyor. İnsanoğlunun yaptığı manyaklıklar ve hastalığın, katliamların, mental rahatsızlığın sınırları yok. Bunları duydukça ve okudukça beni etkileyen konuları veya o anki ruh durumum neyse, o konu ile ilgili orijinal sözler yazmaya çalısıyorum. “Seni kestim yedim, her yer kan” tarzı embesil ve çocukça sözler yazmıyorum. Lirikleri yazmam aylar veya yıl alabiliyor. Yazdığım konu üstünde kafa patlatıp, düşünüp, en karanlık ve etkili kelimeleri seçmeye ve vurucu satırları yazmaya dikkat ediyorum. Lirikler de Cenotaph müziği gibi orijinal olmak zorunda. Çaldığımız müzikteki riflerin zorluğu, karışık olması gibi, sözlerin de aynı paralelde psycho, düşündüren ve şok edici konuları, temaları işlemesi gerek. Hasta insanlık, insan anatomisi ve kafamdaki kurgularım bana yeteri kadar ilham ve kaynak veriyor. Son albümde 8 parçanın sözleri bana ait, son parçanın sözleri Cihan’a ait.
Davullarda Lille Gruber albüme farklı bir hava katmış. Kadroya katılımı nasıl oldu ve kalıcı olacak mı? Yoksa sadece konuk muydu?
Bundan 2 sene öncesinde tanıştık. Defeated Sanity vokalist arıyordu, Lille’yle muhabbet ediyorduk. Bana “Psalms of The Moribund” albümünden ve yeni albümleri “Chapters of Repugnance”dan 2 parça gönderdi. Çalışıp üzerlerine vokal kaydettim ve geri gönderdim. Beğendi fakat grupla konser verebilmek icin Almanya’ya taşınmam gerektiğini her seferinde bana uçak parası gönderemeyeceklerini, daha fazla beraber prova yapmamız gerektiğini söyledi. Ben de Avusturya’dan Türkiye’ye döneli 2 sene falan olmuştu ve tekrar Almanya’ya, Avrupa’ya taşınmak istemedim. O dönemde Cenotaph’ın albüm yazımına devam ettiğimizden o projeyle çok fazla ilgilenemedim. Daha sonra zamanla Lille ile muhabbetimiz gelişti ve arkadaş olduk. O sıralarda davulcumuzdan ayrılmıştık ve Lille’ye albümde çalar mısın diye sorduğumuzda kabul etti. Eski Cenotaph albümlerini bildiğinden ve yeni parçaları dinleyip sevdiğinden grupta çalma teklifimize olumlu baktı ve albümde yer aldı. Ağustos ayında Mountains of Death festivalinde ilk defa Lille ile beraber çaldık. Cihan konserden 10 gün önce Almanya’ya gitti ve Lille’yle provalar yaptılar ve ilk defa o festivalde, İsviçre’de beraber sahne aldık. Güzel bir konser ve festival oldu. Festivalin DVD’si 2011 bahar aylarında yayınlanacak.
Defeated Sanity yoğun konser programı olan bir grup olduğu için ve Lille kendi grubuna daha fazla zaman ayırmak istediği için Rusya turuna gelemeyeceğini söyledi ve biz de davulcu arayışına başladık. İstanbullu mathcore grubu Chopstick Suicide’ın davulcusu Alican Erbaş’a teklifte bulunduk bu tur için, o da kabul etti. Yoğun bir çalışmayla, Ankara-İstanbul arası mekik dokuyarak parçaları öğrendi. 15 günlük, toplam 8000 km yol katledilen, 10 şehirden oluşan uzun ve yorucu Rusya turumuzda Lille’nin albümde çalmış olduğu davulları en iyi şekilde icra etti ve yurt içi konserlerimizde de halen Cenotaph’la çalmakta. Lille konuk mu yoksa bir sonraki albümde de yer alıcak mı sorusuna şu an cevap vermek için erken diyorum, ilerleyen zaman ve koşullar davulları kimin çalacağını gösterecek.
“Putrescent Infectious Rabidity” en agresif ve karanlık riflere sahip albümünüz bence. Tek gitarist ile bu zor olmuyor mu?
İkinci gitara gerek yok ve şu an düşünmüyoruz. Tek gitarın Cenotaph için gayet ideal olduğunu düşünüyoruz.
“Reincarnation in Gorextasy”ye gore tanımlası yapmak mümkün sanırım. “Putrescent Infectious Rabidity” için de aynı tarz bir beklentim vardı açıkcası, ancak dinledikten sonra olağanüstü gore-grind-death metal öğeleri ile karşılaştım. Kısıtlı bir tarzın içinde her albümü farklı yapmayı nasıl başarıyorsunuz?
Biz kısaca brutal death metal demeyi tercih ediyoruz yaptığımız şu anki müziğe. Ben goregrind, grindcore, death metal, brutal death metal, funeral doom ve old school death metal, arada da black metal dinlemeyi seviyorum. Cihan da death metal, brutal death metal, old school death metal (kendisinin bu tarz grubu da var: Burial Invocation) ve doom/death metal dinlemeyi sever. Bir araya geldiğimizde evde birbirimize sevdiğimiz ya da yeni keşfettiğimiz grupları dinletiriz. Brutal death metal konusundaki müzik zevkimiz genelde aynı ve o yüzden parça yazımında çok fazla karmaşa yaşanmıyor. Aramızda bulduğumuz rifler genelde ikimizin de sevdiği, hoşumuza giden bir şey olur, boktan bir şey bulmuşsak da zaten ikimiz de çıkan şeyden hoşlanmaz. Orijinal bir albüm yazmak için yeni, taze fikirlerle gelmeye çalıştık ev çalışmalarına. Piyasadaki grupların çoğunu takip ediyoruz, birbirini tekrarlayan, aynı boku kopyalayan bir ton sıkıcı brutal death ve slam furyası var piyasada ve myspace’te. Cenotaph’ta amacımız her zaman orijinal, sıkıcı olmayan albüm yazmak olmuştur; o yüzden de trend’lerle hiçbir zaman işimiz olmadı. Bir grubu sevdiysem, CD’sini defalarca dinleyebilmeliyim. Kendi albümümü de bir dinleyici olarak düşünüp sıkılmadan dinleyebilmeliyim. O nedenle albüm yazım aşaması bizde zaman alan ve orijinal bir ürün çıkartmak üzerine kurulu bir süreç olduğundan, her albüm bir diğerinden farklı oluyor. Aynı stilde 10 albüm yapmış grupları da seviyorum aslında ama benim demek istediğim bu tarzda değişik tatlarda albümler üretmek daha eğlenceli ve zevkli geliyor bize. Bunu her yeni Cenotaph albümünde duyabilir ve bu gelişimin farkına varabilirsiniz.
Albümde favorim Pustulation With Swarming Insectoids oldu. Sanki bu zamana kadar yapılan en, melodik demek istemiyorum ama en akılda kalıcı çalışmanız olmuş. Özellikle Lille müthiş bir performans sergilemiş. Sana göre bu albümü en iyi yansıtan çalışma hangisi, ya da senin için özel olan?
Klasik bir cevap olacak ama albümdeki her parçayı seviyorum. Yeni albümden, konserlerde vokal yaparken en keyif aldıklarım Schizoid Acts of Mental Defloration, Consumed by Embryophagy, Embalming ve Paroxymal Mutation diyebilirim. Benim için tabii ki hepsi özel, ama son parça Embryobscure Hypnosis’in havası ve atmosferi daha bir ayrı diyebiliriz. Tüm parçalar Cihan ve benim için değişik hissiyat ve gizli saklı duygular barındırmakta ve parçalar bu şekilde ortaya çıkmakta.
Ben farklı bir sitede yapmış olduğum albüm kritiğinizde kapak resmini yılın en iyi albüm kapağı seçtim. Tasarım ve fikir kime aitti?
Kapaktaki sağ ve sol taraftaki karanlık, gore dünya dışı konsept ve aralara gömülü mutasyona uğramış cesetler konsepti, yerde yatan tohumdan çıkmış iki cenin ve organları yerde saçılmış karakterlerin fikri bana ait. Aslında dikkatli bakarsanız, onlar laboratuvar görevlileri; beyaz kanlı önlükleri var ve fetüsler bunları yiyerek mutasyon geçiriyorlar. Sol ve sağdan ışık süzülmesi, vücut salgılarından et duvarları ve laboratuvar binasının görünen çok az kısmı, ortadaki büyük ana tohumdan çıkan mutasyona uğramış yaratık ve yediği insanların enzim ve vücut parçalarından yukarı doğru yükseliş fikri de bana ve Toshi’ye ait. Bunları anlatmamın sebebi, kapağın “Putrescent Infectious Rabidity”nin konseptini yansıtması. Kapakta anlatılan, enfeksiyonlu, hastalıklı, dünya dışı bir salgın ortamının oluşması, o alanı ele geçirmesi, sarması, etraftaki sivri çıkıntılı dikenli otlar misali etrafı kapatması ve bu enfeksiyonla kudurarak ölen yeni bir katil türün insanları sindirerek yok etmesi, karanlık, tuhaf, çürümüş bir gore dünya haline sokması. Bu konseptin ana fikri bana ait ve bu fikirleri Japon sanatçı Toshihiro Egawa’ya anlattığımda kafamdaki düşüncenin çok yakınının bir taslağı ile bana döndü. İlk eskiz olarak, anlattığım her konsepti ayrı ayrı kara kalemle çizdi, ben de genel komposizyonda bunları nasıl birleştirmemiz gerektiğini söyledim, nerelerde ne olacağını, anlattıklarımın kapakta nerelere geleceğini tarif ettim.
Aşağıdaki karanlık çukuru, ceset ayrıntılarını, yaratıkların dünya dışı görünmelerini, bu dünyaya ait olmayan bir atmosfer ve karanlık bir dünya hissi olması gerektiğini anlattım, diğer ayrıntılara da karşılıklı yazışmalar, fikir alışverişleri sonrasında karar verdik. Tüm renk kullanımına ve renk seçimine Toshi kendisi karar verdi. Arka plan gri ve sarı kapalı gökyüzü onun fikridir ve mutasyona uğramış yaratıklar, ceset ayrıntıları, onun kafasında canlandı ve bize bu harika kapağı 3 ayı alan bir sürede tamamladı.
Albüm ismini Cihan buldu ve o ismini düşünüp kafamda nasıl bir kapak olabileceğini canlandırdım. Toshi’ye kapakta görmek istediklerimizden bahsettim. Ayrıca o da Cenotaph – Promo 2009′u dinledikten sonra yeni albüme çok iyi bir kapak çizmek istediğini, müziğe uygun birşeyler yapmak istediğini belirtti, ben de ona yardımcı olması için yazdığım şarkı sözleri ve parça isimlerini gönderdim ve kapak Japonya’da karşılıklı bilgi, fikir paslaşımı sayesinde oluştu.
Sonuçtan çok memnunuz. Kapak yazdığım sözlerle aynı doğrultuda ve konseptte oldu. Toshi Egawa ile daha önce de “Pseudo Verminal Cadaverium” albümünde aynı şekilde çalışmıştık. Benim kapakla ilgili bu şekilde ayrıntılı fikir ve bilgi vermem onun hoşuna gidiyor. Her şeyi ona yıkıp “Bize gore bi kapak çizsene” diye karşısına sıfır fikirle çıkan gruplar gibi olmadığımızdan, bizimle çalışmaktan kendisi de memnun.
Beş albüm ile dünya genelinde kalıcı bir hayran kitlesi edindiniz. En çok ilgi gördüğünüz ülkeler hangileri?
Yeni albüm Mayıs sonu gibi çıktı ve şirket ve distrolar ile internetteki download blogları sayesinde dünya geneline baya bir yayıldı. Genelde tüm albümlerimiz brutal death metal ile ilgili çoğu ülke tarafından dinlenmiş durumda. En çok Amerika, Kanada; Avrupa’dan Almanya, İsviçre, İtalya, İngiltere, İspanya, Avusturya; Doğu Avrupa’dan Rusya ve Endonezya, Japonya ve Güney Amerika piyasalarından ilgi görüyoruz. Kesin bir ülke söylemem pek mümkün degil, müziğimizin çok fazla yere yayıldığını biliyorum. Çok alâkasız ülkelerden bile Cenotaph dinleyen ve bilen insanlar çıkabiliyor.
Çalmaktan en keyif aldığınız konser hangisiydi peki?
Küçük underground konserlerde az sayıda sağlam seyirciye çalınanlardan hoşlanıyorum. Büyük sahneli festivaller de güzel oluyor, her ikisinin de ayrı atmosferi var. Ben daha çok iç içe kalabalığın olduğu ufak konserleri seviyorum. Seyirci sahneye ve bize daha yakın duruyor ve daha sıcak, samimi ve enerjik bir konser ortamı oluşuyor. Genelde aynı türden grupların bir arada çaldığı konserleri de seviyorum. İyi ses düzeni olan, her şeyin iyi organize edildiği, içerdeki seyircinin gerçekten bu müzik ve Cenotaph için geldiği konserler en kanlı ve brutal konserler oluyor genelde. Büyük festivallerin avantajı ise bizi hiç dinlememiş kişilere çalmak ve yeni dinleyiciler kazanmak.
Kişisel bir soru daha sormak istiyorum sana Batu. Kimleri dinlersin ve son aldığın albümler neler?
Tonla brutal death ve grindcore/goregrind albümü dinlerim. Bu aralar evde dinlediklerim Defeated Sanity (“Chapters of Repugnance”), Colonize the Rotting (“Composting the Masticated”), Orchidectomy (Kanadalı brutal death metal), Coprobaptized Cunthunter (“Failure Prosthesis”). Rusya’da bu grupla turladık, tavsiye ederim. Malignancy (“Cross Species Transmutation”), Putridity (“Mental Prolapse….”), Cerebral Bore, Embryonic Depravity, Disgorge, Tyranny (“Black Vistae”), Funeral Doom, Inherit Disease’in yeni albümü, Foetopsy, Cerebral Effusion (“Impulsive Psychopathic Acts”), Demilich (“Nespithe”), Burzum (“Belus”), North, Bohren der Club of Gore (funeral doom jazz) ve bu aralar kayıtlarıyla ugraştığım tek kişilik funeral doom death projem Womb of Decay. Onlar dışında Asphyx, Unleashed’in eski albümleri ve bir ton underground old school death metal demoları. Şu an evde kaset çalarım olmadığından genelde bunları arabada dinlerim.
Son aldıgım albümler; Rusya’dan trade ile aldığım yeni Datura (brutal death), Membro Genitali Befurcator (brutal death yapıyorlar ve albümlerinde bir şarkıda konuk vokalim), yeni Purulent Jacuzzi (goregrind) ve Anal Nosorog (grindcore).
Yakın gelecek planları neler?
Şu aralar konserler başladı yurt içinde, onlarla uğraşıyoruz Cenotaph olarak. Proje gruplarıma da biraz zaman ayırıyorum bu aralar, Drain of Impurity’nin yeni çalışmaları olacak. Bu sene MCD yayınlamıştık, Sevared Records dağıtımını yapmakta. Brutal slamming death metal yapıyorlar. Grotesque Ceremonium isminde ambient funeral doom grubum var diğer bir arkadaşımla kurduğum, onun parçalarıyla uğraşıyoruz. Dinlemek isteyenler myspace’ten bir parçasını dinleyebilirler bu grubun. Tek kişilik projem Womb of Decay’in (funeral doom death) stüdyoda vokal kayıtlarına da başlayacağım bu sıralarda. Bu projenin ilk çalışması olacak ve toplam 9 parçadan oluşacak.
Yakın gelecek şu an bu şekilde.
Yine teşekkürle bitirmek istiyorum. Bu yoğun temponda beni kırmadığın için sağol Batu. Pasifagresif tayfasına neler söylemek istersin?
Röportaj ve güzel sorular için ben teşekkür ederim, yeni Cenotaph albümünü henüz dinlememiş olan varsa netten indirsin veya konserlerde falan bizden alsın, ya da bulabildiği satış noktalarından (Ankara’da metal shop’lar ve İstanbul’da Hammer Müzik’ten) veya direkt bizden kargo yoluyla yurt içi alabilirler. Mail atarsanız ayrıntılı bilgi veririz. Yeni albüm bir anda dinlenip sindirilebilecek bir albüm değil, o yüzden iyi dinlemeler. Aynı zamanda merch, t-shirt vs. almak isteyenler de mail yazabilirler. Umarım en yakın zamanda bulunduğunuz şehre gelip konser verebiliriz, konserlerde görüşmek üzere. Pasifagresif tayfasına ve okuyucularına da selamlar.