İstanbullu death/thrash metal grubu VORTEX OF CLUTTER hazırlıkları sürmekte olan albümlerinin promo fotoğraflarını ve albüm kapağını yayınladı.
“Source Of Sickness” adlı albüm için çekilen promo fotoğraflar Pınar Tuncer tarafından çekildi, albüm kapağı ise Selim Varışlı tarafından hazırlandı.
1 – Othered Lifes
2 – The Land Withouth Sunshine
3 – Proletaria Prevails
4 – Evasion
5 – Conscientious Objection
6 – Memory Of Guilt
7 – Uniformed Killers
8 – September 80
9 – Source Of Sickness
10 – Seyh Bedreddin (Bonus track)
Aşağıdaki videodan ve grubun resmi sitesinden albüm intro’su “Othered Lifes”ın gitarsız versiyonu dinlenebiliyor ve promo fotoğraflarına ulaşılabiliyor.
İsveçli black metal grubu WATAIN, kısa süre sonra bu sayfalarda görebileceğiniz yeni albümü “Lawless Darkness“ın turnesi için akla pek gelmeyecek bir şey yapmış.
Grup bu turneye özel posterlerini Amerika’da faaliyet gösteren Fransız tasarım firması Metastazis’e yaptırmış. İlginç olansa posterlerin ipeğe emdirilmiş gerçek insan kanıyla boyanmış olması.
Tüplü veya tüpsüz suya dalmış olanınız varsa bilir; suyun altının ne kadar sessiz ve sonsuz gözüktüğünü. Özellikle de gece dalmışsanız bu daha bambaşka bir hal alır. Işığınız varsa, ışığı tutarak aydınlattığınız ufak alan dışındaki her yer sonsuz bir karanlıktır. Işığı bu karanlığa kaydırdıkça, az önce ışığı tuttuğunuz yer karanlığa gömülür. Bu durum size çok garip, soyut bir his verir. Dışarısıyla olan bağlantınızı unutursunuz adeta.
Işığı kapattığınız andaysa, uçsuz bucaksız bir zifir içerisinde salınan bir noktaya dönüşürsünüz. Her yanınız aynıdır. Sadece sonsuz, siyah bir boşluk. Ellerinizi dahi göremezsiniz. Bir rüyadan ya da kabustan tek farkı, vücut ısınızdaki değişimdir.
AHAB bizleri Almanya’dan selamlayan bir doom metal grubu. Hem de funeral olanından. Ölesiye ağır tempolu, bir turunun tamamlanması bazen bir dakikayı aşan melodilerle ve vurulan gitar tellerinin en ufak titreşimini dahi hissedeceğiniz düzeyde kanırtan riflerle haşır neşir olan, sabır ve ilgi isteyen bir grup.
“The Call of the Wretched Sea” grubun 2006 çıkışlı ilk albümü. Kapaktan da anlaşılacağı üzere albüm, Melville’in meşhur eseri Moby Dİck’i konu ediyor. Tabii metal ve Moby Dick denince akla gelen ilk albüm “The Call of the Wretched Sea” değil. MASTODON’un “Leviathan“ı bu konuda daha bir nam salmış olsa da, “The Call of the Wretched Sea” olayı daha farklı bir yönden işlemesi sebebiyle, konsept bazında MASTODON’dan geri kalmıyor. MASTODON tüm hikayeyi dışarıdan gözleyen bir gözlemci gibi anlatırken, AHAB olayın daha içindeymiş gibi bir his yaratıyor.
Bir kere grup kendini nautik funeral doom olarak lanse ediyor. Daha bu tanımdan, AHAB’in kafayı okyanusla bozmuş olduğunu görüyoruz. Bu tanımın havada kalır olmayışına az sonra değineceğim. İkincisi grup, ismini dahi Moby Dick romanından alacak kadar bu romanı benimsemiş. Moby Dick’i avlamak için kendini yiyen kaptan Ahab’i (Eyheb okunuyor) isim olarak alan grup, iş müziğe geldiğindeyse daha farklı bir yansıma sunuyor.
Şöyle ki, “The Call of the Wretched Sea”yi dinlerken, kendinizi adeta o devasa okyanusun içinde hissediyorsunuz. Müzik öylesine ağır ve boğucu ki, sanki o ilk paragrafta bahsettiğim sonsuzluk her tarafınızı sarmış, milyarlarca galon tuzlu su içerisinde, Ahab’in tepenizde belli belirsiz gözüken teknesinin loş silüetini görüyorsunuz. Evet, AHAB’in “The Call of the Wretched Sea”de başardığı, MASTODON’un “Leviathan”ından farklı yaptığı şey bence bu. Tüm bu olayı, size balinanın gözünden yaşatmak. Sözlere bakınca böyle bir çaba görülmese de, müziğin eziciliği bu tarz bir hava yaratıyor. Suda ağır hareketlerle ilerleyen bir ispermeçet balinası gibi ilerliyor tüm o gitarlar, baslar, vokaller.
Belgesellerde görmüşsünüzdür. Suyun içindeki kamera, sabit şekilde durarak önünden geçmekte olan devasa balinayı çeker. O hayvan belki de on, on beş saniye boyunca geçer, bir türlü bitmek bilmez. İşte Below the Sun’un ilk gitar rifinin bana hissettirdiği görüntü bu.
Albüm ağır diyorduk, oradan devam edelim. Yukardaki videonun aksine, Below the Sun’ın orijinalinde gitar ve davulun bu girişi iki dakikayı buluyor. Kimi yorumlarda “Okyanus vokalleri” diye bahsedilen aşırı brutal vokallerle desteklenen ezicilik, her enstrümanın bu yöndeki bilinçli tercihleri yardımıyla albümün sonuna dek sürüyor. İki dakikalık Of the Monstrous Pictures of Whales’i saymazsak, karşımızda toplam altmış altı dakika süren altı şarkı olduğunu görüyoruz. Grup bazen bir rifi uzun süreler tekrarlasa da, şahsen sıkıldığım bir an olmadı. Bir şekilde albümün içine girebildikten sonra sürelerin çok da önemi kalmıyor zaten.
Azıcık da gruptan bahsedip sona yaklaşayım. AHAB’in belkemiği, aslen Liv Kristine’in kardeşini de barındıran gotik/folk metal grubu MIDNATSOLL’un gitaristi Daniel Droste ve yine MIDNATSOLL’un eski gitaristi Christian Hector’dan oluşuyor. Gitar sound’u, arkasındaki bas ve üzerlerine höyküren ne dediği anlaşılmayacak kadar ağır ve yoğun brutal vokalle birleşince, sabahtan beri bahsetmeye çalıştığım o devasa ses duvarı yaratılmış oluyor. Onların haricinde davulcu Corny Althammer da böylesi yavaş bir müziğe yazılabilecek en güzel ve yaratıcı davul partisyonlarını yazmış.
Eğer doom metalinizi iki trampet vuruşu arasında yemek yiyip dönebileceğiniz kadar yavaş seviyorsanız, gerçek anlamda boğucu ve “ağır” bir atmosferin yaratıldığı bu albümü denemenizi öneririm. Bu yaz günlerinde çok kolay olmayabilir ve bir yerden sonra yorabilir, ancak doom metale/funeral doom’a karşı en ufak bir ilginiz varsa, “The Call of the Wretched Sea”den bir şeyler kapacağınızı da garanti edebilirim.
BEHEMOTH bu Sonbahar’da yeni bir DVD piyasaya sürüyor.
“Evangelia Heretika” adlı yapıt, 5 saatlik BEHEMOTH materyali barındırıyormuş ve grubun önceki DVD’leriyle karşılaştırılamayacak bir içeriğe sahip olacakmış.
SUICIDAL TENDENCIES, ikinci albümü “Join the Army”deki şarkıların tekrardan kaydedilmiş hallerini ve grubun gitaristi Mike Clark’ın diğer grubu NO MERCY’nin 1986 çıkışlı ikinci albümünü bir araya toplayan bir toplama albüm çıkarıyor.
01. Suicidal Maniac
02. Possessed To Skate
03. The Prisoner
04. I Feel Your Pain…And I Survive
05. Join The ST Army
06. No Name, No Words
07. Born To Be Cyco
08. Come Alive
09. Something Inside Me
10. No Mercy Fool!
11. We’re F’n Evil
12. Crazy But Proud
13. I’m Your Nightmare
14. Widespread Bloodshed…Love Runs Red
Masanın üzerindeki vazoyu moleküllerine ayıracak çocuk, bebekliğinde kirlettiği bezden de belli olabiliyor bir yerde. Puşkin’in ilk Dostoyevski romanı İnsancıklar’ı okuduktan sonra, ağızcağızından çıkan ilk kelimeler bütünü “Gogol’dan da büyük bir yazar olacak bu!”, Slipknot için daha ilk günlerden evrime uğratmıştı: “Korn’dan da büyük olacak bu”.
Çıktıkları ilk dönem ve ertesinde “fabrika gürültüsünden” öteye gidemediği iddia edilen bir sound’a imza atmış bu 9 Maskeli Beşler farklıydı ve Amerika’nın Kiss’den sonra görmüş olduğu en büyük gizemdi (yazar burada La Fontaine’e selam etmekte). Aslına bakarsanız, çıktığı hafta Billboard listelerinde bir numara olan “All Hope is Gone”a giden süreç şaşırtıcı değil. Anavatanlarında “büyüklükle” orantılı olan kasadaki yeşilin hesabı ise yine Gogol’den: “Pantera’dan da fazla satar bu.”
Kendi isimlerini taşıyan albümlerindeki “Amerikan kırosu-vari” tavır, sertlik, bilinmezlik, enstrüman kalabalığına rağmen kestirmeden giden sound ve radyo dostu şarkılar sayesinde gündeme oturan grup, ardından gelen “Iowa”da “Pantera taktiğini” benimsemiş, tutan ilk albümün ardından daha da setleşmiş, beste yapılarındaysa enstrüman kabiliyeti ve konser etkeni etkisini artırmıştı. Seçilen bu yolun gideriyse hit sayısındaki düşüştü. Çok satmanın getirdiği “paradan anlayan Scream 2 figüranları” gibi negatif anlamdaki birçok eleştiriyi de içinde bulundukları bu dönemi düşünürken göz önüne almak gerek.
Şimdi eğri oturup doğru konuşalım, People = Bullshit’in intro’sunu gruptan ve nu-metal etiketinden habersiz olarak dinleyen ve orta halli bir müzik kulağına sahip dinleyici, ortadaki şeyi herhangi bir teknik death metal şarkısına benzetmez mi? Peki tamam, altyapısal DJ zımbırtılarını ve “here we go again, motherfucker” gibi fütursuzlukları şutlamak gerekebilir.
Sıra “Vol. 3: The Subliminal Verses”a geldiğindeyse kafalardaki soru şuydu: İlk albümün melodiye bulanmış nakarata dayalı yapısı ile ikinci albümün “kodu mu oturtan” duruşu tek potada eritilip, ortaya çıkan şeye şekil verilebilir mi? Aslında bir anlamda daha üçüncü adımlarında kontrol edemeyecekleri bir canavar yaratmaktı grubun niyeti. Bu sürecin sonucunda Amerikan Metal Müzik Tarihi -Demokrat eyaletlerde ders olarak okutulmalı- için bir kilometre taşı meydana getirdiler. Aslında formülizasyon basitti. Albümü farklı kılan; bildiğimiz metalcore kalıbının kendi dinamikleri içerisinde çok iyi anlaşan bir grup tarafından cilalanarak enstrüman bolluğunun şarkıya sırıtmayacak bir şekilde yedirilmesi ve icrası görece kolay, mükemmel şarkılar yazılmasından ibaretti.
Kayıt sürecine baktığımızdaysa, albüm öncesinde patlak veren spekülasyonlar ve albüm sonrasındaki röportajlardan anladığımız tek şey ortada bir kaosun olduğu. Müzik yapmaktan öte “albüm yapayım, plak şirketiyle anlaşayım, satayım, turlayayım” kafasına geç yaşlarda girmiş bu 9 adam, “Vol. 3″nin kayıt sürecinde 30’lu yaşlarındaydı. Hemen hemen müzik için olgunluk çağı diyebileceğimiz bu dönemlerinde grup elemanları müzik kariyerleri için ayrı maceralar peşindeydi. Portföyüne bakacak olursak en az bir Dream Theater, Savatage gibi bünyesinden onca grup çıkarmış bir oluşumdur Slipknot ve “Vol. 3″ de tam bu hengamenin içinde doğmuştu.
Prodüktör olarak her türlü müziği yemiş bitirmiş, Billboard listelerinin zirvesini her daim belirleyen, kimine göre “müzik profesörü” kimine göreyse “piyasa” olarak nitelenen Rick Rubin’le çalışan grup, mekan olaraksa yine Rubin’in daha şimdiden efsane olmuş, birçok büyük ismin ölümsüz eserlerinin kaydedildiği The Mansion’ında karar kılmıştı. İlk başlarda Rubin’in projeden projeye atlayarak çalışma prensibi grubu bu zaman zarfı içerisinde tedirgin etse de süreç sonunda ortaya çıkan malzeme, bu durumun gruba yaradığını gösteriyor. Yine yapılan açıklamalar, The Mansion’ın kaotik yapısının grubun bestelerine olumlu anlamda etki ettiği yönünde. İlgi çeken bir diğer noktaysa grubun o zamana kadar yapmış olduğu en “rahat” parçalardaki Corey Taylor vokallerinin, bu denli bir profesyonellik beklemeyen diğer üyeleri şaşırtmış olması.
Bir saati aşkın süreli bu “gürültü yumağını” sökmeye başladığımızdaysa, görülecek ilk şey radyo dostu olan şarkıların (hit’lerin) fazlalığı. The Blister Exists’i uçarılığa kaçıran perküsyonları, enstrüman kullanımı ve geri vokallerin ağırlığıyla ilerleyen Pulse Of The Maggots, Circle’ın dibe vuran yaylıları ve sonuna eklenen kısım ile Welcome’a açılan bir kapı işlevindeki sample’larıyla, hepsi yerinde kullanılmış güzel fikirler içeren şarkılar. Diğerlerinin yanında sönük kalsa da tadını groove’undan alan Three Nil, distortion’a bulanmasa rahatlıkla bir hard rock şarkısı olabileceğine inandığım Before I Forget, fazlasıyla mükemmel olan Vermillion pt.1-2’lar ve konser kalabalıkları için biçilmiş kaftan Opium Of The People yakıp yıkıp yok eden paslanmaz şarkılar. Dur kalklı yapısıyla The Nameless’a geldiğimizdeyse birçok yaratıcı fikrin çorba olmadan mükemmele giden yolculuğunu görüyoruz.
(#0)’nun introdaki turntable numaraları, (#1)’ın twin’leri, (#7) ve (#4)’un groove’dan kopmayan gitarları, kanal vokallere eklenmiş (#2), (#3) ve (#6)’in diplerden gelen haykırış-ımsı-ları. Bütün bunlara ek olarak, kökleri “soğuk ülkelerden” gelen brutale bağlanan akustik gitar numarasının Amerikan düzensizliği (bkz. ucuz Hollywood filmlerindeki genç ergenimizin odası) ile modifiye edilişi, “kral” bir şarkı. Bunun yanında “hiç edilmiş en iyi 10 rif” arasına girebilecek kapasitede olan Dimebag-vari iki güzelim rifin The Virus of Life’a kurban edilişini belirtmek gerek.
Toplamak gerekirse, belki şimdi çoğumuz için bir anlam ifade etmeyen bu grubun taş gibi bir albümü bu. Bir Grammy ve Roadrunner Records anketlerine göre şirket bünyesinden çıkan en iyi video da cabası. Mevcudiyeti daha şimdiden tartışılmaya başlanmış olan Slipknot’ın ise ileride efsane olarak anılacak olmasının başlıca etmeni bu albümdür.
01. The Great Pandemonium
02. If Tomorrow Came
03. Dear Editor
04. The Zodiac
05. Hunter’s Season
06. House On A Hill
07. Necropolis
08. My Train Of Thoughts
09. Seal Of Woven Years
“Poetry For The Poisoned”
10. Pt. I – Incubus
11. Pt. II – So Long
12. Pt. III – All Is Over
13. Pt. IV – Dissection
14. Once Upon A Time
ATHEIST, basçısı TONY CHOY’un gruptan ayrıldığını açıkladı.
Grup yaptığı açıklamada CHOY’un yeni albüm “Jupiter”in kaydı için stüdyoya girmelerinden yalnızca dört hafta önce, durup dururken arayıp “Jupiter“i kaydetmeyeceğini söylediğini ve bunun grubu çok zor bir duruma soktuğunu belirtmiş. “Jupiter”in baslarını da gitarist Jonathan Thompson üstlenmiş.
Grup, CHOY’un kendilerini zor durumda bırakması dolayısıyla bir açıklama yapma gereği duymuş ve ATHEIST’in kült albümü “Unquestionable Presence“daki basların tamamen Roger Patterson tarafından yazıldığını ve Patterson’ın ölümünün ardından CHOY tarafından kaydedildiğini belirtmiş. Grup bir hayli uzun olan basın açıklamasında TONY CHOY’un ATHEIST sound’una en ufak bir katkı yapmadığını, “Jupiter” için hiçbir şey yazmadığını ve ATHEIST’te bulunduğu süre içerisinde hep başkalarınca yazılan basları çaldığını söylemiş. CHOY sadece “Elements“a ufak katkılar yapmış.
ANTHRAX’ın bir kalemde sildiği 2 yıllık vokalisti DAN NELSON, yanına bir kısım başka müzisyenleri alıp yeni bir proje başlatmış.
NELSON’a yardım eden isimler, ARSIS lideri James Malone ve LIFE OF AGONY’den Joey Z..
NELSON’ın myspace‘ine giderek kimi mecralarda olumlu yorumlar alan “Burden’s Crown”, “Troll”, “You”, “Task At Hand”, “New Damnation”, “New Found Noose” adlı şarkıları dinlemek mümkün.
Kamelot ile tanışmam tahminen 2001 senesine falan gider, tam da metal müzikte hangi türlere daha yatkın olduğumun belli olduğu yıllar; hatta Kamelot da power-prog tarza kaymamda önemli etken olmuş gruplardan biridir bu bağlamda. O sıralar hem Sepultura, hem Death, hem Symphony X, hem Cradle Of Filth, hem de Rhapsody Of Fire, ve hatta Opeth dinleyen, ve hepsine de ayrı bayılan bir dinleyiciydim. Ama 1998 gibi Cradle OF Filth’in ilk vurduğu neşterin etkisi geçmişti, Symphony X’in 2000 gibi hayatımı değiştirme operasyonu bitmiş gibiydi ki, bir arkadaşımın mp3 dolu bir cd’sinde Kamelot diye bir grup gördüm.
İsmi ilgimi çekmişti zira üniversitede okuduğum bölümden mütevellid Kral Arthur’ları falan bayağı bilirdim. (Mütevellid kelimesini gıcıklığına kullandım, birileri çıkıyor ekşide vs. de, aktif dilde kullanılmayan bir kelime kullanıyor, sonra bir bakmışsın msn Türkçe’si yazanlar bile kullanmaya başlamış. Eğer bu yazıyı öyle bir arkadaş okuyorsa, emin olsun çok komik durumlara düşüyorlar gözümde) Ama albüm albüm ayrılmamış, karmakarışık bir ton parça vardı o CD’de. Her diğer parçaya geçişimde “Oha lan hepsi güzel bu şarkıların” gibi bir tepki verdiğimi hatırlıyorum, sonra Ankara – Maltepe Pazarı’ndaki Numan Abi’ye gittim ve “Karma” albümünü aldım, ve aşkımız öyle başladı.
Kendim de çapımda vokallik yapan biri olarak Roy Khan’ın dramatik tonlamalarına ve özellikle peslerine hayran kalmıştım. Ben varsa yoksa (yanlış biçimde) sürekli tizlere çıkmanın marifet olduğunu sanarken, adam bana resmen tokadı çaktı. Neyse sonra hikaye klasik gelişiyor diğer albümlerini alma falan derken işte geldik en son 2007’de çıkan ve bu kritikte işleyeceğim “Ghost Opera” albümüne.
Ben yine de grubun eski durumundan bahsedeyim biraz. Bu ağabeyler kariyerlerine vasat bir vokal ve çok dikkat çekmeyen bestelerle başlamışlardı. Kamelot’un ilk iki albümünden benim aklımda kalan tek şarkılar Call Of The Sea ve We Are Not Seperate’dir. Ne zaman ki Roy Khan vokallere geldi, grup birden dünyanın en büyük metal grubu oldu… Yok lan şaka, Khan’lı ilk albümleri “Siege Perilous” da pek iş yapmadı aslına bakarsanız. Atmosfer şahaneydi, ama birincisi zaten bu adamlar hiçbir zaman über-teknik bir müzik yapmadılar, ikincisi ise bu albümde de, bir önceki iki albüm gibi çok yakalayıcı melodiler yoktu.
Bunlara bir de dikkat çekmeyici sound’larını ekleyin, neden henüz çok önemli bir grup olamadıklarını anlarsınız o dönemde. Ama “The Fourth Legacy” ismindeki sonraki albümlerinde her ne olduysa grup süper besteler yaptı, ve türün saygın gruplarından biri haline geldiler. Parçalar daha dinamikti, vokal melodileri önceki albümlere göre harikaydı. Sound da twin pedal destekli power metal için biçilmiş kaftandı, yani adamlar cidden büyük sükse yapmışlardı bahsedilen şeyler sayesinde. Bir tek son iki albümlerine kadar devam eden, Khan’ın tizleri çok kötü eleştirilerini fitillemişti bu albüm. Neden bu olay son iki albümde kalktı, çünkü adamın sesi baritona doğru kaydı ve pesleri daha nüfuzlu hale geldi. Neyse, ben pek katılmıyorum Khan’ın o dönem tizlerinin kötü olduğuna, ama değişik tınladığı da bir gerçek. Belki bu eleştirileri yapanlar haklıdırlar, ben tam bir “die-hard fan” da sayılmam ama Khan’ı bayağı körlemesine sevdiğim de bir gerçek. Doğduğumuz ay aynı, hatta ben 7 o 6 Mart. Ondan çok seviyorum onu, hatta kendimle gurur duyuyorum. Ne iyi etmişim de sadece bir gün sonra doğmuşum (yıl olarak 10 yıldan fazla var aramızda gerçi). Neyse kısaca kendimle ne kadar gurur duysam azdır. Siz de eminim şoklar içersinde mouse’ınızı bıraktınız ve beni gözyaşları içerisinde alkışlıyorsunuz şu anda. Ama ben asla “çok süperim” diye gezinmem ortalıkta. Yılmaz Morgül gibiyimdir, gündüz dünyanın en süper kişisiyim derim, gece seyircilerimin karşısına çıktığımda ise mütevazice boynumu bükerim siz hayranlarım karşısında. Tabii siz de haklısınız, sizin de Roy Khan ile doğum gününüz bu denli yakın olsaydı, ben de sizin önünüzde saygı ve hayranlıkla eğilirdim.
Neyse kritiğe dönelim, grup “Karma” albümünü çıkardı, bir önceki albümden çok acayip farklı bir albüm değildi. Ama prodüksiyon daha başarılıydı, bir de Elizabeth Trilogy çok gotik ve karanlıktı. Zaten grup sonra çıkardığı, ve kendisini kitlelere tanıtmada en önemli olan iki albüm “Epica” ve “The Black Halo” da iyice karanlıklaşacaktı. Goethe’nin Faust’unu konu alan bu iki albümde artık epik Avrupai hava gitmiş, daha evrensel gotik bir atmosfer gelmişti. Şimdi gelelim grubun son albümü “Ghost Opera”ya.
Solitaire gibi bir intro, Kamelot için bir devrimdir. Bırakın metal albümlerinde az rastlanan iyilikte bir intro olmasını, bu grup için gerçekten bir devrimdir. Ben ki bu albüm çıktığında, “The Fourth Legacy”ciydim ve son iki albüme mesafeliydim. Bu albümden de pek umudum yoktu. Ama o intro’yu duydum ve koltuğa çivilendim. Sonra arabik klavyelerle destekli gaz bir parça olan Rule The World geliyor. Çok süper bir parça değil, ama sonlardaki Silence Of The Darkness dışındaki tüm şarkılar en kötü ihtimalle çok iyi bence bu albümde. Ghost Opera parçasına gelelim, klasik power ritimleriyle giden bir parça, ama nakarat vokalleri enfes, hele ki soprano vokaller ve Khan’ın pesleşmiş vokali arasındaki tezatın tadına doyum olmuyor. The Human Stain bence albümün en ticari şarkısı, ki parçaya klip de çektiler zaten. Kesik gitarları ve piyanoları pek alışıldık power metal normlarına uymuyor. Ama bence albümün en iyi 3 parçasından biri. Davulları çok keyifli, hele albümün “climax”i “Tick Tock” lu kısımdan hemen önceki ufak atak öyle iyi ve yerinde ki, disfonik tınlayan lead gitarlardan sonra inanılmaz bir dramatik etki sunuyor Khan’ın eşsiz “tick tock” deyişiyle birlikte. Davullar demişken, albümdeki davul tonları bence şahane. Hem güçlü ve nüfuzlu, hem de genel soundda bir şeyleri bastırmıyor. Çok çok başarılı gerçekten de…
Blücher ise verse melodileriyle farklılık yaratan bir eser, yoksa nakaratı falan bir hayli klişe. İşte son 4 albümüne süper 1-2 ballad yerleştiren Kamelot, bu albüme de Love You To Death isminde bir harikalığı dahil etmiş. Kırılgan kadın vokaller, kararlı ve derin ana vokallerle o kadar lezzetli bir uyum yakalamış ki, inanılmaz. Egzotik melodiler, santur enstrümanı ve etrafınızı hayaletler kuşatmışçasına tınlayan efektli soprano vokaller resmen sizi esir alıyor. Ortalardaki akustik gitarlı ve kemanlı kısımlar bence parçanın en etkileyici yerleri. Bu kısımdan hemen sonraki lead gitarlar da iyi, ama parçanın sonundaki sololar bence daha estetize tınlıyorlar.
Up Through The Ashes parçasına geldiğimizde, inanılmaz iyi bir senfonik kurguyla karşılaşıyoruz. Sanki bir deniz macerasına çıkmış gibiyiz. Vokal melodileri de konuşur gibi olunca, tribal moda iyiden iyiye giriyoruz. Nakaratlarda ise back vokal destekleri çok yerinde olmuş. Ben hiçbir zaman Kamelot’un gitaristi Thomas Youngblood’un gitarlarını çok sevmiş biri olmamışımdır. Hatta sololarını genelde yetersiz görmüşümdür. Ama bu albümde adama sihirli değnek mi değmiş ne olmuşsa, çok iyi dokunuşları var. Cidden parçaların ruhuna katkıda bulunan sololar yazmış ve icra etmiş kendisi.
Albümün geri kalanı da Silence Of The Darkness parçası dışında bir hayli iyi. Anthem parçası naif, basit ama etkili bir parça. Mourning Star ve Eden Echo ise harika çalışmalar. Power metalde genelde bonus şarkılar bir hayli sıkıcı olur, ama bu albümün Pendulous Fall parçası cidden çok sıkı. Gerçi bir önceki albümdeki Epilogue parçası da harikaydı. Demek ki Kamelot nasıl ki klasik power metal gruplarından ayrı bir yere konuyor, adamların bonus şarkıları da bir başka herhalde.
Şu anda Kamelot hakkındaki fikirlerime gelirsek, bir zamanlar ayılıp bayıldığım “The Fourth Legacy” albümlerine eski düşkünlüğüm kalmadı. İlk çıktığı dönemde burun kıvırdığım, grubun en çok ses getiren albümü “The Black Halo” yu “Karma” albümüyle birlikte şu anda “Ghost Opera”dan hemen sonraya koyuyorum. Grubun ikinci en tutulan albümü “Epica” hakkında ise fikirlerim hala değişmedi. 3 tane harika parça var, ama gerisi vasat bence. Gerçi Simone kişisinin grubuna ismine vermiş ve hatunların bayıldığı bu albüm hakkında ben ne desem boş. “Ghost Opera”dan bile fazla beğenilen bir albüm olduğu kesin “Epica”nın…
Son on yılda yapılmış en yırtıcı, en bodos, en kemikten et sıyıran albümlerden biri var bugün tabağımızda. “Turneler belimizi büktü” diyerek dağıldıkları 2004 yılından beri yolu gözlenen ve neyse ki bu sene tekrardan faaliyete geçen THE CROWN, bu en ölümcül silahını 2000 yılında piyasaya sürmüştü.
Thrash metal / death metal kırması albümler içerisinde bugüne dek dinlediğim en iyi albümlerden biri olan “Deathrace King” için, tam elli dakikalık bir kırıp dökme senfonisi demek mümkün. Davullar tek kelimeyle öküz. Gitarlar her şeyleriyle mükemmel. Vokal kusursuz. Ciddi anlamda eksiklik arayıp da bulamadığım, aksine her dinlemede “Negzel laaaaaaan!!!” diye bağırdığım albümlerden biri “Deathrace King” (otobüslerde az dayak yemedim).
Thrash dedik, death dedik, yine de albümün tadını tam veremedik. ENTOMBED’un “Wolverine Blues”u nasıl blues katkılıysa, “Deathrace Kİng”de de hissedilen çok bariz bir punk ve klasik rock havası var. Şarkılar yumuşatılıp yavaş çalınsa, birçok şarkının 70′lerden çıkmış gibi duran rifler barındırdığı görülebilir. Misal bir Rebel Angel’ı distorion’sız ve yumuşatarak çalarak neredeyse PEARL JAM’e varan bir tat dahi yakalanabilir.
Onun dışında albümde alttan alttan verilen harika bir melodik yapı var. Olayı hiçbir zaman melodik death metale çekmeyen, ancak kendilerini her zaman hissettiren bu melodiler, zaten aşmış olan gitar işçiliğini daha da ön plana çıkarıyorlar.
Bu tarz grupların büyük kısmında hissedilen SLAYER havası THE CROWN’da bulunmuyor; SLAYER’ın başımızın üstünde yeri var, ancak THE CROWN’ın bu yolu seçmemesi onlara kesinlikle daha karakteristik bir hava kazandırıyor. Thrash metale ucundan da olsa dokunup SLAYER’ı anımsatmamak kolay değil elbet, ancak “Deathrace King”i dinlerken “Aaa bak bak bak şeyden etkilenmişler vallahi fark ettim” gibi durumlar pek yaşanmıyor.
Albüm, adına yakışır şekilde bir yarış atmosferine de sahip. Youtube’da falan yarış arabası görüntülerinin falan arkasından gayet rahat akabilecek şarkılar var. Bence albümün en önemli özelliği de buradan geliyor zaten. “Deathrace King”de blues da var, rock ‘n’ roll da var, gaz da var, hırs da var, ama en önemlisi eğlence de var. Kimi şarkılarda adamların gayet eğlenceli vakit geçirdiğini hissedebiliyorsunuz.
Bu noktada tekrardan enstrümanlar konusuna dönmek istiyorum. Gitarlardan başlarsak, rifler olsun, sololar olsun, her açıdan ders niteliğinde bir gitar kullanımı var albümde. Neredeyse tüm riflerin akılda kalıcı olmasını geçtim, her biri sizi harekete geçmeye, tepişmeye zorlayacak kadar da güçlü. Gitar çalan arkadaşlar bu albümdeki parçaları çalmayı denedilerse, ne kadar eğlenceli, ağızdan salya akıtır olduklarını biliyorlardır. Bu gitarların bu denli öne çıkmasını sağlayan diğer etkense tabii ki davullar. İsveçli grubun Fin davulcusu Janne Saarenpää, her açıdan nefis bir iş çıkarıyor tüm albüm boyunca. Groove desen yeri yerinden oynatıyor, ataklar desen adamı tokat delisi yapıyor, hız desen alıp yürüyor abim.
Vokallere de kusur bulmak imkânsız. Hem çok iyi yazılmışlar, hem de çok iyi söylenmişler. Tam gerektiği hırçınlıkta, ne dendiğini de anlıyorsunuz, hem de gaza geliyorsunuz. Benzetme yapmak gerekirse, hemşehrileri Tompa’yı örnek verebilirim. Zaten bilindiği gibi Tompa grubun “Crowned in Terror” albümündeki vokalistiydi (link’teki şarkıya ölürüm). Tompa demişken albümdeki konuklara da değinelim, Devil Gate Ride‘da konuk vokalist olarak Tompa’yı, hızdan ölen Total Satan’da ise yine konuk vokallerde IMPALED NAZARENE’den Mika Luttinen’i duymak mümkün.
Toparlarsak, “Deathrace King” bilenlerin gerçek anlamda çok sevdiği, bilmeyenlerin de mutlaka dinlemesini salık verdiğim, hakikaten eksiğini bulamadığım bir thrash/death metal klasiği. Thrash metali ve death metali seviyorsanız ve bu albümü henüz dinlemediyseniz, sizi manyak bir elli dakikanın beklediğini garanti edebilirim.
Kısa süre önce Nuclear Blast çatısı altına giren SEPULTURA, halen turnesinde olduğu “A-Lex” albümünün ardından, yeni albümünü 2011 yılında çıkaracağını açıkladı.
Andreas Kisser yaptığı açıklamada “SEPULTURA tarihinde belki de ilk kez turnedeyken bir albüm yazıyoruz. Yanımıza bir laptop alıp tur otobüsünü ufak bir stüdyoya dönüştürdük” demiş.
Alman power/heavy metal grubu GRAVE DIGGER, 1 Ekim’de çıkaracağı yeni albümü “The Clans Will Rise Again“in detaylarını bir bir açıkladı.
01. Days Of Revenge
02. Paid In Blood
03. Hammer Of The Scots
04. Highland Farewell
05. The Clans Will Rise Again
06. Rebels
07. Valley Of Tears
08. Execution
09. Whom The Gods Love Die Young
10. Spider
11. The Piper Mcleod
12. Coming Home
13. When Rain Turns To Blood
İsveç güzel memleket. Bu kesin. Anlatılanlara inanmadım, gittim gördüm. Hakkaten güzel. Doğası olsun, insanı olsun, futbol takımı olsun (son yıllarda bozdular)… Bir de tabii müziği var. Bu müziğin en önemli mecralarından biri, Göteborg’un Billdal adlı bölgesi. Neden, çünkü bu ufacık ilçeden çıkan üç tane grup var ki yıllardır dinlediğimiz tonla şeyin kökenini oluşturuyorlar. Bu grupların genelde en geri planda kalanı, diğer gruplar tarafından bir ilhâm kaynağı olarak en az anılanı, hepimizin malûmu DARK TRANQUILLITY.
Grup neredeyse 20 yılı bulan kariyerini adam gibi bir DVD’yle kutlamak istemiş ve bu akça pakça şeyi çıkarmış. 2003 çıkışlı “Live Damage”dan memnun olmadıkları bilinen grup elemanları, bu sefer her anlamda çok iyi bir DVD yaparak DARK TRANQUILLITY’nin tüm kimliğini yansıtmaya çalışmışlar. Bakalım başarılı olmuşlar mı.
Güzel fotoğraflar barındıran ve tasarımı Niklas Sundin elinden çıkma hoş bir kitapçığı olan setimiz iki adet DVD’den oluşuyor. Bunlardan biri grubun 2008 Ekim’inde Milan’da verdiği konseri içerirken, diğer DVD’de ise 48 dakikalık bir DARK TRANQUILLITY belgeseli ve bir ton bonus materyal yer alıyor.
Konsere bakacak olursak grubun çok iyi hazırlandığını görüyoruz. Bir kere sahne ve ışıklandırma son derece güzel. Tüm konserde sadece sarı ışıklar kullanılıyor ve bu konserlerde pek de alışık olmadığımız renk sayesinde konserin kendine özgü bir atmosferi oluyor. Grup her albümünden parçalara yer vermişse de son dönemler biraz ağırlıklı elbet. Konserin benim için zirve anı THEATRE OF TRAGEDY vokalisti Nell Sigland’le söylenen Insanity’s Crescendo olsa da, seyircinin de desteğiyle her şarkı normalde olduğunun üstüne çıkmış. Başta Stanne olmak üzere tüm elemanlar gayet iyi performans sergilemişler.
DVD’mizin ikinci kısmıysa, “Where Death is Most Alive”ın ağır topu hüviyetindeki belgesel ve bonus materyal DVD’si.
Yakın bir zamanda yine bu sayfalarda bulabileceğiniz diğer bir DVD’deki belgeselin aksine, DARK TRANQUILLITY belgeselinde kimi sorunlar var. İçerik ve anlatılanlar açısından gayet doyurucu olsa da, özellikle dışarıda çekilen röportajlardaki ses bir hayli sorunlu. Öyle ki, DVD’nin başında Mikael Stanne tarafından söylenen ilk iki cümle neredeyse duyulmayacak kadar rüzgar sesine boğuluyor. Bence bu affedilecek bir şey değil. Mikael Stanne, Niklas Sundin ve Martin Henriksson’un Billdal sokaklarında dolaşarak verdikleri bu röportajlar, elemanlarımız mikrofona uzaktan kouştuklarında bayağı sorunlu olabiliyor. Dahası ve en kötüsü, elemanlar konuştuğu sırada arkada hep DARK TRANQUILLITY şarkıları çalıyor. Bu kesinlikle iyi bir fikir değil. Elbet konuşulanları anlıyorsunuz, ancak belgeseli başlatıp şöyle bir arkama kurulmuşken fondan çalan şarkıların canımı epey sıktığını söyleyebilirim. Ben bu filmi gruba dair bilgi almak için izliyorum, zaten yüz bin kere dinlediğim şarkılar konuşulanları bastırsın diye değil.
Yine de elemanlar DARK TRANQUILLITY’ye dair ne varsa bir bir anlatıyorlar. Güzel olan şeylerden biri, grubun kimi tarihsel anları kameraya çekmiş olması. Onlar o sırada metal adına önemli bir şey yaptıklarının farkında değillerdi elbet, ancak örneğin şimdi IN FLAMES vokalisti olan Anders Friden’in DARK TRANQUILLITY’yle olan ilk provasını kamerayla çekmiş olmaları çok güzel bir şey. Onun dışında, çaldıkları prova odası insanları rahatsız etmesin diye davulun üstüne çarşaf örterek çalmalarından tutun da, tek bir amfileri olduğu için provalarda tüm şarkıları iki gitarist için de ayrı ayrı ikişer kez çalıyor olmalarına dek (adamlar harmonik gitarın kralı, ama aynı anda çalamıyorlar) DVD’de sayısız ilginç an bulmak mümkün. Herkesin İngilizce konuştuğu DVD’de konuk olarak AT THE GATES vokalisti Tomas Lindberg de en az DARK TRANQUILLITY elemanları kadar konuşuyor.
Bonus materyaller ise grubun çektiği tüm klipler ve çoğu eskiler olmak üzere yirmiden fazla şarkının farklı konserlerden çekilmiş videoları.
Sonuç olarak “Where Death is Most Alive” sorunlarına rağmen DARK TRANQUILLITY adına yakışan bir DVD. Dediğim gibi ses konusunda kimi sıkıntılar ve bir de çok isabetsiz fon müziği tercihi var, ancak bugün ayılıp bayıldığımız pek çok şarkının bu adamlar daha sivilceli bebeyken yazılıp prova edildiğini falan görmek gerçekten güzel.
“İsveç’in yetiştirdiği en önemli futbolculardan biri olabilirdim. Gerçekten çok iyiydim. Milli takımda da oynardım. Ama ben bu yolu seçtim. DARK TRANQUILLITY davulcusu olmayı, çok çok iyi olduğum futbolculuk kariyerime tercih ettim.” – Anders Jivarp