# - A - B - C - D - E - F - G - H - I - J - K - L - M - N - O - P - Q - R - S - T - U - V - W - X - Y - Z

Archive for 2010

ROTTING CHRIST yeni albümünü halka açtı

Wednesday, January 20th, 2010

ROTTING CHRIST, çıkışına bir ay kalan yeni albümü “Aealo“daki tüm şarkıların sample’larını şurada yayınladı.

rotting_aealo_1

01. Aealo
02. Eon Aenaos
03. Demonon Vrosis
04. Noctis Era
05. dub-sag-ta-ke
06. Fire Death and Fear
07. Nekron Iahes…
08. …Pir Threontai
09. Thou Art Lord
10. Santa Muerte
11. Orders from the Dead

Albümün diğer ayrıntıları da şurada hizmete sunulmuştur.

reha_muhtar

Hatırlanacağı gibi ROTTING CHRIST 17 Ağustos depreminin ardından bir yardım konseri için ülkemize gelmiş, konser görüntülerini Show Haber’de yayınlayan Reha Muhtar da kafa sallayan insan görüntülerinin üstüne “Olmaz olsun böyle yardım” buyurmuştu.

AGALLOCH

Wednesday, January 20th, 2010

Selam John, selam Don, isterseniz hemen başlayalım. “The White EP” gerçekten iyi bir çalışmaydı. Şu ana kadar AGALLOCH’tan duymaya alışkın olmadığımız şeyler de barındırmasına rağmen, özündeki o AGALLOCH sound’unu hissedebiliyoruz. Her albümünüz diğerlerinden farklı bir özgünlük barındırıyor. Bundan sonraki albümde nasıl bir yol izlemeyi planlıyorsunuz?

Don: Sound’umuzu geliştirip önceki albümlerde yaptıklarımızı daha da ileriye taşımaya çalışacağız. EP’ler bizim için deneyler yapma ve müziğimize katkısı olup olmayacağını görmek istediğimiz yeni denemelere zemin hazırlama amacı taşıyan anlardır aslında. “White EP” bu açıdan bizim için yararlı oldu. Ancak bir sonraki albümde neler yapacağız, nerelere gideceğiz şimdiden bir şey söylemek mümkün değil.

“The Grey” ve “The White” arasındaki ilişki nedir peki?

Don: İkisi de o ana ait denemeler, lâkin ikisi de bundan sonra nereye yöneleceğimizi gösteren işaretler değil.

Sinema ve şiirden ilhâm aldığınızı biliyoruz. Det Sjunde Inseglet, The Wicker Man, William Butler Yeats ve A.S.J. Tessimond gibi etkilenimler müziğinizde karşımıza çıkıyor. Bu bağlantıyı nasıl kuruyorsunuz da sinema ve şiir sizi başka müziklerden bile daha çok etkiliyor?

Don: Bazen bir sanatçının içinde bulunduğu alanın dışına çıkması ve başka kulvarlardan etkilenimler edinmesi, ilham alması gerekir. AGALLOCH için sinema kavramı aynı müzik kadar önemli bir ilhâm kaynağıdır. Bir şarkı ya da bir rif yazarken çoğu zaman kafamızda oluşturduğumuz bir resmi veya sinemasal bir görüntüyü düşünüp, beliren bu imajı müzik olarak betimlemeye çalışırız.

The End Records’la olan sıkıntınız neydi, yeni bir şirkete dair haberler var mı?

Don: The End Records köklü bir değişime girdi ve kendine bir hayli ticari bir yol çizdi. Biz de bu tarz bir yaklaşıma uymadığımızdan kendimizi oraya ait hissetmemeye başladık. Bu hoş bir durum değil elbet; eskiden tek ilgilendikleri şey müzikti, çok güzel zamanlardı. Ama şimdi nasıl daha çok para kazanırız ve nasıl daha geniş bir kitleye hitap ederiz şeklinde düşünüyorlar. Tabii ki ticari anlamda, iş anlamında düşünürseniz bu mantıklı ve haklı bir gerekçe, bu sebeple onları suçladığım falan yok. Ama AGALLOCH bu mentaliteyle işleyen bir grup değil. O yüzden bu ayrılık kaçınılmazdı.

agalloch_rop_3

AGALLOCH’un biraz fazla “entel” takıldığı ve hafif kibirli bir “ukalâlık” taşıdığına dair metal çevrelerinden ithamlar var. Bu konuda bir yorumunuz var mı?

Don: Bu sıfatlar hiçbir şey ifade etmiyor. İnsanların müziğimiz içinden bu tanımları nasıl olup da çıkardıklarını anlayamıyorum. Bizi böyle gören birileri varsa, pekâla gidip SIX FEET UNDER veya GORGOROTH dinleyebilirler.

John: Dar görüşlü dinleyiciler olduğunu bilmek insanı memnun eden bir şey değil açıkçası. Dar görüşlüler sıkıcıdırlar, bayattırlar ve benim dünyamda hiçbir işlev taşımamaktadırlar. O tarz zavallılar için ne zamanım, ne de sabrım var ve onların bayağı görüşlerini ciddiye alıp kafama takarak onların ekmeğine yağ sürmek gibi de bir niyetim yok.

agalloch_ashes

AGALLOCH’u ilk kez duyan pek çok insan sizi İskandinav sanıyor. Bunu daha önce çok kereler duymuşsunuzdur. Bu sizi şaşırtıyor mu?

Don: Hayır şaşırtmıyor, çünkü müzik yazarları bu tarz müzikal tartışmaları Avrupa-Amerika karşılaştırmasına indirgemeyi pek severler. Belli ki bu tarz bir kıyaslama tartışmayı kısıtlamaktan başka bir işe yaramaz. Bu gibi kıyaslamalarda her zaman Amerika’nın Avrupa kadar iyi olmadığı sonucuna varılır; Avrupa her zaman daha iyi algılanır. Ama bildiğimiz gibi her iki kıtada da hem rezalet gruplar, hem de muhteşem gruplar var. Biz daha çok Avrupalı gruplardan etkilendiğimiz için AGALLOCH’a dair böyle bir algı oluşmuş olması da olağan. Ama ben İskandinav ya da Avrupalı sanılmaktan yoruldum açıkçası; sanki Amerika kaliteli metal müzik üretemiyormuş gibi. Bu tabii ki de böyle değil.

agalloch_rop_6

“The Wicker Man”in yeniden çekilen versiyonunu beğendin mi? Yeniden yapımlar her zaman tartışmaya açıktırlar, senin fikrini de merak ediyorum.

Don: Yeniden yapımları hiçbir zaman izlemem. Bence bir değer taşımazlar.

John: “The Wicker Man”in bu yeniden yapımı sanat adına bir facia olarak görüyorum. Bu tarz bir şeyden ancak yukarıda bahsettiğim türde dar görüşlü zavallı yaratıklar hoşlanır.

agalloch_rop_1

Şarkılarınızı sahnede bire bir çalmak neredeyse imkânsız olsa da, sahnenizin bir hayli kuvvetli olduğunu duydum. O kadar katmanlı bir müziği sahneye yansıtmak zor olmuyor mu? Bu yüzden mi bu kadar az konser veriyorsunuz? İlerde daha çok konser vermek isterseniz buna daha uygun şarkılar yazmayı düşünür müsünüz?

Don: Asla canlı çalma amacıyla şarkı yazmayacağız. Kayıt ve beste bizim için her zaman ilk planda gelir. Bu bestelerin canlı olarak nasıl çalınabileceğini düşünmek ve onları çalınmaya uygun şekilde yeniden düzenlemek ise bunun ardından gelir. Çoğu şarkımızın konser versiyonunda, albümde olduğundan daha az gitar vardır, üstüne üstlük bu şarkıların kimi yerlerini, gerektiği takdirde yeniden düzenlememiz, bazı kısımları baştan yazmamız da gerekebilir. Çok az konser verme sebebimiz ise gruptaki herkesin A.B.D.’nin farklı bir yerinde yaşıyor olması.

agalloch_rop_4

Eskiden sound’unuz daha bir melodik black metal/dark metal tadındaydı. “The Mantle” ile black metal etkilenimlerinin yanı sıra folk öğelere de kaydınız. “Ashes Against the Grain” ise daha progresif rock, hatta post rock havasındaydı.”White EP” ise daha az vokal ve daha çok akustik gitarla bezeli bir çalışma. Kısacası genel AGALLOCH sound’u hap bakî kalsa da, albümler arasında denemeler yapmayı pek seviyorsunuz. İlerisi için nasıl bir öngörünüz var? Geleceğin AGALLOCH’u neler yapıyor olacak?

Don: İlerisini şimdiden göremiyorum, görebilseydim, emin ol ki sürprizi bozup şimdiden açıklardım.

John: Bir sonraki albümümüz AGALLOCH her neyse o olacak.

Şarkılarınızda sıklıkla “o” diye bahsettiğiniz bir dişiden söz ediyorsunuz. Bu dişil karakter sizin panteist tavrınızla alâkalı bir şey mi yoksa kanlı canlı birinden mi bahsediyorsunuz? Eğer ikinci dediğim gibiyse, kim olduğuna dair ipucu verebilir misiniz?

John: “O”nun gerçek bir kadınla en ufak bir alâkası yok. “O”, kimi zaman kar yağışını, kimi zaman güneşin doğuşunu ya da batışını, mevsimlerin değişimini veya alacalı bir duvar üzerindeki imgeleri dahi betimleyebiliyor. Günün birinde insanların şarkı sözlerime baktıklarında bu bariz, kolaya kaçan, hayal gücünden yoksun ve sıradan “romantik” tahminlerden daha fazlasını yapmalarını umuyorum.

cd_agalloch_ashesagainst

Metal harici müzikal etkilenimleriniz neler?

John: Ne önemi var ki? Bathory ve Lunar Aurora’dan etkilendiğimiz kadar Autechre and Galina Ustvolskaya gibi sanatçılardan da etkileniyor olmamızın ne gibi bir bilgisel değeri var? Önemli olan bizim yaratımsal hedeflerimizi ne oranda gerçekleştirebildiğimizdir, bu önemsiz zırvalar değil.

Agalloch+live

Şarkılarınızın yoğun ve katmanlı yapısı gereği konser verdiğiniz mekan önem taşıyordur herhalde. Sahip olduğunuz bu ambiyansı yansıtabilmek adına hayalinizdeki konser mekanı nasıl olsun isterdiniz?

Don: Konser mekanlarının halini bildiğimizden ve isteklerimizin gerçeğe dönüşeceği şüpheli olduğundan, öyle fazla bir beklentimiz yoktur. İyi bir sound’a imkan tanıyan bir mekan olsun yeter.

John: Sahnede iyi duyulmanın önemli olduğuna katılıyorum. Ancak sahnede güçlü bir görsellik sunmak ve estetik açıdan iyi gözükmek de aynı ölçüde önemlidir. Çaldığımız yerlerin sınırlı imkânlarıyla istediğimiz türde bir atmosfer yaratmak çoğu zaman kolay olmasa da, arkaya grubun afişini asmak ya da sahneye sis basmak gibi basit ayrıntılar da sahnede daha rahat olmamızı ve daha güçlü gözükmemizi sağlıyor diye düşünüyorum.

Türkiye’de sadık bir hayran kitleniz var. Bunun bilincinde misiniz? Türkiye’den teklif almışlığınız var mı?

Don: Türkiye’de biliniyor olmamızdan dolayı mutluyuz.

John: Türkiye’de çalmamız için bir kez bile teklif gelmedi ki bu üzücü bir şey. Ülkenizi görmeyi çok isterim.

agalloch_rop_5

John, SCULPTURED‘dan ayrılma sebebin neydi?

John: Yazılan yeni materyalin gerektirdiklerini yapamadığım için gruptan çıkarıldım. O sırada davul çalışıp kendimi geliştirebilecek bir durumda değildim. Hatta artık bir davulum bile yok! Her ne kadar gitarist olduğumdan daha iyi bir davulcuysam da, bugünlerde gitar çalmak bana daha ilgi çekici geliyor. Fırsatım olduğunda davul setinin arkasına geçip ortalığı dağıtmak da elbet hoşuma gidiyor. Bu becerilerim uzun süre davul çalmasam bile yok olmayacaktır diye düşünüyorum.

Don, şu an senin için AGALLOCH mu öncelikli, SCULPTURED mı?

Don: Benim önceliğim AGALLOCH. SCULPTURED’la daha geçen sene bir albüm çıkarttım ve yeni albüme dair fikirlerim de var, ama henüz ortada şarkı namına kesinleşmiş bir şeyler yok.

Bu kadardı, röportaj için teşekkür ediyoruz, Amerika’daki Pasifagresif okurlarına da selamlarımızı söylüyoruz. Read on! (ters oldu galiba.)

Sorular:
Burak Gür
Baran Kaplan
(konuk)
Güzide Arslaner
Ömer Kuş

Not: Grupla temasa geçip röportajı ayarlayan Baran KAPLAN’a teşekkür ederiz.

JOE SATRIANI’den yeni DVD detayları

Wednesday, January 20th, 2010

Gitar üstadı JOE SATRIANI, 2 Şubat’ta çıkaracağı yeni DVD’sinin detaylarını açıkladı.

satriani_dvd_1

“Live in Paris: I Just Wanna Rock”

Disk 1:
01. I Just Wanna Rock
02. Overdriver
03. Satch Boogie
04. Ice 9
05. Diddle-Y-A-Doo-Dat
06. Flying In A Blue Dream
07. Ghosts
08. Revelation
09. Super Colossal
10. One Big Rush
11. Musterion

Disk 2:
12. Out of the Sunrise
13. Time Machine
14. Cool # 9
15. Andulasia
16. Bass Solo
17. Cryin’
18. Mystical Potato Head, Groove Thing
19. Always With Me, Always With You
20. Surfing With The Alien
21. Crowd Chant
22. Summer Song

SATRIANI geçtiğimiz yıl boyunca yeni grubu CHICKENFOOT ile Amerika’yı kasıp kavurmuş, artık benzerlerini sıkça görür olduğumuz yıldızlar karması tadındaki grupların belki de en çok ilgi çekeninin kurucularından biri olmuştu.

Bunu alan bunu da aldı.
Bunu alan bunu da alabilir.

KALMAH yeni kapağını duyurdu

Wednesday, January 20th, 2010

Kapak harici tüm detayları şuradan görülen yeni KALMAH albümü “12 Gauge”un kapağı da az önce açıklandı.

kalmah_kapak_1

Aktaracaklarımız bu kadar.

IN VAIN’den yeni albüm detayları ve klip

Tuesday, January 19th, 2010

Norveçli progresif death/black metal grubu IN VAIN, dün yayınlanan yeni albümü “Mantra“nın detaylarını bugün yayınlamadığına göre, biz gecikmeli olarak açıklıyoruz.

invain_klip_2

01. Captivating Solitude
02. Mannefall
03. Ain’t No Lovin’
04. On The Banks Of The Mississippi
05. Circle Of Agony
06. Wayakin (The Guardian Spirit Of The Nez Perce)
07. Dark Prophets, Black Hearts
08. Sombre Fall, Burdened Winter

Diğer yandan, grubun “Captivating Solitude” adlı şarkıya çektiği klip yalnızca birkaç gün önce yayınlandı, onda bir gecikmemiz yok. Buyrun.



Albümün 18 Ocak’ta yayınlandığı her yerde duyurulmasına rağmen aşağıdaki promo resminde neden 11 Ocak yazıdığı ise merak konusu (dünyanın en yetersiz haberi oldu farkındayız).

invain_klip_1

SEPTICFLESH – Communion

Tuesday, January 19th, 2010

SEPTICFLESH’in öncesini sadece birkaç şarkıyla bilen ve grubun üzerine gerektiği gibi eğilmişliği olmayan biri olarak, “Communion” çıktığı sırada bir heyecan taşımıyordum doğal olarak. Grubun bir süredir sessizlikte olduğunu ve önceki kimi işleriyle pek çok kesimden beğeni topladığını, övgüler aldığını biliyordum sadece. Bu nedenle kısa bir grup geçmişi yahut “Communion”ı önceki albümlerle bir kıyaslama bekleyenler kusura bakmasınlar.

communion_3

Öncesini bilmediğim ve bahsedecek az şeyim olan bir grubun albümünü niye yazıyorum peki? Çünkü “Communion” çıktığı 2008 yılı içerisinde sayısız site ve dergide yılın en iyilerinden biri olarak gösterilen harika bir albüm ve ben de yazı başına dört haneli rakamlarla para alıyorum.

“Communion”la ilk karşılaşmam bir hayli uzun sürdü aslında. Albüm kırk dakika civarı kısa bir dinleti sunsa da, ilk duyuşta arka arkaya üç, dört kez dinlemiştim kendisini. Bunun sebepleri çeşit çeşit elbet. Bir kere albüm melodik. Bu melodiler her şarkıya farklı bir karakter kattıkları gibi, grubun sert yanının kontrastı olarak güzel bir varyasyon da sağlıyorlar. Bu sayede albüme ilk andan alışıyorsunuz ve her yeni şarkıda, bir önceki şarkı için “lan ne güzel şeydi o” türü düşünceler beliriyor kafanızda.

communion_1

Onun dışında “Communion”da bizi taş gibi çalan bir grup, gerçek bir orkestra ve ihtişamlı bir koro karşılıyor. Gerçekten mükemmel düzenlenmiş orkestrasyon sayesinde, albüm kimi yerlerde “senfonik death metal” olarak dahi anılıyor. Burada keman, çello efekti çıkaran bir klavye sound’undan söz etmiyorum; tüyleri diken diken eden görkemli bir senfoni orkestrasından bahsediyorum. Metalin ve metalcinin dostu Prag Senfoni Orkestrası’nın kulaklara bayram ettirdiği “Communion”da, Christos Antoniou tarafından yapılan bu orkestral düzenlemeler gerçekten de şapka çıkartılacak cinsten.

Biraz daha deşelim. Albümdeki orkestrasyonun başarılı ve saygı duyulası olma sebebi, bu kısımların atların cinsel organlarını akla getirmeden, genel amaca yönelik olarak kullanılmış oluşu. “Communion”ı dinlerken bir an bile “müziğimize farklı tatlar katalım” türü bir orkestrasyon kullanımı izlenimi edinmiyorsunuz. Müziğin bu kısımlarla iç içe bestelendiği açık ve bu sayede de “zaten çalmakta olan bir metal grubu ve sonradan stüdyoda eklenen klasik enstrümanlar” türevi bir rahatsızlık asla mevzubahis değil. Bir Persepolis, bir Lovecraft’s Death buna güzel örnekler.

“Communion”da orkestra ve diğer enstrümanlar iç içe geçmiş olsa da, müzikal anlamda birbirlerinden ayrı sınıflanabilecek şarkılar var. Az önce adını verdiğim Persepolis ve Lovecraft’s Death gibi orkestra tabanlı şarkıların yanı sıra, Babel’s Gate ve We the Gods gibi daha direkt, daha death metal şarkılar, ve Anubis, Sangreal, Sunlight Moonlight ve Narcissus gibi daha melodik death metal sınıfında anılacak şarkılar da var. Neyse ki şarkı sıralaması sizi bu tarz bir klasifikasyon yapmaktan alıkoyuyor ve albüm tam anlamıyla yağ gibi kulaklarınızdan akıp gidiyor.

Bahsedilesi diğer bir unsur da gruptaki müzisyenler. Dediğim gibi grubun geçmişini bilmeyen biri olarak “Hristo da kendini çok geliştirdi”, “Yorgo eskiden böyle blast atmazdı helal be oğlana” türevi şeyler söyleyemiyorum. Ancak bu albümde karşımızda çok başarılı performanslar olduğu ortada. Daha melodik şarkılarda ortaya çıkan ve albümü canlı kılan başlıca şeylerden biri, Sotiris ile Seth’in clean-brutal vokal atışmaları. Kendinizi bir anda eşlik ederken bulduğunuz Spiros vokallerinin arkasından bir anda kükreyen Seth vokalleri cidden ağızlardan su akıtacak cinsten.

Onun dışında albümde öküz gibi bir davul performansı var. Fotis Giannasisters adlı arkadaş blast olsun ataklar olsun dört dörtlük bir iş çıkarmış. Her şarkıda çaktırmadan öne çıkmayı, vay baboli naaptın sen dedirtmeyi bilmiş. Solo atmayan ve gerekli altyapıyı sağlayan gitarlar ve gayet net duyulabilen bas da eklenince ortaya kulak orgazmlarıyla dolu bir müzik çıkmış.

SEPTICFLESH’i yalnızca bu albümle sınırlı olarak bildiğim için belki de hakkını vererek anlatamadıysam da, “Communion” metalin karanlık yüzünü seven pek çok kişinin beğeneceği, başta da söylediğim gibi 2008 yılının tartışmasız en iyi albümlerinden biriydi. Grup albümün ardından başladığı turnesine hâlâ devam etmekte ve kimi yorumlarda, altında turladığı ve konser olayında dünyanın sayılı gruplarından olan BEHEMOTH’u bile gölgede bırakan performanslar sergilediği konuşulmakta.

communion_2

Bundan sonra ne yapacaklar, yeni albüm çıkaracaklar mı bilmiyorum, ama “Communion”ın bir buçuk yıldır zerre sıkmadığı ve her seferinde hayran bıraktığı düşünüldüğünde, umarım aynen böyle devam ederler diyorum.

THE DILLINGER ESCAPE PLAN yeni kapağını açıkladı

Tuesday, January 19th, 2010

2000′li yılların önemli gruplarından THE DILLINGER ESCAPE PLAN, yeni albümü “Option Paralysis“in kapağını az önce duyurdu.

dillinger_kapak_1

01. Farewell, Mona Lisa
02. Good Neighbor
03. Gold Teeth On A Bum
04. Crystal Morning
05. Endless Endings
06. Widower
07. Room Full Of Eyes
08. Chinese Whispers
09. I Wouldn’t If You Didn’t
10. Parasitic Twins

Albümden “Farewell, Mona Lisa” adlı parçayı şu haberden dinleyebiliyorsunuz (fakat sizli bizli konuşmasak?).

Komik bir intihar vakası

Tuesday, January 19th, 2010

İngiltere’de geçtiğimiz günlerde tuhaf bir intihar olayı yaşanmış. Bir kadın, intihar etmek için M60 karayolu üzerindeki bir köprüye çıkmış.

jump_1

Olay yerine gelen polis dört şeritli yolu trafiğe kapamış ve atlamaması için kadını telkin etmeye başlamış.

jump_2

Bu sırada durdurulan trafikte bekleyen arabalardan birinin şoförü olduğu söylenen bir kişi, o sırada radyoda yayın yapmakta olan Steve Penk adlı DJ’i aramış ve istek parça olarak VAN HALEN klasiği “Jump”ı (atla/zıpla) çalmasını istemiş.

Söylenenlere göre şarkı çalmaya başlayınca müziğin sesini duyan kadın, muhtemelen kendini iyice kötü hissederek 10 metrelik köprüden aşağıdaki yola atlamış.

jump_3

Kadın olayı ufak yaralanmalarla atlatsa da, akıl sağlığı ve rehabilitasyonla haşır neşir gruplar DJ’i protesto etmiş ve kovulmasını talep etmişler. DJ ise “Bir kişi böyle bir şey için tüm bir yolu kapattırıyorsa ben de gerekeni yaparım arkadaş” şeklinde konuşmuş.

VIIKATE – Kuu Kaakon Yllä

Monday, January 18th, 2010

Fince rock güzel bir şey. Sözlerinden gıdım bir şey anlamıyoruz belki ama adamların müziği hoş. Neticede Fin işi hafif folk tandanslı melodiler ve bolca melankoli kağıt üzerinde bile hoş bir karışım oluşturuyor. Viikate de Fince rock mevzusunun Finlandiya dışında en bilinen isimlerinden biri. Rautalanka etkili kendilerine özgü bir yaklaşımları var mevzuya, ayrıca türün standartlarına göre bile bayağı melodikler. Hafif metal tandanslı olmalarından dolayı orada burada “Folk metal, melodik metal, vs” diye de anılıyorlar ki çok doğru değil, bildiğin taş gibi Fince rock grubudur Viikate.

9 yılda 8 albüm (Ep’ler hariç ki onlar da bolca) yapmalarından kelli yaratıcılık sıkıntısı çeken bir grup oldukları söylenemez Viikate için, ancak çıkardıkları albümlerin çizgileri bellidir genelde, neyle karşılacağınızı bilirsiniz ve bu sizi tatmin eder. Dolayısıyla “Kuu Kaakon Yllä”yı dinlemeden önce beklentim belliydi, gene standart yapıda, melodik bir Viikate albümü dinleyeceğimi zannediyordum, yanılmışım. Bu albüm standart bir Viikate albümünden çok daha fazlasını vaadediyor.

Bir kere albümün genel sound’u biraz daha sertleşmiş, metal tandansı iyice doruğa çıkmış. Bu albüme hakikaten de Fin işi melodik metal denebilir. Karakteristik Rautalanka havası duruyor, ama grubun punk yönü bu sefer daha ağır basıyor, ancak klasik Viikate melodileri hala yerli yerinde. Daha enteresanı grup görece olarak müziğin tonunu sertleştirmesine rağmen melankolisini de korumayı başarmış durumda. Bütün bu ince ayarlar sonucunda Viikate gene görece parantezinde içerik olarak en “derin” işini çıkarmış.

kuu_2

Esasında albümün derinliğini arttıran şarkılar albümün en sonunda yer alıyor, dolayısıyla intro ve outro’ları saymazsak ilk altı şarkı daha bir punk, daha bir metal ve daha direkt. Bu şarkılar Viikate’nin kendi sounduna nasıl bir ince ayar çektiğini bize gösterirken son iki şarkı klasik Viikate şarkı sürelerini çifte katlayarak “derin” Viikate nasıl olur onu anlamamazı sağlıyor.

Viikate standartlarında ele alındığında progresif demekten çekinmediğim Korpi mesela, bunalım girişinin ardından gaz devam edip karşılıklı sololarıyla mevzuyu bağlayan bir şarkı, şahane outro’su da cabası. Viikate tarihinin en uzun şarkısı olmakla birlikte aynı zamanda kesinlikle albümün doruk noktası. Akabinde gelen ultra melankolik ve melodik, albüme adını veren muhteşem şarkı Kuu Kaakon Yllä ile şahane bir ikili oluşturuyor bu iki şarkı ve albümü bildik Viikate eserlerinden bambaşka bir yere konumlandırıyorlar.

kuu_1

Son bir not da albümün prodüksiyonuyla alakalı. Bazı şarkılarda kullanılan korolar, yaylı düzenlemeleri, genel prodüksiyon kalitesi açısından benim dinlediğim üzerinde en emek harcanmış Viikate albümü budur. Grup elindeki şarkılardan maksimum fayda sağlamış, prodüksiyon adına hiçbir şeyden kaçınmamış, ortaya da böyle görkemli bir albüm çıkmış.

Esasında genelinde çok radikal değişiklikler barındırmayan, “çok iyi” bir Viikate albümü “Kuu Kaakon Yllä” ama Korpi ve Kuu Kaakon Yllä ile boyut atlayıp kendi kimliğini buluyor albüm, sınıf atlıyor.

kuu_kuu

Böylece genelde kafamda “arada dinlemelik eğlenceli güzel grup” formatında yer alan Viikate ilk defa “Kuu Kaakon Yllä” albümüyle saygımı da kazanmayı başarıyor. Kesinlikle 2009′un en iyi albümlerinden biri.

sambalici

PAIN OF SALVATION Eurovision yolunda

Monday, January 18th, 2010

PAIN OF SALVATION, bu seneki Eurovision’a İsveç adına katılmak adına yarışacağını açıkladı.

pos_eurovision_1

Daniel Gildenlöw açıklamasında “Bu olay İsveç içerisinde çok önem verilen ve ülkenin yarısı tarafından takip edilen bir organizasyon. Eurovision’a katılamasak bile sadece İsveç içinde yarışmak bile önemli bir şey” şeklinde konuşmuş. Hatırlanacağı gibi KEEP OF KALESSIN de benzer bir açıklamayla yarışmaya katılacağını duyurmuş ve Norveç’teki black metal çevrelerinden tepki almıştı.

pos_eurovision_2

Yarışmaya “Road Salt” adlı yeni şarkılarıyla katılacak olan grup, geçtiğimiz aylarda çıkan “Linoleum” EP’sinden aynı adlı şarkıya da klip çekti. İki gün sonra internete ve televizyona verilecek olan klibin teaser’ını aşağıdan izleyebilirsiniz.

Son olarak Daniel Gildenlöw, yıldızlar karması TRANSATLANTIC‘in yeni albüm turnesinde gruba eşlik edeceğini duyurarark ne kadar aktif ve yerinde duramaz bir kişilik olduğunu bir kez daha kanıtladı.

pos_eurovision_3

Sitemizdeki “Linoleum” yazısı da gelmiş geçmiş en uzun EP kritiği rekorunu hâlâ elinde tutuyor ve kimselere kaptıracak gibi de gözükmüyor.

GAMMA RAY’den klip

Monday, January 18th, 2010

Görsel içeriğini şuradan duyurduğumuz yeni GAMMA RAY albümü “To the Metal“dan aynı isimli parçanın klibi yayınlandı.


Bize ulaşan bilgiler şimdilik bu kadar, yenileri geldikçe haber merkezimize bağlanacağız.

Bol konuklu yeni bir metal grubu geliyor

Sunday, January 17th, 2010

ASYLUM adlı yeni bir grup, yakında müzik hayatına başlıyor.

(Henüz gruba dair bilgi olmadığı için burada bir resim varmış farz edin.)

Gitar ve vokallerde pek bir yerden tanımadığımız Marcus Johansson, bas gitarda yine bir yerden tanımadığımız Johnny Rox’u içeren grupta, davulda DYING FETUS başta olmak üzere pek çok yerden tanıdığımız cep herkülü Kevin Talley, solo gitarda ise ICED EARTH’ten Larry Tarnowski yer alıyormuş.

(Burada da grubun bir şarkısının videosu var gibi yapın, en azından çabalayın,)

Ancak ASYLUM’u önemli kılan, daha ilk albümleri olmasına rağmen barındırdığı konuk müzisyen kadrosu. Albümde şöyle misafirlerimiz var:

* Gene Hoglan (FEAR FACTORY, DETHKLOK, DEATH, DARK ANGEL) – Davul
* Kevin Talley (DAATH, CHIMAIRA, MISERY INDEX) – Davul
* Larry Tarnowski (ICED EARTH) – Solo Gitar
* Brendon Small (DETHKLOK, “Metalocalypse”) – Solo Gitar
* Andy LaRocque (KING DIAMOND, DEATH) – Solo Gitar
* Michael Angelo Batio (MAB, NITRO) – Solo Gitar
* Roland Grapow (HELLOWEEN, MASTERPLAN) – Solo Gitar
* The Heathen (ZIMMERS HOLE) – Vokal
* Bill Hudson (CELLADOR, POWER QUEST) – Solo Gitar
* Emil Werstler (DAATH) – Solo Gitar
* Rob Caggiano (ANTHRAX) – Solo Gitar
* “Metal” Mike Chlasciak (HALFORD, SEBASTIAN BACH, PAINMUSEUM) – Solo Gitar
* Steve DiGiorgio (SADUS, DEATH, TESTAMENT, ICED EARTH) – Bas
* Alexei Rodriguez (PRONG, 3 INCHES OF BLOOD, WALLS OF JERICHO) – Davul
* Eyal Levi (DAATH) – Solo Gitar
* Sean Reinert (CYNIC, AEON SPOKE, DEATH) – Davul

Prodüksiyon:

* Christian Olde Wolbers (FEAR FACTORY) – Vocal Engineering
* Bob “Doc” Pucci (Grammy nominee) – Engineering
* Wes “Waxley” Seidman (GREEN DAY) – Engineering
* Ulrich Wild (WHITE ZOMBIE, PANTERA, DETHKLOK) – Miksaj
* Maor Appelbaum (HALFORD, YNGWIE MALMSTEEN) – Mastering

SADUS – Elements of Anger

Saturday, January 16th, 2010

Bu kritiği yazma kararı almadan önce bayağı bir düşündüm “Acaba düşüncelerimi yansıtabilecek miyim?” diye. Çünkü söz konusu kritik hayatımın albümü olan “Elements of Anger”ın kritiği; Sadus’un tarzını oturttuğu ve thrash metal’i çok farklı bir şekilde icra ettiği enfes albüm.

Out for Blood” kritiğimde kısaca bahsetmiştim Sadus’un değişim sürecinden. Bu değişimin en önemli sebebi de DiGiorgio şüphesiz. 1991’de yer aldığı DEATH’in “Human” albümünde mükemmel bir iş çıkaran DiGiorgio, arkasından “A Vision of Misery” albümünde iyice iplerini koparmış ve “Bas gitar sadece tamamlayıcı bir enstrüman değildir” anlayışını pekiştirmişti git gide. Peki bu değişimin mimarı kimdir? Büyük üstat Chuck Schuldiner. “Human” albümünde DiGiorgio’ya tanıdığı serbestlik ve sonraki DEATH albümü olan “Individual Thought Patterns” albümünde DiGiorgio’nun bunu iyice abartarak saçmalaması (!) üzerine arkasından çıkacak pek çok Steve’li albümün de temel besin kaynağı olmuştur Schuldiner.

Bahsi geçen “değişim” sadece bas gitar üzerine olmadı tabii ki. Albümde genel olarak diğer Sadus albümlerine göre (“A Vision of Misery” dahil) büyük bir değişim söz konusu. “Illusions” ve “Swallowed in Black” dönemlerinde hakim olan öfke, “A Vision of Misery”de kasvetle birleşmiş; “Elements of Anger”da ise işin içine biraz da depresiflik girmiş. Evet, depresiflik.

elements_1

Doksanların başında Sadus’un bu tür bir değişime gireceğini kime sorsanız “Hadi len ordan” tarzı tepkiler verirdi herhalde. Ama gel gelelim Sadus; Crutch, Safety in Numbers, In the End gibi şarkılar yazmaya cesaret edip bu işte de bir hayli başarılı olmuş.

Sadus, “Elements of Anger”ı kısa-uzun arası bir aralıkta çıkardı diyebiliriz (“A Vision of Misery“den 5 yıl sonra yani). Albümün biraz gecikmesinin önemli nedenlerinden biri Rob Moore’un gruptan ayrılmasıdır bana sorarsanız; çünkü grup elemanları bu dönemde hiçbir aktiflik göstermedi. Fakat grup daha sonra yoluna üç kişi olarak devam etme kararı aldı ve 1997 yılında “Elements of Anger”ı piyasaya sürdü.

Albüm, çeşitli yönleriyle “A Vision of Misery” ile benzerlik gösteriyor fakat önemli farklılıklar da var. En büyük fark ise “A Vision of Misery”ye göre daha ağır bir albüm olması. Demek istediğim old school Sadus’tan tamamen bağımsız, bol efektli ve az önce de dediğmi gibi daha ağır tempolu bir Sadus albümü. Efekt olayını biraz açsam iyi olacak sanırım. Efekt olarak kastettiğim şey synth’ler. Genel olarak bu tür şeyler sevmem müzikte, yani en azından thrash metal’de. Gereksiz gelir bana. Ama söz konusu sınırları aşmaksa bu tür atraksiyonlar çok yerinde olabiliyor. Bu albümdeki hemen hemen her şarkıda bu yola başvurmuşlar. Bu şarkılar arasında en dikkat çekeni ise Unreality. Synth’ler resmen bambaşka bir havaya bürümüş şarkıyı. Crutch’tan falan bahsetmiyorum bile.

“Ağırlık” kısmına gelirsek; evet, albümde temel anlamıyla bir ağırlık, bir olgunluk var. Grup bütün gençlik hırsını, agresifliğini atmış ve biraz daha zenginlik katmak istemiş müziğine. Tabii bu dediğimle çelişen bir iki parça da var ama istisnalar kaideyi bozmaz heheh.

elements_elements

Daha yazacağım çok şey var bu albüm hakkında ama abartmayayım hiç. Kısaca sonlandırayım. Dinlediğim ilk Sadus albümüdür bu. Sadus’u bu albümle sevdim, bu yüzden ilk albümleri sindirmem biraz zor oldu. İlk defa dinleyecek olanlara tavsiyem kesinlikle ilk albümden itibaren dinlemeye başlayın, çok daha sağlıklı olur. Bahsettiğim değişimi de yaşamış olursunuz bir nevi.

Onur ALTINAY

Rock müzikte yeni bir süpergrup daha

Saturday, January 16th, 2010

Birtakım büyük gruplarda çalan önemli müzisyenlerin bir araya gelerek kurduğu gruplara verilen ad olan süpergrup kervanına bir yenisi daha ekleniyor.

blackcountry_1

BLACK COUNTRY adlı projenin kadrosu, basta ve vokalde DEEP PURPLE ve BLACK SABBATH’tan tanıdığımız Glenn Hughes, klavyede DREAM THEATER’dan aşina olduğumuz Derek Sherinian, davulda efsanevi LED ZEPPELIN davulcusu John Bonham’ın oğlu olan ve çok sayıda ünlü isimle çalışmışlığı bulunan Jason Bonham ile gitarda da son yılların en yetenekli blues gitaristlerinden biri olarak gösterilen Joe Bonamassa.

blackcountry_glenn blackcountry_derek

LED ZEPPELIN, JOURNEY, IRON MAIDEN, DREAM THEATER gibi grupların yapımcılığını yapan ünlü yapımcı Kevin Shirley, grubun ilk albümünün yaz sonuna yetişeceğini ve grubun çok acayip şeyler yapacağını söylemiş.

blackcountry_jason blackcountry_joe1

FINNTROLL’den klip

Friday, January 15th, 2010

FINNTROLL, ayrıntısı püsürü şurada duran yeni albümü “Nifelvind“den “Solsagan” adlı şarkıya klip çekti.



17 Mart’ta çıkacak olan albüm her zamanki gibi metalci düğünlerinin vazgeçilmez coşkusu olacak.

BE’LAKOR – Stone’s Reach

Friday, January 15th, 2010

Metal grubu kurarken isim bulmak önemli mesele. Her ay bir dolu metal grubu albüm çıkarıyor, hepsini dinleyip fikir yürütmek imkansız. İnsanoğlu da hiç bilmediği bir gruba kıymetli zamanını ayırmadan önce adına göre yargılıyor.

Avustralyalı mevzubahis grubumuz Be’lakor’u da hem ismi hem de memleketi nedeniyle ilk önce böyle yargılamış, dinlemeden etmeden “iyi niyetli yarı-amatör grup” damgası yapıştırıp es geçmiştim niyeyse. Sonrasında her yerde adlarını duyunca albümü dinledim ve tam tersine gayet olgun ve ne yaptığını bilen bir grupla karşılaştım. Böyle hatalar olabiliyor tabii, neticede sunum önemli, ama biz müziğe bakalım esas.

Be’lakor biraz karma bir müzik icra eden enteresan bir grup. Bu noktadan sonra Insomnium‘u referans alarak anlatacağım grubu zira müzikal kimlikleri bir hayli yakın. In Flames/Dark Tranquillity tipi melodik Göteborg gruplarından etkilerle, çok hafif Opeth tandanslı, duygu dozu yüksek bol melodik bir death metal yapıyorlar.

Progresif death metal diye de anıldıklarını gördüm, evet şarkı süreleri ortalama 8-9 dakika, evet şarkılarda bolca rif var, ancak grubun şarkı düzenlemelerinde bilindik anlamda bir “progresif metal” anlayışı güttüğünü söylemek zor.

Progresif death metal diye anılan gruplarla karşılaştırırsak hele alâkaları sadece şarkı sürelerinin uzunluğuyla sınırlı. Bu uzunluk meselesi de esasında şarkıların gayet “yayvan” tutulması ve araya bol bol melodik pasajların atılmasından dolayı, yoksa atıyorum 15 dakikalık progresif metal sololarından dolayı değil.

stonesreach_1

Yine de ilk başta referans verdiğim Insomnium ile karşılaştırırsak şarkıların daha derli toplu yazıldığını da söylemek lazım. Insomnium dinlerken en çok sinir olduğum “bu melodi buradan, şu rif oradan” hissi Be’lakor’da mevcut değil, genel bir etkilenme seziliyor sadece. Ayrıca her ne kadar “progresif death metal” denecek kadar üstün olmasa da bariz biçimde daha eli yüzü düzgün düzenlemiş şarkılar mevcut albümde.

İki grubun en büyük ortak noktası seçtikleri melodilerde ve şarkı yapılarında daha “duygulu” tatları hedeflemeleri, zira albümdeki her şarkıda bilinçli yaratılmış bir “melankolik hava” var. Mesela Dark Tranquillity albümleri 4-5 dakikalık kompakt şarkılarla nasıl hem melankolik ve gaz oluyorsa, Be’lakor da 8-9 dakikalık yayvan tutulmuş orta tempolu şarkılarla daha karanlık ve melodik bir üslup tutturmayı hedeflemiş ve başarmış durumda.

Albümle alakalı tek problemim var, o da belki biraz fazla detay bir konu. Albümdeki şarkıların yapıları çok fazla blok-blok ilerliyor, hani şarkılar çok önceden bölümler halinde yazıldıklarını çok fazla belli ediyorlar. İfade etmesi zor zira kağıt üstünde tam karşılığı yok ama şarkıların oluşturulma şekli çok organik değil. Bayağı keskin biçimde sınırları belli bütün riflerin, melodilerin, vokallerin. Bu durum bazı bazı albümü de müziği de kasıyor.

stonesreach_2

Zaten grubun bestelerinde klavyecinin payının ağırlıklı olduğunu duyunca da çok şaşırmadım nedense, gitarların kullanımında da bu “klavyeci” mantığı hissediliyor ki esasında albüm boyunca klavye yok gibi bir şey. Şarkıları kaydetmeden önce biraz stüdyoda doğaçlama takılıp daha organik bir kayıt ortaya koyabilirlerdi sanıyorum. Prodüksiyonun aşırı temiz olması da bu “kuru ve fazla düzgün” havaya yardımcı oluyor.

Neticede ne bekleyeceğinizi biliyorsanız dinlerken gayet eğleneceğiniz bir albüm “Stone’s Reach”, bol melankolik ve melodik bir müzik peşinde koşanlar tatmin olacaklardır. Ama grup ileride bundan çok daha iyilerini çıkaracaktır kesinlikle. Zira daha bu ikinci albümleri ve ilk albüm gibi bunu da kendileri kaydedip dağıttılar, sonradan albümün başarısı üzerine Kolony Records ile anlaştılar. Kolony Records 5 Şubat itibariyle “düzgün” biçimde dağıtmaya başlayacak albümü.

stonesreach_stonesreach

Dolayısıyla profesyonel kariyerleri daha yeni başlıyor, şöyle adam gibi bir kaç tura çıksınlar, konser enerjisini albümlerine getirmeye başlasınlar esas o zaman göreceğiz gerçek Be’lakor sound’unu.

sambalici

IMMOLATION’dan yeni şarkı

Friday, January 15th, 2010

IMMOLATION şurada duyurduğumuz yeni albümü “Majesty and Decay“den “The Purge” adlı şarkıyı myspace‘ine koydu.

immolation_album_1

Şarkı, insan doğasını lanetleyen ve hareketlerimize dikkat etmemiz gerektiğini öğütleyen bir konsepte sahipmiş. Biz grubun yalancısıyız.

JON OLIVA’S PAIN’den iki yeni tadımlık

Friday, January 15th, 2010

JON OLIVA’S PAIN, 19 Şubat’ta çıkacak yeni albümü “Festival“daki iki yeni şarkıdan (“The Evil Within” ve “Living On The Edge”) parçaları myspace adresine koydu.

jon_festival_1

01. Lies
02. Death Rides A Black Horse
03. Festival
04. Afterglow
05. Living On The Edge
06. Looking For Nothing
07. The Evil Within
08. Winter Haven
09. I Fear You
10. Now

Başka da bir şey yok.

DARK TRANQUILLITY bir yeni şarkı daha sunuyor

Thursday, January 14th, 2010

DARK TRANQUILLITY, yeni albümü “We Are the Void“un açılış parçası “At the Point of Ignition”ı myspace‘ine koydu.

darktranquillity_sarki2_1

1. At the Point of Ignition
2. Dream Oblivion
3. The Fatalist
4. Life Without
5. Zero Distance
6. Her Silent Language
7. Shadow in Our Blood
8. Surface the Infinite
9. The Grandest Accusation
10. I Am the Void
11. Iridium

We Are the Void” 24 Şubat’ta raflardaki yerini alacak; hatta takvimler 24 Şubat’ı gösterdiğinde raflardaki yerini alacak.

FELLSILENT – The Hidden Words

Thursday, January 14th, 2010

Aksak ritmlere kafa sallayamamaktan mı şikayet ediyorsunuz? Üç saniyede bir değişen ritme ayak uyduramayınca eşe dosta rezil mi oluyorsunuz? Fakat teknik death’ten, mathcore’dan vazgeçemiyor musunuz? Aradığınız şey bizde! “Kolları kavuşturup cool cool ritm tutmak” sizi bütün dertlerinizden kurtaracak. Memnun kalmazsaniz yedi gün içinde iade edemezsiniz.

Şu teknik müzik denen nane kafa sallama olayını bitirecek gibi geliyor bana. Nerde o eskinin sade ritmleri? Teknik metal “kim daha aksak müzik yapacak”, “kim daha hızlı blast beat atacak” yarışmasına dönmesin kampanyamıza hepinizi bekliyoruz.

Evet, bugün ele aldığımız grup İngiliz zibidiler topluluğu Fell Silent. Grup konu ettiğimiz ilk albümü “The Hidden Words”ü 2008 yılında yayınladı. Yayınladı da bana mı yayınladı? Kitlelere ulaşmamış olsalar da tarzın meraklıları arasında isimleri az çok anılır oldu. Ben de zaten tesadüf eseri keşfettim.

Bunun gibi albümleri eleştirmeye çalışırken genellikle çok zorlanıyorum. Sebebini açıklamadan önce müziklerini kısaca bir tasvir etmem lazım. Albümü bir hevesle edindikten sonra ilk şarkı olan “Erase/Begin”in başlamasıyla beraber acaba yanlışlıkla “Chaosphere”i mi açtım diye düşündüm. Şaka değil, abartı değil, gerçekten şüpheye düşüp kontrol etme ihtiyacı duydum. Lütfen bir “Erase/Begin” ve “Concantation”ı karşılaştırın kendiniz de (aşağıda).

thehiddenwords_1

Hayır durum böyle olunca Fell Silent’la olan ilişkime kötü başlamış oldum. Şimdi baktığımda müziğin hoş olduğunu düşünsem de içimde acaip bir antipati var. Hayır yani math ritmleri bu kadar mı kıt ki tıpatıp aynısını yapıyorsun arkadaşım? Grubun myspace’inde de etkilendikleri kısmında en başta Meshuggah olduğu üzere çok sevdiklerini de tahmin edebiliyorum. Hani fark edilmeyecek bir benzerlik de değil. Aklım almıyor.


Bununla da kalmıyor. Grup tam bir Meshuggah/Sikth çakması değil arkadaşlar. Nakarat geldi mi içlerindeki Killswitch Engage ortaya çıkıyor. İşte en kıl olduğum vokal tipi burada ortaya çıkıyor. Clean vokali uzaktaki bir arkadaşına seslenir gibi bağırmak zannedenler yapmasın şu işi arkadaşım. Meselam herkesin hayatına kimse karışamaz. Ben bu şekil giyinirim, bu bayan şu şekil giyinir, şu şekil giyinir. Özgürlüğü bidir.

Dediğim gibi, kötü bir ilk izlenim edinmiş bulundum ama öte yandan bunların dışında olumsuz bir eleştirim yok. Keşke daha orijinal bir şeyler yapıyor olsalardı, kendilerine özel bir duruşları olsaydı da keşfettiğime daha çok sevinseydim. Yine de tarzın sınırları içinde ilgi çekici bir müzik yapıyorlar.

Kısacası eğer Meshuggah, Sikth vesaire gibi grupları seviyorsanız bir denemenizde fayda var. Belki kimsenin tahtını ele geçirecek değiller ama arada bir dinlemeye değecek bir grup.

thehiddenwords_thehiddenwords

6’dan daha yüksek bir not vermek isterdim ama Textures – Silhouettes’e Ahmet tarafından benzer eleştirilerle 6,5 verildiğini düşününce, “The Hidden Words”ün aynı site dahilinde daha yüksek bir not alması uygunsuz olurdu diye düşünüyorum. Kim ne derse desin “Silhouettes” süper bir albüm ki.

Burak GÜR

EXODUS yeni albümünden üç şarkıya klip çektiğini ve üçünün de aşşşırı iyi olduğunu açıkladı
Bursalı hard rock grubu KARAMESAİ yeni şarkılarını sundu
Pasif Agresif, bir Wordpress marifetidir.