Eski DEATH davulcusu RICHARD CHRISTY, beklenen açıklamayı sonunda yaptı: “İkinci CONTROL DENIED albümü kesinlikle çıkacak.”
Albümün gitar ve davullarının zaten hazır olduğunu, geri kalan kısımlarının da ünlü prodüktör Jim Morris’in Morrissound stüdyolarında kaydedileceğini belirten CHRISTY, “Steve (DiGiorgio), Shannon (Hamm) ve Tim’in (Aymar) takvimleri uyduğu anda onları New Jersey’deki bu stüdyoda toplayacağız ve kalan kısımları da tamamlayacağız. 2010′u bu işi halletmeye adayacağım çünkü bu Chuck’ın vasiyetiydi” diye de eklemiş.
On yıldır hukuksal gerekçelerle sürüncemede kalan “When Machine and Man Collide” hakkında hayranlardan sayısız mail aldığını söyleyen CHRISTY, açıklamasını “Hukuki sorunları sonunda aştık. Chuck’ın ailesiyle de sürekli iletişimdeyim ve bu haber onları da çok heyecanlandırdı” şeklinde sürdürmüş.
CHRISTY son olarak da “Bu albüm bir şekilde duyulmak zorunda çünkü bu Chuck’ın son eseri ve inanın bana aklınızı başınızdan alacak kadar güzel. Tek kelimeyle devasa bir albüm sizleri bekliyor” diyerek albümü merakla bekleyen hayranlara gerekli gazı vermiş.
MEGADETH, gelmiş geçmiş en önemli metal albümlerinden “Rust in Peace”in çıkışının yirminci yılı şerefine, Mart başında TESTAMENT ve EXODUS’la birlikte çıkacakları turnede bu albümü baştan sona çalacağını açıkladı.
Mustaine açıklamasında “Şimdiye kadar ‘Holy Wars’, ‘Hangar 18′, ‘Tornado of Souls’, ‘Take No Prisoners’, ‘Five Magics’ ve ‘Poison Was The Cure’u çalıştık, kalanları da yakın zamanda çalışacağız, bunca yıl sonra bu şarkıların bazılarını çalmak gerçekten de çok zevkli, stüdyoda suratımda kocaman bir gülümsemeyle geziyorum” şeklinde konuşmuş.
Diğer yandan Mustaine, bu turne ve sonrasındaki Sonisphere turunun ardından Roadrunner altında çıkaracakları son albüm için stüdyoya gireceklerini de söylemiş ve “Bu kadar çok “Rust in Peace” çalınca, o zamanki ruh geri geldi sanki. Chris’i (Broderick) izlerken sanki Marty geri dönmüş gibi hissediyorum, Shawn’u davul başında hiç görmediğim kadar enerjik görüyorum” buyurmuş.
Hatırlanacağı üzere Mustaine, “Endgame“in çıkışının ardından Roadrunner Records’u kasıtlı olarak albümün promosyonunu yapmamakla ve kendi sanatçılarını arkadan vurmakla suçlamış, albümün ilk haftasında 14.000 satıp sonraki haftalarda bir anda düşmesi yüzünden şirketi açık olarak MEGADETH’e zarar vermeye çalışmakla suçlamıştı. Bu sebepten Mustaine’in Roadrunner’la olan son albüm anlaşması gereği kısa sürede yeni bir albüm yapıp şirketten ayrılması bekleniyordu.
Mikael Akerfeldt, yakında çıkacak PS3 oyunu God of War’un Roadrunner Records tarafından çıkarılacak soundtrack EP’si için bir şarkı kaydettiğini açıkladı.
Akerfeldt konuyla ilgili “Şarkının adı “The Throat of Winter”. Baştan sona ben yazdım, kaydettim. Fred de (Akesson) çok güzel bir akustik solo ekledi. Parça bir metal şarkısı değil, ama yine de o metal hissini alacağınızı umuyorum. Tek bildiğim şarkının “tuhaf” olduğu. Umarım beğenirsiniz” şeklinde konuşmuş.
“God of War: Blood & Metal” EP’sinde, Roadrunner’a bağlı gruplardan TRIVIUM, DREAM THEATER, KILLSWITCH ENGAGE, TAKING DAWN ve OPETH’in yeni kaydettiği beş adet şarkı olacakmış.
“Teknik death metalin Dan Seagrave’i” olarak anılan Pär Olofsson’un, kapak yaptığı gruplara (Psycroptic, Origin, Severed Savior, Deeds Of Flesh, Spawn Of Possession ve daha niceleri) kefil olan sanatı, yeni gruplar öğrenmek için bize de vesile oldu. Abysmal Dawn’u da, portfolyosunu kurcalarken “Programmed To Consume” için çizdiği kapağı görünce, “Pär Olofsson çizdiyse kesin klâs gruptur” diye düşündükten sonra keşfetmiştim. İlk albümleri olan “From Ashes”dan iki yıl sonra kaydettikleri “sophomore effort”larıyla -yok lan, şaka- ikinci albümleriyle Relapse Records’a da geçiş yapan grup, bu albümle piyasadaki yerini sağlamlaştırıp türün diğer klâs gruplarıyla muhtelif turlara çıkmaya başladı. Kısacası, işin içinde hem Pär Olofsson, hem de Relapse olunca benim gibi seçici bir lavuğa da albümü dinlemek kaldı.
Teknik death metalin öyküsüne girmeden, grubun müziğinin daha iyi anlaşılması için kısaca bir önsöz vermek istiyorum. Daha önce “progresif” kategorilendirmesinde görülen durumun benzeri, günümüzde bir anlamda teknik death metal için de geçerli. Nedir bu durum? Önce gerçekten progresif müzik yapan gruplar varken, daha sonra “progresif rock/metal” kavramı, “bu tarz müzik yapan gruplar gibi müzik yapan gruplar”dan dolayı aynı zamanda bir tür ismi olarak da kullanılmaya başlandı. “Teknik death metal”, yaratıcılık anlamında böyle bir iddiada bulunan bir tarz ismi olmasa da bazı kendini bilmez gruplar sayesinde yine iki ayrı kulvar oluştu: Bir yanda Necrophagist, Gorguts, Psycroptic veya Spawn Of Possession gibi kendi çalış tarzını, kendi beste tarzını daha önce görülmemiş şekilde death metale katan gruplar; diğer yanda Abysmal Dawn gibi geleneksel death metale daha yakın dururken az önce bahsettiğim grupların dağarcığından da yararlanan gruplar.
İkinci kulvardaki grupların başarılı olma şansı tabii ki daha az ancak Abysmal Dawn’un yetenekli elemanları, değişik etkilenimleri sayesinde başarılı bir işe imza atmışlar. Yazının devamında bu başarılarını neye borçlu oldukları anlatılacaktır.
İlk dinleyişte göze çarpan şey, bestelerdeki karanlık atmosfer. Bestelerin büyük kısmının sahibi olan gitarist/vokalist Charles Elliot, yan yana gelince istediği karanlık atmosferi tedarik eden belli nota dizileri belirleyerek rifleri bunların üzerinden üretmiş. Genelde -“tremolo picking” tabir edilen- taramalı rifler kullanmasının yanında birbirine yakın perdelerde teller arasında gezinerek Suffocation tadında rifler de dinlememizi sağlıyor. Grubun en büyük iki artısından birisi olan bu kendine has ve karanlık atmosfer, Immolation veya Suffocation’ı, hatta bazı yerlerde direk “Souls To Deny” havasını anımsatıyor. Ama bu bariz etkilenimlerin dışında, bazı bölümlerde ve sololarda Gorguts tadı almam, benim hayal gücümün ürünü müdür, bilmiyorum. Sololar demişken; albümde, beklenenden daha melodik sololar da olmakla birlikte yine riflerle aynı havada sololar daha büyük yer tutup yukarıda bahsettiklerimi pekiştiriyor.
Bu kadar “atmosfer” demişken Aeon Aomegas parçasından da bahsetmeden geçmeyeyim. Bu tarz grupların albümlerinin sonunda akustik kapanışlar görmeye alışığız ama Abysmal Dawn, bunu albümün ortasında yapmış, çok da güzel durmuş. Basitçe, Dissection’ın Where Dead Angels Lie girişini anımsattığını söylesem neye benzediği ve grubun göz kırptığı “atmosfer” hakkında yeterli olur diye düşünüyorum.
Teknik death metalde iyi davulculara alışık olduğumuz için Terry Barajas için çok fazla söze gerek yok. Eksiği fazlası olmayan bir performans sergilemiş. Rifle beraber tempo da değiştiren bölümlere iyi ayak uydurup parçalara canlılık katmış ve benim sevdiğim bir özellik olan, sürekli tekniğe kasmayıp gereken yerlerde, özellikle grubun thrash etkilenimlerinin hissedildiği bölümlerde basit ritimler gitme işini de kotarmış. Aksak riflerin arkasını da iyi doldurup akıcılık kazandırması, bir puan da buradan almasını sağlıyor.
Charles Elliot’a bu kez vokaller için tekrar bağlanalım. Yukarlarda bir yerlerde albümün birinci artısından bahsetmiştim, aha bu da ikinci artısı. Elliot, birkaç vokal tarzını ayrı ayrı yaparken, vokal bölümlerini tekdüzelikten kurtarmak için “brutal”den girip “scream”den çıkma işini de beceren vokalistlerden. Bu özelliğiyle Amerikan death metal gruplarından çok, İsveç gruplarının vokalistlerini anımsatıyor. Özellikle derin “brutal”leri çoğu yerde Mikael Åkerfeldt’in kulaklarını çınlatmamıza sebep oluyor. Black metal tadı veren “scream”leri, “brutal”lerinin yanında biraz zayıf kalsa da ikinci dönem bunları da pekiyi yapacağına inancım tam.
Prodüksiyon kalitesi, teknik death metal gibi hem hızlı, hem de karmaşık bir müzik için önemli bir kıstas. Önceki albümde boğuk tonlara kurban giden gitarlar, bu kez daha anlaşılır olsa da düşük akort kullanıldığından olacak, kalın perdelerde zaman zaman boğuklaşabiliyor. Üstüne, bindirmeli vokaller de eklendiği zaman baslı bir sistemde ses patlasa da prodüksiyon genel olarak memnuniyet verici.
Bir de dipnot: Twilight’s Fallen şarkısının nakaratında vokallere kardeş grup Reciprocal’dan Jacob Enfinger konuk olurken albümle aynı adı taşıyan parça için Los Angeles sanayi sitesinde çekilen klipte de gruba HAL9000 eşlik ediyor.
Albümün ardından değişen gitar ve davul departmanı faktörünü dışarıda bırakarak, grubun bir sonraki albümde daha iyi bir prodüksiyon ve daha kaliteli bestelerle döneceğini düşünüyorum ama henüz dinlememiş olup da alternatif teknik death metal albümü arayanlar için o zamana kadar “Programmed To Consume” da gayet tatmin edici bir death metal albümü.
Hollanda’nın hatırı sayılır brutal death metal gruplarından SEVERE TORTURE, adı henüz açıklanmayan yeni albümünün kayıtlarını içeren iki adet video yayınladı.
Son dönemde türe PROSTITUTE DISFIGUREMENT, CENTURIAN, ARSEBREED, NOX, PYAEMIA gibi adı sıkça anılan gruplar kazandıran Hollanda’nın önemli metal ihraçlarından biri olarak göze çarpan SEVERE TORTURE, kapaklarında da insan sevgisi ve kadir kıymet bilirlik gibi konuları işlemesiyle dikkat çekiyor.
Amerika’nın son dönemde çıkardığı hatırı sayılır heavy metal gruplarından WHITE WIZZARD, haftaya piyasada olacak ilk albümü “Over the Top“ın aynı isimli şarkısına klip çekti.
“Over the Top“ın ayrıntıları da şöyle:
1. Over The Top
2. 40 Deuces
3. High Roller
4. Live Free Or Die
5. Iron Goddess Of Vengeance
6. Out Of Control
7. Strike Of The Viper
8. Death Race
9. White Wizzard
WHITE WIZZARD’ın geçtiğimiz sene çıkardığı “High Speed GTO” EP’si hayranlar ve basın tarafından beğeniyle karşılanmıştı.
Brezilya’dan oldum olası çok hoşlanmamışımdır. Çocukluğumdan beri içimde olan “güçsüzün yanında olma” içgüdüsünden olsa gerek, Brezilya’yı geçmiş yıllarda bir tek futboldan bildiğim için ve o zamanlar futbolda Brezilya’nın sonsuz beygir gücünde olmasından mütevellit kendilerini her zaman antipatik bulmuşumdur. Tabii yaş daha çift basamaklı sayılara yeni ulaşmış, nereden bileyim 3. Dünya Ülkesi ne demektir, kapitalizm ne yapar, emperyalizm yenir mi. Bu sorulara herhangi bir cevabım elbette yoktu.
Yıllar içinde bazı kavramlar kafamda daha iyi oturmasına rağmen küçüklükten gelen bu “Brezilya’yı sevmeme” alışkanlığı uzun bir süre geçmedi, ben bu gariban fakirleri kendimce aşağılamaya, küçük düşürmeye devam ettim (küçük düşürmekten kastım, PES oynarken Brezilya’ya olabildiğince çok gol atmak veya 2002 Dünya Kupası’nda İlhan Mansız Roberto Carlos’a o ünlü çalımını attığında “ALDIN MI BABANINKİNİ KARLOOAAAS” diye bağırmaktan ibaret bu arada). Nereden bilebilirdim ki bu saçma sapan antipatiyi 4 daracık pantolonlu, beyaz spor ayakkabılı, muhtemelen Roberto Carlos’un bile tanımadığı birtakım arkadaşlar tarafından kırılacağını? Hem de ilk rif girer girmez.
Violator; iki önceki cümleden çıkarılabileceği gibi old-school aşkıyla yanıp tutuşan, kirli soundlu, ancak yaşıtlarının büyük bir çoğunluğunun yaptığı gibi kalitesiz kopyalar olmaktan çok uzak, türün meraklısını anında çarpan bir acayip thrash topluluğu. Şu anda okuduğunuz “Chemical Assault” da şimdiye kadar çıkardıkları tek albüm ve ola ki grup içinde işler yolunda gitmez de dağılırlarsa kült olabilecek mükemmel bir çalışma. Grup basit bir müzik yapıyor gibi gözükse de albümün birden fazla silahının bulunması nedeniyle thrash’in azıcık ucundan geçiyorsanız kayıtsız kalmanız pek mümkün değil.
Bu silahların arasında en çok göze çarpan ise inanılmaz keskin ve bayağı fazla sayıdaki rifler. İlginç olan şey ise, kaç tane farklı rifin olduğunu sayamadığım bu albümde bir adet boş rif yakalayanın gelip alnından öpeceğim. O kadar başarılı ve dinleyiciyi anında yakalayan rifler ki, helal olsun sana Pedro demekten alamıyorum kendimi. Bu vakânın bir benzerini de Municipal Waste’in “The Art of Partying” albümünde görmüştük diyeyim de çekicilik oranını bir basamak daha yukarı çekeyim.
Grubun bir diğer önemli kozu ise daha farklısının bu derece yakışamayacağını düşündüğüm, çılgın yırtıcılıktaki vokalleri. Öyle ki, sadece vokallerinden evinde Slayer, Destruction, Razor, Exodus, Dark Angel posterlerinin asılı olduğunu, flamaların duvarları çevrelediğini, kot ceketinde grup armasından boş yer kalmadığını, yerlerde boş bira şişelerinin yuvarlandığını ve önceki günden kalan kusmuğunun temizlenmediğini, yani kısaca tam bir leş hayatı yaşadığını hayal edebiliyorsunuz. 80′lerden kalma thrash mirasını o kadar iyi sindirmiş, yalamış yutmuş ki Pedro efendi, vokal melodilerinden atacağı çığlığın gücüne, nerede “GO!” diye bağıracağından nerede back vokalleri yanına alıp koro halinde bağıracaklarını çok iyi biliyor. Aynı zamanda kıvamında bas da çalıyor, e daha ne?
Bas demişken işin ritim boyutuna da geçebiliriz sanırım. Kimsenin böylesi bir albümde üstün bir bas performansı beklediğini sanmıyorum (eğer DiGiorgio değilseniz) ve illa ki bir tanımlama kullanmam gerekirse bas için “Slayer bası” diyebilirim. Ekstra hiçbir şey sunmuyor, ancak kötü de değil. Etrafı toparlayan, tozunu alan, camları silen türden bas (şu albümde de temizliği çağrıştıracak kelimeler kullandım ya, helal bana).
Zaten Pedro arkadaş vokal konusunda enerjisini bayağı bir tükettiği için bas konusunda fazla da bir şey beklememek lazım. Yanlız şunu da atlamayayım, vokallerin olmadığı yerlerde bas kalitesi bir anda yükseliyor. Özellikle enstrümantal Ordered to Thrash’te daha iyi görülebiliyor bu. Konserler düşünülerek yapılmış bir hareket olabilir. Zaten her şarkı konserlik olduğu için, vokal Pedro ziyan olmasın diye böyle bir ayarlamaya gidilmiş olsa gerek.
Davullar ise yine türün gerektirdiklerini sonuna kadar yapan, yeni pek bir şey sunmayan ancak bundan dolayı da zerre rahatsız etmeyen türden. Çalındığı zaman ter içinde kalınacak türde hızlı, bol adrenalinli, ancak yeniliksiz davullar. Açıkçası bir old-school thrash albümünde daha fazlasını beklemek, nankörlük gibi geliyor bana.
Prodüksiyona gelecek olursak, black metal gruplarının kvlt olma uğrunda 2010 yılında vızıltı gitar tonları kullanmasını beğenmeyen bir insanım ancak bu albümün 80′ler sound’unu almasını istesem de yadırgayamıyorum. Elemanların samimiyetinden olsa gerek, prodüksiyonun da old-school olması rahatsız edici değil, aksine bahsettiğim samimiyeti pekiştirici bir rol üstlenmiş. Şu teknoloji çağında ısrarla eski sound’larla kayıt yapan bazı grupların komik duruma düşmesinin sebebinin şarkılarında bir şekilde o sound’a uymayan yapılar olduğunu düşünürüm ancak burada her şarkı bu sound’a o kadar uygun ki, beğenilmemesi için herhangi bir sebep göremiyorum.
Toparlamak gerekirse, “Chemical Assault” kapağından şarkı sözlerine, imajlarından sound’larına kadar her şeyi old-school olan, anası punk, babası hardcore olan bir türün ilk örneklerini kendilerine idol almış bir grubun yapması gereken her şeyi yapmış, duvarları yumruklatan, boyun düşmanı, gürültünün ve çığlıkların bir an olsun durmadığı, temponun hiç düşmediği, dinleyenin 2000′li yıllarda çıktığına inanamayacağı, kısaca eski usül thrash sevenlerinin kaçırmaması gereken nefis ve safkan bir thrash albümü var elimizde. Özlem gidermek isteyenler buyursun.
Fransa’nın son dönemdeki en tehditkâr oluşumlarından teknik death metal grubu GOROD, yaza doğru çıkaracağı EP’nin kayıtları için stüdyoya girmiş.
EP’de iki adet yeniden kaydedilmiş eski şarkı, bir adet akustik şarkı, bir cover, çeşitli canlı performans görüntüleri ve 14 dakikalık yeni bir şarkı olacakmış.
GOROD geçtiğimiz sene içerisinde “Process of a New Decline“ı çıkarmış ve çoğunlukla yüksek yorumlar almış, teknik death metal sevenler tarafından çiçeklerle karşılanmıştı.
Metalin en farklı yönlerinden biri MANOWAR. Her şeylerinin abartılı olması, müziklerinin çoğu insana tekdüze gelmesi bir yana, metal kültürü içerisinde muhakkak ki önemli bir yer tutmaktalar. MANOWAR’un küçümsenmesine sempatiyle bakmayan biriyim. Şahsen ateşli bir MANOWAR hayranı olmasam da, grubu severim. Neden, çünkü MANOWAR, dalga geçenlerce görmezden gelinen önemli albümlere, çok çok iyi şarkılara ve metalin en gösterişçi (tam Türkçe’si olmadığı için “kitsch” diyelim) tavrına sahip güruhtur.
Evet kaslıdırlar ve deriler giyerler. Sürekli aynı şeylerden bahseder, bunu da yirmi kelimelik bir dağarcıkla yaparlar. Evet kendilerini her zaman en iyi olarak görürler. Ve evet, küçük görenler olsa da MANOWAR metalin tanımlarından biridir. Bu hor görme durumu biraz da doksanların ortalarından sonraki durgunluk dönemleri nedeniyle yaşansa da, seksenlerde ergenliğini yaşamakta olan ve o yıllarda metalle tanışan bünyeler için MANOWAR’un manevi yönü, bugün “MANOWAR ehuehue” diyenlerin anlayamayacağı derinliktedir.
Hayatımda dinlediğim ilk metal şarkısı Spirit Horse of the Cherokee’dir. Şu an bahsetmeye çalıştığım albümün çıktığı 1992′tde, dayımla birlikte yaptığım bir yolculuk sırasında dinletmişti bana. Hayatında metal diye bir kavramın varlığından haberdar olmayan birine şu aşağıdaki şarkı dinletildiğinde nasıl bir zevk alabileceğini tahmin edersiniz sanırım. Gerçi insafsız dayım bu şarkının hemen arkasından önce şunu, sonra da bunu dinleterek tüm hayatımı değiştirdiyse de, o gün ve sonrasındaki günlerde aklımdan çıkmayan başlıca şey, Spirit Horse of the Cherokee’nin o meşhur “vauvaaa”larıydı.
Albüme geçelim. “The Triumph of Steel” bence seksenlerde birçok başarılı albüm çıkaran MANOWAR’un kariyerindeki en iyi albümlerinden biridir. Öncelikle MANOWAR’un başka hiçbir döneminde denemediği düzeyde varyasyonlu, değişken ve deneysel bir çalışmadır. Albüm sekiz parçadan oluşan, yirmi sekiz dakikalık epik mi epik Achilles, Agony and Ecstasy in Eight Part ile açılır. Karagouna adlı eski Yunan halk şarkısının modifiye edilmiş haliyle giren ve adından da anlaşılacağı gibi o meşhur Yunan destanını konu eden parça, içerisinde dakikalar süren davul, bas ve gitar soloları barındırmasıyla daha en baştan MANOWAR’un ne olduğunu insanın gözünün içine sokan o meşhur yaklaşımıyla karşılar bizleri. Albümü yirmi sekiz dakikalık bir parçayla açmak, hem de Atlantic gibi büyük bir şirketin altındayken açmak, öyle her isteyen grubun yapamayacağı bir şey gibi geliyor bana.
Bu şarkının ardından, albümün genel havasına ters düşen ve MANOWAR’un metal aşkını dizginleyemediğini gösteren Metal Warriors gelir. Klasik bir konser parçası olan bu şarkının arkasındansa, “The Triumph of Steel” eteğindekileri dökmeye başlar. Her biri birbirinden farklı, MANOWAR’un alışmadığımız pek çok yanını gösteren altı adet nefis şarkı vardır burada bizleri bekleyen. Dediğim gibi Spirit Horse of the Cherokee, ölene dek en sevdiğim şarkılar arasında yer alacak şahane bir eser. Kızılderililer’in toplanışını yansıtan tamtamsı temposu, beyaz adamı kovarkenki savaş çığlıkları, sonunda da zaferi kutlamaları, hepsi de Joey DeMaio elinden çıkma bu eserin içinde itinayla yer alır. Onun haricinde yine grubun hiç alışık olmadığımız bir yönünü gösteren Burning, gaz mı gaz Ride the Dragon ve metal tarihinin en güzel ballad’larından biri olduğunu düşündüğüm Master of the Wind. Hepsi bu albümdedir.
“The Triumph of Steel”in MANOWAR’un en “progresif” albümü olmasının sebeplerinden diğer ikisi de, grupla birlikte yalnız bu albümde çalmışlıkları olan davulcu Rhino ve gitarist David Shankle’dır. MANOWAR davullarını bilenler, çoğunlukla tekdüze power metal davulu olduklarının farkındadırlar. Rhino neden mi farklıdır? Aşağıdaki Armor of the Gods’a alalım sizi.
David Shankle da, her ne kadar şimdilerde kendi adıyla yaptığı müziği hiç sevmesem de, “The Triumph of Steel”de gerçekten de nefis ve akılda kalıcı sololar yazmış, albümü hep tek tip gittiği anlarda dahi yukarılara taşımış. Keşke daha çok MANOWAR albümünde dinleyebilseydik kendisini. Yine bahsedilesi isimlerden Eric Adams, seksenlerdeki çığlıklarını ve yüksek oktavlarını bir nebze aratsa da, bu kez de yorum gücü ile şarkılara karakter katmayı bilmiş, eşlik etmesi manyak zevkli birçok bölüme imza atmış.
Müziğin büyük kısmından sorumlu olan Joey DeMaio da, müzikle birlikte sözlerde de öne çıkmış ve belki de MANOWAR’un şimdiye kadarki en iyi ve “farklı” şarkı sözlerini bu albüm için yazmış.
MANOWAR’un ne olduğu bellidir, o yüzden uzatmaya gerek yok. “The Triumph of Steel”, kariyerinde çok iyi albümler de, orta karar albümler de, kötü albümler de olan, ancak kimsenin inkâr edemeyeceği düzeyde güzel ve önemli şarkılar yaparak metal tarihinin üst sıralarına adını yazdıran bir grubun en iyi albümlerinden biridir. Dediğim gibi şahsen en çok bunu severimi ancak seksenlerdeki albümler de unutulacak gibi değildir.
Son olarak, metal içerisinde MANOWAR gibi bir grup olması bence önemlidir. Herkesin en cool olmaya çalıştığı bu müzik akımında, neredeyse otuz yıldır kimseyi sallamadan kendi yolunda giden, “olayımız budur hacı kabul ediyosan et, etmiyosan da siktir git” diyen, yine başkalarının düşündüklerine hiç kulak asmadan “metalin en iyisi biziz” diye bağırıp milyonlarca insanı peşlerinden sürükleyebilen, ve hem metalin tüm klişelerini olduklarından bile daha abartı hale getirerek sunan, hem de buna ölesiye inanmış oldukları için tüm bunlarda samimi olduklarını hissettiren bir grup olması, hoş, hatta belki de “gerekli” bir şey.
Seviyorum seni Menıvor.
Not 1: Menovır?
Not 2: Dayı valla sağol ya bu metal bayağı güzel bir şeymiş.
SENTENCED referansıyla ekmeğini kazanmaya çalışan POISONBLACK, “Of Rust and Bones” adlı yeni albümünün detaylarını açıkladı.
01. My Sun Shines Black
02. Leech
03. My World
04. Buried Alive
05. Invisible
06. Casket Case
07. Down The Drain
08. Alone
09. The Last Song
10. Half Past Dead (bonus)
Grup albüme dair yaptığı açıklamada “şarkıların bir kısmını tüm grup birlikte, üstelik de çıplak olarak çalıp kaydettik. Tamamen çıplak olunca enstrümanınızla daha farklı bir bağ kuruyorsunuz” şeklinde konuşmuş. Öyle diyorlarsa öyledir.
2010 içerisinde iki albüm birden çıkarmaya hazırlanan THE OCEAN, bu albümlerden ilki olan “Heliocentric”in sunumunu içeren internet sayfasını kullanıma açtı.
Üstteki resimden ulaşabileceğiniz sayfada, Güneş sistemindeki gezegenlere tıklayarak albümdeki dokuz şarkının da belli kısımlarını dinlemeniz ve açılan resimlerden şarkı sözlerini okuyabilmeniz mümkün.
Grup bu albümün şimdiye kadarki en kalabalık THE OCEAN kadrosunu barındırdığını, özellikle klasik müzik sanatçılarının da katkısıyla albümde onlarca müzisyenin emeğinin olduğunu söyledi.
Hollanda’da ikamet eden İsrailli death/thrash/black/folk metal grubu MELECESH, bu yıl içinde çıkacak yeni albümlerinden bir parçayı canlı olarak çalmış.
Yayınlanan basın bültenine göre MELECHESH lideri Ashmedi önümüzdeki haftalarda İstanbul’a gelerek şehrin Doğu kültürünü yansıtan müzikal çehresini araştıracak ve yeni albüm için ilhâm edinme amacıyla yerel müzisyenlerle tanışıp görüşecekmiş.
Türkiye demişken, HARUN KOLÇAK’ın büyük bir MELECHESH hayranı olduğunu, daha önce ülkemize gelen Ashmedi’yle doğaçlama bir performans sergilediklerini, hatta katıldığı kimi talk show’lara MELECHESH tişörtüyle çıktığını da hatırlatalım.
Fransa’nın metal alanındaki adı sayılır isimlerinden Neige’nin tuhaf projesi ALCEST, 29 Mart’ta çıkaracağı albümünün adını “Écailles De Lune” olarak açıkladı, peki bununla kaldı mı? Kalmadı tabii, diğer detayları da açıkladı.
01. Écailles De Lune (Part I)
02. Écailles De Lune (Part II)
03. Percées De Lumière
04. Abysses
05. Solar Song
06. Sur L’Océan Couleur De Fer
Selam Sakis. Herkes gibi biz de yeni albümü heyecanla bekliyoruz. Peki nedir bu “AEALO”? Bu albüm de “Theogonia” gibi konsept bir albüm mü?
AEALO Eski Yunan’daki ΕΑΛΩ kelimesinin Latin harflere çevirisidir ve “yıkım, yok oluş, Düşen” gibi anlamları vardır. Albümün müzikal ve lirik konseptiyle alâkalı bir isim, hatta albümü dinledikten sonra hissedeceğiniz hisler de işte bu kelimeyle özetlenebilir. AEALO aynı zamanda savaş halindeki bir savaşçının hislerine de ithaf edilebilir. Kızgınlık, korku, üzüntü gibi, bir savaşçının savaştığı sırada hissettiği duygular da bu anlamın içine katılabilir. Bu albümü dinlerken kendinizi bir savaş meydanında, bahsettiğim bu hislere karşı koymaya çalışırken bulacaksınız. Yine de bu “savaş hissi uyandıran” bir albüm değil, aksine, albümü dinledikten sonra yalnızca bir savaş tarafından yaratılabilecek izlerden kaçıp kurtulmuş gibi hissedeceksiniz.
ROTTING CHRIST’ın köklerini hiçbir zaman unutmayan bir grup olduğunu biliyoruz. “Theogonia”da hem eski albümlerinizden izler vardı hem de yeni bir ROTTING CHRIST sound’u. “AEALO” da aynı şekilde ROTTING CHRIST diskografisinden bir şeyler içeriyor mu? Ben mesela Noctis Era giriş rifini Non Serviam’ın rifine benzettim.
Köklerinizi unutursanız kendinizi de unutursunuz ve bir grup olarak bu kesinlikle bizim felsefemiz değil. Köklerimizi her zaman korururuz, ama aynı zamanda ileriye doğru adımlar da atarız. Ben her zaman ruhumun erişilmemiş köşelerini araştırmaya çalışan bir insanımdır. Gitarımı alıp bizi sevenlerin alışık olduğu tarzda ROTTING CHRIST melodilerini kolaylıkla yazabilirim, ancak bu bizi sevenleri aptal yerine koymak olur. O yüzden ben de sürekli araştırır ve bir sanatçı ve bir birey olarak sürekli gelişilebileceğine inanır, müziğimizi dinleyenlere hep daha taze şeyler ortaya koymaya çabalarım. Yeni albümümüzde de bunu göreceksiniz.
“Theogonia” da prodüktör sendin, şarkı yazımı, şarkı sözleri sana aitti, miksajı, masteringi kısacası her şeyi sen yapmıştın. “AEALO”da da öyle mi oldu? Bir de Giorgos, Andreas ve Themis şarkı yazımına katılmıyor mu?
Evet AEALO’da da durum aynı. “KENDİ İŞİNİ KENDİM YAP” sözüne çok inanan biriyim, bu yüzden de her şeyi kendim yapmak isterim ve başkalarını işime karıştırmam, çünkü bilirim ki kimse benim manyak çalışma tempoma yetişemeyecektir. Diğer grup elemanları tabii ki stüdyoda bana yardımcı oluyorlar, ama yine de bu yolda tek başıma yürüdüğümü hissederim her zaman… Diğer grup üyeleri de bunu kabul ediyorlar ve zaten onların ROTTING CHRIST haricinde de işleri var. Ama tabii ki turnedeyken falan tüm sorumlulukları paylaşırız.
“Non Serviam (A 20 Year Apocryphal Story)” DVD’si çok doyurucuydu. Bunca yıl sonra böyle bir materyal gelmesine çok sevindik. “In Nomine Sathana”ya göre Atina’daki konser daha coşkulu bir havada geçmiş.Yanlış bilmiyorsam “In Nomine Sathana”, Krakow’da kaydedilmişti. Sanırım güneye indikçe dinleyici kitlesi daha sıcakkanlı oluyor. Sen ne dersin?
“NON SERVIAM A 20 YEARS OF APOCRYPHAL STORY” gibi 2 DVD 2 CD içeren bir seti böylesine ucuz bir fiyattan sattırabilmek için çok uğraştık. Grup olarak, underground kitlemize sadık olmak adına fiyatın bu şekilde düşük ve sabit tutulmasını talep ettik. Geçmişimizin büyük bir kısmını, hayranlarımızın hak ettiği türde ve böylesi bir üründe toparlamayı başardığımıza inanıyorum.
Diğer konuya gelirsek, bizler de konserlere giden müzik severleriz, o yüzden Akdeniz izleyicisinin daha iyi olduğunu biliyoruz dostum. Zaten dinleyici kitlemizi de Akdeniz ülkelerine doğru yayma niyetindeyiz. Sen de bir Akdeniz ülkesinden olduğuna göre, neden bahsettiğimi biliyorsundur.
Albüm kapağını ilk gördüğümde aklıma hemen 300 filmi geldi. Ondan bir etkilenme var mı?
Müzikteki bu epik yapıyı albümün geneline taşımak istedik bu yüzden de firmamızın tasarımcısı Jerome’a gittik, o da kafamızdaki fikri hemen anladı ve kendi düşündüğü tarzda bir şey tasarladı, biz de beğendik. Bence bu şimdiye kadarki en iyi kapağımız olabilir ve albümünü hem müzikal, hem de şarkı sözü anlamında atmosferini çok iyi yansıtıyor.
Noctis Era’yı dinledim ve büyülendim diyebilirim. Şarkıda yine ROTTING CHRIST’ın epik, mistik ve karanlık atmosferi yerli yerinde ve tabii ki o muhteşem melodiler… Sormak istediğim, bu ROTTING CHRIST patentli melodileri şarkı yazımında planlıyor musun yoksa kendiliğinden mi ortaya çıkıyor? Mesela “bu şarkı daha melodik olsun öbürünü daha brutal yapalım” diyor musun?
Öncelikle müziğimizin sana hitap etmesinden ve yeni şarkımızı beğenmenden dolayı onur duydum. Bu şarkıyı bestelerken de tam olarak böyle bir reaksiyon almayı istiyordum. Bu şarkı da her ROTTING CHRIST şarkısı gibi büyük bir konsantrasyonun ve ruhumun derinliklerine yaptığım yolculukların eseri. Yazdığım şarkılar, yazım süreci içerisinde kimi zaman değişseler de ilk olarak kafamda kurduğum fikir her zaman için bakî kalıyor.
“Theogonia” ile başlayan Yunanca söz yazımı sanırım bu albümde kendisini bir hayli aşmış. Tracklist’ten gördüğümüz kadarıyla neredeyse bütün şarkı isimleri Yunanca. İngilizce’nin artık çok da önemli olmadığını mı düşünüyorsun yoksa konsept olarak Yunanca’nın daha uygun olduğunu mu?
Biz geçmişte Almanca, Latince, Sümerce, Eski Yunanca gibi farklı diller kullanmış çok uluslu bir grubuz. Bence İngilizce dışında diller de kullandığınzda müziğiniz daha kendine özgü oluyor. Ayrıca anadilimi kullanırken daha özgür olabiliyor, kendimi daha rahat ifade edebiliyorum. Ayrıca da İngilizce aksanım tek kelimeyle korkunç! Ne yapabilirim ki? Amerika’da değil de Yunanistan’da doğduğuma göre, sanatımı Akdenizin bu taraflarını yansıtan bir bakış açısıyla icra ediyorum.
Önceki albümlere kıyasla bu albümde konuk sanatçı sayısında artış var. ROTTING CHRIST’ın pek yaptığı bişey değil bu. Albümün daha epik bir yapıda olması için miydi bu?
Evet bu albümde daha fazla konuğumuz var. Onları seçerken daha çok deneysel işler yapan ve şahsen de bağlantımın olduğu, tanıştığım insanlardan seçtim. Şarkıları tamamlarken, “kim bu şarkıyı daha da güçlendirebilir” şeklinde düşündüm ve sonuçta da alttaki liste ortaya çıktı. AEALO’yu olduğundan daha da ilginç kıldıkları için hepsine teşekkür etmek istiyorum.
Albümdeki konuklarımız ve katıldıkları şarkılar şöyle:
Diamanda Galas – ORDERS FROM THE DEAD
Alan Nemtheanga (Primordial) – THOU ART LORD
Magus Wampyr Daoloth (Necromantia) – NEKRON IAHES
Stavros (Dirty Grandy Tales) – THOU ART LORD ve FIRE DEATH AND FEAR
Spiros & Efi (Daemoneia Nymphe) – ΔΑΙΜΟΝΩΝ ΒΡΩΣΙΣ
PLEIADES (ağıt ve ilahiler üzerine yoğunlaşan geleneksel Yunan korosu) – AEALO, dub-saĝ-ta-ke, FIRE DEATH AND FEAR, SANTA MUERTE ve ORDERS FROM THE DEAD
“Theogonia”da etnik öğeleri bolca kullanmıştın. Bu albümde de kullandığını sanıyoruz, zira Noctis Era’nın melodileri Yunan halk şarkılarını hatırlattı bize. Eski türkülerden, ezgilerden etkilendiğin oluyor mu?
Dünya çapındaki etnik müziklerin büyük bir hayranı, daha doğrusu araştırıcısıyım. Tuhaf yerlerden yalnız ırklara pek çok yerdeki müzikleri araştırıyorum. Tüm bu insanların düşüncelerini müzik yoluyla ortaya koyuyor olmaları beni büyülüyor. Bu sefer, kökleri Eski Yunan’a dayanan ve ilahiler üzerine yoğunlaşan çok sesli Yunan korolarından daha çok ilham aldım. Yani bu sefer ki etnik ilhamım Yunan kaynaklıydı. Bakalım bir sonrakinde nereden olacak?
Bu soruyu Türk olduğumuz için soruyoruz. Diamanda Galas’ın “Orders From The Dead” cover’ı var albümde. Diamanda Galas’ın politik yaklaşımını biliyoruz. ROTTING CHRIST’ın politik bir grup olmadığını da biliyoruz. Peki bu şarkıyı seçmenin nedeni nedir? Albümün konseptine uygun olması mı?
Karanlıklar Prensesi’nden bir şarkı cover’lamak istedik ve DIAMANDA GALAS’ın “Orders From the Dead”ini seçtik. Bu şarkı çok ruhlu bir parça ve albümün genel atmosferine de çok iyi uyuyor. Dostum burada tek amacımız sanat ve sanatımızda politik konulara yer yoktur. Biz insanları ayırmak için değil, birleştirmek için müzik yapıyoruz.
Tabii ki yeni albüm arifesinde birşeyler beklemiyoruz ama THOU ART LORD hâlâ devam ediyor mu? İlerde THOU ART LORD’dan yeni bir albüm beklemeli miyiz?
Gruptaki diğer elemanlar kıçlarını kaldırabilirler de konser verecek duruma gelirlerse THOU ART LORD’la bir şeyler yapacağız. Bu konuda zamansızlık en büyük derdimiz, ama ilk boş anımızda bir şeyler yapmak istiyoruz çünkü THOU ART LORD olarak çalmayı çok seviyoruz çünkü üzerimizde hiç baskı yok, yalnızca ROCK ‘N ROLL var.
Hepsi bu kadardı, eminiz “AEALO” çok iyi olacak, albümde ve turnede bol şanslar, yakın zamanda da bu taraflarda tekrar görüşmek ümidiyle.
Yakında Türkiye’de görüşmek üzere metal kardeşlerim.
Sorular: Uğur MUTLU (Konuk)
Not: Sevdiğiniz ama fazla röportajına rastlayamadığınız grupların röportajlarını sitede görmek istiyorsanız, “soruları ben hazırlarım siz aracı olun yeter” diyorsanız, bu niyetinizi yazı@pasifagresif.com adresine iletebilirsiniz. Konuşuruz, istediğiniz grupla irtibat kurmaya çalışırız.
Ama crust da her daim kulu ve elçisi gruplar bulmuştur. Totalt Jävla Mörker da bunlardan biri. Amebix’in hortlayıp da arz-ı endam ettiği günümüz koşullarında, varoşların (İsveç’in Skellefteå şehri) çocuğu Totalt Jävla Mörker, sosyal hayatın somon balığı satıp yemekten, buz hokeyi oynayıp hayatın anlamsızlığını alkol ortamlarında tartışmaktan ve de kendini İsa’ya adamaktan başka bir şey olmadığı bir yerde doğmuş. İki binli yılların başına dek sadece kendi ülkesinde ve Norveç’te bilinirken 2001 itibariyle adı ta Konstantinopolis’e dek gelebilmiş. Sadece adı elbette.
2002 yılında çıkan “Det Ofrivilliga Lidandets Maskineri” (The Machinery of Unvoluntary Suffering) albümüyle birlikte artık müzikal yapısını net olarak görebildiğimiz grup kendi icrası için, hafif black metal dokunuşu olan (çok hafif valla), endüstriyel d-beat olarak yorumluyor. Bu albümle bir de ödül (Manifest müzik ödülleri en iyi hardrock/punk albümü) sahibi olmuşlar.
2007 yılına dek Avrupa ve İskandinav ülkelerinde dolaşan grup “Människans Ringa Värde” (The Insignificant Value of Man) ve “Totalt Jävla Mörker” (Total Fucking Darkness) adlı iki muhteşem albüm daha kaydeder. Bahsetme gereği duymadığım bir ton grup elemanı değişikliğine “anlatmazsam çatlarım” bir tanesi daha eklenir. Onuncu yılı şerefine kaydedilip sadece eşe dosta dağıtılan DVD sonrasında, dünyaca ünlü şaklaban grup Satyricon’un ve dünyaca ünlü muhteşem grup Entombed’ın session basçısı Victor Brandt, Totalt Jävla Mörker semalarında yüzmeye başlar.
Gelelim günümüze. Totalt Jävla Mörker, geçtiğimiz günlerde yeni albümü “Söndra och Härska”yı (Divide and Conquer) kaydetti. Albümde modası geçmiş d-beat üslûbunu yine enfes şekilde konuşturan grup sonraki cümlede tam olarak ifade edeceğim şeyi de yine layıkıyla becermiş durumda. Crust punk stilinin en lezzetli şeyi olan ağır, slow bölümleri bugüne dek en nefis şekilde becerebilen grup Amebix’tir (bence). Bunu en iyi Largactyl şarkısında görürsünüz. Grind core’a en büyük ilham kaynağı olan crust punk’ın bütünlük söz konusu olduğunda en kayda değer müzik türlerinden olduğunu da hesaba ekleyelim. Aynı anda hem bu kadar vahşi, hem agresif, hem de hızlı olabilirken bir anda “Vem Formar Din Syn På Världen” gibi bir şarkıyı da dinleyebilmek zevklerin en büyüğü değil de nedir, sorarım size.
Bu albümün en önemli özelliklerinden bir tanesi tüm enstrümanların farklı stüdyolarda kaydedilmiş olması. Daha önceki kayıtların yapıldığı her yere tek tek gidip, neredeyse bir seneyi bulan bir kayıt aşamasından sonra bu albümü sunuma hazırlamışlar. Ortaya çıkan şey tek düze bir modernliği ya da herhangi bir enstrümanın öne çıkmasını kesinlikle engellemiş. Olması gerektiği kadar oldschool bir kayıt çıkmış ortaya.
“Människans Ringa Värde” albümü benim için efsane bir albümdü ve bunun en önemli sebebi de hayatımın enstrümanı (i love saxo-phone) saksofon sebebiyleydi. Sakın bunu yoğun şekilde kullanılmış, sololarda tamamen öne çıkmış gibi düşünmeyin. Geri planda hafif serzeniş şekliyle görebilirsiniz. Ha bu albümde ben her ne kadar sesini ayırt edememişsem de (ayıp bana) Peter Dolving’in konuk olması da büyük bir artıydı.
Son albüme nazaran daha da kirli bir kayıtla hazırlanan bu albümün tonları Totalt Jävla Mörker’ın aslında en karakteristik özelliği. Bu tonları biraz daha süslü, biraz daha kitleye hitap eder şekilde, dinlenebilirliğini arttırarak sunabilselerdi bugün grubun adını bilmeyen yoktu. Buna bir örnek vermem gerekirse Satyricon’un Volcano albümüne bir göz atın derim. Patlama yaptıkları şarkı Fuel For Hatred’ın giriş kısmıyla “Människans Ringa Värde” albümünden Helvetet Portkod şarkısının giriş kısmını bir kıyaslayın. Ne demek istediğimi tam olarak anlayacaksınızdır.
Bu albümle birlikte crust sularının olması gerektiği kadar vahşi, savaş karşıtı ama liriksel bağlamda hayat ve savaş konularından kopmayan tavrından kopuş göremiyorum. Eğer yazı içerisindeki şarkılardan hazzetmemişseniz, kendinizi çok da zorlamayın. Çünkü söz konusu olan, pek çok insanın sindiremediği, az sayıda insanın da zevten zevke koştuğu bir grup.
Son olarak, tüm diğer albümlerdeki gibi bu albümün de kapağının enfes olduğundan bahsetmiş miydim?
ELUVEITIE yayınladığı klip ve birtakım tadımlıkların ardından, bugün de “Kingdom Come Undone” adlı şarkısını myspace’ine koydu. Albüm kapağına basıp dinleyebiliyoruz.
İtalyan brutal death metal grubu HOUR OF PENANCE, yeni albümü “Paradogma“nın detaylarını açıkladı.
01. Paradogma
02. Thousands of Christs
03. The Woeful Eucharisty
04. Malevolence of the righteous
05. Caged into Falsehood
06. Incestuous dynasty of Worms
07. Adversary of Bigotry
08. Incontrovertible Doctrines
09. Spiritual Ravishment
10. Apotheosis
Grup “Paradogma” ile basından büyük övgü alan “The Vile Conception”ı aştıklarını ve kendi sınırlarını zorladıklarını söylemiş. HOUR OF PENANCE bununla da kalmamış ve albümle aynı isimdeki şarkılarını myspace‘lerine koymuş.
Grubun “bunu alan bunu da aldı” tadındaki dost grubu FLESHGOD APOCALYPSE de geçtiğimiz yılki “Oracles” albümüyle genelde yüksek puanlar almıştı.
KALMAH, kapağını şuradan, diğer detaylarını ise şuradan görebileceğiniz yeni albümü “12 Gauge“dan “Bullets are Blind” adlı şarkıyı yayınladı.
“Aslında grup şarkıyı Finlandiya’daki bir metal dergisinin toplama CD’sine vermiş ve şarkı da bir süredir Youtube’da durmaktaymış, ama bizim şimdi haberimiz oldu” diyerekten meramımızı da anlatmış olalım.