# - A - B - C - D - E - F - G - H - I - J - K - L - M - N - O - P - Q - R - S - T - U - V - W - X - Y - Z

Archive for 2010

OPETH yeni albüm kaydına başlıyor

Friday, December 3rd, 2010

OPETH 31 Ocak’ta yeni albüm kaydına başlayacağını açıkladı.

Jens Bogren ile birlikte Atlantis stüdyolarına girecek olan grup albümü miksleme görevini ise uzun süredir birlikte çalışmadığı STEVEN WILSON’a vermiş.

Grup yeni şarkıları “iyi” olarak tanımlamış.

ONSLAUGHT’tan tadımlık

Friday, December 3rd, 2010

ONSLAUGHT yeni albümü “Sounds of Violence“tan “The Sound of Violence” adlı şarkının bir tadımlığını yayınladı.

Grubun yarın İstanbul’da olacağını da hatırlatalım.

THE HAUNTED – One Kill Wonder

Friday, December 3rd, 2010

Metal yazısı yazarak elde ettiğim muhteşem servetimle yaptırdığım, gözlerden uzaktaki mükemmel şatomda dolaşmak suretiyle yazacak albüm düşündüğüm bir sırada, büyük yatak odasının karşısındaki ebeveyn banyosunun etrafı yaldızlı devasa aynasında kendi yansımamı görmemle, yazacağım albüme karar vermem bir oldu; zira üstümde BURAK KUT’un “Haydi Zıpla” single’ının tişörtü vardı.

Tam bu güzide single için bir yazı yazmam gerektiğini düşünürken, arkamda beliren o silüetle irkildim. Haylazın biri şatoma girmiş, elindeki çarşaf ve iple beni boğmaya çalışıyordu.

O beyaz çarşaf kafama geçtikten ve başarıyla örülmüş o ip nefesimi kestikten sonra, tam her şey bitti, artık yazılarımla metal dünyasına yön veremeyeceğim diye düşünürken, bir anda bir flaş sesi duydum.

Çarşafın arkasından şöyle böyle gördüğüm dışarısı, bir anda yanıp söndü ve ardından da boğazımdaki ipin gevşediğini hissettim.

Çarşafı kafamdan çıkarırken bir koşma sesi duydum ve belli ki tam bir çılgın olan katilimin koşarak olay mahalini terk ettiğini anladım. Hemen arkasından koştum ancak yetişemedim.

Lakin adamdan geriye kalan bir şeyi fark ettim. Muhtemelen arka cebinden düşmüştü…

PVC kaplı bir nüfus cüzdanı…

Hayatıma kast eden bu sevimli ama bir o kadar da şerrrrrrefsiz kişi, THE HAUNTED gitaristi Anders Björler’den başkası değildi. Meğer tek niyeti yeni albümlerinin kapak çalışması için beni konu mankeni olarak kullanmakmış. Ah şu İsveçliler…. Hepsi de birbirinden İsveçli…

Neyse ki tüm bu dertleri boşa çıkarmayan ve gördüğüm en güzel albüm kapaklarından birine sahip olan “One Kill Wonder”, THE HAUNTED’ın Marco Aro’lu son albümü. Albümü anlatmaya neden bu cümleyle başladım, çünkü Aro’nun ayrılıp Dolving’in geri dönmesi, THE HAUNTED’ın kariyerindeki belki de en önemli olay. O kısma az sonra geleceğim, önce albümün kısa bir özetini yapıp, ardından da “One Kill Wonder”ın neden bizzat grubun kendisi tarafından en hor görülen THE HAUNTED albümü olduğundan bahsedeceğim.

“One Kill Wonder”, “The Haunted Made Me Do It” bombasının ardından, o albümün nispeten kolay dinlenirliğine zıt bir sivrilikle, sertlikle piyasaya çıkmıştı. Grubun o ana kadarki en SLAYER kokan albümü olmasının yanı sıra, şarkılarda da bariz bir asabiyet, bir bodosluk, bir kendi bildiğini okuma seziliyordu. Marco Aro’nun bir önceki albümden de bilinen yırtıcı vokali, “One Kill Wonder”ı grubun en karanlık saati yapmaya yetiyordu. Her zaman olduğu gibi jilet misali çalan gitarlar ve Lombardo okulunun müdavimlerinden Per Möller Jensen’in davulları, albümü bir enerji topuna dönüştürüyordu.

“One Kill Wonder”da dikkat çeken bir nokta, THE HAUNTED’ın clean gitarlarla yaratmayı başardığı karanlık ve soğuk atmosferdi. Grubun sonradan atılacağı daha sofistike olayların da habercisi niteliğindeki bu clean gitarlar, bildiğimiz gibi II. Dolving Dönemi’nde de sıklıkla kullanıldı, kullanılıyor, kullanılacak.

Şahsen Marco Aro’nun eti kemikten ayıran vokalleri ile Dolving’in kendine özgü vokallerini ayrım yapmadan seviyorum, ancak birini seç deseler, daha varyasyonlu ve fikir dolu olmalarına rağmen, Dolving’inkileri değil Aro’yu seçerdim. En azından bu albüm için Peter Dolving’in bağırmalı vokalleri biraz hafif kalırdı, orası kesin.

Albümde Downward Spiral, Shadow World ve Bloodletting gibi daha kolay dinlenen ve akılda şarkılar ile, Godpuppet, Urban Predator veya Everlasting gibi daha direkt ve sevimlilik aramayan şarkılar bir arada yer alıyor. Bu sayede “One Kill Wonder” tek yönlü bir dinleti olmaktan kurtuluyor ve müzikal çeşitliliğini koruyor.

Kısacası “One Kill Wonder” o zamanda da, şu anda da, gelecekte de THE HAUNTED’ın en sert albümü olarak anılmaya devam edecek.

Şimdi gelelim “One Kill Wonder”ın evlatlık olma durumuna. “The Haunted Made Me Do It”in ardından, kendi adlarını taşıyan ilk albümleriyle birlikte neo-thrash olayının öncülerinden biri olarak görülen ve kimi önemli dergiler tarafından dünyanın sayılı gruplarından biri olarak anılan (büyükçe bir dergide, faaliyette olan en önemli 25 gruptan biri olarak nitelenmişti) THE HAUNTED, adını iyice duyurduğu bu albümün ardından bu taviz oranı düşük albümü yaparak, kimilerine hoş gözükmüş, ancak kimilerince de fazla sert bulunmuştu.

Bu sertleşme ve bildiğini okuma durumunu, muhtemelen ticari olarak da çok yerinde bir karar olarak görmediğinden olacak, grubun ana bestecisi, yaratıcılık abidesi gitarist Anders Björler, “One Kill Wonder”ın çıkışından baya sonra yapılan bir röportajda “One Kill Wonder”ın biraz fazla sert olduğunu düşündüğünü, bu yüzden de fırsatı olsa o albümde değiştirmek isteyeceği şeyler olduğunu söylemişti. Björler, “Albümü seviyorum tabii ki, ancak o anki konumumuz düşünüldüğünde albüm biraz fazla sert” diyerek “One Kill Wonder”ın daha geniş bir kitle tarafından daha kolay şekilde alışılabilecek bir albüm olması gerektiğini düşündüğünü söylemişti.

Björler ne düşünürse düşünsün, “One Kill Wonder” grubun kimi hayranları tarafından en iyi THE HAUNTED albümü olarak anılmayı başardı. Büyük resme baktığımızda genelde grubun diğer albümleri kadar ismi anılmasa da, gayet taşşaklı bir metal albümü dinlemek istiyorsanız, “One Kill Wonder”ın yerinde bir seçim olduğu su götürmez bir gerçek.

Not: YouTube videolarını yükleyen parlağın videolara koyduğu fotoğraftaki grup kimdir, hiçbir fikrim yok.

EARTH’ten yeni albüm

Friday, December 3rd, 2010

Drone doom’un öncülerinden EARTH yeni albüm haberini verdi.

Angels Of Darkness, Demons Of Light 1” adlı albümde durum şu:

01. Old Black
02. Father Midnight
03. Descent To The Zenith
04. Hell’s Winter
05. Angels Of Darkness, Demons Of Light 1

DEICIDE yeni albüm detaylarını açıkladı

Thursday, December 2nd, 2010

DEICIDE yeni albümü “To Hell With God”ın detaylarını açıkladı.

15 Şubat’ta çıkacak albümün olayı şöyle:

01. Save Your
02. Empowered by Blasphemy
03. Conviction
04. Hang in Agony Until You’re Dead
05. To Hell with God
06. Servant of the Enemy
07. Witness of Death
08. Angels in Hell
09. Into the Darkness You Go
10. How Can You Call Yourself a God

TANKARD’dan klip

Thursday, December 2nd, 2010

TANKARD yeni albümü “Vo(l)ume 14“den “Rules For Fools”a çektiği klibi yayınladı.

Rules For Fools demişken.

PAIN OF SALVATION – Be

Thursday, December 2nd, 2010

Sofistike tavrından dolayı seveni ve gıcık olanı bol bir grup PAIN OF SALVATION. Hatta bu iki uç, köpeği olanı ve aşırı derecede nefret edenine kadar uzanıyor. Ben son yıllara kadar köpeği olanlar kısmına dahilken, bir süredir sadece çok sevenler kategorisinde yer alıyorum.

“Be”, gerek dinleme, gerek de hakkında yazma açısından öyle herhangi bir albüm değil. Grubun fanatiklerinin gördüğü kadar felsefi bir doluluğa sahip olduğunu düşünmediğim, ancak müzikalite olarak cidden çok güçlü anlara sahip bir çalışma. Kelimelerle ifade etmenin zor olduğu yanları olmasından mütevellit, hem benimsemesi, hem de hakkında yorum yapacak düzeye gelinmesi kolay olmayan bir şey “Be”.

“Be”, öncesinde kendini çok merak ettiren bir şekilde piyasaya çıkmıştı. Ağır, ihtişamlı bir şeylerin geldiği, “Be”nin herhangi bir albüm olmadığı belliydi.

Albümü ilk birkaç dinleyişimde, dinlediğim şeyin iyi mi kötü mü olduğunu anlayamadım. Tabii ki kötü değildi, ama hâlâ “Remedy Lane“in etkisindeki bir kişi olarak, “Be”deki farklı tarzın ve deneyselliğin ne derece becerilebildiğini tam olarak kavrayamamıştım. CD’yi müzik setime koydum, grubu benle aynı düzeyde seven kardeşimle birlikte albümü dinledik, şarkılar arasında yorumlar yaptık, resmen kafa yorduk. Ve koca albüm bittiğinde ikimiz de “Sence nasıl?” sorusuna cevap bulamadık.

Ama karşımızdaki grup PAIN OF SALVATION’dı ve ne yapılmak istendiğini bir an önce anlayıp, bizi bekleyen güzelliklerin keyfine varabilmeliydik.

“Be”yi anlamak ve çok sevmek zorundaydık.

Biz de bir kez daha play tuşuna bastık.

Şarkılar aktı gitti, “Be” bir kez daha bitti.

Tekrar birbirimize baktık;

“Sence nasıl?”

“Bilmem? Cidden bilmiyorum. İyi, ama ne kadar iyi olduğunu hâlâ anlayamadım.”

Zaman geçti. “Be”yi tekrar tekrar dinledim, anlamaya kastım. Ama olmadı. Belki 20. dinlememde, hâlâ “Be”nin özüne inememiştim. Demek ki hata bende değil diye düşündüm. “Demek ki albüm çok da iyi değil ki, bana gizlediği şeyleri, zenginliklerini sergileyemiyor” türünde denyoca düşünceler geçti kafamdan.

Albümü dinlemeyi bıraktım ve hayatıma devam ettim.

Haftalar sonra bir sabah 05.00 sularında şehirler arası bir yolculuk için otobüse bindim. Hava karanlık, otobüs boştu. Bu kez belki anlayabilirim türünde fazlaca bir ümit taşımadan “Be”yi tekrar başlattım.

Ve oldu. Bu sefer oldu. Albüm kendini bana açmak için o ana kadar bekliyormuşçasına tüm beynimi ele geçirdi. Daha önce otuz kez dinleyip çok da bir şey göremediğim Imago, bir anlığına da olsa dinlediğim en güzel şarkılardan birine dönüştü; Nihil Morari görkemiyle beni oturduğum koltuğa çiviledi, Iter Impius camdan izlediğim gün doğumuna fon müziği oldu.

Albüm bittiğinde “Be”yi tam anlamıyla çözmüştüm. “Be” aşırı derecede kişisel, yoğun ve özel bir albümdü. Bir müzik markete girdiğinizde raftaki diğer sayısız albümle aynı değerde, yan yana görmek isteyeceğiniz bir şey değildi. “İçime çok fazla şey akıtıldı” diye bağırıyordu adeta.

Albüm bittiğinde anladığım diğer bir şey de, “Be”nin öyle her zaman dinlenecek bir albüm olmadığıydı. Uygun bir ruh hali, neredeyse bir ön hazırlık gerektiren bir yapısı vardı. En sevdiğim üç PAIN OF SALVATION albümünden biri olmasına rağmen açık ara en az dinlediğim PAIN OF SALVATION albümü olması da bunun kanıtı zaten.

“Be”nin müzikal içeriği, sözel konsepti, grubun diskografisindeki yeri gibi konular da var elbet.

Ama konu “Be” olunca olayın maddi kısmı pek de önem taşımıyor. “Be”yi sayfalarca anlatarak yorumlayan yazıları da hiçbir zaman anlayamadım zaten. Hele ki “Be”yi kelimelere dökmenin imkânsızlığını ve anlamsızlığını, son birkaç dakikadır okumakta olduğunuz bu gayet başarısız yazıda başarıyla kanıtlamışken.

SLIPKNOT’ta işler karışıyor

Thursday, December 2nd, 2010

Daha dün verdiğimiz SLIPKNOT’ın yeni albüme başlama haberinin akabinde, bir süre önce SLIPKNOT konusundaki kararsızlığını dile getiren COREY TAYLOR’dan açıklama geldi.

TAYLOR twitter mesajında JOEY JORDISON’ın açıklamasına zıt bir şekilde şöyle diyor:

“Birileri yanlış bir fikre kapılmadan, olaya açıklık getireyim. Yakın zamanda yeni bir SLIPKNOT albümü yapmayı DÜŞÜNMÜYORUM. Konserler? Olabilir. Albüm? Hayır.”

TAYLOR ardından da şöyle devam etmiş:

“Joey’nin yorumlarına gelince, o röportajda kendi adına konuşmuş. Ben şu an grupta bir şey yazmayan ve duymayan 5 kişi sayabilirim.”

“E tabii kalabalık grup, her kafadan bir ses çıkıyor” diyerek gelişmeleri bekliyoruz.

THE SWORD’dan ikinci klip

Thursday, December 2nd, 2010

THE SWORD son albümü “Warp Riders” için çekeceği üçlü klip serisinin ikincisi olan “Lawless Lands”ı yayınladı.

Grup bir sonraki klibini de “Night City”ye çekecek.

SLIPKNOT yeni albüm hazırlığında

Wednesday, December 1st, 2010

Bir süre önce COREY TAYLOR’ın devam etme konusunda kararsız olduğunu söylediği SLIPKNOT, yeni albüm yazımına başladığını açıkladı.

Grubun davulcusu JOEY JORDISON, yeni şarkılara başladıklarını ve PAUL GRAY’in ölümünün getirdiği acıyla birlikte, albümün şimdiye kadarki en güçlü işleri olabileceğini söylemiş.

Fakat?

ORGONE – The Goliath

Wednesday, December 1st, 2010

Teknik death metal kritiklerine özgü sıkıcı kelime öbekleriyle sizi otuz üç dakika süren bu eğlenceli albüme çekmenin biraz zor olacağını biliyorum. İlhamlarını bildiğimiz, sevdiğimiz, duymaya alıştığımız başucu albümlerinden alan technical death gruplarıyla yan yana koyduğumuzda sanatsal ilhamlarının karışıklığı ve zenginliğiyle kıyaslanamaz hâle gelen bu albümü henüz dinlemediyseniz özgün, grotesk ve aykırı bir şeyler dinlemeye kendinizi hazırlamalısınız. İsterseniz buna internetteki radyo sitelerinde yazdığı gibi post-sludge math metal müzik diyebilirsiniz ama bu bile müziğin cevherinde olan öğeleri kapsamakta yetersiz ve yanıltıcı bir etiket olur.

Grubun ilk stüdyo kaydı olan 2006 çıkışlı demosu “Accumulator”da duyduğumuz stilinin vurgusunun daha güçlendiği bu ilk albüm, tınıda değil de yapıda kimi olgunlaşmalar ve farklılıklar geçirdiğini bize göstermesiyle aynı zamanda grupların nasıl gelişmeleri, güzelleşmeleri ve güçlenmeleri gerektiğine iyi bir örnek teşkil ediyor. “Accumulator”da gördüğümüz esinlenmeler burada hem daha güçlü, hem de cazımsı pasajlar daha uzun, daha tekniksel.

Bir technical death albümünü ilk kez dinliyorsak, çılgınca bir coşkuyla, bollukla ve çeşitlilikle köpüren rif dalgalarının altında yolumuzu yavaş yavaş kaybedebiliriz. Bu yolunu kaybetme durumu, Orgone’u ilk kez dinleyeceğimiz zaman, daha farklı bir şekilde, en uç boyutlara ulaşabilir. Yalnız üst üste gelen aşırı senkoplu blast motifleri, canavarca hızlı sweeping arpejler, değişen alışılmadık zaman ölçüleri ve labirentimsi hikayeci şarkı yapıları gibi bu türe özgün karmaşıklıkların içinde değil, grubun Isis, Pelican ve Neurosis gibi post metal ilahlarından aldıkları yüksek distortion sludgevari riflerin, bu riflerle tezat oluşturan berrak tınılı melodilerin ve alelacayip şarkı sözlerinin içinde de nereye gittiğimizi anlamama durumuyla karşılaşabiliriz.

Ortalama bir death metal dinleyicisine kıyasla sıkı bir post metal dinleyicisi için belki hiç de tuhaf gözükmeyecek şarkı yapıları aslında kopuk kopukluğuna rağmen istikrarlı, tutumlu ve hiç eksiksiz bir şekilde bir melodik ve cızırtılı pasajların arasında gidip gelerek post metalin en tipik karakteristiğine özgü o doruğa ulaştırıcı şarkı sonlarına ulaştırıyor bizi. Albümdeki her şarkı başlar başlamaz ani bir hava saldırısı gibi bizi zengin rif bombardımına tuttuktan sonra şarkı sonuna yaklaştığımızda orantılı ve ölçülü bir devinimle her şeyin uzak çağların ötesinden gelircesine yavaşladığına tanık oluyoruz.

Bu albüm türün en bilindik, en sevilen gruplarının aksine kolay dinlenebilir değil, ancak grubun böyle bir şey amaçlamadığı da zaten görülüyor. Grup görünüşe göre en başından kendine has, teferruatlı, incelikli bir duygusal atmosfer yaratmaya çalışmış. Her ne kadar henüz Orgone’un bu bildiğimiz gruplarla boy ölçüşecek kaliteye vardığını düşünmesem de diğer grupların hiçbirinde olmayan bu tür farklılıklarıyla türün içinde kendine özgü saygıdeğer bir yere layık olduğuna inanıyorum, çünkü yapısına alıştıktan sonra fark etmeye başlayacağımız post metalimsi pasajların duygusallığıyla technical death türünün içinde bambaşka bir köşeye sahip olmasını sağlıyor. Duygusal olmayı hedeflediğinde death metal grupları, ilhamlarını çoğunlukla Death’den alırken Orgone, gücünü post metale özgü keder yüklü riflerden alarak tınılarına daha farklı bir özgünlük kazandırıyor.

Bir tech death albümünden olduğu kadar, berrak riflerle cızırtılı rifleri ayırt edilmeyi gerektiren bir post metal albümünden de beklenebileceği gibi, prodüksiyon son derece pürüzsüz. Her enstrümanı kolaylıkla ayırt edebiliyoruz. Albüm yalnızca otuz küsür dakika sürüyor. Bu grubun olası filler şarkılardan kaçındığının iyi bir kanıtı. Felsefi içeriği olan, zaman zaman İncil’e göndermelerde bulunan, biraz fikirsel, zaman zaman ahlaki şarkı sözleri geçmiş zamanlarda yaşayan topluluklara peygamberlik ya da akıl hocalığı yapan birini, modern zamana özgü fenomenleri ve kelimeleri kullanarak, tuhaf bir bulamaç halinde anlatıyor(muş). Albümde yine post metale özgü bir karakterstik, dronevari uzayan rifleriyle yazılmış bir ara interlüdün olması. Bu tür interlüdler post metal albümlerinde genellikle şarkı içeriğinde olur ama burada ayrı bir parça olarak kendi yeri var. Şarkıların garip şarkı sözlerini takip edersek, kısa menzilli vokallerin telaffuzunun başarılı olduğunu görebiliriz.

Özgünlüğüne rağmen bu albümün mükemmel bir albüm olduğunu düşünmüyorum. Her ne kadar ilk birkaç dinleyişte fark ettirmeyecek kadar kafa karıştırıcı kalmayı başarıyorsa da bazı pasajların biraz birbirine benzediğini fark ediyoruz. Zor erişilebilirliğine harcadığımız vakitten sonra aldığımız ödül gayet güzel, tatmin edici ama aynı oranda kafa uçuklatacak gibi de değil.

Eğer kendinizi sıkı bir technical death metal sever sayıyor ve müzik dinleme alışkanlıklarınıza meydan okunmasından hoşlanıyorsanız, hafızanız alışana, ardı ardı koyana ve anlayana kadar belki çok sabır gerektirecek bu albümü, bütün o kompleks kompozisyonlarını, düşüncelilikle yazılmış melodilerini ve taviz vermeyen erişilemezliğini, sırf ellerinizin arasında tutup tutamayacağınızı görebilmek için birkaç kez deneminizi öneririm. Eğer başarırsanız, daha sonra övünebileceğiz bir eğlence olacaktır Orgone. Yine de potansiyellerine bakılırsa bundan daha iyi şeyler yapacaklarına inanıyorum.

Ertuna YAVUZ

Bir metal grubu daha Eurovision’da şansını deniyor

Wednesday, December 1st, 2010

Norveçli grup SUSPERIA, eski DIMMU BORGIR klavyecisi MUSTIS’i de yanına alarak bu yılki Eurovision’da Norveç’i temsil etmek için düğmeye basmış.

Grup, birlikte yazıp kaydettikleri şarkının çok iyi olduğunu ve Norveç birincisi olarak Eurovision’a katılmak istediklerini söylemiş.

Bildiğimiz gibi son olarak KEEP OF KALESSIN Norveç’i, PAIN OF SALVATION da İsveç’i temsil etmek için şanslarını denemiş ancak birinci olamamışlardı. Yine de iki grup da bu promosyonun çok işlerine yaradığını belirtmişti.

SODOM davulcusuyla yollarını ayırdı

Tuesday, November 30th, 2010

SODOM, 13 yıllık davulcusu Bobby Schottkowski ile yollarını ayırdı.

Yeni albümü “In War and Pieces“ı 10 gün önce çıkaran grubun lideri Tom Angelripper, kişisel ve özel sorunlar yaşadığını söylediği Schottkowski’den (fotoğrafta sağda) gruptan ayrılmasını istemiş, Schottkowski de bunu kabul etmiş.

Grup Ocak ayında başlayacağı turnesini ertelemeyeceğini ve o zamana kadar bir davulcu bulacağını açıklamış.

AMON AMARTH yeni albüm adını açıkladı

Tuesday, November 30th, 2010

AMON AMARTH yeni albümünün adını “Surtur Rising” olarak açıkladı.

29 Mart’ta kulaklarımıza dolacak albümde on şarkı olacakmış. Surtur (veye Surtr), İskandinav mitolojisindeki jötunn’lardan (devlerden) biri. Wikipedia’ya göre Ragnarök sırasında elinde kılıcıyla Æsir’le ve Freyr ile savaşan Surtur, ardından da alevleriyle Dünya’yı ateşe veriyor. Gerisini AMON AMARTH’tan dinleriz artık.

MEGADETH – Countdown to Extinction

Tuesday, November 30th, 2010

Rust in Peace“le çocuğu koyan MEGADETH’in bir sonraki albümünde biraz daha ticari bir yöne kaymak istemesi normaldi aslında. Tartışmaya ve kişisel fikirlere yer bırakmayacak düzeyde önemli bir başyapıt yarattıktan sonra, Mustaine ve tayfasının yine aynı yırtıcılıkta bir albüm yapmak istemeyeceği, o kadar da şaşılacak bir durum değildi.

Şöyle bir düşünceye sahip olduğumu fark ettim. Tamamen öznel, kendi içimde doğru kabul ettiğim bir düşünce. Şöyle açıklayayım. Bir grup düşünün. Kariyerinin bir döneminde belirgin bir tür değişimine girişiyor. Diyelim ki grubumuz AA adında bir death metal albümü çıkarmış ve bu albümden iki albüm sonrası da, BB adında bir post-rock albümü. İşte birbirinden çok farklı tarzlardaki bu albüm arasında çıkan albüm, yani iki farklı türün arasında kalan albüm eğer AB olarak özetlenebilecek türde bir geçiş albümü değilse, bu hem o grubun yaptığı işi ne oranda iyi bildiğini, hem de o albümün başarısını gösteriyor. AA’dan BB’ye geçişteki AB, eğer “Hafız bildiğin gibi biz eskiden şöyleydik, ama ilerde başka türlü olmak istiyoruz, o yüzden eskiyi bir anda silip atarak canını sıkmayacak, ama bir yandan da yeni gidişatımızın sinyallerini verecek bir şey yapmaya çalıştık” tadında bir albümse, o albümler genelde tatsız oluyor ve grupların müzikal anlamdaki potansiyellerinin çok da güçlü olmadığını büyük ölçüde ortaya koyuyorlar.

Bu tarz bir zırvalamaya neden girdiğime gelince. Konumuz olan “Countdown to Extinction”ın çok çok çok başarılı bir albüm olmasının temel sebebi, thrash metalin kitaplarından biri olan “Rust in Peace” ile yeni nesil MEGADETH’in gerçek başlangıcının yapıldığı yer olan “Youthanasia” arasında duruyor olmasına rağmen, her şeyiyle kendi kimliğine sahip, grubun iki yanını da kusursuz şekilde ortaya süren bir albüm oluşudur. Bu bence önemli bir konudur, zira bu geçiş olayı çoğu zaman grupların karizmasını çizen (“Reroute to Remain“) ya da iyi olsun olmasın bir şekilde geri planda kalmayla neticelenen (“Spiritual Healing“) şekillerde vücut bulur. Bu zor eşiği yara almadan atlattığınızda ise (“Projector“, “Heartwork“, vs.) size duyulan saygıda bir azalma olmaz, çoğu durumda bilakis bu saygı artar.

Girişi uzun tuttuk, albüme gelelim. Benim ve birçokları için “Countdown to Extinction”, melodinin, tekniğin, üstün beste kabiliyetinin, yaratıcılığın, rock müziğin farklı elementlerinden en iyi şekilde etkilenmenin bir noktada buluştuğu, kimilerine göre müzikalite açısından kendinden önce çıkan hayvanı bile aşan bir heavy metal ziyafetidir.

Size dünyanın en akılda kalıcı thrash metal şarkılarını sunar, ama piyasa olmakla suçlayamazsınız. Clean gitarlarla bezeli, üstünde sadece konuşma olan pasajlar verir; ama müziğin sertliğinin azaldığını bir an olsun düşünmezsiniz. Sakin sakin giderken Mustaine öyle bir şey söyler, Marty başka bir boyuttan öyle bir soloya girer ki, “Bunlar eskiden saf thrash yapıyordu şimdi bozmuşlar” demek aklınızın ucundan bile geçmez. Neredeyse her şarkısı bir MEGADETH klasiği olan albümde, her ne kadar konserlerde sürekli çalınan ve herkesçe bilinen pek çok MEGADETH parçası olsa da, Architecture of Agression gibi, Captive Honour gibi, en sondaki canavar Ashes in Your Mouth gibi biraz geri planda duran ama gerçek MEGADETH tutkunlarının ölüp ölüp bittiği şarkılar da vardır.

“Rust in Peace”e oranla hard rock etkilenimini daha fazla hissettiren, bu sebeple de saf bir thrash metal albümü olarak görülmeyen bir çalışmadır “Countdown to Extinction”. Rifler pek çok yerde size sahip oldukları o rock ‘n’ roll havasını, hem de olabilecek en taze ve MEGADETH müziğinde sırıtmaz şekilde gösterirler. Nick Menza belki de kariyerinin en iyi performansını bu albümde sergiler; şarkı sözleri bence Mustaine’in tüm kariyerindeki en iyi sözlerdir; sadece albüme adını veren şarkının sözleri bile tüylerinizi ürpertmeye yetebilir. Melodilerine, enfes düzenlemesine girmiyorum bile.

11 şarkılık albümün üçte birinden fazlasının single olarak yayınlanmış olması (Skin O’ My Teeth, Foreclosure of a Dream, Sweating Bullets, Symphony of Destruction) ve klip çekilen High Speed Dirt’le birlikte neredeyse yarısına klip çekilen “Countdown to Extincition”, iki milyondan fazla satarak MEGADETH’in en çok satan albümü olmuştu. Humane Society of the United States adlı hayvan hakları kuruluşu tarafından verilen Genesis Ödülü’nü de albümle aynı adı taşıyan şarkıyla alan MEGADETH, bu ödülü alan ilk ve tek heavy metal grubu olma şerefine de erişmişti.

Velhasılı kelam, “Countdown to Extinction” bir metal başyapıtı mıdır, bilmiyorum. Böyle bir karar vermeye, bu soruyu cevaplamaya gerek yok zaten. Kesin olan bir şey var, o da bu albümün hem MEGADETH, hem de doksanlar metali düşünüldüğünde çok önemli bir yer teşkil ediyor oluşu. Albümü en başından beri başyapıt olarak gören MEGADETH delilerini ayrı tutuyorum, müzikalitesi göz önüne alındığında, “Countdown to Extinction”ın tüm metal dünyasınca kabul edilmiş, subjektif yorumlara kapalı düzeyde bir başyapıt olarak anılmamasının bence tek sebebi, “Rust in Peace” gibi bir devrimin arkasından geliyor oluşudur.

PORTAL’dan klip

Tuesday, November 30th, 2010

Metal dünyasının aykırı gruplarından PORTAL, 2009 çıkışlı albümü “Swarth”tan “Larvae” adlı parçasına çektiği klibi yayınladı.

Klipten pek bir şey anlamayanlar için, PORTAL’ı daha iyi gösteren şöyle bir şey daha verelim:

KORPIKLAANI yeni albüm detaylarını açıkladı

Tuesday, November 30th, 2010

KORPIKLAANI, yeni albümü Ukon Wackanın kapağını ve şarkı listesini açıkladı.

01. Louhen Yhdeksäs Poika
02. Päät Pois Tai Hirteen
03. Tuoppi Oltta
04. Lonkkaluut
05. Tequila
06. Ukon Wacka
07. Korvesta Liha
08. Koivu Ja Tähti
09. Vaarinpolkka

Albüm 4 Şubat’ta piyasada olacak.

BETWEEN THE BURIED AND ME vokalistinden solo albüm

Monday, November 29th, 2010

BETWEEN THE BURIED AND ME vokalisti TOMMY ROGERS 1 Şubat’ta ilk solo albümünü çıkarıyor.

Pulse” adlı albümü göbek adı olan THOMAS GILES mahlasıyla çıkaracak olan ROGERS, “Pulse”ın vokal yorumu yelpazesi çok geniş bir rock albümü olduğunu belirtmiş. “Pulse“taki tüm vokallerden ve enstrümanlardan sorumlu olan ROGERS’ın bu ilk albümünün, RADIOHEAD, BJÖRK, THE VERVE, BECK, STEREOLAB ve SPIRITUALIZED ayarında bir rock/elektronik müzik dengesi barındırdığı belirtilmiş.

Kapağa tıklayarak albümden “Sleep Shake”i dinlemek mümkün.

IN FLAMES – Reroute to Remain

Monday, November 29th, 2010

IN FLAMES’i hayatımın gruplarından biri haline getirme hikayem, çok hızlı gelişen ve tek cümlede özetlenebilecek bir süreç: Grubu önceden hiç duymaksızın “Whoracle”ı satın aldım ve birkaç gün içinde “Clayman” de dahil tüm IN FLAMES diskografisi elimin altındaydı.

Şu anda da çok çok sevmeye devam etsem de, o dönemlerde ciddi anlamda en sevdiğim iki-üç gruptan biriydi IN FLAMES. Dünyanın en sevilesi, en aşık olunası müziklerinden birini yapıyorlar, doyumsuz güzellikler sunuyorlardı. Demem o ki, o noktaya kadar alıp hatmettiğim tüm IN FLAMES albümleri, önceden çıkmış albümlerdi. Grubu böylesine seven biri olarak, bir sonraki IN FLAMES albümünü doğal olarak çılgıncasına bir merakla bekliyordum. Ve o gün geldi çattı. Çıktığı anda tüm dünyayla birlikte duyduğum ilk IN FLAMES albümü, “Reroute to Remain”di.

Ne kadar talihsiz bir tecrübe olduğunu sanırım tahmin edersiniz diyerek tavrımı baştan koyayım. Albümün yarısına gelmeden suratımın asıldığını, kendi kendime “Yapmayın yaaaa yapmayın yaaaa” diye üzüldüğümü hatırlıyorum. Hayır sinir olmak falan değil, bildiğin üzülmek. O ana kadar tek bir hatasını görmediğin bir şeyin bozulduğuna, yanlış kararlar aldığına tanık olmak; güvendiğin dağların IMMORTAL klibi çekilebilir hale gelmesi…

Albümü dinlemeden kapağa baktım. Jesterhead yoktu. Bir önceki albümde tüm kapağı kaplayan Jesterhead, bu sefer yoktu. “Farklı bir şeyler duymaya hazır ol” demenin en kolay yoluydu bu. Dahası, albümü kapağında “Bilinçli deliliğe dair on dört şarkı” yazıyordu. Hayır, albümü çekici kılmak için Nuclear Blast’ın CD kutularına yapıştırdığı bir etiket değildi bu. Direkt albüm kapağının üstünde yazıyordu. Muhtemelen grubu tanımayan Amerika kitlesine fikir verme amaçlı bir hareketti. Kapakla birlikte, kitapçıktan da albümün “farklı” olacağı belliydi. Haydi hayırlısı deyip play tuşuna bastım. Grubun ciddi anlamda azılı ve iddialı bir takipçisi olarak, IN FLAMES’in o ana kadarki gelişim ve değişiminden haberdar, dolayısıyla da “Clayman”de sezdirilen kimi unsurların kendilerine daha da fazla yer bulması durumuna hazırlıklıydım. Bu denli kolay sevilir ve sıcak bir müzik yapıyorsanız, elbette ki kitleniz çok olacaktı. Bu kitleyi genişletmek için yapmanız gerekenler de belliydi.

“Clayman” öyle ya da böyle bir melodik death metal albümüydü. Olabildiğine moderndi, bir ölçüde ciksti, ama melodik death metal titri altında anılmasında beis görülmeyecek bir çalışmaydı. “Reroute to Remain” neydi peki?

Albümün death metal olmamasını bir kenara bırakıyorum, “melodikliğin” ansiklopedik anlamı olan IN FLAMES’in bu albümünde bu denli melodisiz olmayı seçmesi, tüm melodilerini vokale yıkması, en azından o an için kabul edilemez, mazur görülemez bir olaydı.

IN FLAMES’in Amerika’ya ayak basma yolculuğunda çok önemli bir adım olan “Reroute to Remain”, grubun müziğinin yanında mentalitesinin de değiştiğini gösterecek şekilde yansıyordu. Bizzat IN FLAMES üyeleri LINKIN FLAMES tişörtüyle poz veriyor, grubun imajından tutun da röportajlarda verdikleri cevaplara kadar farklı bir safhaya girdiği belli oluyordu. Koskoca IN FLAMES, resmen “Artık bu şekilde devam edeceğiz, bizi böyle kabul etmeye başlasanız iyi edersiniz” diyordu.

Konserlerde headbang yaptırmaktansa zıplatmayı tercih eden IN FLAMES’e hoşgeldiniz.

Bu yolculuğun ilk unsuru akılda kalıcı, daha kompakt, radyo/TV’de kolayca çalınabilecek, konserlerde coşturabilecek şarkılar yazmaktı. Bu da demek oluyor ki şarkılar vokal melodilerine, yani nakaratlara odaklanacak, bu “devasa” nakaratlara endekslenecekti. Nakaratların iyi ve akılda kalıcı olmasına kimsenin bir şikâyeti olmasa da; bunun şarkıları aşırı formulize yapması, özellikle mısra kısımlarının resmen kopi peyst türde dur kalklı, kesik gitarlı ve olabildiğine minimal riflerden oluşması, muhakkak ki isyanlara gark eden bir durumdu. Açık görüşlü bir dinleyici olarak, örneğin bir System’daki güzel melodinin gitar yerine klavyeyle çalınmış olmasına sıkılmazken, grubun… Böyle demek istemiyorum ama söylemek zorundayım; hiç utanmadan, sıkılmadan çok benzer mısra riflerini pek çok şarkıda kullanarak geçmişine ihanet etmesine, yaratıcılığını kasten kullanmamasına -en azından o an için- çok ama çok bozulmuştum.

Albümde güzel şarkılar yok muydu, elbet vardı. Reroute to Remain, Cloud Connected, System, olağanüstü Trigger, güzel girişiyle Dismiss the Cynics, gayet güzel şarkılarken, örneğin Drifter gibi daha ilk dinlediğim anda grup adına utandığım, oflayıp püflediğim, IN FLAMES’in geleceğinden şüphe ettiren ziyan parçalar da kendilerine yer bulmuşlardı.

Ama yapacak bir şey yoktu elbet. Albümler çıkmaya, grup değişmeye devam etti. IN FLAMES artık bambaşka bir grup ve çoğumuz bunu kabullenmiş durumdayız. Bazıları gruba olan aşklarından vazgeçemeyip onları bu şekilde seviyor; kimileri, belki de kendilerini zorlayarak yeni albümlerden tek tük şarkıyı seviyor; kimisiyse grubu tamamen silmiş, zamanında ölüp bittikleri bu adamların yeni albümlerini dinlemeye dahi tenezzül etmiyor.

Sadede geldiğimizde, “Reroute to Remain” bence bir geçiş albümüdür ve başarısız bir geçiş albümüdür. SOILWORK’ün gayet iyi uyguladığı formüle öykünen ve bunu bir yere kadar becerebilen, beste gücü açısından grubun önceki işlerinin çoook çok gerisinde kalan bir albümdür. IN FLAMES’le bu albümle tanıştıysanız belki o denli etkilemez, ancak grubun o ana kadarki halini hatmetmiş ve o ana dek duyduğunuz her şeye tapan bir dinleyiciyseniz, ciddi anlamda bir bozgun, bir tat kaçırma ustasıdır. Grubun kariyer planında demek ki bir yeri varmış, olması gerekiyormuş, ama insanın “keşke hiç…” demekten kendini alamayacağı kadar da sıkınıtılı bir tecrübedir.

Yine de, kaçışımıza film müziği olacak kadar kötü değildir.

EKTOMORF’tan klip

Monday, November 29th, 2010

Macar grup EKTOMORF yeni albümü “Redemption“dan “Last Fight”a çektiği klibi yayınladı.

Bursalı hard rock grubu KARAMESAİ yeni şarkılarını sundu
BENIGHTED’dan klipli yeni şarkı
Pasif Agresif, bir Wordpress marifetidir.