# - A - B - C - D - E - F - G - H - I - J - K - L - M - N - O - P - Q - R - S - T - U - V - W - X - Y - Z

Archive for 2010

EXODUS’tan veryansın

Thursday, May 6th, 2010

Metal Asylum birkaç gün önce EXODUS gitaristi Gary Holt’la röportaj yapmış. Holt röportajda METALLICA, SLAYER, MEGADETH ve ANTHRAX’tan oluşan meşhur “Big Four” arasına kendilerinin de girmesi gerektiğine dair yorumlarda bulunmuş.

Buyrun:

Sence “Big Four” (METALLICA, MEGADETH, SLAYER ve ANTHRAX) genişletilip EXODUS, TESTAMENT ve OVERKILL’i de kapsamalı ve “Big Seven” olarak mı anılmalı?

Bence sadece EXODUS’u da katıp “Big Five” olarak anılmalı. Çünkü biz seksenlerin başında METALLICA’yla birlikte oradaydık. MEGADETH için de aynı şey geçerli, Mustaine METALLICA’nın doğumunda vardı ve sonradan MEGADETH’i yarattı. SLAYER’a gelirsek, onlar SLAYER işte. ANTHRAX’takiler de eski dostlarımız, ama ilk albümlerini dinleyince, şimdi çok değişmiş oldukları ortada. TESTAMENT thrash metal efsaneleri arasında anılmayı kesinlikle hak ediyor, ama onların şanssızlığıı da geç çıkmaları. OVERKILL’e bakarsak onlar da baştan beri varlardı. Ama bunları tartışmama bile gerek yok, zira her şeyin nasıl başladığını, nasıl yaratıldığını biliyorum. EXODUS olarak biz de bu türün mucitleri arasındayız. Aslına bakarsan bu muhabbetlerde hep unutulanlar kimler biliyor musun? Almanya’dakiler. KREATOR, DESTRUCTION ve SODOM. Herkes Amerika’ya odaklanıyor ve Almanlar’ı unutuyor. KREATOR, DESTRUCTION ve SODOM da seksenler boyunca albümler çıkardılar.

O zaman “Big Ten” diyeceğiz yani.

Evet, topluca düşünürsen öyle. “Big Four” sadece albüm satışlarına bakılarak konmuş bir isim. Ama albümlere bakarsan, EXODUS’un son birkaç albümünü tüm bu saydığım grupların son dönem albümleriyle kıyaslayabilirim. SLAYER her zaman çok iyidir. Son TESTAMENT albümü “The Formation of Damnation” da gayet iyiydi. Son MEGADETH albümü MEGADETH’in çıkardığı en iyi albümlerden biri; METALLICA da tekrardan ne yapması gerektiğinin farkına varıyor. “Death Magnetic” doğru yöne atılmış bir adımdı. Yeni OVERKILL albümü “Ironbound” grubun yazdığı en iyi birkaç albümden biri. Tek kelimeyle mükemmel. KREATOR, DESTRUCTION, ve SODOM da hâlâ harika albümler yapıyorlar. Ben olayı şöyle görüyorum: Bu işi en iyi yapan gruplar, bu işi en uzun süredir yapanlar.

EVERGREY – Monday Morning Apocalypse

Thursday, May 6th, 2010

İlk olarak “Progresif metalin sert yüzlerinden EVERGREY…” diye başlamıştım yazıya. Sonra düşündüm, EVERGREY’i daha önce dinlememiş biri bu sayfadaki şarkıları dinlese, “Siz buna progresif metal mi diyorsunuz?” ile “lan olm lan bumu proggressive metal aq XD asdjajsd” arasında bir yorum yapardı. Üstelik pek de haksız sayılmazdı.

EVERGREY’i progresif metal diye mi, yoksa kimi yerlerde olanca tırtlığıyla geçtiği gibi dark melodik metal diye mi görüyorsunuz bilmem ama, “Monday Morning Apocalypse”in grubun progresif metale en uzak albümlerinden biri olduğu ortada.

Tom Englund’un benzersiz ses rengi sayesinde türdaşlarından hemen ayrılan EVERGREY, icra bazında progresif metal için fazlasıyla basit görülebilen, öyle dakikalarca süren enstrümantal pasajların, müzisyenlik gösterilerinin fazla yer tutmadığı ve özellikle de nakaratlara özenilen bir müzik yapıyor bilindiği gibi. Englund’un yanık sesi ve şarkı sözlerindeki “Var ya çok pis oldum sen gidince, aklım çıktı kendime gelemedim yıllardır” temalı lirikal konseptlerin de katkılarıyla “acıların grubu” hüviyetini bileğinin hakkıyla kazanan EVERGREY, bu noktada biraz arada kalan bir profil çiziyor gibi.

Müziklerinin sertliği düşünüldüğünde, sözlerde sıklıkla rastladığımız “Seni üzdüğüm için özür dilerim”, “Çok pişmanım beni affet” türevi dilenme ve aczler (acz!), grubun bu kontrast içinde biraz arada kalmasına neden oluyor gibi geliyor bana. “Üzdüysem üzdüm, uzatma çarparım ağzına” gibi bir tada bürünsünler demiyorum tabii, ama şahsen sözlere karşı bir empati kuramıyorum.

“Monday Morning Apocalypse”in önceki EVERGREY albümlerine kıyasla en büyük farkı, şarkıların bilinçli olarak radyo-dostu dediğimiz türde, yani ilk kez duyduğunuz anda çözebileceğiniz basitlikte yazılmış olmaları. Olayı şahıs bazına indirgersek, Rikard adlı klavyeci arkadaşa albümde bir hayli geniş alanlar açılmış ve o da duygu yoğunluğu yüksek bu şarkıların altyapılarını destekler nitelikte güzel partisyonlarla, albüme renk katmaktan fazlasını yapmış. Englund ve Danhage çoğunlukla görev adamı niteliğindeki riflerle “Monday Morning Apocalypse”i “Monday Morning Apocalypse” yapan o basit ama etkili tadın yaratılmasını sağlamışlar. Albümün groove’lu havasından sorumlu unsurlardan biri olan davullar da (cümlenin sıçacağını anlamak ama devam etmek) albümün groove’lu havasından sorumlu unsurlardan biri olarak göze çarpıyorlar (dedim ama).

Şarkılardan bahsetmeyi düşünmüyorum, ancak on iki şarkılık bu albümden en az altı şarkıyı birbirlerinin önüne çıkamazcasına iyi buluyorum. Yukarıda dediğim gibi, “acı bana sevdiceğim, gerekirse köpeğin olurum” türevi sözlerin olmadığı damar kısımlar hakikaten de bayağı sağlam duygu yoğunluğuna sahipler. Albüme yönelik eleşirilerin odaklandığı “birbirine benzer şarkı yapıları”, “öne çıkarlıkları olmayan besteler” ve her zamanki gibi davayı satma ithamlarının, şarkıların amaçladığı şeyin farkında olarak dinlendiğinde minimuma ineceğini düşünüyorum. Yine de beğenmeyen beğenmez tabii.

Çıktığı dönemde grubu piyasa olmaya kasmak türünde ithamlara maruz bırakan ve EVERGREY müziğinin minimalleşmesi ve basitleşmesinden rahatsız olan dinleyiciler tarafından yoğun şekilde eleştirilen “Monday Morning Apocalypse”i, şahsen EVERGREY’in yaptığı en iyi albümlerden biri olarak görüyorum. Sevmek açısındansa en sevdiğim EVERGREY albümü olduğu kesin. Gerek duygu yoğunluğu, gerek de bestelerin olgunluğu namına, “Monday Morning Apocalypse” bence gayet iyi bir albüm.

TARJA TURUNEN yeni albüm kapağını açıkladı

Thursday, May 6th, 2010

Eski NIGHTWISH vokalisti TARJA TURUNEN, ikinci solo albümü “What Lies Beneath”in kapağını açıkladı.

Ağustos ayında piyasaya çıkacak olan albümde, ALL THAT REMAINS vokalisti Phil Labonte de konuk vokalist olarak yer alıyormuş.

Bunlar olup biterken, NIGHTWISH cephesinde ise durum şöyle.

SCAR SYMMETRY’den yeni klip

Thursday, May 6th, 2010

SCAR SYMMETRY, son albümü “Dark Matter Dimensions” için çektiği yeni klibi “The Iconoclast”ı yayınladı.

Başka da bir şey olmadı. İnanın olmadı.

IN FLAMES – Whoracle

Wednesday, May 5th, 2010

Bugüne kadar on milyar yüz bin milyon tane albüm yazısı yazmış biri olarak, yazması en eğlenceli kritikler deneysel olanlar oluyor. Bu durumdan hoşlanmayan ve ciddi yazıları tercih eden insanlar olduğunu da biliyorum, ancak olayı bir albüm incelemesinden çıkarıp farklı denemelere maruz bırakmak, benim açımdan daha iyi oluyor. Bu tür yazıları genelde önemli albümler için tercih ediyorum. Bugün de böyle bir şey yapma niyetindeyim.

11 Aralık 1999, Altunizade’de bir ev

Audiogalaxy’den duyduğum Food For the Gods adlı şarkıyla tanıdığım ve meşhur bilgisayar dergisi Gameshow’daki bir “Colony” yazısı ile meraktan öldüğüm bir gruptu IN FLAMES. Food For the Gods o zaman için o kadar yeni, o kadar taze gelmişti ki bana, dünyada bundan daha güzel bir müzik yapılamayacağını düşünmüştüm. O zamanın 56K modem ızdırabına dayanamayarak, başka hiçbir şarkısını duymadığım “Whoracle” adlı bu albümü almak üzere evden çıktım. Yukarıdaki tarihi nasıl bu kadar kesin verebildiğimi merak ediyorsanız, aynı gün ehliyetimi aldığımı ve bu tarihin ehliyetimin üzerinde yazdığını söyleyebilirim.

“In cold ceremonial perfection…”

Eve gelip de CD’yi müzik setime yerleştirdikten sonraki 45 dakika, inanın o ana kadarki hayatımın en zevkli zamanlarından biriydi. Belki de daha önce bu denli sevilesi, bu denli özgün, bu denli aşık olunası bir müzik duymamıştım. Elbet tapındığım bir sürü başka grup vardı, ancak daha Dialogue With the Stars bitmeden, IN FLAMES’in hayatımda yer edecek birkaç gruptan biri olacağını anlamıştım. O melodiler, o vokaller, her ama her şey benim için yaratılmıştı sanki. Doyulmaz derecede güzel bir şeyi tadıyordum ve yattığım yerden, ağzım kulaklarımda, çalan bu orgazmik müziği dinliyordum.

Yıllar geçti.

“I owe this to the animal inside…”

3 Temmuz 2005, Sarıyer Mehmet Akif Ersoy Parkı

Behind Space sırasında yere düşen gözlüğümü, zıplayan onca insan arasında yere diz çöküp bulmaya çalışmak inanın korkunçtu. Ellerime basan onca ayakkabının arasında, toprağa elimi sürmek suretiyle gözlüğümü aradım hiçbir şey göremeden. Neyse ki üstüne basılmadan buldum. Ayağa kalktım. Alttaki videodan bahsettiğim anı görebilirsiniz.

İlk şarkıdan kısılan sesim artık yerine gelmişti. Pallar Anders Visa’nın sakinliği eşliğinde bir sonraki parçayı bekliyordum. Tişörtüm terden üzerime yapışmış, nefes nefese, kalabalıktan tüten buharı seyrediyordum. Yine alttaki video, o ana ait.

Ardından Jotun girdi.

Hayatta en sevdiğim üç şarkıdan biri olan Jotun’un girmesiyle birlikte, adeta başka bir boyuta geçmiştim. Akıl almaz bir andı. Bir insanın tüyleri fiziken ne kadar ürperebilirse, işte o kadar ürpermiştim. Jotun’a karşı böyle hisler besleyen, belli ki sadece ben değildim. Şarkı başlayalı daha birkaç nota olmuştu ki, yanımdaki çocuk ellerini yüzüne kapatarak yere düştü. Çocuğun, artık nasıl bir yoğunluk yaşadıysa, dizlerinin bağı çözülmüş ve çocuk o tepinen yüzlerce insanın bulunduğu en ön kısımda bir anda ağlayarak yere yığılmıştı.

Bu kadar yıldır metal dinliyorum, o anki kadar yoğun bir şeyle hiç karşılaşmamıştım. Üstüne basılmasın diye çocuğu yerden kaldırdım ve o da, ben de, tüm o insanlarla birlikte boğazımız yırtılana kadar bağırdık “And when i wake up, I imagine being crushed by one, imagining its weight , its silence!”

Hayatımda, metal adına tecrübe ettiğim en güzel iki saatti.

“A body of black that carries no reflection…”

14 Ekim 2005, Vancouver Kanada, OPETH konseri öncesi imza günü sırası

Türkiye’ye hiç gitmemiş, Türkiye hakkında en ufak bilgisi olmayan ve ilk kez o an gördüğüm çocuklar, konuşmaktadır.

Çocuk 1: Ama tabii ki IN FLAMES’in İstanbul konserini başka hiçbir konserle kıyaslayamazsın.
Çocuk 2: Tabii ki. O konser IN FLAMES’in verdiği en muhteşem konsermiş. Bir forumda konserin şarkı listesini gördüm ve inanamadım. Daha iyi bir şarkı listesi olamaz.
Çocuk 1: O konserde olmak için her şeyi verirdim.
Ben: Ben o konserdeydim (Karamurat benim!).
Çocuk 2: Hadi canım! Nasıl?
Ben: Ben Türk’üm.
Çocuk 1: Vay be, çok şanslısın. İstanbul konseri bi efsane. Bazı internet sitelerine konduktan sonra buradaki tüm IN FLAMES hayranları o konserden bahsetmeye başladı.
Ben: Gerçekten de öyleydi. Orada olmadığın sürece nasıl bir şey olduğunu tahmin bile edemezsin.
Çocuk 1: İnanılmaz bi şey.
Çocuk 3: IN FLAMES Amerikalı mıydı?

“Shame marries the guilt, introduces itself to the concept of total loneliness…”

31 Ocak 2006, Vancouver Kanada, IN FLAMES konseri öncesi imza günü

Ben: Selam ben Türkiye’denim.
Jesper: Vauv. Evden çok uzaktasın. Bizim gibi haha.
Ben: Hehe, evet. İstanbul konserindekiler o konseri hâlâ unutamadılar.
Anders: Evet o konser en iyilerden biriydi, kesinlikle.
Ben: Tekrar gidin. İlkinden farklı olmayacaktır. Sizi bekliyorlar.
Jesper: Eminim öyle olacaktır. Ne zaman bilmem ama bir gün İstanbul’a mutlaka tekrar geleceğiz.
Ben: Harika. Teşekkürler, akşamki konserde de iyi şanslar.
Anders: Sağol, orada görüşmek üzere.

“Linked its fur to the gyroscope of time, a collection of failures…”

1 Şubat 2006, Vancouver Kanada, IN FLAMES konseri çıkışı

Çocuk: Heey! Seni OPETH imza gününden hatırlıyorum.
Ben: Aa evet naber?
Çocuk (arkadaşına): Bu çocuk İstanbul konserindeymiş. 23 şarkı! Bir konserde 23 şarkı!
Ben (sevindirik olmak): Hehe.
Arkadaşı: Bu gece 15 tane çaldılar. İstanbul’dakini düşünemiyorum.
Ben: Aslına bakarsan ben de düşünemiyorum. O konsere dair çok az şey hatırlıyorum. Rüya gibi bir şeydi, uçtum gittim resmen.
Çocuk: IN FLAMES manyak bir grup dostum. Neyse, görüşmek üzere.
Ben: Görüşürüz.

—————-

Ha, “Whoracle” diyorduk değil mi? Ne kadar sevdiğimi anlatmadım, sitenin bandwidth’inin yeteceğini sanmıyorum.

RHAPSODY (OF FIRE)’dan klip

Wednesday, May 5th, 2010

Senfonik metalin emektar grubu RHAPSODY OF FIRE, detayları şuradan görülebilen yeni albümü “The Frozen Tears Of Angels“dan “Sea of Fate”e çektiği klibi yayınladı.

Grup bu albümün sadece yeni bir RHAPSODY OF FIRE albümü olmadığını, adeta duyguların müzikle ifade edilişi türünden, böyle nasıl diyelim bambaşka bir şey olduğunu söylemiş.

FLAŞ: HEAVEN & HELL tüm yaz konserlerini iptal etti

Tuesday, May 4th, 2010

Bu yaz ülkemize de gelmesi planlanan HEAVEN & HELL, kanser tedavisi gören RONNIE JAMES DIO’nun turlayacak kadar sağlıklı olmaması sebebiyle bu yazki tüm turnelerini iptal ettiğini açıkladı.

Böylece BLACK SABBATH üyelerini canlı görme hayalimiz başka bahara kaldı.

DEGRADEAD – Til Death Do Us Apart

Tuesday, May 4th, 2010

Melodik death metalin genel olarak sevdiğim bir özelliği var, eğer icra edenler bariz bir biçimde kötü olmaya çabalamıyorlarsa ortaya çıkan müzik, tanımı itibariyle illaki bir şekilde dinleyiciyi oyalıyor. Dünyanın en tırt melodik death metal albümü bile ilk dinleyişte “Öff bu ne be!” dedirtmez, arızalarını zamanla ortaya döker. Bu açıdan hem bir avantajı, hem de dezavantajı var melodik death metal gruplarının.

Avantajları bahsettiğim üzere melodik yapıları sayesinde müziklerinin ilk başta “tanım itibariyle” kulağa hoş gelmeleri, dezavantajları ise gene bu melodik halin kısa bir süre sonra dinleyiciyi bayması ve müziklerinden soğutması. Çok az grup bu dezavantajı aşıp zamanının ötesinde albümler yapabiliyor, büyük çoğunluğu en iyi ihtimalle kendi döneminde çokça dinlenip sonrasında unutulacak albümler yapıyor.

Degradead İsveçli bir melodik death metal oluşumu olarak hali hazırda zaten maça 1-0 önde başlamış bir grup. Bir de üzerinde grubun In Flames’in tam desteğini aldığını eklersek iş 5-0 falan oluyor. Zira “Til Death Do Us Apart” In Flames elemanlarının teknik desteği ve gözetiminde, In Flames’in kendi stüdyosunda kaydedilmiş bir albüm. Jesper’dan hemen “Melodik death metal’in geleceği” övgüsünü almışlar tabii, ama en son bu tip övgüyü Eventide almıştı ve sonrasında elde patlamıştı, lakin onların bir türlü dikiş tutturamamaları başka bir hikaye.

Gene de Jesper’in gelecek melecek sözlerinden korkmamak lazım (yaşasın eski usül), öyle “modern metal” tadında bir şey yapmıyorlar, müziklerinde klavye katkısı çok çok az ama son dönem gaz In Flames şarkılarına yakın bir üslupları var, özellikle şarkı boyunca öküzleme gidip nakaratlarda temiz vokale dönme işinden bunlar da kurtulamamışlar. Esas In Flames etkisi lead gitar tonlarında var. Arada “Björn gitarı kapıp araya mı karışmış?” diyor insan ama melodiden ziyade çata-çuta bodoslama gitmek üzerine vatandaşların şarkı anlayışları dolayısıyla öyle In Flames tipi melodi sağanağı beklentisi hayalkırıklığıyla sonuçlanacaktır. Aslında genel üsluplarını nedense böyle iyice seyreltilmiş-basitleştirilmiş Arsis’e benzetiyorum ben, o tip bir düzeyli öküz metal anlayışı (daha ziyade düzeyli ilişki) içindeler.

Özetle, yazının başında bahsettiğim ayırımı hatırlarsak, kendi dönemi içerisinde zevkle dinlenecek bir albüm yapmış gençler. “Melodik death metal’in yeni yüzü!” denecek bir iş yok daha ortada, orası abartı. Görece düz bir müzikleri var ama gelecekte daha da iyi albümler yapmaları mümkün . Ancak dediğim üzere, eğer bariz bir aydınlanma yaşamazlarsa bu tarzda gidebilecekleri nokta zaten sınırlı. Zira mevzu melodiklik ise çok daha iyi melodiler yazabilen, yok eğer mevzu thrash/death ise çok daha gaz rifler yazabilen gruplar hali hazırda mevcut. Bakalım ileride bu çıkmazı nasıl çözecekler. (Bu arada grubun hali hazırda 2. albümünü çıkardığını ancak benim daha dinlemediğimi de belirteyim, albüm genel olarak başarılı bulunmuş durumda.)

sambalici

LAMB OF GOD kum saatini açtı

Tuesday, May 4th, 2010

İki haftadan az bir süre sonra ülkemizde göreceğimiz LAMB OF GOD, geçtiğimiz hafta duyurduğumuz yeni “Hourglass” koleksiyonunun detaylarını açıkladı.

01. “Hourglass: The Super Deluxe Set”: Fiyatı: $1.000

* LAMB OF GOD diskografisini özetleyen 3 CD’lik best of
* Tüm albümlerin plak versiyonları
* Tüm albümlerin USB Disk’te toplanmış hali
* LAMB OF GOD sanat tasarımlarını içeren kitap
* Mark Morton Signature Series Jackson Dominion D2 gitar
* 4x6 Pure American Metal bayrağı
* “Hourglass” çıkartması
* İmzalı 8x10 fotoğraf

02. “Hourglass: The Deluxe Set”:

* LAMB OF GOD diskografisini özetleyen 3 CD’lik best of
* Tüm albümlerin plak versiyonları
* Tüm albümlerin USB Disk’te toplanmış hali
* LAMB OF GOD sanat tasarımlarını içeren kitap

03. “Hourglass: The Vinyl Box Set”:

Tüm LAMB OF GOD albümleri plak olarak.

* Burn The Priest
* New American Gospel
* As The Palaces Burn
* Ashes of the Wake
* Sacrament
* Wrath

04. “Hourglass: The USB Box Set”:

Tüm LAMB OF GOD albümleri 6 farklı USB diskte, sigara kutusu şeklinde tasarlanmış bir kutuda.

* Burn The Priest
* New American Gospel
* As The Palaces Burn
* Ashes of the Wake
* Sacrament
* Wrath

05. “Hourglass: The 3-CD Anthology”:

LAMB OF GOD retrospektifi. 3 CD’de 44 LAMB OF GOD şarkısı, 18 tane hiç duyulmamış veya çok az duyulmuş şarkı, “Burn the Priest” öncesinden 8 adet şarkı.

06. “Hourglass: Vol. 1 -- The Underground Years”:

İlk 3 albümden toplanan 13 şarkı.

07. “Hourglass: Vol. 2 -- The Epic Years”:

Son 3 albümden toplanan 13 şarkı.

Satın almak için Amerika’da yaşamanızı gerektiren bu sete şuradan ulaşabiliyorsunuz. Aşağıda da grubun davulcusu Chris Adler’ın “Hourglass” koleksiyonuyla ilgili açıklamasını izleyebiliyoruz.

SOULFLY yeni klibini yayınladı

Tuesday, May 4th, 2010

SOULFLY, yeni albümü “Omen“dan “Rise of the Fallen”a çektiği klibi yayınladı.

Klipte, albümde ekonuk olarak yer alan THE DILLINGER ESCAPE PLAN vokalisti Greg Puciato da boy gösteriyor, hatta SOULFLY’dan çok o boy gösteriyor.

SODOM’dan albüm haberi

Monday, May 3rd, 2010

Almanya’nın köklü thrash metal gruplarından SODOM, yeni albümünü bu yıl sonunda çıkarmayı planladığını açıkladı.

Yazın kayda girecek olan grubun beyni Tom Angelripper, henüz detayları açıklanmayan albümle ilgili “Şu ana dek bu albüm kadar değişken ve geniş yelpazede bir müzikâl içerik sunan başka bir SODOM albümü daha olmadı” demiş.


Hayırlısı diyoruz.

CAVALERALAR yeni albüm kaydını bitirdi

Sunday, May 2nd, 2010

CAVALERA CONSPIRACY, şuradan duyurduğumuz ve bu yaz çıkması planlanan yeni albümünün kaydını bitirdiğini açıkladı.

Grup ilk albümü “Inflikted“ı 2008 yılında çıkarmış ve genelde karışık tepkiler almıştı.

“Inflikted”ın, son 5 SEPULTURA albümünden fazla sattığını da hatırlatalım.

BORN OF OSIRIS – The New Reign

Sunday, May 2nd, 2010

Bazı albümleri daha açar açmaz, ya da herhangi bir parçasını dinler dinlemez “Budur” dersiniz. “The New Reign” böyle albümlerden biri. Öncelikle bu kritiğe attığım başlıkla ilgili bir şey söylemek istiyorum. Aslında tür geyiğini, “en iyi tür bu işte hacı” veya “abi x türünde y grubundan iyisini tanımam” muhabbetlerini pek sallamayan biriyim. “O zaman niye böyle bir başlık attın ulan!” dediğinizi duyar gibiyim. Başlığı hem albümün ismine (yeni hükümdarlık) bir gönderme yapmak, hem de hakikaten taçlandırılası bir albüm olduğunu belirtmek için attım. Yoksa iyiden iyiye kudurmuş Amerikalı bir deathcore grubunun bundan daha iyi bir albüm çıkarması belki de an meselesi (diyorum da aslında hiç sanmıyorum uzun bir süre daha iyisinin çıkacağını).

Deathcore çok geniş, kapsamlı, melez bir tür. Ekşi sözlükte bir yazı türün kapsamlılığını tek bir cümleyle çok güzel açıklamış. Aslında “progresif deathcore” gibi daha makûl bir kullanım mevcutsa da, pek az kişi tercih ettiği ve birbirinden alakasız gruplar aynı kategoriye sokulduğu için sadece “deathcore” deyip geçmek durumundayım. Çünkü deathcore’da, aynı grubun yaptığı bir diğer albüm, öncekine göre bayağı değişiklik gösterse de aynı kapsama alınıyor. Örneğin All Shall Perish’in “The Price of Existence” albümü. Türü gerçekten çok güzel tanımlıyor. Ama grubun yaptığı bir sonraki albüm, öncekinden bayağı bir farklı; yapısal değişiklikler var. E ama türden tam olarak da kopmuş değil. Türün ismine ön ek getirmek de çok tercih edilmiyor ve böylece ismi aynı şekilde kalıyor. Bir çeşit çıkmaza sokuyor. Bunun sebeplerinden biri bence kimi grupların sürekli yenilik getirmek istemesi, ki bundan daha süper çok az şey vardır. Peki ben neden bu muhabbeti bu kadar uzatıyorum? Çünkü “Abi deathcore demişsin ama Carnifex de deathcore, şimdi ne alakası var Carnifex’le bu grubun” diye tepki gelmesi olası. O yüzden türün içinde bulunduğu duruma bir açıklık getirmek istedim. Baymamak için daha fazla kurcalamak istemiyorum.

Albümün ilk dikkat çeken özelliği uyum. Bu konuda mübalağa sanatına başvurursam, adamların sanki bir araya gelip böyle bir albüm yapmak için yaratıldığını falan söylerim. Bir kere ne kadar progresif olsa da, ne kadar dur kalklı olsa da akışı bozulmayan, akışı bozulmadığı gibi monotonluğa hiç bağlamayan, monotonluğu aklın kıyısına bile getirmeyen bir müzik var. Bunun ötesinde kulağı neredeyse hiç yormuyor. Yani aslına bakacak olursanız sertliktir, öküzlüktür bunlar var. Ama öyle inceden işlenmişler ki hiç ağır kaçmıyor. Teknik, melodi ve groove’un böylesine dillere destan bir uyumuna gerçekten az rastlanır. Parçalar girişlerinden itibaren direk koparan yapıda ve aslında 6-7 dakika boyunca devam edebilecekken uzatılmamaları tercih edilmiş. 4, hatta 3 dakikadan kısa tutulmuş genelde. Aslında parçalar en azından 5, 5 buçuk dakikaya yayılsa hiç de fena olmazdı diye düşünüyorum ancak kısa olmaları benim açımdan bit boyutunda bir sorun teşkil ediyor. Grubun bunu yapma sebepleri arasında ilk aklıma gelen şeylerden biri dinleyiciyi tam doyurmamak, iştahını çok gidermemek, tadı damakta bırakmak, dolayısıyla şarkıları dinlemeyi daha fazla isteyen bir kitle edinmek idi, ama belki de hiç alakası yoktur. Kendi tarzlarını, farklarını bu şekilde açığa çıkarmak istiyorlarsa, onu bilemeyeceğim. Bu konuda grup biraz fazla tepki alıyor nedense. Oysa böyle bir şeye odaklanmak yerine gitar ve davulun kendine özgü orgazmik tekniğine ve ruhuna dikkat edilse her şey çok daha güzel olur.

Peki daha önce hiç mi denenmemiş şeyler yapıldı bu albümde? Hayır. Zaman zaman renk katan klavyeler ve cazımsı akorlarla güzel geçişler yakalamak ve bunu o groove’lu atmosferin içine yedirmek daha önceleri de yapıldı elbet. Bu albümü o kadar özel yapan şey, katılan her şeyin yoğurulma sanatındaki başarıdır. Klavyeler demişken tam ayarında bir klavye kullanımı mevcut. Bir iki parça dışında diğer parçaların kimisinde hiç yok, kimisinde de az bulunuyor, ama ne zaman olursa olsun girdiği andan itibaren parçanın nasıl güçleneceğini hissettiriyor.

An geliyor akan bir melodi dinleyeni yakalıyor, an geliyor davulun vurduğu o tom veya zil “İşte tam burada, burada buna vurması ne mükemmel, ne bütünleyici olmuş” dedirtiyor; an geliyor dur kalklı bir breakdown’ın arkasında gezinen klavye melodileriyle kendinizden geçiyorsunuz. Kalın tellerden çalınan aksak ve groove riflerden oluşan sert teknik bölümler, harmonik gitarlı, daha çok melodiyle sürüklemeye odaklı (çoğunlukla yine teknik) bölümler, bu bölümlerin kimi zaman karanlık bir atmosfer içinde bize sunulması, bir de arkasında zaman zaman eşlik eden, parçalara genelde boyut değiştirten klavye, on kaplan gücünde ve on mühendis yaratıcılığında bir davulculukla birleşince işte böyle bir eser ortaya çıkmış. Bütün bu faktörleriyle bu albüm temelde 3 farklı türden dinleyicinin en bağnaz olanlarına kadar ulaşabilecek seviyede.

Deathcore, icra eden gruplar ve icra edildiği albümler arasında değişik değişik formlara sokulmuştur ve bence en iyi formunu “The New Reign”de yakalamıştır.

duraganyolcu

NEVERMORE’dan THE DOORS cover’ı

Sunday, May 2nd, 2010

Yeni NEVERMORE albümü “The Obsidian Conspiracy“nin bonus şarkıları arasında yer alan THE DOORS cover’ı “The Crystal Ship”, Warrel Dane’in myspace’ine kondu. Şarkıya alttaki fotoğraftan ulaşabiliyoruz.

Geçmiş cover’larında genelde sapıtan NEVERMORE’un, bu sefer sakin takıldığı görülüyor.

THE SWORD yeni albüm adını açıkladı

Saturday, May 1st, 2010

METALLICA’nın himayesine girdikten sonra kitlesini çılgıncasına genişleten stoner metal grubu THE SWORD, yeni albümünün adını “Warp Riders” olarak açıkladı.

24 Ağustos’ta piyasaya çıkacak olan “Warp Riders“, konsept bir albüm olacakmış. Ayrıca da… Ayrıcası yok. Bilgilerimiz bundan ibaret.

THE HAUNTED – Made Me Do It

Saturday, May 1st, 2010

Kimilerinin uyuz olduğu, kimilerinin ise tam aradığı, hastası olduğu bir grup var bugün sayfamızda.

Yazının hayrı adına şahsi düşüncemi baştan özetleyeyim:

THE HAUNTED ulaaaaaan!!! Öhöm.. Evet başlayalım.

AT THE GATES’in dağılmasının verdiği hüzün bazılarını biraz fazla etkilemiş olacak, THE HAUNTED çıktığı dönemde “AT THE GATES’i bırakıp yapa yapa bunu mu yaptınız?” türevinde eleştirilerle karşılaşmıştı. Her ne kadar kimi önemli metal dergileri grubu 2000′lerin en önemli bilmem kaç grubundan biri olarak gösterse de, THE HAUNTED, seveni olduğu kadar sevmeyeni de olan bir grup.

THE HAUNTED’a yönelik bu uyuz olmanın bence iki adet, yok yok üç adet sebebi var. Hemen bilim adamı kostümümüzü giyip analiz yapalım.

1) AT THE GATES nere THE HAUNTED nere? Naaptınız oğlum siz? Bu ne lan?
2) Thrash dediğin seksenlerde olduğu gibi yapılmalı, başka türlü yaparsan mutant gibi, ibiş gibi bir şey olur, THE HAUNTED da bu “neo-thrash” zırvalığının baş müsebbibidir.
3) Peter Dolving.

Boru değil, analiz yapıyoruz. O yüzden bu sebepleri azıcık açalım.

Yukarıdaki sebeplerden ilki yüzünden THE HAUNTED’a uyuz olanlara açık mektup:

AT THE GATES’in arkasından vıyyyy diye ağıt yakan sevgili arkadaşım;

Björler biraderler, ki kendileri AT THE GATES dahilinde günümüzde dinlediğimiz pek çok grubun var olma sebebini oluşturan bir devrim yapmışlardır, AT THE GATES’ten farklı bir müzik yapmak istemeseler, en baştan AT THE GATES’i neden dağıtsınlar ki? Elbette ki THE HAUNTED ile AT THE GATES farklı müzikler yapacak. Aynı müziği yapmak isteselerdi neden “zirvede bıraktıkları” bir şeye THE HAUNTED adıyla devam etsinler? “Suicidal Final Art” toplamasının kitapçığında ne diyor Tomas Lindberg: “Anders beni arayıp “Slaughter of the Soul”un arkasından, o albümü geçecek bir şey yazamayacağını ve grubu bırakacağını söyledi. Resmen kafayı yedim. İnanamadım. Onun yerine birini alamayacağımıza göre, bunun AT THE GATES’in sonu olduğunu anlamıştım. Şimdi geri dönüp baktığımda ve AT THE GATES adının hiç lekesiz anıldığını gördüğümde, bunun doğru bir karar olduğunu anlıyorum.” Daha fazla bir şey dememe gerek yok sanırım.

Yukarıdaki sebeplerden ikincisi yüzünden THE HAUNTED’a uyuz olanlara açık mektup:

Aslında bu eleştirinin temeli THE HAUNTED’a değil AT THE GATES’e dayanıyor bence. Günümüzde pek çok kişinin gıcık olmaktan öte nefret ettiği, ne zaman bitecek diye düşündüğü metalcore trendinin ve benzer türde “steril” thrash metal gruplarının belki de en büyük ilhâm ve beslenme kaynağı AT THE GATES’tir. “Slaughter of the Soul”daki rif kalıplarına şöyle bir bakmak bile, günümüzde yapılan sayısız metalcore ve post-thrash şarkısındaki rif yapılarının nereden filizlendiğini görmek için yeterli olur. Thrash metalin çiğ, çirkin, bodos, tavizsiz tavrını sevenler için AT THE GATES veya THE HAUNTED’ın bu yönünü eleştirmek elbet geçerli bir sebep, ancak kötü olduğu düşünülen bir şeyi başlatan iyi şeyi eleştirmek ne derece mantıklı, durup düşünmek lazım.

Yukarıdaki sebeplerden üçüncüsü yüzünden THE HAUNTED’a uyuz olanlara açık mektup:

Valla ne deseniz haklısınız. İyi adam, zeki adam, ama denyoluğu da yok değil.

Daha fazla uzatmadan albüme geçelim. Çıktığı yıl İsveç’in en önemli müzik ödülleri Grammis’te en iyi metal albümü ödülünü alan “Made Me Do It”, hayatta en çok sevdiğim albümlerden biridir. Bunun sebeplerinden ilki, Anders Björler’in rif yazım tarzının köpeği oluşumdur. AT THE GATES’ten de alışık olduğumuz bu soğuk ve jilet gibi rifler, şahsımı ziyadesiyle gaza getirmekte, coşum coşum coşturmaktadır.

İkinci sebep, albüm adının belki de hayatımda duyduğum en güzel albüm adı oluşudur. Bu kadar basit olup da böylesine karakter barındıran, THE HAUNTED’ın kodu mu oturtuculuğunu vurgulayan başka bir isim daha seçilemezmiş gerçekten. Bu ismi o dönemde THE HAUNTED’ın hayranı olduklarını açıklayan kimi SLAYER üyelerinin giydiği tişörtlerde de görmek mümkündü.

Albümü bir önceki “The Haunted”la kıyasladığımızda karşımıza kimi farklılıklar çıkıyor. Bunlardan en mühimi, elbette ki Peter Dolving’in gruptan ayrılmış olması. FACE DOWN’dan Marco Aro’yla doldurulan vokal departmanı, Aro’nun daha yırtıcı ve death metale de kayan vokalleri sayesinde Peter Dolving’i sevmeyenler için çok daha cezbedici bir hâl almıştı. Dolving’in hardcore etkilenimli vokallerinden sonra Aro, daha öküz halini “One Kill Wonder”da yüzümüze çarptığı üzere bayağı sağlam bir performans sergilemiş, hatta ayrılığıyla da epey bir insanı üzmüştü. Diğer bir değişiklik de davul bölümünde yaşanmış, AT THE GATES’in ardından THE HAUNTED’da da Björler’lere eşlik eden Adrian Erlandsson’un ayrıldığı yere, o dönemde son olarak KONKHRA’yla çalan Per Möller Jensen gelmişti.

Müzisyenlik anlamında bir eksiği olmayan THE HAUNTED, şarkı yazımı ve kayıt bazında da THE HAUNTED’ın gerçek sound’unu “Made Me Do It” ile yakalamıştı. “One Kill Wonder”la Anders’e “O albüm biraz fazla sert oldu, o yüzden çok da memnun değilim” dedirtecek kadar sertleşen, sonrasında da Dolving’in katılımıyla daha bir gözlüklü, daha bir sofistike ortamlara kayma çabası güden THE HAUNTED, o boyun kıran, oda yıktıran sound’una bu albümle zirve yaptırmıştı. Anders demişken, kendisinin bu albümün ardından THE HAUNTED’dan ayrıldığını ve kısa bir süre sonra tekrardan gruba katıldığını da hatırlatalım.

2000′ler sonrasının modern thrash metal klasiklerinden biri haline gelen Trespass’ten, olayın “neo” boyutuna zirve yaptıran Hollow Ground’a, dinlemekten on yıldır bıkmadığım The World Burns’ten groove’larıyla zıp zıp zıplatan Japonya bonus’u Eclipse’e, “Made Me Do It” bir sürü THE HAUNTED klasiğini bünyesinde barındırıyor. Biliyorum ki her şarkının ayrı hayran kitlesi var.

Kim ne der pek önemsemeden dinlenen ve sevilen bir grup olan THE HAUNTED, özellikle “işi bilen” basın tarafından mütemadiyen küçük görülse de, benim bu denli yağladığım bu albüme on üstünden 2, 3 gibi notlar verilse de, akıllara Kasımpaşa’yla ilgili o söz geliyor. Burun kıvıranların da olduğu, ancak sevenin de benim gibi ölüp bittiği THE HAUNTED’ın, kanımca yaptığı -ve yapacağı- en iyi albüm olan “Made Me Do It”i modern zamanların kendi türü içerisindeki bir klasik adayı olarak nitelemekten de geri kalmıyorum.

THE HAUNTED ulan!

JOB FOR A COWBOY yeni klibini yayınladı

Saturday, May 1st, 2010

Son yılların adı en çok delaffuz edilen death metal gruplarından JOB FOR A COWBOY, geçtiğimiz yıl çıkan son albümü “Ruination“dan aynı isimli parçaya çektiği klibi yayınladı.

Yaşları çok genç elemanlardan kurulu JOB FOR A COWBOY, ilk albümüyle bir anda patlamış ve çok büyük turnelerde kendine yer bulmuş, kısa süre içerisinde geniş bir kitleye ulaşmıştı. Grup, headliner statüsünü kazandığı “Ruination”da da bu büyümesini sürdürdü.

Albümden çekilen ilk klibe de şuradan ulaşabilirsiniz.

THE HAUNTED tüm DVD detaylarını açıkladı

Saturday, May 1st, 2010

THE HAUNTED, yeni DVD seti “Roadkill”in detaylarını açıkladı.

8 Haziran’da piyasaya çıkacak setin içeriği şöyle:

“Road Kill” DVD (128:46 min.)

* Road Kill – On The Road With The Haunted -- Belgesel (63:52)
* Live at Melkweg – Amsterdam 2009 (40:31)

01. Little Cage (3:22)
02. The Drowning (4:07)
03. The Premonition (0:48)
04. The Flood (3:42)
05. The Medication (4:46)
06. Moronic Colossus (3:38)
07. All Against All (7:32)
08. Trenches (3:33)
09. Faultline (3:35)
10. 99 (5:21)

Bonus -- Klipler (24:20)

01. All Against All (4:39)
02. No Compromise (3:19)
03. The Flood (3:50)
04. The Drowning (4:17)
05. Moronic Colossus (3:55)
06. Trenches (4:18)

“Road Kill” CD (73:28 min.):

* Live At Melkweg – Amsterdam 2009:

01. Little Cage (3:05)
02. The Drowning (4:15)
03. Trespass (3:40)
04. The Premonition (0:48)
05. The Flood (3:42)
06. Medication (4:47)
07. Moronic Colossus (3:45)
08. D.O.A. (4:19)
09. All Against All (6:18)
10. In Vein (3:54)
11. Trenches (3:58)
12. Dark Intentions (1:24)
13. Bury Your Dead (3:17)
14. Faultline (3:50)
15. 99 (4:42)
16. Hate Song (3:19)

Bonus şarkılar:

17. Sacrifice (4:44)
18. Meat Wagon (3:05)
19. Walk On Water (3:27)
20. Seize The Day (2:11)
21. Infernalis Mundi (0:44)

Vokalist Peter Dolving de geçtiğimiz günlerde grubun yeni albümü hakkında şu merak uyandıran açıklamayı yapmıştı.

NORTHER yeni single’ını halka açtı

Friday, April 30th, 2010

NORTHER, şurada bahsettiğimiz yeni single’ı “Break Myself Away”i kullanıma açtı.

Şarkıyı bilgisayarınıza almak isterseniz de şuraya gidebilirsiniz.

AIRBOURNE – Runnin’ Wild

Friday, April 30th, 2010

“Yavrum kaç kere dedim sana tırmanma şu ağaçlara, düşücen kafanı gözünü kırıcan sonra başımıza iş alacaz. Joeeeel! Joeeel! bak hiç bakıyor mu, hiç dinliyor mu beni. Gözü kör olmayasıca!”

Aradan yıllar geçer Joel gitar çalmayı öğrenir, bol bol hard rock dinler, bu arada alkolle de tanışır tabii. Değişmeyen tek şey hâlâ bir yerlere tırmanmaktan vazgeçmeyişidir.

Airbourne adlı serserilerle tanışmam Running Wild klibiyle başladı. Klibinde Lemmy’nin desteğini görmeden evvel zaten bu adamlarda iş var demiştim. Bir de baktım ki klipte tırı başka bir serseri kullanıyor: Heavy Metal’in büyükbabası, en tutarlı adamı Lemmy. Her gördüğümde o meymenetsiz suratını, yine de gülümsetiyor beni ya o ayrı.

Davulda Ryan O’Keeffe ve gitar & vokallerde Joel O’Keeffe isimli Avustralyalı iki kardeş tarafından kurulan grup yayınladığı ilk albüm “Running Wild” ile büyük başarıya ve hızlı bir üne kavuştu. Grubun geri kalanını ise David Roads ve Justin Street oluşturuyor (evet soyadları itibariyle biraz düşündürüyor insanı seçmece mi bu adamlar diye).

Müziklerine gelirsek. Çok kısa ve net konuşmak gerekiyor bence zira onlar da böyle bir müzik yapıyor. Viskiniz ya da biranız elinizdeyse, merhamet etmekten sıkıldıysanız, “Bu benim hayatım. şimdi ya da asla” demek geliyorsa içinizden, biraz sonra yapacaklarınıza çok güzel bir fon müziği buldunuz demektir.

Böyle bir durumda zaten Airbourne size albümünün açılış şarkısı olan Stand Up For Rock N Roll diyor. Bu şarkı bir Rock N Roll marşı. Festivalde, barda, sokakta uyuyanlara Levent Kırca tokadı gibi bir serzeniş. Ve ardından gelen Runnin’ Wild size dağıtmak için gerekli enerjiyi ve gözükaralığı sağlıyor. Ardından diğer 2 klip şarkısı Too Much, Too Young, Too Fast ve Diamond in The Rough geliyor ki Diamond in The Rough bence zirve noktasıdır albümün. Benim için en önemli diğer şarkı, sözleri, rifleri ve düzenlemesiyle çok başarılı Cheap Wine & Cheaper Women. Şunu çekinmeden söylerim ki Airbourne erkek adama müzik yapar (kızlar alınmasın olay cinsiyet değil), vurdu mu ses getirir, adam gibi durur (hep öyle durmalarını umarım).

Diğer bir nokta ise, birçok hard rock dinleyicisinden duyduğum “Aaaaabi yeee AC/DC kopyası, taklidi işte yeaaa” lafları. Aslında beni üzmüyor bu gibi söylemler, birincisi babamın oğlu değil Airbourne, banane. İkincisi, birkaç kere daha adını anıp onu diyen adamın da beynine bu grubun adı kazındığı için seviniyorum. Evet AC/DC ile aynı yerdenler, evet grubu 2 kardeş kurdu, evet Sol, Re, La akorlarını kullandıkları şarkıları var. Ee? Yani? Gitar çaldıkları için de eleştirsek ya (Daha önce yapıldı ne de olsa hiç yenilikçi değil). Keşke onlar da progresif olsa!

“Herkes ekmeğinin derdinde sonuçta. AC/DC kazanıyorsa bu yol demek ki kârlı” düşüncesi için hangi insan evladı yırtına yırtına bağırır, duvarlara tırmanır. Belli ki bu adamlar büyüklerinden böyle görmüş, onlar da böyle yapıyor.

Rock n Roll bir şov ve bunu milyon dolarlık ışıklarla, alevli meyvelerle değil de 1 davul 1 bass 3 mikrofon ve 2 gitarla yapıyorsan, Airbourne bunun en iyilerinden biri. Kulak verin derim.

EXODUS yeni albümünden üç şarkıya klip çektiğini ve üçünün de aşşşırı iyi olduğunu açıkladı
Bursalı hard rock grubu KARAMESAİ yeni şarkılarını sundu
Pasif Agresif, bir Wordpress marifetidir.