Danimarka Milli Futbol Takımı 1992′de İsveç’te yapılan Avrupa Futbol Şampiyonası’nda şampiyon oldu. Takımda Michael ve Brian Laudrup orta sahada rakip takımlara geçit vermediler.
Daltonlar, hınzırlıklarıyla Vahşi Batı’nın anasını ağlattılar, Red Kit’e bile illallah dedirttiler.
Süper Mario kardeşler, geçimlerini muslukçuluktan sağlayıp fantastik ortamlara aktılar.
Evet.
Bunların hepsi kardeştiler.
Kardeşlik önemli bir şeydir. İki kardeş bir araya geldiğinde ortaya Double Dragon gibi, çift patlarlı motor gibi bir şey çıkar. Bakın Paris Hilton‘a. Onun da kardeşi var, o da motor.
Bugünkü konumuz, metal âlemindeki kardeşlerin en kutlularından Jarzombek’ler.
WATCHTOWER’ın uykuya yatmasının ardından elinden bir dizi ameliyat geçiren ve birkaç yıl gitar çalamayan Ron Jarzombek, SPASTIC INK adlı bu ücubik oluşumu 1993′te kurmuştu. O dönem RIOT’ta çalan kardeşi Bobby’yle ve birtakım başka müzisyenlerle de desteklenen grup, ta o zamanlardan yazdıkları şarkıları, şirketlerden gelen “Hafız iyi güzel çalmışsın da, böyle dinlemesi zor, üstüne üstlük enstrümantal bir şeyi biz kaç kişiye satabiliriz ki?” yorumları yüzünden yıllarca bekletmiş, takvimler 1997′ye geldiğinde de kısa bir süre sonra batarak gruba binlerce dolar kaybettirecek olan Alman Dream Circle’dan yayınlamışlardı.
Önce Ron Jarzombek’ten başlayalım. 100 Greatest Metal Guitarist adlı kitap tarafından metal tarihinin en “hak ettiği değeri görmeyen” gitaristi olarak nitelendirilen Jarzombek, kimi yorumlarda teknik metali bulan kişi olarak da anılıyor. Özellikle teknik death metal sahnesinden bir hayli övgü alan Jarzombek, yakın zamanda da Muhammed Suiçmez tarafından büyük bir ilhâm kaynağı olarak gösterilmişti. En temizi biz susalım o konuşsun.
Böyle kısa bir pasaj verince çok anlaşılmamış olabilir, ama neyseki sayfada başka videolar da var. Devam edelim. Sonraki Jarzombek’imiz ise Bobby olan. RIOT ve HALFORD’la çaldığı sırada abisine katılan bu insanlıktan çıkmış davulcu, ritim takibi, tempo değişimi, aksaklık gibi kavramların içini boşaltan bir mekanizmaymışçasına, akıl almaz zorlukta işler yapabilen bir öküz olarak çıkıyor karşımıza. Bu terbiyesiz evladını da aşağıdan görün.
E ama yuh birader. Hakikaten yuh. Bunların anne babası, anneannesi dedesi Polonya’nın neresinden yola çıkıp da Amerika’lara geldi bilmem, ama nasıl bir gazmış ki ikisi de ellerine geçen ilk enstrümanı yemiş bitirmiş, üstüne de sigara yakmışlar. Aha bir de üçüncüleri varmış, o da klavye çalıyormuş bir yerlerde. Bunalıma mı girelim istiyorsunuz, müziği hayatımızdan çıkaralım diye mi kasıyorsunuz, ne pis insanlarsınız lan siz.
“Ink Complete”, bu ruhsal sorunları bulunan grubun ilk albümü. Enstrümantal takılan, içinde başka çok az grupta duyabileceğiniz düzeyde psikopatlıklar barındıran, dinlerken saygı duruşuna geçme isteği uyandıran bir teknik gövde gösterisi. Teknik olmasına teknik olan “Ink Complete”, Ron Jarzombek’in farklı etkilenimlerini de yansıtabilmesinden mütevellit, bir hayli zengin bir müzikâl yelpaze sunuyor. Klasik müzikten tutun da STEVE VAI’ın o su gibi akan notalarından esinlenerek yazılmış eşsiz sololara kadar üstün müzisyenlik gerektiren pek çok unsur, bu benzersiz albümde sizleri bekliyor. İşte albümdeki favori parçam:
İcra açısından bahsetmeye gerek olmayacak düzeyde hasta şarkılar barındıran albümde, Ron Jarzombek’in müzik dehasını görmemizi sağlayan sayısız durum mevcut. Bunlardan en bilineni ve önemlisi, elbette ki Bambi olayı. Çizgi film, özellikle de çizgi film müziği hayranı olan Ron Jarzombek, “Ink Complete”de müzik dünyasında eşi görülmemiş olabilecek bir şey yapıyor ve A Wild Hare adlı şarkıyı, bütünüyle ünlü Disney çizgi filmi Bambi’nin üstüne kuruyor. Ne demek istediğimi aşağıdaki videodan görebilirsiniz. Gerçekten de dahiyane bir çalışma.
Benzer bir manyaklık daha verelim:
Böyle iki ruh hastasının yer aldığı bir grupta, bas gitarist de unutulmamalı elbet. Bobby’nin RIOT’dan arkadaşı Pete Perez de “Ink Complete” boyunca bas gitar dersi gibi bir performans sergiliyor. RIOT öyle fazla teknik bir grup değildir, ama meğer ne cevherler varmış Perez abide. Sayfadaki herhangi bir şarkıyı dinleyerek kendisinin yetenekleri hakkında istemediğiniz kadar fikir edinebilirsiniz.
Son olarak yine Bobby’den bir şey verelim. Geleceğin davulcu adayları. Siz unutun o işi. Hiç bulaşmayın. Bakın burada davula tecavüz eden var, gerek yok yani kasmanıza.
Böyle bakınca, -içinde haklılık payı da barındıracak şekilde- biraz fazla masturbasyon ve teknik kasış gibi görünse de, “Ink Complete” WATCHTOWER’ın anısını da devam ettiren, caz ve fusion gibi çok farklı etkilenimlerle zenginleştikçe zenginleşen bir progresif metal çalışması. Alışık olmayan kulaklar için dinlemesi zor, alışması daha da zor olan bu yapıtı, en azından Ron Jarzombek’in biraz daha fazla insan tarafından tanınması adına deneysel müzisyenlik dinlemek isteyenlere öneririm. Dünyanın en özel albümü değil belki, ama en azından buna benzeyen öyle pek fazla albüm yok.
Geçtiğimiz aylarda adını BLACK COUNTRY olarak açıklayan ancak bu isimde başka bir grup olması sebebiyle adlarını BLACK COUNTRY COMMUNION olarak değiştiren bu yıldızlar projesi, ilk albümlerinin ayrıntılarını açıkladı.
01. Black Country
02. One Last Soul
03. The Great Divide
04. Down Again
05. Beggarman
06. Song Of Yesterday
07. No Time
08. Medusa
09. The Revolution In Me
10. Stand (At The Burning Tree)
11. Sista Jane
12. Too Late For The Sun
BLACK COUNTRY COMMUNION geçtiğimiz haftalar içerisinde daha başlayamadan dağılma dedikodularıyla çalkalanmış, GLENN HUGHES ve JOE BONAMASSA yaptıkları açıklamada “Lanet avukatlar yüzünden daha albüm çıkmadan dağılacaktık. Biz de onlara çenelerini kapamalarını söyledik” buyurmuşlardı.
Lanet olası avukatlar dostum! Her şeyi berbat ediyorlar! Hepsi şu kör olasıca Amerikan jargonu yüzünden adamım!
BORKNAGAR, bas gitaristi Tyr’in kısa bir süre önce gruptan ayrılmasıyla boşalan koltuğa, eski vokalisti I.C.S. Vortex’in (Simen Hestnaes) oturduğunu açıklayarak jeneriklik bir gole imza attı.
I.C.S. Vortex’in grupta sadece bas gitar çalmayacağı, o insanın içini titreten vokalleriyle de VINTERSORG’a eşlik edeceği açıklandı.
Bilindiği gibi I.C.S. Vortex geçtiğimiz sene DIMMU BORGIR tarafından kadro dışı bırakılmıştı. I.C.S. Vortex, Vintersorg’un katılamayacağını açıkladığı yakın zamandaki BORKNAGAR turnesinde de grubun tek vokalisti olacakmış.
I.C.S. Vortex’li BORKNAGAR’ın en güzel şarkılarından Colossus’la bu güzel anı kutluyoruz.
Odamı bir anda mis gibi bir korku sardı. Sağa sola bakınmaya başladım titreyerek, etrafımda kimse yoktu.
“Aslında kendi başımayken korkmazdım hiç ama nerden çıktı bu şimdi” diye söylenirken player’ımdan birisi “Heaven or Hell…what is this place?… Don’t you remember little brother? We died, we’re dead…” şeklinde fısıldamaya başladı. O an anladım ki, evet bu kişi Heavy Metal’in iblisi, hayaleti, katili ve bilimum diğer kötü maskelerini takmış, yıllarını (uzun yıllarını) bizleri korkutmaya adamış olan, müthiş ses KING DIAMOND.
Tam korkumun sebebini anlamışken bir anda harika bir giriş solosu ve aklı baştan alıcı bir ritimle başladı “Give Me Your Soul… Please” albümü. Çalan şarkı Never Ending Hill. Ancak bu kadar güzel bir giriş şarkısı seçilebilirdi diyorum. Her bir yanı melodik sololarla bezeli bu şarkı da diğerleri gibi bir Andy LaRocque şaheseri.
Death’in en önemli albümlerinin başında gelen “Individual Thought Patterns” albümünde de ustalığını konuşturmuş bu adam için ne söylenebilir ki! Tony Iommi için “Rif Ustası” derler ya hani, işte ben bunu hep Andy Larocque için düşünmüşümdür. KING DIAMOND (Kim Bendix Petersen) için yarattığı vokal boşlukları, güçlü tuşesiyle davulla harika uyumlu ritimleri zaman zaman insanda (o insan ben oluyorum) öyle bir etki bırakıyor ki elleriniz havada hayali bir gitar çalmadan edemiyor. Demek istediğimi daha iyi anlamak için tavsiyem Mirror Mirror isimli şarkıyı bir an önce dinlemenizdir.
King Diamond kurulduğundan beri asıl elemanlarından olan Andy Larocque’tan bahsetmişken, grubun vokal iblisi KING DIAMOND için konuşmanın tam yeri bence. Bu albümde de sözleri inanılmaz yaratıcı ve edebi demeyeceğim tabii ki. Yine hep yaptığı geyikleri yapıyor ve kendi hayal aleminde korku masalları anlatıyor. Ölen büyükannenin mezardan ettiği telefonlar, ay ışığında ormana at süren adam, kilerde tek başına oturan üstü başı kan içindeki küçük şirin kız çocuğu, kara kediler… Bildiğiniz şeyler işte. Peki bu adamın korku filmlerinden çıkmış kılığında, muhtemelen “Şeytan! Şeytan!” diye gezmekten hafif kafayı sıyırmış bir deli olduğu gerçeğinde, onu sevmemi sağlayan ne olabilir ki?
İlk cevap: O bir şov adamı. O günümüz grupları aksine hiç de samimi değil, o hiç sevimli değil, o Heavy Metal’in gerçek bir tiyatrocusu. Kendine bir konsept yaratmış ve bu dramayı bizlere vahşi bir müzikle sunuyor. İkinci cevabım: Yazdığı sözlere, yaptığı şarkılara bu kadar güzel oturan vokal partileri yazabiliyor olması. Sık sık kullandığı kafa sesi, diyafram sesinin yanında onun için imza olmuş diyebilirim. Şüphesiz bu müziğin en komplike vokallerinden biri kendisi.
Bu “Ailemizin Hayaleti”nin davullarında ise Matt Thompson var. Birkaç davulcu arkadaşımdan da bildiğim gibi, çoğu zaman orta tempo bas davulları çalmak, hızlı ataklara göre daha zor. Ayakların kontrolünün önemli bir tuşe ve vurgu istemekte. Mickey Dee gibi Matt Thompson da bu işin fazlasıyla hakkını veren bir davulcu. Davulun tonu ise çok yerinde ve başarılı. Özellikle bas davulun bas gitarla uyumu beni çok etkiledi. Sonrasında ise trampet karakteri.
Baslarda ise Hal Patino var. O da olması gerektiği gibi bir bas performansı sergilemiş. İsmi komik, o yüzden yazdım onu da. Livia Zita isimli hatun da albümde konuk vokal.
Şöyle bir toparlamak gerekirse bu ustalardan iyi bir iş çıkmasını bekliyordum ve hiç hayal kırıklığına uğramadım. Şarkılardaki kompozisyon, saldırganlık, tamamen zamanı yakalayan ve ders alınması gereken bir albümü oluşturmuş. Derhal dinlemenizi öneririm. Uykularınız kaçar, rüyalarınıza girerse, korkmayın, o KING DIAMOND.
Gerek albüm yazıları, gerek de haberlerde sıkça kullandığımız YouTube videoları, sitemizin önemli unsurlarından biri. Son zamanlardaki şikâyetleri göz önünde bulundurarak, YouTube’a giremeyen dimağlar için çözüm önerileri üretmeye çalışmak en iyisi.
28 Aralık 2009′da ölen ve bugüne kadar ölüm sebebi açıklanmayan AVENGED SEVENFOLD davulcusu Jimmy “The Rev” Sullivan’ın “yanlışlıklı aşırı doz ilaç kullanımından” öldüğü açıklandı.
Oxycodone, Oxymorphone, Diazepam/Nordiazepam ilaçlarını aynı anda, hem de alkolle alan Sullivan’ın üstüne üstlük bir de kardiyomegali (normalden büyük kalp rahatsızlığı) hastası olması, davulcunun hayata gözlerini yummasına sebep olmuş.
İsveç melodik death/thrash metalinin önemli gruplarından DARKANE, uzunca bir süredir beklenen ilk DVD’si “Layers of Live“ı Temmuz ayında piyasaya süreceğini açıkladı.
İçinde bir DARKANE hayranının isteyebileceği her şeyin olacağı söylenen “Layers of Live“, grubun 2006′da Helsingborg’da verdiği konser başta olmak üzere, başka bir sürü farklı konser performansını ve bonus materyalleri içerecekmiş.
“Layers of Live”dan alınma “Layers of Lies” klibini de aşağıya buyur edelim.
Demek o kadar dertlisin. Hangimiz değiliz ki? Haydaa, sen de mi? Ve sen de? Gelin anlatın, nedir canınızı sıkan? ariza_88, hatun seni terk mi etti? Takma kafana dostum, biri gider biri gelir, uzat elini şu rafa. t_cetveli, demek öğrencisin, paran mı bitmiş? Koyver gitsin kardeşim, çıkar oradan “Reign in Blood”ı. _muzminissiz_ , kriz her yanımızı mı sarmış? Salla gitsin be abi, biz mi başlattık ki biz bitirelim, elin değmişken alıver şu “Master of Puppets”ı da. dude7, müdürünle yine papaz mı oldun? Ne yapalım hacım, böyleyken böyle, altlarda bir yerlerde “So Far, So Good, So What?” olmalı, eksik etme onu da. derdimbitmez32, eğitim sistemi yapboza mı döndü? Ne gelir elden dostum, zaten yarın öbür gün kaçarım giderim buralardan diyen sen değil misin, tak şu CD’yi player’a. mehmetd_ , evini su mu bastı, kurur gider dostum, dert ettiğin şeye bak, sen hele bas bir play’e. hamit48, aynı dersten üçüncü kez mi gümledin, dördüncüde geçersin be abi. Sen önce bir dinle şu intro’yu.
Varsın patronun uyuzlukları bini aşsın. Borçlular kapıya dayansın. Hocan sana taksın. Ev sahibinin Almanya’dan oğlu gelsin. Eee ölecek değiliz ya. Ereğli’de kol kadar demir düzeliyor, bunlar mı düzelmeyecek? Düzelene kadar da ben atarım playlist’ime kallavi bir thrash metal albümü, sonra gelsin ilaç gibi sözler, su gibi akan rifler, unuttursun sana dertlerini. Çünkü bu thrash albümü dediğin (özellikle güvenilir ellerden çıkanlar) bir nevi yeni rakı, efkarı sevince çeviren 80’ler mucizesi. Daha ilk notalardan itibaren insanı etkisine alıyor. Ne eli sopalı patron kalıyor, ne sıfırcı hoca, ne elinde satırla burnundan soluyan kasap, ne de ilk gördüğü yerde güdümlü domatesleri fırlatmaya hazırlanan manav. O yüzdendir ki ben de pasifagresifliğimin (hepimizde biraz vardır) tavan yaptığı zamanlarda 80’lerden sıkı bir thrash albümü bulup arkama yaslanıp işi ustasına bırakıyorum. Gerisi kendiliğinden geliyor. ariza_88, t_cetveli, dude7 ve diğerleriniz de öyle yapmalı. Ne de olsa müzik ruhun gıdası.
Bu gıdanın iyisini üretenlerden (bir ara saçmalasalar da) biri de New York eşrafından, thrash metalin (özünde thrash, medyatiklikteyse Van Halen olmaya hızla yaklaşıyor) 4 büyüğünden biri, Kelly Bundy’ye kafa sallatmayı başarmış yegane grup Anthrax. Henüz saçlarının uzun (ve akıllarının da şimdiye kıyasla uzun -daha pembe diziye dönmemişler) olduğu dönemlerinde “Among the Living” gibi canavar bir albüm yapmayı başaran beşli, hemen ardından yükselen beklentilere cevap vermek umuduyla “State of Euphoria”yı çıkardı. Afacan metalci adayı dönemlerimde dinlediğim ilk Anthrax albümlerinden biri olduğundan mıdır, yoksa buhranlı bir zamanımda (sonradan geçmişe dönüp baktığınızda neleri dert ettiğinize inanamıyorsunuz) kafamı dağıtmama yardımcı olduğundan mı bilmiyorum ama bayağı severim bu albümü. Çömez bir dinleyiciyken bir rafta en üst sırada bulup hasbelkader aldığım “State of Euphoria” beni uzunca bir süre (günde 10 tane albüm indiremediğiniz için elinizdekilerle yetiniyordunuz) oyalamıştı.
Bir kere “State of Euphoria” klasik thrash metal (sonradan üzerinde çok oynanan bir tür) için olmazsa olmaz kabul edebileceğimiz bütün koşulları sağlıyor. Nedir bunlar? Ritm gitaristliğine kimsenin bir şey diyemeyeceği birinin çaldığı (bu durumda Scott Ian, karakteri ayrı konu) hızlı ve değişken rifler olacak, türünde usta bir davulcudan (Benante) agresif davullar olacak, ne punk kadar düz ne de progresif kadar değişken orta karar şarkı yapıları, hepsinin üstüne de kızgın bir vokal olacak. Albümün geneli böyle. Özele inersek… 10-12 civarında şarkı olacak. O dönemlerin defakto standardı bu. Bunların arasında en fazla 1-2 tane slow ya da power ballad olacak, ya da en iyisi hiç olmayacak. Ballad’larla dolu bir albüm bu tür için skandal sayılır. Sonra eski gruplardan (tercihen punk ya da rock n’ roll) bir cover yapıp koymak daima güzel bir bonus olmuştur ve Antisocial bunun hakkını fazlasıyla veriyor. Sonra albümü sattırmak için daha catchy, basit yapıda 1-2 şarkı (opsiyonel). Bu koşulları alt alta sıraladığınız zaman elinizdeki albüm (“State of Euphoria”) tümünü birden sağlıyorsa ideal deşarj olma albümünü elde etmiş oluyorsunuz.
Gelelim Scott, Charlie ve ekibinin (Hurşit Yenigün ve ekibi gibi oldu) bunların üzerine eklediği katma değerlere. 8. sıradaki Misery Loves Company (Stephen King’in bir romanından uyarlanmış) Black Album’deki My Friend of Misery’nin de bir ölçüde esin kaynağı. İlgilenen var mı bilmiyorum ama albümün arka kapağı Mad dergisinin karikatüristine çizdirilmiş. Now It’s Dark ise David Lynch’in yönetip geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz Dennis Hopper’ın inanılmaz bir performans sergilediği Blue Velvet filminden esinlenmiş. Bana göre öne çıkan diğer şarkılar Make Me Laugh ve Who Cares Wins. Finale ise albümdeki kişisel favorim.
Değerlendirmek için geriye kalan tek şey albümün dinlenebilirlik derecesi. Grupça nasıl bir kayıt süreci geçirdiler bilmiyorum (o zamanlar ilkokula gidiyor ve çarpım tablosunu ezberliyordum) ama bu albüm gerek gürültü gerekse bas mid ve tiz dengeleri açısından oldukça başarılı. Biliyorsunuz 2000’lerde compress, limiting mimiting derken müzik endüstrisi kendini kaybetti. Artık çıkan her albümü her playerda her tür kulaklıkla dinleyemiyoruz. Daha doğrusu dinliyoruz da sonra “Death Magnetic” gibi kalıcı işitme kaybına yol açıyor. Tertemiz mastering’iyle (80’lerin oldukça önde olduğu bir konu) “State of Euphoria” bu konuda ilaç. Orta seviye bir kulaklıkla bile gayet düzgün sonuç alınıyor. Üst düzey bir kulaklığınız varsa (sanki kargo elemanı 10 dakika önce HDJ 2000’imi getirmiş gibi yapıyorum) süper bir ses kalitesi elde ediliyor (olması lazım, HDJ’i olan birine sorun).
Sonuç olarak iyi bir thrash albümü için fazla uzağa bakmanıza gerek yok. Gerek ve yeter tüm şartları sağladığı gibi Anthrax gibi güvenilir de bir isimden gelen “State of Euphoria”, klasik mertebesine yükselememiş ama alırsanız pişman olmayacağınız, kurtlarınızı dökme işlevli başarılı thrash albümlerden biri. Gelmiş geçmiş en iyi thrash albümlerinin arasında değil ama benim diyen kızmış adamı süt kuzusuna çevirecek kadar iyi.
İlk sıradaki U2 ve ikinci sıradaki MICHAEL JACKSON’ın ardından üçüncü sıraya yerleşen DVD’nin bu başarısının asıl önemli kısmı ise, DVD’nin tümüylr SAXON hayranları tarafından finanse edilmiş olması.
Arkasında bir şirket desteği olmaksızın, Coolhead adlı yapım şirketi tarafından yapılmaya başlanan DVD’yi daha çıkmadan sipariş eden binlerce SAXON hayranından gelen paralar bir yerde birikmiş ve Coolhead de sadece bu paraları kullanarak DVD’yi tamamlamış.
MICHAEL SCHENKER GROUP, 30. müzik yılı şerefine bir DVD çıkarıyor.
“The 30th Anniversary Concert – Live In Tokyo” adlı CD/DVD/Blu-Ray’in detayları şöyle:
01. Intro
02. Armed And Ready
03. Feels Like A Good Thing
04. Cry For The Nations
05. Let Sleeping Dogs Lie
06. Victim of Illusion
07. Are You Ready To Rock
08. I Want You
09. Night To Remember
10. Into The Arena
11. Lost Horizons
12. Rock My Nights Away
13. On And On
14. Attack of the Mad Axeman
15. Ride On My Way
16. Rock Bottom
17. Dance Lady Gypsy
18. Doctor, Doctor
“The 30th Anniversary Concert – Live In Tokyo”, MICHAEL SCHENKER’ın hem MSG, hem SCORPIONS, hem de UFO’daki şarkıları ile kimi solo eserlerini içerecekmiş.
Merhaba sevgili slavofiller, bugünkü konuğumuz black/folk metalin başarılı sağ kanat oyuncularından Nokturnal Mortum. Politik duruş ve köklerimiz-kanlı-güzel-köklerimiz ekolünün kıdemlilerinden olan grup, son albümüyle Avrupa kökenli black ve pagan melezinin artık çerçeveleri belli olan ve dopdolu içeriğiyle dinleyicileri sürüklemeye devam edecek olan bir tür olduğunu ortaya koyuyor.
Gitarın son derece ön planda olduğu “The Voice of Steel”, grubun kariyerinde bir hayli farklı bir noktada yer edinecek. Albüm, son dönemde o ya da bu şekilde black metalle alakası olan gruplardaki değişim eğiliminden nasibini almış. Belirgin bir modernleşme, “kök diye diye içimiz kurudu, kökler tekdüzelikle değil heyecan ve çağa ayak uydurmayla canlı tutulur” tarzı bir reform söz konusu. Çoğu parçada çat diye “sönen” davul ve aniden harlanan alev misali giren vokal, çikolata şelalesi gören bünyenin verdiği tepkilere gark ediyor adeta.
Yüreğin, ruhun, efkârın, yaşamın sesi: hürriyet, hakikat ve çelik.
Pagan/folk dediysek neşe pınarı değil, black dediysek ölümüne çatık kaşlısından değil. Genel sound pis olmaktan uzak, vokal ağaç kovuklarından fırlamış yaratık usulü değil. Epik hissi namına abartılı korolar ya da yerel enstrüman küpüne batırılmış melodiler mevcut değil. Her ne kadar yerel enstrümanların metal müziğin başına gelen en güzel şey olduğuna inansam da, vikinglik, atalar kültü vs. yadetmek adına dengesizce kullanıldıklarını düşünüyorum. Bu konuda üstün bir kıvama sahip By Path of the Sun parçası, albümdeki favorim. Sonrasındaki Sky of Saddened Nights ise, son yılların en iyi akustik folk parçaları sıralamasında (ben dedim oldu) birinciliğe oynuyor.
Hepsi birbirinden yardırıcı olan önceki albümlerine (özellikle bkz. “Goat Horns“, “Weltanschauung“) bu eserle fark attığını söyleyebileceğimiz Ukraynalı grup, artık “Ukrayna sound’u” diye bir şeyden rahatlıkla bahsedebilmemize olanak tanıyor. Her ne kadar Avrupa dinleyicisinde bu gibi ayrımların çoktan yerleşmiş olduğunu tahmin etsem de, bizler için henüz pek de kabul görmüş bir durum olmadığından eminim.
Nokturnal Mortum, Ukrayna dendiğinde akla gelen başlıca gruplardan olan Drudkh gibi gizem perdesi arkasında olmasa da, neredeyse aynı çekicilik ve prestije sahip bir sanat ortaya koyuyor. Zaman zaman tutarsızlıklar içeren politik açıklamalarıyla dikkat çeken grup, gitgide daha olgun bir imaja bürünüyor.
Seksenlerin baş döndürücü emprovizasyonlarından, bira festivali müziklerine kadar çeşitlilik içeren bir albüm olmasına rağmen, hiçbir ayrıntı sırıtmıyor, parçalar barındırdıkları tüm ilginçliklerle birlikte pürüzsüz şekilde akıp gidiyor. Zaten çeşitlilikten zarar gelebileceğini düşünecek son insanlardan biriyim herhalde ama aynı skalada yer alması biraz zor olan unsurları bir arada görünce biraz afallıyorum. 2009’un son günlerinde çıkan albüm, dozu çok iyi ayarlanmış folk öğelerinin başarılı şekilde entegre edildiği, türe fazla yakınlığı olmayanları bile büyüleyebilecek cinsten özgün parçaların bir araya geldiği bir çalışma.
IRON MAIDEN yeni albümü “The Final Frontier“in detaylarını dünya çocuklarıyla paylaşmaya başladı.
Buyrunuz.
16 Ağustos’ta bizlerle buluşacak olan albümün şarkı listesi de şöyle:
1. Satellite 15….The Final Frontier 8:40
2. El Dorado 6:49
3. Mother Of Mercy 5:20
4. Coming Home 5:52
5. The Alchemist 4:29
6. Isle Of Avalon 9:06
7. Starblind 7:48
8. The Talisman 9:03
9. The Man Who Would Be King 8:28
10. When The Wild Wind Blows 10:59
“El Dorado” adlı şarkıyı da aşağıdan dinleyebiliyoruz.
Maddi değeri olmasa da, manevi değer açısından dünya tarihinin en önemli ödülünü kazanacak kişiyi belirleyecek devasa yarışmamızın zamanı geldi çattı.
Olabildiğince çok kişiye şans tanımak için, gelen mesajları saat 22.00′ye kadar açıklamayacağız. Saat 22.00′de sorunun doğru cevabını bu haberi edit’leyerek vereceğiz. Gelen tüm mesajlar da saat 22.00′de aşağıda belirecek ve kazananı herkes görmüş olacak. Kolay bir soru olduğunu umarak, soruyu soruyoruz.
İŞTE O SORU!
“Heavy metal” tabirinin ilk kez kullanıldığı şarkıyı yazan kişinin sahne ismi, Güneş Sistemi’ndeki bir gezegenle aynıdır. Bu gezegenin etrafında dönen iki adet ay vardır. Bu ayların isimleri nelerdir?
Bol şanslar.
Cevap: Phobos ve Deimos
Enver Yılmaz‘ı kutluyoruz. İstediği BURZUM – Belus CD’si ilk fırsatta kendisine ulaştırılacak.
Belki büyük bir kıroluk örneği sergileyeceğim ancak Malt ilk albümünü çıkardığından beri en sevdiğim Türk rock grubu. “Daha bir albümü varken nasıl oluyor da en sevdiğin grup oluyorlar lan cahil” diyebilirsiniz tabii, ancak bu sevginin temelleri eskilere dayanıyor.
Çocukluğumdan başlayarak (Level dergisi yazıları) şu yaşıma kadar giderek artan Cenk-Erdem hayranlığı, zaten Malt oluşumu ilk anda adını duyurmaya başladığında beni heyecanlandıran bir şeydi ve bu heyecanın boşa olmadığını ilk albümleriyle birlikte anlamıştım. İlk albümün güzelliğine bir de piyasadaki birçok Türk rock grubunun bana çekici gelmemesi ve çoğunun arabesk temellere oturmuş olması gibi gerçekler de eklenince, Malt’ı en sevdiğim Türk rock grubu ilan etmiştim. Şu an elimde olan ikinci albümlerine bakıyorum da, haksız bir karar vermemişim.
İtiraf edeyim, albümü benden önce dinleyenlerden duyduğum şey ilk albüme nazaran daha yavaş tempolu bir albümün beni beklediği yönünde olunca biraz tadım kaçmıştı. Malt’ı o arabesk yapısından ve bayıklıktan uzak, yüksek tempolu, canlı ve yenilikçi haliyle çok sevmiştim. Malt öyle kalmalıydı ve yüz yıllar boyu böyle müzik yapmalıydı ki ben de yenilikçilik konusunda kendimle çelişebileyim. Hani çok değer verdiğiniz bir şeyle ilgili duymak istemeyeceğiniz bir şey duyarsınız da inanmak istemezsiniz, ancak bu şey beyninizi kemirir durur ya; benim için de bu durum geçerliydi. Malt’ın o çok sevdiğim tarzından ödün vermesini istemiyordum ve duyduğum şey benim tarafımdan da doğrulandığı anda hayal kırıklığına uğramaya ve gruba küsmeye hazırdım. Lakin öyle olmadı. Hatta yakınından bile geçmedi.
Evet, Malt ilk albümüne göre nispeten daha ağır bir yolu tercih etmiş ancak tüm o şikayet edilesi bayıklıklardan, sıkkınlıklardan tamamen arınmış bir ağırlık olmuş bu. İlk albümdeki hızlılık yerini olgun ve bilge bir sakinliğe bırakmış. “Kendi Adını Taşıyan İlk Albüm” daha isyankâr ve tehlikeliyken bu albümün ilk şarkısından itibaren duygusal bir boşvermişlik, bir “amaan neyse ya” havası seziliyor. İşte tam da bu havadan dolayı grup dinleyiciyi boğmuyor ve ferah bir müzik sunuyor. Diğer çoğu rock grubumuzun en büyük yanlışı olarak gördüğüm “karalar bağlama” ve dakikalar süren hüzün bombardımanı durumu yok yani. Zaten Cenk Durmazel’in genel yapısı olarak albümde herhangi bir “ağlama” beklemek yanlış olurdu.
Cenk Durmazel demişken kendisi bu iki albümle birlikte ülkenin en iyi şarkı sözü yazarlarından biri olduğunu nazarımda ispatlamış durumda. Radyo programları olsun, dergi yazıları olsun, çıkardıkları kitap olsun zaten tam bir söz cambazı olduğunu biliyordum fakat takdir edersiniz ki şarkı sözü yazarlığı bambaşka bir şey. Yine de tahmin edileceği üzere kendileri tamamen klasman dışı, benzersiz ve kendine özgü bir işe imza atmış. Yanlış anlaşılmasın, espriler havada uçuşmuyor, gülmekten yerlere yatmıyorsunuz, ancak kelime oyunları ve kendini ifade edebilme yeteneğine şapka çıkarmadan da edemiyorsunuz. Özellikle Neanderthal’in nakaratı tam bir efsane.
Cenk Durmazel’in vokal yeteneği de ilk albüme nazaran kendini daha çok gösteriyor. İlk albümdeki şarkılar daha marşvari ve okuması nispeten daha kolay şarkılardı, bu albümde ise daha çok dikkat isteyen ve ince detayları olan şarkılar mevcut. Kendisine sadece komedyen gözüyle bakan kişiler şarkılardaki serseri ciddiyetini ilk başta yadırgayabilirler fakat şurası bir gerçek ki Cenk Durmazel’in sesi bu müzik için bir hayli uygun ve başarılı. Sesindeki yumuşaklık, yeri geldiğinde atılan çığlıklar, zaman zaman kendini gösteren gırtlaksal oyunlar ayrı ayrı renk katmış şarkılara.
Müzisyenliğe gelirsek, yine başarılı bir çalışma görmemiz mümkün. Barış Ertunç ve Cenk Turanlı grubun geri kalan iki resmi üyesi konumundalar ve ikisi de sorunsuz bir performans sergiliyorlar. Gitarlar oturaklı bir rock albümü ne gerektiriyorsa onu yapıyor, sololar öyle adamın gözüne gözüne sokulan cinsten değil. Hatta bazen sololar yanına başarılı bas yürüyüşlerini de alıp acayip zevkli anlar yaşatabiliyor. Bu arada Cenk Turanlı uzun zamandır bir Türk rock grubunda görülmemiş yoğunlukta bas partisyonları yazmış ve dinlemesi çok çok keyifli olmuş. Özellikle Kapıya Yazdır’ın baslarına doymadım, doyamadım.
Davulları ise konuk müzisyen Mehmet Demirdelen çalmış. Grubun orijinal davulcusu Güray Gürsoy’un bence beklenmedik anlarda beklenmedik şeyler yapan, kesinlikle DÜZ olmayan ve basit gibi gözükse de aslında karmaşık denebilecek, adeta Tim Duncan gibi enfes bir tarzı vardı. İlk albümde dinlemekten en çok keyif aldığım üyelerden biri kendisiydi. Maalesef müziğe yoğunlaşmak istemediğini söyleyerek ayrılmış ve grup da bundan sonra üç kişi devam etmeye karar vermiş. Mehmet Demirdelen de çok başarılı davullar çalsa da ben özellikle Güray Gürsoy’un tarzını çok sevdiğim için kendisini özlemedim değil. Fakat Mehmet’in Yangın’daki caz-vari performansı çok tatlı olmuş ha onu da diyeyim.
Prodüksiyon işi Malt üyelerine ait. Yazının önceki kısımlarındaki ipuçlarından da anlaşılacağı üzere ortada güzel bir iş var. Enstrümanlar çok rahat duyuluyor ve özellikle bas tonu kendine hayran bırakacak derecede hoş. Geri kalan her şey de temiz ve ferah. Ayrıca albümün mastering’i de ünlü kayıt teknisyeni Andy Jackson tarafından yapılmış. Kendisini Pink Floyd’dan ve Roger Waters ile David Gilmour’un solo albümlerinden hatırlayabiliriz. Hatırlamadıysak da bilin yani nasıl biri olduğunu.
Sonuç olarak Malt yine canlı ve temiz bir sound ve dinlendiği anda yüze belli belirsiz bir gülücük konduran samimi sözler vaad ediyor. Albümde yıllar sonra “Of abi şöyle inanılmaz bir şarkı yapmıştı Malt, hatırlıyor musun?” muhabbetinin döneceği efsanevi bir hit yok ancak Malt bu iki albümden anlaşılacağı kadarıyla daha çok “komple albüm” yapma taraftarı bir grup ve bundan şikayetçi olmaya kesinlikle izin vermiyor. Hani örnek vereceğim ancak her şarkı o kadar samimi ve sıcak duruyor ki, bir türlü hangisini söyleyeceğim bilemiyorum. Zorlarsam; Doldur, Arıza, Olmaz, Evdeymiş, Kapıya Yazdır, Neanderthal, Yeniden, Mutlu, Önemsiz, Yangın ve Arıza’nın piyano versiyonunu tavsiye edebilirim. Bayanlar baylar, subjektik yorumla Türkiye’nin en iyi rock grubuyla, objektif yorumla Türkiye’nin en iyi 3 rock grubundan biriyle karşı karşıyasınız. İyi dinlemeler.
ORPHANED LAND, SONISPHERE festivalinden çıkarılmalarına ilişkin bir mesaj yayınladı.
Aynen çeviriyoruz:
“İki hafta önce, Sonisphere İstanbul’da çalacağımızı duyduğumuzda dünyanın en mutlu grubu bizdik. Bunu çok uzun zamandır bekliyorduk. Sonra ülkelerimiz arasında saçma sapan bir politik kriz baş gösterdi ve ne yazık ki bu kriz halen devam etmekte.
Birkaç günlük dedikoduların ardından, festivalin güvenliğinden sorumlu olan şirket bize festival süresince güvenliğimizi sağlama konusunda garanti veremeyeceğini, bu yüzden de festivalin bu yılki kadrosundan çıkarıldığımızı söyledi.
Bilmenizi isteriz ki ORPHANED LAND olarak halen kendimizi güvende hissediyoruz ve her şeye rağmen, ülkelerimizin barışı, dostluğu ve kardeşliği adına orada olmayı %100 istiyorduk. Bu büyük bir festival ve içinde bir sürü insanı ve grubu barındırıyor, bu yüzden de güvenlik şirketi sadece bizim yüzümüzden tüm bu insanların ve grupların güvenliğini riske atmak istemedi. Biz bu fikre katılmasak da, mecburen bu düşüncelerini kabul ediyor ve saygı duyuyoruz. Yine de hem biz, hem de Purple Productions, gerçekten çok üzgünüz. Türkiye’de çalamamak gerçekten çok tuhaf bir duygu, Türkiye bizim ikinci evimiz!
Bu durumdan dolayı bizi Sonisphere Romanya’ya aldılar.
En kısa zamanda Türkiye’de yeni konserler ayarlamaya çalışacağımıza dair sizlere söz veriyoruz. Biz Türkiye’de kendimizi güvende hissediyoruz, bizi koruyacak ayrı bir güvenlik de istemiyoruz. Etrafımızda siz sevenlerimizi görmek, kendimizi güvende hissetmek için bize yetiyor.
Festivalde çalmamız için destek grupları açanlar, sizler bir grubun sahip olabileceği en güzel hediyelersiniz. Lütfen bu iptalden dolayı üzülmeyin, tüm gecikmeler iyiye varır. Günün birinde politikacılar sizden ve bizden bir şeyler öğreneceklerdir. İnşallah.
Açıklamamızı noktalamadan önce, sevgili “orphaned kardeşlerimiz”, şunu asla unutmayın: ülkelerimizin bayrakları üzerlerinde farklı işaret ve renkler taşıyor olabilirler, ama kalplerimizin derinliklerinde aynı bayrak dalgalanıyor. Umudun, dostluğun, kardeşliğin bayrağı; bunu sakın unutmayın. Bu kutsal yeminin takipçileri olarak bu bağı korumak bizim görevimiz.