# - A - B - C - D - E - F - G - H - I - J - K - L - M - N - O - P - Q - R - S - T - U - V - W - X - Y - Z

Archive for 2010

GRAND MAGUS – Hammer of the North

Thursday, July 22nd, 2010

İyi bir rifin bir metal dinleyicisine verdiği gazı başka çok az şey veriyor dostlar. İçinizdeki fitili ateşleyen cayır cayır bir rif, bir de adeta metalin tanımıymışçasına güzel bir vokalle birleşince, ortaya tadından yenmez bir şey çıkıyor. 2000′li yıllarda metalde görülen genel sertleşme ve ekstremleşme furyası öylesine etkili oldu ki, gerçek anlamda heavy metal yapan gruplar sanki çağın gerisinde kalmış, demode olmuş gibi algılanmaya başlandı. Avrupa, özellikle de İsveç death metalinin Amerikan gençlerinin aklını almasıyla birlikte kuduran Amerikan metal dünyası, başta yırtıcı vokaller olmak üzere bir ekstremleşme ve klasik heavy metalin “basitliğinden” ve “sıkıcılığından” kurtulma arayışına girdi.

Karşımızda duran GRAND MAGUS bu durumun en bariz örneklerinden biri. Seksenlerde çıksa belki de sadece iyi bir grup olarak görülecek olan GRAND MAGUS, bugün farklılaşma uğruna birbirleriyle yarışan tüm bu çocukların yanında taze bir nefes olarak görülüyor, eskilere özlem duyanlar ve günümüzdeki metal akımlarını birer trend olarak gören dinleyiciler tarafından -belki de normalden bile fazla- el üstünde tutuluyor.

“Iron Will 1985′te çıksaydı belki de bir klasik olurdu” diyor GRAND MAGUS insanı JB. Kuruluşundan itibaren geçen 7 senede, 2008′deki “Iron Will“in yarattığı etkinin yarısını bile yaratamayan GRAND MAGUS, “Iron Will”le öylesine büyük bir patlama yaptı ki, Roadrunner dahi buna kayırsız kalamadı. “Iron Will”e kadarki albümlerinde de nefis işler yapan, stoner doom/doom/ heavy metal üçgeni içinde, hem eskiye öykünen, hem de yaratıcılığı sayesinde kulağa taze gelen bir müzik sunan GRAND MAGUS, “Iron Will”de zirve yaptırdığı doom metal/heavy metal kırmasıyla gerçek anlamda bir güç olduğunu göstermişti.

JB’nin kendini hemen belli eden ses rengi ve vokal yorumuyla ekmeğini yiyen grup, çiğ ve yırtıcı rifler üzerine döşenen Kuzey melodileri ve ağır ama hemen sevilesi atmosferiyle, gerçek ve kaliteli heavy metal bulmakta zorlanan insanların yüzünü güldürmüştü.

Tüm bu nedenler yüzünden zaten merakla beklenen “Hammer of the North”, grubun Roadrunner şemsiyesi altına girmesiyle daha da merak edilir hale geldi. Büyük şirket altında GRAND MAGUS müziği değişikliğe uğrayacak mı, grup şirket isteğiyle hit bir parça yapma çabasına gidecek mi gibi sorular albümün çıkışından çok önce konuşulmaya başlanmıştı. Şahsen Roadrunner’ın bu hareketini, popüler ve büyük gruplarla anlaşarak iyicene uzaklaştığı “piyasa olmayan grupları tercih eden dinleyicilere” de hitap edebilme ve “Bakın milyonlarca albüm satan grupları bünyemizde barındırıyoruz ama metal ruhunu da unutmadık, kaliteli küçük grupları da destekliyoruz” mesajı olarak görüyorum. Zira altında NICKELBACK, DREAM THEATER, KORN, SLIPKNOT gibi gruplar olan bir şirketin GRAND MAGUS gibi heavy metal dinleyici kitlesi içinde bile aşırı popüler olmayan bir grupla anlaşması, ya göstermelik bir hamledir, ya da Roadrunner yönetiminde takım elbisesinin içine “Monument” tişörtü giyen biri vardır.

Albüme gelelim. “Hammer of the North” grubun “Iron Will”de hissedilen CANDLEMASS ve benzeri doom etkilenimlerini çok büyük oranda terk ettiği ve ACCEPT/JUDAS PRIEST tarzı Avrupa heavy metaline göz kırptığı bir albüm. “Iron Will”in o nefis havasını yaratan kirli ve canlı sound’un yerini daha steril, suni denmese de daha planlı programlı (daha pahalı) bir sound’a bıraktığı, bu sebepten de diş geçiriciliğini bir ölçüde kaybettiği bir çalışma.

“Iron Will”deki Fear is the Key, Silver into Steel, Like the Oar Strikes the Water ve Iron Will gibi parçalarda görülen duygu yoğunluğunu ve “Ben bu metal için canımı veririrm lan!!” hissiyatını “Hammer of the North”ta aynı oranda bulmak pek mümkün değil. Bunun sebeplerinden birincisi, az önce bahsettiğim sound değişimi. Kaydın fazlasıyla cillop oluşu, GRAND MAGUS’un canlı ve yanıbaşınızda çalan havasını alıp bir stüdyo hissiyatı oluşmasına neden olmuş.

Diğer bir konu, albümdeki en hit şarkıların bile “Iron Will”deki ortalama şarkılar düzeyinde güçlü olması. Elbette ki adı anılacak, bundan on yıl sonra bir GRAND MAGUS klasiği olarak sayılabilecek, konserlerin vazgeçilmezi olacak parçalar var, ancak önceki albümlerdeki baba şarkıların yarattığı o yoğunluğu, o atın beni denizlere tadını bulmak zor.

Buna rağmen, bak buraya kadar sanki kötü bir albümden bahsediyormuşum gibi oldu fark ettiysen, buna rağmen “Hammer of the North” gayet güzel, dinlenesi, bazı şarkılarında boyun kırılası bir albüm. Yaratıcı rif ve vokal melodisi yazma konusunda çok yetenkli olduğunu düşündüğüm JB’nin gerek gitar, gerek vokal performansıyla götürdüğü, davul ve basın da aynı orandaki etkinlikleriyle desteklediği “Hammer of the North”un en iyi şarkıları konusunda, gördüğüm kadarıyla fikir birliği sağlanmış değil. Bu elbette ki iyi bir şey. Şahsen her şarkıda çok sevdiğim anlar olsa da, “Hammer of the North”un benim için en güzel anı Mountains Be My Throne’un giriş rifi (ortadaki video). Bayılıyorum kendisine.

Grubun bana kalırsa en önemli özelliğiyse, bir rifi nasıl en etkili hale getireceklerini iyi bilmeleri. Misal albümle aynı addaki parçayı ele alalım (Bakın hemen en üstte, rahatça elinize alabilirsiniz). Benim gibi müzikte sertliğin hızla değil, tam tersine yavaşlıkla, ağırlıkla yaratıldığını düşünen biriyseniz, şarkının girişinde hızlı çalınan rifin hemen akabinde yavaş tempoda çalındığı yerde, siz de benim gibi kendiniz yerlere atmayı, kafanızı duvarlara vurmayı isteyebilirsiniz. Böylesi ufak ayrıntılar, grubun o saf, o yumruksal heavy metal havasının pekişmesinde çok etkili oluyor diye düşünüyorum.

GRAND MAGUS en üst seviyede desteklenmesi ve duyurulması gereken bir grup olduğundan yazıyı biraz uzattım ama olsun. “Hammer of the North” bence grubun diskografisindeki en uysal, en sivrilikleri alınmış, kısacası en “kolay” albüm. Ama buna rağmen altında GRAND MAGUS imzası olması, “Hammer of the North”un da belli bir kalitenin altına düşmesini imkânsız kılıyor. Grubun sonraki albümlerinde de benzer bir sound’la devam edeceğini ve eski cayır cayırlığını aratacağını düşünsem de, böylesi saf bir metali bu derece kaliteli yaptıkları sürece dinleyicilerinin nazarında sırtları yere gelmez diye düşünüyorum.

SPIRITUAL BEGGARS’dan yeni şarkı

Thursday, July 22nd, 2010

SPIRITUAL BEGGARS, yeni albümü “Return to Zero“dan “Star Born” adlı şarkıyı alttaki albüm kapağına koydu.

Grup yeni vokalisti Apollo Papathanasio’nun da gazıyla Ekim ayı başında Yunanistan’da iki konser verecekmiş, o taraflarda olanlara duyurulur.

OPETH’ten yeni DVD

Thursday, July 22nd, 2010

OPETH, 20. yıl kutlamaları için çıktığı 6 konserlik turnesinin Londra ayağını DVD olarak piyasaya sürüyor.

“In Live Concert at the Royal Albert Hall” adlı DVD, Londra’nın bu tarihi salonunda verilen ve iki setten oluşan konseri kapsıyor. İlk sette OPETH’in kariyerindeki en önemli albüm olarak gösterilen “Blackwater Park”ı baştan sona çalan grup, ikinci sette de kronolojik bir seçki sunuyor.

Set 1

* The Leper Affinity
* Bleak
* Harvest
* The Drapery Falls
* Dirge For November
* The Funeral Portrait
* Patterns In The Ivy
* Blackwater Park

Set 2

* Forest Of October
* Advent
* April Ethereal
* The Moor
* Wreath
* Hope Leaves
* Harlequin Forest
* The Lotus Eater

Kapak tasarımı bire bir olarak DEEP PURPLE’ın 1969 yılında aynı mekanda verdiği “Concerto for Group and Orchestra” konserinin plak kapağıyla aynı olan DVD, üç farklı versiyon olarak piyasaya çıkacakmış, ki onlar da şu şekilde:

01. Sınırlı sayıda, plak seti:

* Tüm konser çift DVD halinde, artı ekstra materyal
* Tüm konser dört adet özel tasarımlı plakta.
* Mikael Åkerfeldt ve Travis Smith tarafından dizayn edilen sanat tasarımları.
* Geceden önemli anları barındıran 20 sayfalık büyük boy kitap.
* Bu sete özel sanat tasarımı.

02. 2 DVD + 3 CD’lik set:

* Tüm konser ve yanında audio hali.

03. 2 DVD set:

* Tüm konser ve bonus materyaller.

“In Live Concert at the Royal Albert Hall”u elinize alabileceğiniz tarih ise 21 Eylül 2010.

NORMA JEAN’den yeni klip

Wednesday, July 21st, 2010

NORMA JEAN, büyük övgü alan son albümü “Meridional“dan “Deathbed Atheist”e çektiği klibi ortama koydu.

Böyleyken böyle.

SOILWORK – The Panic Broadcast

Wednesday, July 21st, 2010

Bu senenin nedense en çok beklediğim birkaç albümünden birini yazıyorum şu an. Giderek heyecanını yitiren bir grup olsa da, geçmişteki güzellikleri nedeniyle sadakatimi kaybetmediğim, kendimi hâlâ bir hayranları olarak nitelendirebileceğim bir grup SOILWORK. İlk duyduğum 1999-2000 yılları civarında gerçekten de taze bir nefesti SOILWORK. Melodik death metalin henüz günümüzdeki kadar vıcıklaştırılmadığı, hakikaten iyi yapıldığı zamanlar olmasına rağmen, SOILWORK bir şekilde aradan sıyrılmış ve kendine özgü harmonik gitarlı ve çeşitlendirilmiş vokalli yapısıyla pek çok insanın kanını kaynatmayı başarmıştı.

Pek çok şarkısı farklı anlarıma soundtrack olmuş bir gruptur SOILWORK. Hani bazı şarkılar bazı anlarda dinlediğinizde size dünyanın en güzel şeyiymiş gibi gelir ya, işte SOILWORK’ün de böyle imzaları vardır kimi anlarıma. Hatırlıyorum da, bu anların sonuncusunu 2003 yazında bir sabah plaja inerken (konsepte gel) yaşamıştım. Plaj yolunda kulağımdaki kulaklıktan beyime dolan Rejection Role, bana dünyanın en gaz şarkısıymış gibi gelmiş, içimden “SOILWORK ulaaaaan!” diye bağırtmıştı.

Bu son cümle her ne kadar o an için gayet güzel gözüküyorsa da, şimdi bakınca aslında nahoş bir durumu da ortaya koyuyor. Zira o an, SOILWORK dinlediğim için kendimi şanslı saydığım belki de son andı. Evet, tam yedi yıl önce.

Bazısı için çok daha önce olsa da, benim için SOILWORK’ün sıradanlığa yenik düşmesi, çok çok sevdiğim “Figure Number Five”ın ardından olmuştu. Kendi yarattıkları formül içinde debelenen sayısız grup gibi, SOILWORK de o parıltısını yitirmiş, herhangi bir grup olmuştu çoğu eski hayranının gözünde.

Seveni sevmeyeninden daha az olan bir grup SOILWORK; en azından klasik türlerin daha çok el üstünde tutulduğu ve tutuculuğunu yavaş yavaş kıran ülkelerde. Basının “modern metal” yaftasıyla yorumlamaya çalıştığı mutant bir melodik death metal icra eden grup, günümüzde artık death metalliğini neredeyse tümüyle bir kenara koymuş ve içinde çeşitli vokal türlerinin yer aldığı melodik bir metal grubuna dönüşmüş durumda. Zaten progresif metal gruplarının bile sert/yırtıcı/brutal’imsi vokal türlerini de kullanmaya başladığı günümüzde, sadece vokalleri sert diye bir grubu death metal sıfatının altına sokmak elbette ki doğru değil.

“The Panic Broadcast”e geçmeden önce albümün SOILWORK açısından nasıl bir önem teşkil ettiğine değinelim. Ne tesadüftür ki, Peter Wichers’ın SOILWORK’e veda ettiği 2005 Vancouver konseri sırasında salonda yer alan bir insandım. O sırada böyle bir şey konuşulmuyordu, ancak konserin birkaç gün ardından Wichers’ın “Bana müsade” mesajını görmüş ve kendimi şanslı mı şanssız mı saymam gerektiğini bilememiştim.

Wichers’ın kendini geliştirmeye adadığı bu 3 yıllık yokluğunda grup “Sworn to a Great Divide”ı çıkarmış ve çok parlak tepkiler alamamıştı. SOILWORK’te olmadığı süre içinde büyük oranda NEVERMORE tayfasıyla takılan Wichers, 2008 yılında gruba geri dönmüş ve bu sayede de yeni albüme dair beklentileri arttırmıştı. Zaten uzun süre önce Dirk gibi bir öküzü davul setinin arkasına alan grup, SCARVE sömürüsünü gitarlarda da devam ettirmiş ve ayrılan Frenning’in yerine Sylvain Coudret’yi saflarına katmıştı.

Peki “The Panic Broadcast” nasıl bir albüm?

Öncelikle söylemem gereken, grubun son yıllardaki aşırı formülize tarzını biraz biraz kırmış olmasından mütevellit, “The Panic Broadcast”in ilk dinlemelerde kulağa gayet güzel gelmesi. Sırtını her zaman nakaratlara yaslayan grubun bu kez bunu asgari oranda tutup son birkaç albümdür boşladığı gitar riflerine olanca gücüyle abanmış olması, “The Panic Broadcast”i ilk intiba anlamında gayet başarılı gösteriyor. Dirk Verbeuren’in SOILWORK kariyerinin en iyi performansı ve Sylvain Coudret’nin serbest bırakıldığını belli edercesine yaratıcı ve güzel sololarıyla, “The Panic Broadcast” en azından güçlü, ter akıtılmış ve çok uğraşılmış bir albüm olduğunu kanıtlıyor.

Wichers’ın tabiriyle “Dimebag olmasaydı, PANTERA olmasaydı SOILWORK de olmazdı” dediği blues tabanlı rifleri albümün her yanını sarmış durumda. Şahsen blues tabanlı riflerin hastası olmayan bir dinleyici olarak, misal Wichers elinden çıkma The Thrill’in giriş rifindeki gibi mutasyona sokulmuş ve son derece yaratıcı hale getirilmiş blues’umsu riflere de bir şey diyemiyorum elbet. Bu açıdan, “The Panic Broadcast” grubun “A Predator’s Portrait” dönemlerini akla getiren bir aktif müzisyenlik barındırıyor. Kaç albümdür yan gelip yatan ritim gitarlar, neyse ki tekrardan dizginleri ellerine alıyor. Öyle ki, “The Panic Broadcast” grubun bugüne kadarki en az melodi barındıran albümlerinden biri. Bu gitar etkinliği, doğal olarak albümdeki klavye kullanımını da geriye atıyor, ancak bu konuda grubun klavyecisi Sven Karlsson da “Albümün sound’u ve gitmesi gereken yön bunu gerektiriyordu, kimi yerlerde daha az klavye olmasını bizzat ben istedim” diyerek bunun bilinçli bir durum olduğunu ortaya koyuyor.

Lâkin “The Panic Broadcast”i tam bir başarı olarak nitelemek de mümkün değil.

Albümü dinledikçe, kimi parçaların biraz fazla öne çıktıklarını, veyahut bazı parçaların sadece “kötü olmayan”, ancak çok da bir özellik taşımayan yapıda olduklarını fark ediyorsunuz. Albüme giren ve ismiyle TERROR 2000′ı anmamızı sağlayan Late For the Kill, Early For the Slaughter, kayıtlar sırasında son anda yazılan Two Lives Worth of Reckoning, yakınlarda klibini göreceğimiz Deliverance is Mine ve King of the Treshold gibi yırtıcı ve gaz parçalar, grubun daha bir parladığı anlar olurken, özellikle slow parçalarda ve albümün sonuna doğru görülen bir sıradanlaşma ve heyecan azalması durumu hissediliyor. Elbette ki her dinleyicinin favori anları, parçaları vardır, ama ben son üç şarkının albüme çok da bir şey katmadığını düşünüyorum. Diğer yandan albümün bonus şarkılarından Sweet Demise bu üç şarkıdan daha güçlü bir parça. Yine bir bonus olan ve en sevdiğim SOILWORK şarkıları arasındaki Sadistic Lullaby’ın yeni hali de fena olmamış; katledilen soloları hariç.

Şu ana kadar adını anmadığım Björn ise bildiğimiz Björn. Sesini az da olsa zorladığı ve güzel melodiler yarattığı kimi anlar dışında eski Björn’den bir eksiği ya da fazlası yok. Onu her zaman başarılı bir vokalist olarak görmüşümdür, yine aynı şekilde düşünüyorum.

Son olarak değinmek istediğim konu ise, albüme gösterilen ilgiyle ilgili. Ben çok uzun bir zamandır -buna çok büyük grupların çıkardığı albümler de dahil- bir grubun yeni albümünü internete düşürmemeyi bu kadar uzun süre başardığını hatırlamıyorum. Grubun bizzat yayınladığı ve sonradan tek tük internete düşen kimi şarkılar dışında, albümün internete düştüğü tarih 1 Temmuz 2010. Yani piyasaya çıkışından yalnızca bir gün önce. Buna rağmen albümün çıktığı hafta ulaştığı satış rakamları gayet iyi. Pek çok gruptan ve dinleyiciden duymuşsunuzdur, “Artık insanlar önceden indirip dinlemedikleri, nasıl olacağını bilmedikleri bir şeye para vermiyorlar”. Demek ki bu kural o kadar da doğru değilmiş. Zira “The Panic Broadcast” çıktığı hafta Almanya’nın en çok satan 24., Finlandiya’nın da 17. albümü. Ayrıca Amerika Billboard listesine 88. (5.300 adet). Avrupa Billboard listesine ise 67 numaradan girmiş. Bunlar sadece bir kısmı internete düşen bir albüm için gayet iyi rakamlar.

Kapatırken, “The Panic Broadcast”i grubun diskografisinde önemli bir yerde görmediğimi, albümün son dönemlerine oranla iyiye doğru bir adım olsa da müzikâlite açısından yeterli olmadığını, buna rağmen iyi niyetli ve uğraşılmış bir çalışma olduğunu da belirtmek isterim. SOILWORK’ün güzel zamanlarını bir süre önce yaşadığı ve tükettiği ortada. Bundan sonra o güzel albümlere asla yetişemeyeceklerse de, yazıda bahsettiğim türde güzelliklerle, iyi müzisyenliklerle falan kariyerlerini sürdüreceklerdir.

Tüm bunların ardından kendime sorduğum soruya gelince, acaba kendimi hâlâ bir SOILWORK hayranı olarak görüyor muyum? Evet görüyorum. Yedi sene önce sorulsa “Tabii ki evet!” derdim, şimdiyse sadece “evet” diyorum. Ama diyorum. Eskilerin hatırına.

MACABRE’dan yeni EP ve albüm haberi

Wednesday, July 21st, 2010

Amerikalı psikopat thrash/death/grind grubu MACABRE, yeni bir EP çıkarıyor.

Human Monsters” adlı EP grubun 7 yıllık bir aranın ardından çıkaracağı ilk ürün olacak.

MACABRE yıl sonuna doğru da yeni albümü “Grim Scary Tales”i çıkaracakmış.

SEPTICFLESH’ten yeni albüm açıklaması

Tuesday, July 20th, 2010

Yunanistan’ın en tehditkâr oluşumlarından SEPTICFLESH, yeni albüme dair bir açıklama yaptı.

Grup, on şarkı barındıracak olan albümün SEPTICFLESH’e özgü eşsiz melodilerle dolu olacağını ve şimdiye kadarki hiçbir SEPTICFLESH albümünde görülmedik heybette bir orkestral düzenlemeye sahip olacağını açıklamış. Grup, albümde yoğun bir ölüm atmosferinin hissedileceğini ve albümün “adeta bir cenaze konçertosu” olacağını da sözlerine eklemiş.

SEPTCIFLESH geri dönüş albümü “Communion” ile neredeyse tüm yorumlardan çok yüksek notlar almıştı.

SKUNK ANANSIE’den yeni klip

Tuesday, July 20th, 2010

SKUNK ANANSIE, yeni albümü “Wonderlustre“ın ilk single’ı olan “My Ugly Boy”un klibini ortamlara koydu.

Skin Hanım’a buradan “Can taşıyosun” demek istiyoruz.

PAIN OF SALVATION – Road Salt One

Tuesday, July 20th, 2010

Bir grubun veya albümün yazısını yazmadan önce boş Word sayfasına normalden ne kadar fazla bakıyor ve nasıl gireceğinizi düşünüyorsanız, muhtemelen o grubu veya albümü o derece önemli görüyorsunuzdur. Benim için bu tarz grupların ve albümlerin sayısı pek de fazla değil.

Bu olayın bir üst kademesiyse, yazıyı nasıl yazacağınızı Word sayfasıyla yüzleştiğiniz sırada değil, ilk dinlediğiniz zamandan itibaren düşünmeye başladığınız albümler. Az sonra bahsetmeye çalışacağım albümü ilk duyduğum andan itibaren, yazıyı nasıl yazmam konusunda düşünüp duruyordum. Şu ana kadar olan birkaç satırlık kısımda hiçbir şey dememiş olmamdan, bu konuda en ufak bir yol alamadığımı anlamış olmalısınız. O yüzden pes edip aklıma geleni yazıyorum.

PAIN OF SALVATION dünyada eşi olmayan bir grup. Daniel Gildenlöw’ün etkilenimlerini belli eden ancak bunu olabilecek en üst seviyede özgünlükle sunduğu tarzı, onu müzikâl anlamda bir “deha” yapmaya yetiyor. Diskografisine baktığımızda neredeyse her albümüyle yön değiştiren ve farklı bir grup hüviyetine bürünen PAIN OF SALVATION, her albümü bir başkasınca en iyi olarak görülen eşsiz diskografisinin son ürününü, bugüne kadarki en tartışmalı promosyon kampanyalarıyla destekledikleri “Road Salt One” ile verdi.

Her yeni albümüyle dinleyici kitlesinde kayıplar ve yeni katılımlar yaratan grup, “PAIN OF SALVATION gibi” demeyi imkânsız kılan farklılıktaki albümler arası yolculuğuna “Road Salt One”da da devam ediyor.

Denebilecek ilk şey, “Road Salt One”ın bir metal albümü olmayışı. Prorgesif rokc demekte bile zorlandığım (bak diyemedim) albüm, grubun bugüne kadarki en minimal, en sade, en çiğ, en kirli, en canlı, en yanı başınızda, en seksi, en ter kokan, en domestik albümü. Bir prova odasına girip takılan müzisyenler havası hissettiren “Road Salt One”, kirli sound’u ve bu domestik havasıyla 70′ler rock’ını anımsatan, ancak grubun kendi karakteristiklerini de içinde barındırmasıyla yine eşi benzeri olmayan yerlere giden bir çalışma olarak göze çarpıyor. Grubun Eurovision’a katıldığı parça olan Road Salt’u ilk duyduğumdaki endişelerimi sanırım birçok PAIN OF SALVATION hayranı paylaşıyordu. Albüm çıktığında sağda solda duyduğum “Güzel ama PAIN OF SALVATION gibi değil” yorumları, ilginç şekilde albüme olan ümidimin bir anda yükselmesini sağlamıştı. Demek ki grup yine beklenmedik, yine başkaları tarafından düşünülmemiş, benzeri olmayan bir albüm yapmıştı. Zaten PAIN OF SALVATION “nasıl” ki “PAIN OF SALVATION gibi” şeklinde bir cümle kurulabilsin?

Hayatta yapmamız gereken seçimler ve bu seçimlerin getirdiği yeni seçim zorunluluklarını işleyen albüm, sözel açıdan bakınca bir hayli feromon salgılayan, cinselliği duygusal ve fiziksel anlamda en açık şekilde betimleyen bir yön çiziyor. Duygusal anlamda grubun zirvelerinden olan Sisters gibi bir başyapıtı, yakında -muhtemelen- gayet açık saçık bir klibini göreceğimiz Where It Hurts gibi bir acı patlamasını içinde barındıran albüm, diğer yandan Curiosity gibi eğlenceden ölen bir şarkıyı da hiç tereddütsüz gözümüze gözümüze sokabiliyor. Tüm bu değişkenliği 70′lerin blues’u, hard rock, progresif rock ve pop müzik gibi bir farklı müzikâl etkilenimler sarmalı içerisinde sunan “Road Salt One”, tüm bu zenginiğiyle bile açık görüşlü sayısız dinleyicinin dikkatini çekecektir diye düşünüyorum.

PAIN OF SALVATION elinden çıkma albümler arasında, bugüne kadarki en Daniel Gildenlöw albüm olarak da göze çarpan “Road Salt One”da Gildenlöw gitarların çok büyük bir kısmını, tüm basları, albümün ilk yarısındaki piyano ve klavyeleri ve son olarak da ikinci ve altıncı şarkılardaki davulları çalıyor. Bu açıdan, PAIN OF SALVATION’ın en “grup sound’lu” albümü olmasına rağmen en tek kişi elinden çıkma albümü de oluyor “Road Salt One”.

Daha fazla uzatmadan söyleyebilirim ki, “Road Salt One”, PAIN OF SALVATION’ın en güzel ve özel albümlerinden biri olmakla kalmayan, 2010′un en iyileri arasına muhakkak ki giren, insanı bir progresif metal/rock grubundan beklendiği şekilde ayılıp bayıltmasa da bambaşka duygulara sürükleyen nefis bir çalışma. İlk dinlememde aşık olduğum “Road Salt”, Ekim’deki yancısıyla nasıl bir noktaya gidecek bilmem, ancak benim en çok dinleyeceğim PAIN OF SALVATION albümlerinden biri olacağı kesin. Tıpkı “Entropia”, “One Hour By the Concrete Lake”, “The Perfect Element I”, “Remedy Lane”, “12:5″, “Be” ve “Scarsick” gibi.

OBSCURA yeni albüm kaydına başladı

Tuesday, July 20th, 2010

Alman teknik death metal grubu OBSCURA, yeni albüm kaydına başladığını açıkladı.

Grup, 2011 başında çıkacak olan albümün daha fazla 7 telli gitar manyaklığı ve daha fazla akustik gitar barındıracağını, teknik death metalin yanı sıra progresif death metal olarak anılan mecralara da uzanacağını söylemiş.

2009 ve 2010′da çılgıncasına turlayan OBSCURA, geçtiğimiz aylarda da ilk albümü “Retribution”ın remastered halini çıkarmıştı.

ALCEST’ten yeni albüm haberi

Tuesday, July 20th, 2010

Deneysel Fransız grup ALCEST, Mart ayında çıkardığı son albümü “Écailles de Lune“un turnesinden döner dönmez yeni albüm haberini verdi.

Grubun her şeyi konumundaki Neige, albümü kaydetmeye 2011 Ocak’ında başlayacaklarını açıkladı.

Bilgilerimiz bununla sınırlı.

IMPALED NAZARENE’den yeni albüm haberi

Tuesday, July 20th, 2010

Finlandiyalı vahşiler kumpanyası IMPALED NAZARENE, yeni albüm haberini verdi.

Kasım başında çıkacak albümün adı “Road to the Octagon” olacakmış ve içereceği şarkılardan bazıları da şöyleymiş:

* Under Attack
* Tentacles Of The Octagon
* Silent, Violent Type
* Execute Tapeworm Extermination
* Gag Reflex
* Tremble, Man Of God

Bu arada grubun 18 yıllık gitaristi Jarno gruptan ayrılmış ve grup bundan böyle dört kişi olarak devam edecekmiş.

Neden Finlandiya, neden metal?

Monday, July 19th, 2010

Metalin Finlandiya’da neden bu denli etkin olduğunu işleyen “Promised Land of Heavy Metal” adlı bir DVD var(mış).

Çıkalı epey olan bu DVD’yle ve konuyla ilgili bilgi almak, dahası Fin metal piyasasında neler olup bitiyor öğrenmek için şu adrese bakabilirsiniz.

Aynı adresten DVD’yi sipraiş etmek de mümkün.

Not: haber için Desqpio’ya teşekkür ederiz.

BIOHAZARD – Biohazard

Monday, July 19th, 2010

Neo-thrash, crossover, thrash metal, groove metal, hardcore’un aynı potada eritildiği New Wave of American Heavy Metal akımını başlatan albüm.

Seksenlerin ikinci yarısından itibaren yeni akımlara yelken açan heavy metal içinde en çok burun kıvrılan akımlardan biri olan neo-thrash ya da groove metal öyle sanıldığı gibi Pantera’nın “Cowboys From Hell“i ile doğmamıştır. “Cowboys From Hell”den çok kısa bir süre önce çıkan [33 gün] Biohazard’ın kendi ismini taşıyan albümü bu akımı başlatmıştır. Kurulumundan itibaren New York’un yerel thrash metal ve hardcore gruplarının alt grubu olarak çıkan Biohazard’ın, ilk iki demosundaki şarkıları birleştirip üstüne ilave üç şarkı daha koyarak çıkardığı bu ilk albüm, yeni bir türün doğuşuna neden olmuştur.

Megadeth-vari bir şarkı olan Retribution’la açılan albüm daha ilk şarkıdan boş olmadığını gösteriyor. İkinci şarkı Victory ise, Danny Schuler’ın Dave Lombardo benzeri atakları, floor tom gezinmeleri ve yırtıcılığıyla dikkat çekiyor (bu şarkıda kudurmayanın thrash’çiliğinden şüphe duyarım).

Toplumsal sorunlara değinen ve punk rock’a göz kırpan Blue Blood ve Howard Beach’den sonraysa Wrong Side Of The Tracks gibi groove ögelerle bezeli bir şarkı çıkar karşımıza. Ondan sonra da akustik gitarla açılan ama thrash metal özelliğini hiç kaybetmeyen Justified Violence şarkısı albümün yine tavan yaptığı noktalardan biridir.

Sonrasında kısa ama çok etkili bir enstrümental olan Skinny Song geliyor. Özellikle 1.19′da başlayan rif bir çok thrash’çiye orgazm olma, salya akıtma vs. gibi birçok şey yaptırabilir. Hold My Own’la devam eden, Pan Attack ve Pain’le yüksek anlarını yaşayan albüm Survival Of The Fittest’la tansiyonu düşürse de asıl bombaları ondan sonraya bırakır.

Önce muhteşem solosuyla ve gaz nakaratıyla There and Back, sonra da bir dakikalık piyano girişinin ardından güzel bir rifle açılan ve bu rifin ardından Bobby Hembel’in melodik solosuyla daha güzelleşen Scarred For Life gelir.

Albümle ilgili olumsuz tek detay kötü bir stüdyoda ve adı sanı duyulmamış bir şirketle yapılmış olması nedeniyle gitarların yüksek kalitede duyulmaması ve bateride zil seslerinin zor duyulması, hatta rifflerin arkasına gelince çok az duyulabilmesidir.

Kırk bir dakika süren albüm on üç şarkı için kısa olsa da çiğliği ve yırtıcılığıyla kesinlikle bu kısa süre de sizi tatmin ediyor. NWoAHM akımının öncüsü olan bu albümü thrash metal ve hardcore sevenler kaçırmasın.

Erdal AVCI

ENSLAVED yeni albüm kapağını sundu

Monday, July 19th, 2010

ENSLAVED, yeni albümü “Axioma Ethica Odini“nin kapağını ortama saldı.

Kapak, grubun “Monumension” albümünden bu yana tüm kapaklarından sorumlu olan Truls Espedal’a ait.

MUTINY WITHIN’den canlı klip

Monday, July 19th, 2010

2010 yılının adından en çok söz ettiren gruplarından MUTINY WITHIN, kendi adını taşıyan ilk ve tek albümünden “Lethean”a çektiği konser klibini yayınladı.

Grup, albümün çıktığı 2010 başından beri neredeyse hiç ara vermeden turluyor ve kitlesini de hızla genişletiyor.

TARJA TURUNEN’den iki yeni şarkı

Sunday, July 18th, 2010

İkinci solo albümü “What Lies Beneath“i çıkarmaya hazırlanan eski NIGHTWISH vokalisti TARJA TURUNEN, albümden çıkacak ilk single olan “Falling Awake”i ve “We Are” adlı şarkıyı ilk kez canlı olarak icra etmiş.

KYLÄHULLUT – Lisää Persettä Rättipäille EP

Sunday, July 18th, 2010

Berca B.

Finlandiya’yı her zaman ağlıyor mu sanıyordunuz? Acının, kederin, hüznün abonesi gibi gözüken bu kardeşlerimizin eğlenmekten bihaber olduklarını mı düşünüyorsunuz yoksa? Ya da, ağlak gotik gruplarla dalga geçmek istediğinizde aklınıza yoğunlukla Fin gruplar mı geliyordu? Çekinmeyin söyleyin, kimseyi sorgulamıyorum burada. Hatta tam aksine, bu saydıklarımı aynen ben de düşünüyordum.

Buna bir de Finlandiya’nın en büyük metal ihracatı olan Children of Bodom’u anlamsız ve kalitesiz bulmamı ve akabinde grubun beyni Alexi Laiho’ya olan kıllığımı eklersek, bu ülkeyle yıldızımın pek de barışık olmadığını söyleyebilirdim. Fakat bir süre sonra karşıma çıkan Kylähullut hem ezberimi bozdu, hem de bakış açımı değiştirdi. Hatta şu anda rahatlıkla şu cümleyi kurabilirim: “Sen de güzel bir insanmışsın Alexi”.

Kylähullut, Fin rock/metalinde pek de karşılaşmaya alışık olmadığımız bir türde, yani serseri punk rock ve crossover tarzında kariyerini sürdüren, alkol övücüsü leş bir grup. Tabii şarkı sözleri Fince olduğu için şarkılarında sürekli bir alkol övümü durumunun söz konusu olup olmadığına dair kesin bir yargıya varamıyorum fakat çektirdikleri her fotoğrafta her grup elemanının elinde koca koca viski şişeleri ve ağızlarında yarısı bir dakika içinde sömürüldüğü belli olan sigaraların olduğunu hesaba katarsak, grubun şarkılarında toplumsal konuları işlemediklerini, insan haklarını savunmadığını, hele hele dünya barışıyla ilgili tek kelime etmediklerini gayet rahat bir şekilde anlayabiliyoruz. Adamların kafası olmuş bir milyon, ne dünyası ne barışı allasen. Bunun adı “erkek erkeğe ortamcı alem metal”.

Kylähullut’un müziğinde herhangi bir kurala rastlamak pek mümkün değil. Zaten grubun kuruluş amacı eğlenmek ve kafaları dağıtmak olduğundan, EP boyunca herhangi bir kalıba rastlamıyorsunuz, ki punk rock ve crossover içinde bir kalıp varsa, o da bir kalıbın olmaması gerektiğidir. Eğlence amaçlı kurulan yan projelerin nimetlerinden sonuna kadar yararlanıyor elemanlar, yani istedikleri her şeyi yapıyorlar. Kimsenin “Aman şunu yapmayayım da müziğin bütünlüğüne zarar vermeyeyim”, “Ay şöyle yaparsam grubun binbir çileyle inşa ettiği estetik anlayışını yerle bir ederim” gibi bir derdi yok, herkes kendi gruplarında yapamadıklarını yapmak için burada sanki. Örneğin grubun davulcusu Tommi Lillman aynı zamanda ünlü gotik grup To/Die/For’un da davullarını üstlenmiş bir arkadaşımız ve her akıl, fikir ve mantık sahibi dinleyici Lillman’ın bu albümdeki ataklarının yarısını bile To/Die/For’da yapamayacağını bilir. Asıl grubunda basit ritmlerden ve basit ataklardan öteye gidemeyen Lillman meğer ne kadar da acıkmış twin’e, tom’a. Maşallah abandıkça abanıyor davula, verdikçe veriyor atakları dinleyicinin beynine beynine. Ha, satan, eve ekmek getiren yine To/Die/For, orası ayrı.

EP’de biri intro olmak üzere beş şarkı bulunuyor ve bu şarkıların en uzunu 3.49 dakika. Hal böyle olunca EP tam bir tadımlık görevi üstleniyor. Yani yoğun ve sıkıcı bir günün ardından 2-3 tur döndürerek biraz olsun kendinize gelmeniz olası. Tabii toplamda 11 dakika süren bir kaydı tekrar tekrar dinlemek bir yerden sonra bayabilir fakat grubun vaad ettikleri arasında “dinleyiciye inanılmaz anlar yaşatmak” yok zaten. En fazla üçüncü biranız bitene kadar tekrar tekrar döndürebilirsiniz, ki ondan sonra gerekli moda girdiyseniz Municipal Waste falan açarsınız, böyle böyle işler çığırından çıkar zamanla.

Bir sanat eseri incelemediğim için hiç ayrı ayrı “gitarist ne yapmış, davulcu nasıl bir performans sergilemiş, vokalist sesini bir enstrüman gibi kullanabilmiş mi?” gibi konulara girmiyorum, zira hepsini punk ve crossover sınırları içerisinde tek bir kelimeyle özetleyebileceğimi düşünüyorum; leşlik. Cidden, şu kayıttan ve fotoğraf çekimlerinden bir şey çıkaracak olursam, o da konserlerde her birinin L.G. Petrov sarhoşluğunda olup yapacakları leşliklerle yüzleri hem gülümseteceği, hem de ekşiteceği olur.

Kylähullut’un İngilizce karşılığı “Village Idiots”‘mış. Ben ülkemizde bu tarz bir grup kursam, ismi kesinlikle “Angutlar” olurdu. Yani artık bu cümleyle de Kylähullut’u anlatamıyorsam, hiçbir şekilde anlatamam herhalde. Neyse, 11 dakikalık bir EP için yeterince uzattım sanırım. Toparlarsam, Finlandiya’dan böylesine eğlencelik, çıtır çerez tadında, ağlamayan ve/veya hüzünbaz olmayan bir grup görmek gayet hoş. Leş müziğe ve punk’ın serseriliğine biraz olsun alışkın olan tüm kulakların Kylähullut’u kanıksayabileceğini düşünüyorum. Ancak müzikte ilk olarak estetik arayan, mükemmel düzenlemeler ve şairane sözler olmadan yaşayamayan bünyelerin uzak durması gerektiği de aşikâr. Finlandiya’dan bu tarzda daha da fazla grup çıkması temennisiyle, hepinize iyi günler dostlar. Alkolle kalın.

AVENGED SEVENFOLD’dan yeni klip

Sunday, July 18th, 2010

AVENGED SEVENFOLD, yeni albümü “Nightmare“den aynı isimli şarkıya klip çekti.

Klipte grubun ölen davulcusu Rev Sullivan’ın yerine çalan DREAM THEATER davulcusu Mike Portnoy boy göstermezken, grup klibin son sahnesinde bu konuya da gönderme yapmayı ihmâl etmemiş.

Grup geçtiğimiz günlerde albümden bir şarkıyı daha ortama salmıştı.

GOROD

Sunday, July 18th, 2010

Selamlar. Umarım o taraflarda her şey yolundadır diyor, sorularıma başlıyorum.

İlk olarak, “Process of a New Decline“a gelen tepkiler nasıldı? “Leading Vision” çok iyi yorumlar almıştı, “Process of a New Decline”da da umduğunuz yorumları aldınız mı?

Selam Ahmet. “Process of a New Decline”a gelen yorumlar harikaydı! “Leading Vision”a gelen tepkiler de çok iyiydi, evet, ancak yorumların çoğu, teknik death metalin devleriyle turlamamızı sağlayan albümün “Process of a New Decline” olduğunu söylüyor.

Yakında bir EP çıkaracaksınız ve EP’de 14 dakikalık bir şarkı var. Şarkıyı EP’yi çıkarmaya karar verdikten sonra mı yazdınız yoksa yazdığınız şarkı 14 dakikaya çıkınca “Bunu bir EP yapalım” mı dediniz? Bu şarkı ve genel olarak EP hakkında neler söyleyebilirsiniz?

Uzun bir şarkı yazmayı epeydir istiyorduk. Ancak böyle bir şarkıyı albüme koymak çok zordu, bu yüzden de bir EP çıkarmaya karar verdik. Bu şarkı ilk albümümüz “Neurotripsicks”le başlayan hikâyenin de üçüncü ve son halkası olacak; size değişken atmosferler sunacak ve bir grup olarak sahip olduğumuz farklı etkilenimleri, yine GOROD sound’uyla duymanızı sağlayacak. EP’de aynı zamanda davulda Sam’le tekrardan kaydettiğimiz Earth Pus adlı eski şarkımız, Earth Pus ve Blackout’un akustik versiyonları ve bir de cover şarkı olacak.

GOROD albümden albüme teknik death metalin en iyi gruplarından biri olarak gösteriliyor ve pek çok yorumda gelecekte de çok güzel işler yapacağınız söyleniyor. Siz GOROD’un geleceğini nasıl görüyorsunuz? Albümden albüme daha çok teknikleşmeyi mi, yoksa müziğinizde deneyler yaparak sound’unuzu çeşitlendirmeyi mi düşünüyorsunuz?

Teknik death metal sahnesinde adımızı duyuruyorsak, bunun sebebi kesinlikle en teknik grup oluşumuz değil. Çünkü değiliz. Teknik ve komplekslik anlamında bizden çok daha uç yerlerde duran gruplar var. Bence bizi iyi yapan şey, teknik kasışların nerede sıkıcılaşmaya başladığını iyi biliyor oluşumuz. Bunun yanı sıra şarkılarımızın “müzikal” ve melodik olmalarına da çok önem veriyoruz. Belki farkımız budur. Bunun yanında farklı efektler, sesler, metalde fazla rastlanmayan enstrümanlar da kullanarak müziğimize varyasyonlar katıyoruz ve katacağız. GOROD’un geleceğini böyle özetleyebiliriz.

CYNIC’in Textures’ını cover’ladınız. CYNIC büyük ilhâm kaynaklarınızdan biri mi? Bugünkü GOROD müziğine etki etmiş başka hangi grupları sayabilirsin?

Evet CYNIC tabii ki çok büyük bir ilhâm kaynağı! Ve MASTODON! Onlara da bayılıyoruz! Doksanların ortalarında CYNIC’i keşfettiğimizde onlara hayran kalmıştık. Çok farklı, çok müzikâldiler. Harikaydılar! Tabii ki onları kopya etmeye çalışmadık ama onlardan epey ilhâm aldık. Hepimiz farklı türde müzikler dinliyoruz; klasik rock, 70′lerin funk müziği, hard rock, klasik müzik, etnik dünya müziği; bize farklı melodi anlayışları kazandıracak her tür müziği dinleriz.

Grup adı vermem gerekirse CORONER, DEATH, CARCASS, LOUDBLAST, CANNIBAL CORPSE, MORBID ANGEL, OBITUARY, MASTODON, PESTILENCE, IRON MAIDEN ve METALLICA’yı sayabilirim.

Davulcunuz Sandrine’in “Leading Vision”dan sonra ayrılma sebebi neydi? Şu anda başka bir yerlerde çalıyor mu? Teknik death metal grubunda kadın davulcu görmek çok rastlanan bir şey değil, Sandrine’le karşılaştığınızda ilk tepkiniz nasıldı?

Sandrine işi yüzünden GOROD’dan ayrıldı. İkisini birlikte götüremedi. Şu an sadece kendisi için, zevkine çalıyor. Ben, Mat ve Sandrine doksanların ortalarında birlikte müzik yapmaya başladık. Grupları birlikte keşfettik, müzikâl birikimimizi birlikte oluşturduk. O yüzden davul setinin arkasında bir kızın oturması bizim için her zaman normaldi. Çünkü başka türlüsünü hiç yaşamadık!

Çok steril bir sound’unuz olduğunu düşünüyorum. Elit, hatta zarif bile diyebilirim. Tüm enstrümanlar, en ufak detaylarıyla en temiz şekilde duyulabiliyor. GOROD müziğini böyle temiz yansıtmak sizin seçiminiz mi? Çünkü bildiğimiz gibi bazı gruplar sizinki gibi temiz sound yaratma imkânları olsa bile daha kirli, daha vahşi sound’da albümler çıkarabiliyorlar. Siz kayıt masasında hayli fazla zaman geçiriyor olmalısınız.

Tüm enstrümanlar en iyi şekilde duyuluyorlar evet. “Process of a New Decline”ın kayıtları sırasında miksaj masasında bayağı fazla zaman harcadık. Yine de sound’umuzu steril bulmuyorum. “Organik” demeyi tercih ederim. Albümlerde duyduğunuz şeyler, tam olarak bizim sizin duymanızı istediğimiz şeyler.

Fırsatım olan tüm konserlere giden biri olarak, sahnede teknik death metal gruplarını izlemeyi çok seviyorum. Sahnede müzisyenlik izlemek, zor bir müziği birlikte icra eden müzisyenler görmek bana büyük zevk veren şeyler. Ama görüyorum ki sahnedeki müzik kompleks hale geldikçe izleyiciler nasıl davranacaklarınız bilemiyorlar. Siz sahneden seyirciye baktığınızda, müziğinizin kompleksliği dolayısıyla sabit duran, kollarını kavuşturup sadece izleyen insanlar görmeye alıştınız mı, yoksa siz çalarken herkesin tepindiğini görmek mi istiyorsunuz?

Death metal “canlı” bir müziktir. Sonuç olarak rock müziğin evrimleşmiş bir halidir. Bu da sahneden bir enerji yaymanız gerektiği anlamına geliyor. Canlı çalmaya BAYILIYORUZ; bu müziğimizin çok önemli bir parçası. O yüzden de müziğimizin teknik yanıyla uğraşırken, bunun konserlere olacak etkisini de görmezden gelemiyoruz. Sadece konserlerde daha güçlü çalabilmek adına, albüm kayıtlarında bazı bas partisyonlarını basitleştirmek konusunda tereddüt etmem mesela. Sonuçta sahneye çıkıp enstrümanınız üzerinde matematik problemleri çözmek de izleyen açısından çok zevkli olmayacaktır. O yüzden sahnede coşabileceğiniz şeyler çalıyor olmanız lâzım. Seyirciye gelince, enstrüman manyağı “inekler” ve hata yapmanızı bekleyen “müzik uzmanı” çocuklardansa, hareketli bir seyirci kitlesini tercih ederim tabii ki. Şarkılarımız o kadar da karmaşık olmadığı için genelde hep tepişen, coşan bir kitle önünde çalıyoruz. Çok heyecan verici!

Metal konusunda birtakım özel -hatta takıntılı- zevkleri olan bir dinleyici olarak, solo arkası ritim gitar olayına hep çok dikkat ederim. Çoğu insan solo arkası riflere dikkat etmez ama bence metal dünyasında sololar arkasında gizlenen ve fark edilmeyen bir sürü mükemmel rif var. GOROD bu olaya çok önem veriyor. Sololarınızın arkasındaki kimi rifler birçok başka grubun en önemli rifleri arasına girecek kadar yaratıcı. Senin de metal konusunda böyle özel ilgi alanların ve dikkat ettiğin ayrıntılar var mı?

Çok sağol! Bunu fark etmiş olman harika! Dediğim gibi biz her zaman şarkılarımızın müzikâl olmaları için ter döküyoruz. Sololar gibi, arkalarındaki rifler de bizim melodik müziğimizin önemli parçaları. Bu bizim için çok önemli. Aslında sololar arkasında olan biteni yansıtmak için vardırlar, onları gizlemek için değil.

Ben şarkıları arka arkaya dinledikçe yeni ayrıntılar keşfetmeyi severim. Şarkıların kişiliklerini yaratan ve onları bir şekilde farklı kılan şeyler, çoğunlukla ilk birkaç dinlemede öne çıkmayan, ayrıntılarda gizlenen şeylerdir. Bunları bulmayı çok seviyorum.

LAMB OF GOD’ın son albümü “Wrath” iki CD olarak yayınlandı. Birinde albüm var, diğerindeyse tüm enstrümanların ve vokallerin ayrı ayrı kanal kayıtları mevcut. Yani albümdeki tüm şarkıların sadece davulları, tüm şarkıların sadece gitarları, sadece vokalleri gibi. Bence bu enstrüman çalan insanları parçalara eşlik ettirmek ve enstrümanlarında gelişmelerine yardımcı olmak adına harika bir yol. Ayrıca ticari olarak da zekice bir fikir. Siz de albümlerinizde yüksek düzeyde müzisyenlik sergiliyorsunuz. E bu da beni keşke GOROD veya benzeri gruplar da böyle olaylara girebilseler diye düşündürtüyor. Sence böyle bir girişim maddi olarak külfetli mi olurdu? Keşke daha çok grup böyle şeyler yapabilse.

Böyle bir şeyden hiç haberim yoktu. Güzel bir fikirmiş. Ama bence şarkıların nasıl çalındığını gösteren kitaplar ve tüm şarkıyla birlikte çalmak enstrümanınızda gelişmeniz adına daha yararlı. Benim bakış açım bu. Ama bahsettiğin şeyin de çok iyi bir fikir olduğu kesin. Pek çok insan bu sayede enstrüman çalmaya heveslenebilir. Evet düşündüm de bu bayağı iyi bir fikirmiş. Bu konuyu gruptaki diğerleriyle konuşacağım. Maddiyat kısmını da şirkete sorarım artık haha!

GOROD Rusça’da “şehir” demek. Bu sadece “Neurotripsicks” konsepti gereğince konmuş bir isim mi yoksa daha derinlere inen bir manası var mı?

Amerikalı şirket Willowtip’leyken ilk adımız olan GORGASM’ı değiştirmemiz gerekti, çünkü öyle bir grup zaten varmış. Biz de söylenişi ve logomuz açısından da yazılışı GORGASM’a benzeyen kelimeler düşünmeye başladık ve GOROD’u bulduk. Üstelik ilk albümdeki şarkı sözü konseptimize de uyuyordu; bizce çok iyi oldu.

GOROD gayet cillop bir teknik death metal çalıyor, o yüzden sormak istiyorum: İyi teknik death metal yapmanın formülü nedir? Çünkü biliyoruz ki tekniklik ve müzisyenlik anlamında sınırları zorlayan ama ortaya gayet ruhsuz, anlamsız müzikler çıkaran sayısız grup var. Teknik olalım diye kendi müzikleri içinde kaybolup gidiyorlar. Sizce bu konuda çizgiyi nereye çizmek lazım?

Sadece teknik olsun diye teknik müzik YAPMAYIN. Bu çok sıkıcı bir şey. Bırakın müzikâl tarzınız şarkılarınızı yönlendirsin. Kendinizi kasmayın. Güzel duyulduğunu düşündüğünüz şeyleri yazın. İyi bir şey yazmanın formülü; müzikâllik, melodi ve güçtür!

Fransa’dan fışkıran kaliteli gruplar hakkında ne düşünüyorsunuz? Fransa seksenler ve doksanlarda neleri yanlış yapıyordu, iki binlerde neleri doğru yapıyor?

Bu gerçekten de harika bir şey! Sanırım GOJIRA, HACRIDE, BENIGHTED, KRONOS, PITBULLS IN THE NURSERY veya TREPALIUM gibi grupları kast ediyorsun. Fransa’daki metal patlamasıyla ilgili bir şeyi bilmen gerekiyor: Tüm bu gruplar on yıldan fazla zamandır müzik yapan ve bugünkü konumlarına çok çalışarak ve azmederek gelen topluluklar. Müzikleri on yıl önce de çok iyiydi ama yıllar boyunca kabul edilmeyi beklediler, kendilerini geliştirdiler. Fransa’da saygı duyulan bir metal grubu olmak çok ama çok uzun bir yolculuktur! Çünkü Fransa’da rock kültürü diye bir şey hiçbir şekilde gelişmemiştir.

Şimdi farklı olan şeyse, bugün tüm bu gruplara yardım eden kişilerin, organizatörlerin, kısacası piyasadaki insanların doğru kişiler olmaları. Bunun yanında internet de insanlara müziğinizi yaymak adına çok önemli bir araç tabii ki.

Fransa demişken, bu atılımın öncüsü olarak göze çarpan ana grup elbette ki GOJIRA. Hatta GOJIRA için gelmiş geçmiş en önemli Fransız metal grubu bile diyebiliriz. Siz ve genel oalrak Fransız metal dinleyicisi GOJIRA müziğini seviyor mu? Fransa’da ne kadar büyükler?

Biz GOJIRA müziğini tabii ki çok seviyoruz. Adları GODZILLA’yken barlarda çalıp millete demo kasetlerini dağıttıkları zamanları da biliyoruz. Emin ol ki ta o zamandan benzersiz oldukları ve çok büyük olacakları belliydi! Harika müzisyenler ve Fransa’dan çıkan en önemli metal grubu oldukları da kesin. Fransa’da manyak boyutlarda bir kitleleri var, ancak her Fransız dinleyicinin onlara taptığını da söyleyemem. Her grup gibi onların müziğinden hoşlanmayan insanlar da var.

WATCHTOWER sever misiniz? 20 yıl sonra ilk kez yeni bir şarkı yayınladılar ve o zamanki tazeliklerini koruyor olduklarını görmek harika.

Evet! İşte bizim yaptığımız türde müzik yapan ve bunu en üst düzeyde yansıtan bir grup! Geçmişte önemli işler yapan ve günümüzde tekrardan müzik yapmaya başlayan gruplar olması bence çok güzel bir şey. Bir daha asla göremeyeceğimi sandığım pek çok grubu canlı gördüm: CYNIC, PESTILENCE, ATHEIST, CARCASS ve daha fazlası. Bu açıdan benim adıma harika bir şey! Onlar müziklerini yaymanın bugünkü kadar kolay olmadığı dönemlerde faaliyetteydiler. Günümüz dinleyicileri seksenlerde doksanlarda yaşamış olsalardı bu grupları kesin severlerdi, ancak onlar bu gruplarla iki binlerde tanışma fırsatı buldular ve bu iyi bir şey.

Son olarak, günümüzdeki teknik death metal gruplarından sevdiklerin, farklı olduğuna inandıkların hangileri?

24 saat boyunca metalin her türünü dinleyen davulcumuz Sam dışında bizim modern death metal gruplarını dinlediğimiz söylenemez. Yaşımız çok büyük değil, ama yine de eski tarz şeyleri seviyoruz. Death, rock, hard rock, funk, caz…

Death metal adına her gün sayısız grup çıkıyor, dinlenecek çok fazla şey var!

OBSCURA yeni sayılır ama bence onlar DEATH’in bıraktığı yerden başladılar. Bence çok iyi bir grup. DECREPIT BIRTH de bayağı iyi. Hmm.. Dİnleyip de hayran kaldığım son albüm ise son PESTILENCE albümü “Resurrection Macabre”!. Teknik death metalle eski tarz death metali mükemmel şekilde harmanlamışlar!

Pekâla, hepsi bu kadardı. Harika müziğiniz için size teşekkür ediyorum ve gelecekte de başarı ve şans diliyorum.

Desteğiniz için çok teşekkür ederiz! Umarım bir gün Türkiye’de çalma fırsatını yakalarız. O zamana kadar GOROD’un gücünü damarlarınızda ve beyninizde hissetmeye devam edin!

Sorular
Ahmet Saraçoğlu

EXODUS yeni albümünden üç şarkıya klip çektiğini ve üçünün de aşşşırı iyi olduğunu açıkladı
Bursalı hard rock grubu KARAMESAİ yeni şarkılarını sundu
Pasif Agresif, bir Wordpress marifetidir.