# - A - B - C - D - E - F - G - H - I - J - K - L - M - N - O - P - Q - R - S - T - U - V - W - X - Y - Z

Archive for 2010

NIGHTFALL’dan iki yeni şarkı

Tuesday, July 27th, 2010

Tekrardan birleşen Yunan grup NIGHTFALL, yeni albümü “Astron Black And The Thirty Tyrants“tan “Astron Black” ve “Astronomica / Saturnian Moon” adlı şarkıları alttaki albüm kapağına koydu.

Bu kadar.

ENSLAVED yeni albümünün şarkı listesini açıkladı

Tuesday, July 27th, 2010

Yeni ENSLAVED albümü “Axioma Ethica Odini“nin şarkı listesi belli oldu.

01. Ethica Odini
02. Raidho
03. Waruun
04. The Beacon
05. Axioma
06. Giants
07. Singular
08. Night Sight
09. Lightening

Bir de grubun yeni promo fotoğrafını koyalım.

VOLBEAT – Rock the Rebel / Metal the Devil

Monday, July 26th, 2010

Berca B.

İddialı bir başlık oldu farkındayım. Böylesi iddialı cümlelere sinir olanlar şimdiden bu albümü geçecek 10 albüm aramaya başlamış olabilirler bile. Gerçi benim de iddialı cümlelerle aramın çok iyi olduğu söylenemez fakat katıldığım bir konuyla ilgili iddialı bir ifade gördüğüm zaman da zevkten dört köşe olan bir insanım. Bu yüzden bu başlığı Volbeat’in son yıllarda çıkmış en iyi 5 gruptan biri olduğuna, bu albümün de son yıllarda çıkmış en iyi 10 albümden biri olduğuna inananlara ithaf ediyorum. Yalnız değilsiniz dostlar.

Peki beni böylesi cümleler kurmaya iten sebep nedir? Volbeat’in inanılmaz müzisyenlik yetenekleri mi? Ya da metalin tekrar dünya çapında bir numaralı müzik olmasını sağlamaları mı? Hayır böyle bir şey yok elbette. Ancak Volbeat’in şu anda son yılların en iyilerinden sayılmasının ve artık kadayıf olmuş idollerinin (James Hetfield gibi) bile grubun tişörtlerini üzerlerinden çıkarmamalarının bir sebebi var. O da metal müziğe aldırdıkları nefes ve orijinallik.

Biliyorsunuz, Elvis onlarca yıldır klasik metalcisinden death metalcisine, power’cısından black’çisine kadar pek çoklarını etkilemiş, etkilemediklerinin de yoğun saygısına maruz kalmış bir idol ve rock’n roll’un tartışmasız kralı. Hal böyle olunca şu ana kadar el atmadık tarz, harmanlamamış müzikal yapı bırakmayan metal müziğin neden Elvis ile haşır neşir olmadığını merak ediyor insan. Şimdi düşününce benim aklıma iki seçenek geliyor; ya Elvis çok kutsal bir mevkiide ve kendisine duyulan saygıdan dolayı bir nevi dokunulmaz durumda (ki yazarken bile güldüm, o derece gerçeklikten uzakta), ya da Elvis’in tarzıyla metali birleştirmek baya baya zor ve kaba tabirle göt isteyen bir iş. Rock ve metal camiasında “saygıda kusur etmeme”nin karşılığının ilgili kişinin eserlerini en iyi şekilde yorumlamak olduğunu düşünürsek, Elvis’i metalle buluşturmanın ciddi bir altyapı, konsantrasyon ve ruh sahibi olmayı gerektirdiğini ve bu yüzden buna şimdiye kadar pek de cüret edenin olmadığını anlayabiliyoruz.

İşte tam bu noktada Volbeat devreye giriyor. Her şarkısından belli olduğu üzere müthiş bir Elvis birikimi, muazzam bir rock’n roll sindirimi ve bu elementleri modern bir anlayışla günümüz metaline uyarlamak için gerekli kompozisyon yeteneği grubun adeta paçalarından akıyor. Bu özelliğiyle Volbeat, belli bir akımın önemli takipçilerinden biri olmaktansa, deneyeninin hiç olmadığı (ya da sesini duyuramamış çok çok az örneğinin olduğu) yepyeni ve kendi yarattığı bir kulvarda boy gösterip artık yeni bir şeyler dinlemek için yanıp tutuşan müzikseverlere oksijen maskesi takmayı tercih ederek “son yılların en önemli grupları” kategorisine girmeyi hak ediyor. Özgün olmanın git gide zorlaştığı bu zamanlarda Volbeat gibi nefes aldırıcı grupları sevseniz de sevmeseniz de en iyilerinden biri olduğunu kabul etmemiz gerekir diye düşünüyorum.

Albüme gelecek olursak, şunca satırdır anlatmak istediğim şeyi 4 buçuk dakikaya sığdırmayı başarmış muazzam The Human Instrument ile başlıyor albüm. Country etkileşimleri ile birleşmiş sert gitar tonları, gümbür gümbür bir davul ve tüm bunları birleştirici bir güce sahip şahane bir vokal. İşte Volbeat tam olarak bu. Michael Poulsen o kadar yetenekli ki, tüm bu müziği kendisinin yazması yetmiyormuş gibi bir de her türlü havaya uyum sağlayabilen leziz ses tonuyla pek çoklarını kıskandırmaması elde değil. Doğuştan gelen bu yeteneği haricinde country, rock’n roll ve rockabilly jargonuna olan hakimiyetiyle metal dışı türlü vokal oyunları bilmesi ve dinleyiciyi sürekli şaşırtabilecek kapasitede olması ise mevzuyu iyice başka boyutlara taşıyor. Michael Poulsen bu ilhamını kaybetmediği sürece Volbeat’in önü çılgıncasına açık, orası kesin.

Gitarlar daha önce de dediğim gibi olabildiğine sert ve metal. Yani Volbeat’in “aman müziğim yumuşacık olsun da insanlar rahat rahat dinleyebilsinler” gibi bir mantalitesi yok. Sloganı “annenizin bile dinleyebileceği metal” olan bir grubun bu kadar sert tonlar kullanması hayret verici hakikaten de. Bu bakımdan Volbeat için zoru başarıyor diyebiliriz. Çünkü “piyasa müzik yapıyorlar” demek için fazla sert, “başım ağrıdı kapa şunu” demek için de fazla catchy’ler. Ne kadar direnseniz de (ki direnen neden direnir bilmiyorum) kendinizi bir süre sonra şarkı sözlerini ezberlemiş, ezberlememişseniz de duyduğunuz şeylere yakın kelimeler uydurarak şarkılara eşlik ederken buluyorsunuz. Zaten günümüzde her kesim tarafından kabul görmek istiyorsanız bunu başarabilmeniz lazım. Ha, bunu başarabilen grup sayısı iki elin parmaklarını geçmiyor, orası ayrı. Bu olayın en büyük temsilcilerinden biri de tabii ki Metallica.

Şurası açık ki Volbeat’in tek esin kaynağı Elvis ve klasik rock’n roll değil. Bariz bir Metallica etkileşimi de söz konusu. Grup country ve rockabilly köklerini klasik rock’n roll sanatçılarından alırken, sert ancak dinlenebilir gitarlarını da Metallica ilhamına borçlu. Mr. And Mrs. Ness gibi, River Queen gibi, A Moment Forever gibi, Boa gibi şarkılarda sert ve azgın riflerin, yırtıcı vokallerin ardında Metallica izlerine rastlamak mümkün. Özellikle benim albümde en sevdiğim şarkılardan olan Boa’nın vokallerinde Hetfield öykünmeleri muhteşem olmuş. Aynı şekilde A Moment Forever’ın başındaki Elvis-vari vokallere hasta olmayacak bir insan dahi düşünemiyorum.

Volbeat ile ilgili bir başka güzellik ise şarkılarından adeta neşe ve pozitivizm fışkırması. Albümü dinlerken pozitif enerji almamak mümkün değil. Bu yüzden bir süre dinlemedikten sonra Volbeat kendini özletiyor ve uzun süreli dinlememezlikler yapamıyorsunuz. Bunu eski ve kült bir filmin yeni çekiminin hayal kırıklığı yaşatmaması, günümüzden de birkaç elementin yeterli dozda eklenip şaşırtıcı derecede iyi bir sonuç alınması gibi düşünebilirsiniz. Nostaljik şeyleri yeniden yorumlamak genelde hayal kırıklığı yaratır fakat Volbeat bunun altından kalkmayı başarmış.

Prodüksiyon için de tam olarak amaca hizmet etmiş diyebiliriz. Her şey gayet net ve olması gerektiği gibi duyulurken albümün başından beri amaçladığı “rock’n roll metal” olayında tam bir başarı sağlanmış. Bu arada davul için ayrı bir parantez açmak istiyorum, bu nasıl güzel bir davul sound’udur arkadaş. Kütür kütür, adamın göğsüne göğsüne tekme atar gibi tınlıyor davul. Kick ve tom tonlarının bu kadar iyi olduğu pek az albüm hatırlıyorum açıkçası.

Sonuç olarak Volbeat daha önce denenmemişi deneyerek ve bu deneyinde de muazzam bir iş çıkararak 2000′li yıllarda çıkmış en önemli metal gruplarından biri oluyor bana göre. Şarkı yazım kalitesi olsun, eşlik edilebilirliği olsun, keyif vericiliği olsun ve tüm bunları sağlarken hala metal müzikten kopmamaları olsun, şu anda ülkemizde yavaş yavaş tanınıyor olsa da dünyada iyiden iyiye büyük grup kategorisine girmeye başlamış, nefis bir grup Volbeat. Albümde boş şarkı olmamasını ve çok üst seviyelerdeki kalitesini bir kenara bırakıp, grubun yenilikçiliğini ve metal müzikte farklı bir kulvar yaratmasını, yıllar sonra bunun daha da net anlaşılacağını ve takdir göreceğini düşünerek albüme aşağıdaki puanı veriyorum. Eğer hala Volbeat’ten haberiniz yoksa acele etseniz iyi olur çünkü Volbeat yavaş yavaş “bilmeyeninin hunharca aşağılandığı” gruplardan biri olma yolunda ilerliyor. Elinizi çabuk tutun ve bu albümü bir şekilde edinmeye bakın.

SOILWORK’ten yeni klip

Monday, July 26th, 2010

SOILWORK, yeni albümü “The Panic Broadcast“ten “Deliverance is Mine”a çektiği klibi ortama koydu.


Klip, grubun “Figure Number Five” albümden “Light the Torch”a çektiği klibin devamı niteliğindeymiş.

DARK FUNERAL’da ayrılık

Monday, July 26th, 2010

DARK FUNERAL vokalisti Emperor Magus Caligula, gruptan ayrıldığını açıkladı.

Caligula açıklamasında “Grupla aramda hiçbir olumsuzluk yok. Son zamanlarda hayatımda birtakım değişiklikler oluyor ve yakında evleniyorum, bu yüzden de 15 yıllık bu çılgın yolculuğa bir nokta koymaya karar verdim” şeklinde konuşmuş.

Caligula evlilik olayıyla ilgili de, ünlü aktör Nicholas Cage’in eski kız arkadaşıyla evlenme planları yapan DIMMU BORGIR vokalisti Shagrath’ı (alt resim) kastederek “Merak etmeyin, başkalarının aksine ben A.B.D.’li bi sürtükle evlenmiyorum hahaha” buyurmuş.

ELVENKING’den yeni albüm detayları

Sunday, July 25th, 2010

İtalyan folk/power metal grubu ELVENKING, yeni albüm detaylarını açıkladı.

Sonbahar’da çıkacak olan “Red Silent Tides”ın olayı şöyle:

01. Dawnmelting
02. The Last Hour
03. Silence De Mort
04. The Cabal
05. Runereader
06. Possession
07. Your Heroes Are Dead
08. Those Days
09. This Nightmare Will Never End
10. What’s Left Of Me
11. The Play Of The Leaves

Albümden “The Cabal” adlı şarkıyı albüm kapağından dinleyebilirsiniz.

HEAVEN SHALL BURN’den yeni klip

Sunday, July 25th, 2010

HEAVEN SHALL BURN, yeni albümü “Invictus“tan “Combat”a çektiği klibi yayınladı.

Grup UNIROCK 2010‘da da metalci kitlemizi epey yormuştu.

AVENGED SEVENFOLD – CALL OF DUTY işbirliği

Sunday, July 25th, 2010

AVENGED SEVENFOLD, yeni albümü “Nightmare“den “Welcome To The Family” adlı şarkıyı, çıkmakta olan yeni CALL OF DUTY oyunu “Call Of Duty: Black Ops“un tanıtımıyla birlikte ortama koydu.

Bir taşla iki kuş diyelim.

INTRONAUT’tan albüm haberi

Saturday, July 24th, 2010

INTRONAUT yeni albümünü sonbaharda çıkaracağını açıkladı.

Grubun lideri Sacha Dunable, adı “Valley Of Smoke” olan albüme dair “Kendini beğenmiş biri gibi görünmek istemem, ama yeni albüm kesinlikle tarihte yapılmış en iyi müzik” şeklinde konuşmuş. Albümde ayrıca TOOL basçısı Justin Chancellor da bir şarkıda konuk olarak yer alacakmış.

INTRONAUT özellikle ilk EP’si “Null” ile adından söz ettirmiş ve ardından da iki albüm çıkarmıştı.

SOULFLY – Omen

Saturday, July 24th, 2010

Berca B.

Şu anda az çok tahmin ediyorum ki pek çoğunuz bu sayfayı “Aha da popüler adamın popüler grubu. Bakalım albüm kaç puan almış, tartışma çıkmış mı?” gibi düşüncelerle açtınız. Ki bundan doğal bir şey de olamaz. In Flames gibi, Sepultura gibi, Metallica gibi tartışmalı grupların yeni albümleri çıktığı zaman ben de haklarında yazılan kritiklerde ilk olarak puana ve tartışma panolarındaki kavga potansiyeline bakıyorum. Bu şekilde hem yazarın binbir merak unsuruyla süslediği yazısını piç etmiş, hem de içimdeki vahşi dürtülere ihanet etmemiş oluyorum.

Peki böylesi okunma potansiyeli bol ve önem sahibi bir albümün kritiğini yazan biri olarak işin kolayına kaçmak ve grubun/Max Cavalera’nın ekmeğini yemek isteseydim ne yapardım? Tabii ki Max Cavalera’nın Sepultura’yla imza attığı başarıları, bir zamanlar Brezilya’nın hakir ve ortam görmemiş çocuğuyken nasıl zirveye oturduğunu, binlerce metalci gencin “bırakma bizi Max baba” şeklinde demeçlerine rağmen gruptan ayrılışını ve Soulfly’ı kuruşunu, kah insanın kanını ısıtan sımsıcacık bir hikayeymişcesine, kah yüzyılın kahramanlık öyküsüymüşcesine destansı bir şekilde ballandıra ballandıra anlatarak bir güzel gözünüzü boyardım. Böylece eski güzel günleri hatırlatarak yeni albüme yönelik beklentileri ve dinleme isteğini artırır, yazının sonunda da “vay be, Berca sayesinde adeta geçmişe gittim” hissiyatını vermeye çalışarak övgü peşinde koşardım. Ama Allah’a şükür ahlaklı bir yazarım, öyle şeylerde gözüm yok. Şimdi insan gibi, türlü hilebazlık ve sahtekarlık numaralarına başvurmadan, albümde ne var ne yok, önceki işlere göre ne gibi değişiklikler, ne gibi artılar ve eksiler var, dinleyiciyi tatmin oranı nedir, bir bir anlatacağım izninizle. Buyrun.

“Omen”, Soulfly diskografisinin yedinci albümü ve Soulfly’ın ikinci döneminin son halkası. Biliyorsunuz, Cavalera bu projeyi ilk başlattığında hemen herkes şaşırmış, “lan bu bildiğin nu-metal” diyerek yerin dibine sokmuştu. İnsanlar tam bu sound’a yavaş yavaş alışmıştı ki, Cavalera bu kez “Dark Ages” ile eski günlerine dönmeye başladığının haberini çıtlatmış, daha sonra çıkardığı “Conquer” ile Soulfly diskografisinin tartışmasız en iyi albümünü yapmıştı. O zamandan bu zamana ben de büyük ümitlerle “Omen”i bekliyordum ki, “Conquer”ı aşabilen bir albüm olursa büyük ihtimalle bir başyapıt dinliyor olacaktım. PEKİ O ZAMAN BAKALIM “OMEN”, “CONQUER”I AŞABİLMİŞ Mİ ACABA (sayfayı ilk açtığında nota bakmayanlar için “merak unsurları” vol.1)?

Öncelikle söylemeliyim ki “Omen”, “Conquer”a pek benzemiyor. “Conquer”ın mistik, doğucu bir havası varken “Omen”in daha direkt ve belli bir atmosferden uzak bir yapısı var. Bu havayı daha ilk şarkı Bloodbath and Beyond’da solumak mümkün. Crustpunk’a göz kırpmak şöyle dursun, adeta gözleriyle soyan ve büyük bir şehvetle sevişen rifleriyle ve kirli havasıyla konseptsel bir çalışmanın bizi beklemediğini rahatlıkla anlayabiliyoruz. Ha, albüm için konseptten ve atmosferden uzak dedim fakat zaman zaman doğu rifleriyle veya dünya müziği etkileşimleriyle karşılaşmıyor da değiliz. Sonuçta Soulfly hangi türde müzik yaparsa yapsın yaptığı müzikten bağımsız olarak etkileşimleri hayli geniş olan bir grup. Ancak tüm bunları bir kontekst içinde düşündüğümüz zaman “albümde şu hava hakim” diyemiyoruz.

Bu arada bir Soulfly klasiği olarak tekrar eden rifler ve sözler yine müziğin iskeletini oluşturuyor. Normalde “tekrar eden rifler” tabirini bir grubu kötülemek için kullanırım fakat Soulfly’da işler biraz daha farklı. Max Cavalera bunu nasıl yapıyor anlamış değilim fakat aynı rifi şarkı içinde onlarca kez kullanmasına rağmen çok da sırıttığını veya rahatsız ettiğini söyleyemiyorum. Mesela Lethal Injection’da toplamda 4 rif olmasına (hatta solo arkası rifi saymazsak elimizde 3 rif kalıyor) rağmen şarkı bir şekilde dinletiyor kendisini. Az sayıda rife rağmen şarkıların dinlenebilir olmasını sağlayan en önemli faktörlerden biri ise Marc Rizzo.

Sokağa çıktığınız anda milyonlarca benzerini görebileceğiniz tipiyle klasik metalci profilinden uzak olan Marc Rizzo yine enfes bir performans sergiliyor açıkçası. “Conquer”daki gibi albümün her anında “ben burdayım” demese de şarkıların nefes alması gerektiği yerlerde öyle ferah melodilerle sahne alıyor ki, gitarını duyduğunuz anda “vay arkadaş ne güzel çalıyor adam ya” diyorsunuz. İmzası haline gelmiş olan kısa, hızlı, keskin ve etkili sololarını da yine şarkıların sonunda kullanıyor ve böylece uyandırdığı merak hissiyle dinleyicinin şarkıların yarısında “oof sıkıldım yaa” diyerek şarkıyı atlamasını engelliyor.

Max Cavalera’ya geri dönecek olursak, vokallerinin yine muazzam olduğunu söylemekte fayda var. İster sevin, ister sevmeyin ancak bu adam hala metal dünyasının en ilham verici vokallerinden biri. Söylemeye başladığı anda yanına yaklaşması imkansız bir kasırga hissini veriyor adeta. Bu arada albümde iki konuk vokalimiz var. Biri The Dillinger Escape Plan’den Greg Puciato, diğeri de Prong’dan Tommy Victor. Tommy Victor hadi yine iyi söylemiş de asıl Greg Puciato’nun performansına diyecek bir kelime bulamadım. Nefis nefis. Bu arada ısrarla bahsetmekten kaçındığım konuya, yani sözlere geldi sıra. Yine her şarkının bir avuç sözü var, yine aynı dörtlük içinde sadece bir satır değiştirilerek tekrar tekrar kullanılıyor, yine kafiye en büyük kural falan. Yani ne denebilir ki? Eleştirmeye kalksan eleştiremezsin de. Adamın tarzı da bu yani. İşte tam olarak bu yüzden Max Cavalera tuhaf bir adam. Başka bir grup bunu yapsa kulağı tırmalar, rahatsız eder ama bu adam yaptığı zaman bir şekilde kanıksıyorsun, rahatsız olmuyorsun.

Her Soulfly albümünde ayrı bir parantez olarak gözüken şarkı serisinden bahsedeyim biraz da. Takip edenler bilir, her Soulfly albümünün sonunda albümün genelinden çok çok uzak bir havası olan ve ismi yine Soulfly olan bir şarkı olur. İlk albümlerde bu şarkılar genelde etnik yapılarıyla dikkat çekerken son albümlerde bu şarkılar iyiden iyiye melodik rock/metal şarkılarına dönüşmüş durumda. Bu albümde de gelenek bozulmamış ve son şarkı olarak sunulan Soulfly VII enfes bir melodik şarkı olmuş. Hani grubun ismine bakıp sonra da şarkıları dinleyen bir adam “ee bunun nesi soulfly, adam anca bas bas bağırıyor, ruhumda hiç de bir hareketlenme yok açıkçası” derse, kendisine hemen bu serinin dinletilmesi gerekiyor ki mevzuyu çaksın. Hakikaten bu serinin her bir şarkısı (lan grubun ismiyle şarkı ismi aynı olunca anlatmak ne zor oluyormuş) adamı adeta alıp bir yerlere götürüyor. Tabii yine de en güzel Soulfly bence “Conquer”daki, yani Soulfly VI (lan amma Soulfly dendi be, gruptan tiksindim).

Albümün deluxe versiyonunda 3 adet de cover bulunuyor. Bunlardan ilki enfes bir Led Zeppelin şarkısı olan Four Sticks. Yorum ise çok çok güzel olmuş. Ancak Max babanın ağzına “oo beybi may beybi” gibi laflar yakışmayacağı için vokaller yok. Diğer cover’a ise cover demek zor zira şarkı bizzat Max Cavalera’nın bestelediği Refuse/Resist. Davul başına da büyük oğlunu oturtmuş bu şarkıda (büyük dediğim de 17-18 falan). Diğer cover da Excel’in Your Life My Life’ı. Daha önce şarkının orjinalini dinlemediğim için bir yorumda bulunamayacağım fakat bu şarkıda da Max’in en küçük oğlu Igor davul çalıyor ve kendisi fotoğrafından anladığım kadarıyla maksimum 14 yaşında olmalı. Yaa görün görün elalemin çocuğu kaç yaşında neler yapıyor. Böyle olanaklara çok pis küfürler etmek istiyorum.

Çok uzadı, daha fazla ayrıntı manyağı yapmadan bitireyim en iyisi. Diyeceğim o ki “Omen” yine güzel bir albüm fakat ben bir “Conquer” tadı alamadım. Halbuki ne kadar da heyecanlanmıştım “Conquer” çıktığında, “aha albüme bak, sonraki albümler çok daha pis olacak kesin” diye. Öyle olmadı, sağlık olsun. Yine de keyifli bir albüm olduğunu inkar etmemek lazım. Prodüksiyon da cam gibi zaten. Dinlememek için bir sebep yok. Ha, grubun ismini sürekli duymanıza rağmen hiç dinlemediyseniz ve önyargılıysanız ben derim ki önce “Conquer” albümünü dinleyin. Bodoslama nu-metal seviyorsanız ilk albümleri de dinleyebilirsiniz fakat bu siteye girip nu-metal’den hoşlanmayan %99′luk kesimden biriyseniz çok da tavsiye etmiyorum ilk albümleri. Öyle yani. Düzgün bir son cümle bulamadım iyi mi? Neyse bu seferlik de böyle olsun:

“Bu adam öldü yeaa” diye yapma artislik sağda solda,
Geçirir dişine dirseği Max Cavalera baba.
Akıllı ol, ağzını topla, adamın asabını bozma,
İndirir yumruğu suratına Max Cavalera baba.”

Haydi eyvallah.

DIMMU BORGIR yeni şarkı listesini açıkladı

Saturday, July 24th, 2010

DIMMU BORGIR yeni albümü “Abrahadabra“nın şarkı listesini açıkladı.

01. Xibir (2:50)
02. Born Treacherous (5:02)
03. Gateways (5:10)
04. Chess With The Abyss (4:08)
05. Dimmu Borgir (5:35)
06. Ritualist (5:13)
07. The Demiurge Molecule (5:29)
08. A Jewel Traced Through Coal (5:16)
09. Renewal (4:11)
10. Endings And Continuations (5:58)

Şimdilik bu kadar.

THE CROWN’dan yeni albüm detayları ve yeni şarkı

Saturday, July 24th, 2010

Vokalisti Johan Lindstrand hariç tekrardan birleşen İsveçli thrash/death metal grubu THE CROWN, yeni albüm detaylarını açıkladı.

Grup 27 Eylül’de çıkaracağı albümüne “Doomsday King” adını vermiş ve şöyle de bir kapak yaptırmış:

Albümden “Blood O.D.” adlı şarkıyı albüm kapağından dinlemek mümkün.

DAVE LOMBARDO’nun LENA’yla imtihanı

Saturday, July 24th, 2010

DAVE LOMBARDO’ya, geçtiğimiz günlerde kendisiyle yapılan bir röportajda son Eurovision birincisi LENA’nın “Satellite” adlı parçası dinletilmiş ve ne düşündüğü sorulmuş.

Videodan da görülebileceği gibi, parçayı ilk kez duyan LOMBARDO hem şarkıya, hem de LENA’nın yorumuna bayıldığını ve albümü almayı düşünebileceğini söylüyor.

pasifagresif çok gerekli haberler servisi, Mecidiyeköy’den bildirdi.

MELECHESH yeni albüm adını açıkladı

Saturday, July 24th, 2010

MELECHESH yıl sonuna doğru çıkaracağı yeni albümünün adını “The Epigenesis” olarak açıkladı.

İki aydır İstanbul’daki Babajim Istanbul Studios & Mastering’de kayıt halinde olan grup, on bir şarkının yer alacağı albüm için, “The Epigenesis’in sahip olduğu Doğu-Batı sentezini en iyi yansıtabileceğimiz yer, bu Doğu-Batı sentezinin en iyi yaşandığı şehirlerden biri olan İstanbul’du” şeklinde konuşmuş. Albümden yeni bir şarkının canlı icrasını aşağıdan görebiliyoruz.

METAL HAMMER’dan üç boyutlu IRON MAIDEN kapağı

Friday, July 23rd, 2010

İngiliz METAL HAMMER dergisi, IRON MAIDEN’ın yeni albümün “The Final Frontier“ı kutlamak amacıyla yeni sayısının kapağını 3D olarak çıkaracağını açıkladı.

Sanırız başka bir açıklamaya gerek yok.

Grup geçtiğimiz hafta da albümden ilk klibini ortama koymuştu.

PORCUPINE TREE – In Absentia

Friday, July 23rd, 2010

Değerli okuyucumuz. Size daha iyi hizmet verebilmemiz için, az sonra okuyacağınız yazı kayıt altına alınacaktır. Zira bu yazı, gerçek bir PORCUPINE TREE hayranı sayılmayan, ancak şu anda bahsi geçen albüme tam anlamıyla aşık olan biri tarafından yazılmıştır. Gerçek bir PORCUPINE TREE hayranı tarafından yazılan bir yazıyı okumak için 1′i, bu albümün yazısının neden yine bu gerçek PORCUPINE TREE hayranı tarafından yazılmadığını görmek içinse 2′yi tuşlayınız. Operatöre bağlanmak içinse lütfen bekleyiniz.

Evet. Ben tam anlamıyla bir PORCUPINE TREE hayranı değilim. Grubun dinlediğim kadarlık kısmını çok seviyorum, ancak kısıtlı sayıda albümlerini tam anlamıyla dinlediğim için kendimi grubun tam anlamıyla bir takipçisi olarak görmüyorum. Hatta, gerçek ve uzun süreli PORCUPINE TREE sevenlerince en çok hor görülen PORCUPINE TREE güruhlarından birine, PORCUPINE TREE’yle Mikael Akerfeldt sayesinde tanışan o “light” kesime dahilim.

Şu an üniversitede okuduğum bölümle alâkası olmayan mutlu mesut bir iş hayatım olsa da, hiç istemediği bir yerde üniversite okumuş, hiç istemediği bir bölümü bitirmiş bir kimseyim. Bu satırdan da anlayacağınız üzere, yazı teknik yanlardan ziyade daha içsel ve daha kişisel yorumlar barındıracak. O yüzden, “In Absentia”yı bilmiyorsanız bu yazıdan herhangi bir anlam çıkarabilmeniz zor. Bu yüzden hafif deneysel, çok da uzamayacak bir yazı olacak. Neyse biz ilerleyelim.

Grup sitelerinin şimdiye oranla daha bir anlamının olduğu zamanlardı. O dönemlerde adeta taptığım belki de tek grup OPETH’ti. Akerfeldt’i dünyada eşi benzeri olmayan bir müzisyen olarak görüyor, yeni haber çıkar mı, yeni yorum yazılır mı diye opeth.com’u gün aşırı ziyaret ediyordum. Tabii o dönemler Mike’ın daha bir ketum olduğu, şimdiki gibi stand-up yapmadığı zamanlardı. Günün birinde grup elemanları o sıralar en çok dinledikleri albümleri listeliyor, kısa kısa yorumlar yapıyorlardı. Mike’ın listesinde de PORCUPINE TREE – In Absentia diye bir albüm vardı. Sene 2002′ydi ve belli ki Mike da albümü yeni dinlemişti. Albümün yanında “Gelmiş geçmiş en iyi albümlerden biri” türünde bir ibaresi vardı Mike’ın.

Benim bir numara olarak gördüğüm adam bir albüme böyle dediğine göre, o albüm pek kutlu, pek mübarek bir albüm olmalıydı. Ben de ne yaptım, hemen albüme ulaştım ve dinlemeye başlayamadım, çünkü aynı gün İstanbul’dan yola çıkıp, gitmeyi hiç istemediğim üniversiteme gidecektim. Demem odur ki albümü yanıma aldım ve yolda dinlemek üzere evden çıktım.

Otobüsteki yerimi alıp play tuşuna bastıktan sonraki bir saat, inanıyorum ki farkında olmadan da olsa müzik adına pek çok fikrimin değiştiği bir bir saatti. Çalan müziğe hayran kalmak, büyülenmek, aşık olmak bir yana, sanki çalan müziğin ta kendisi olmak istemiştim. Blackest Eyes’ın yaşattığı değişken duygularla zevkten zevke koşmuş, Trains’de belki de hayatımda duyduğum en güzel şarkılardan birini dinlediğimi düşünmüş, The Sound of Muzak’ta bir şarkı nasıl “cool” olur onu hissetmiş, Gravity Eyelids’i otobüs camından gördüklerime soundtrack yapmış, Heartattack in a Lay By’da zaten sıkııntılı bir dönem geçiriyor olmamın da etkisiyle “Hah şimdi sıçtım” demiştim.

Şimdi biraz daha genel konuşalım.

“In Absentia” ne kadar güzel bir şeydir arkadaş. Hakikaten, “Bence çok güzel”, “Nefis şarkılar var” falandan öte, nasıl güzel bir albümdür bu. İçinde ne kadar çok katman, ne kadar çok başarıya ulaşan fikir vardır. Bir yandan su gibi saf olup, bir yandan da içinden duygular fışkıran bir bileşim olmayı nasıl başarmaktadır? Steven Wilson’ın tartışmasız dehasının grup elemanlarının muazzam müzisyenlikleriyle birleştiği, sözlerinden, konseptinden, en ufak nota tercihine kadar bir albüm bu kadar mı özgün, bu kadar mı sevilesi olur?

Gruba bu albümde katılan Gavin Harrison’ın kusursuz davulculuğundan Edwin’in pamuk kıvamlı baslarına, Wilson’ın karakteristik vokallerinden Barbieri’nin bin bir türlü atmosfer yarattığı klavyelerine, mellotronuna; “In Absentia” bir müziksever için gerçek bir hazine değildir de nedir?

Biliyorum, progresif rock birikimi, sevgisi benden fazla olanlar bu albüme benim yüklediğim kadar büyük bir anlam yüklemiyorlardır, hatta teşkil ettiği önem açısından “In Absentia”dan daha önemli PORCUPINE TREE albümleri de vardır. Ancak benim gibi kısmen yüzeysel bir PORCUPINE TREE dinleyicisi için bu albüm gerçekten de aşmış, kusursuza çok yakın bir albümdür. “In Absentia”yı benden daha iyi, daha derin yorumlayabilecekler mutlaka vardır, onlar da aşağıya buyrunsunlar artık.

“In Absentia” progresif rock açısından muhtemelen pek de bir önem teşkil etmeyen bir albüm olsa da, normalde daha sert şeyler dinleyen (OPETH, vs.) pek çok insanın PORCUPINE TREE’yle tanışması vasilesiyle de adı ön plana çıkan bir albüm diye düşünüyorum. Daha fazla uzatmadan, sözü konunun uzmanlarına bırakarak ortalıktan çekiliyorum.

Yapmak istediğiniz başka bir işlem varsa kareye basınız. İşlemleriniz bittiyse lütfen telefonunuzu kapatınız.

ASPHYX’den DVD

Friday, July 23rd, 2010

ASPHYX, 27 Ağustos’ta yeni bir DVD çıkaracağını açıkladı.

“Live Death Doom” adlı DVD’de grubun Almanya’nın Essen şehrinde verdiği iki saatlik konser ve birtakım başka materyaller olacakmış.

“Live Death Doom”un trailer’ını aşağıdan izlemek mümkün.

Not: Kapak hatırlatması için ihsan’a teşekkür ederiz.

EXTREME’den yeni klip

Friday, July 23rd, 2010

Tekrardan birleşen hard rock grubu EXTREME, yıllar sonra ilk kez bir klip yayınladı.

Verdikleri on üç yıllık aranın ardından 2008 yılında çıkardıkları “Saudades De Rock” albümünde yer alan “Run” adlı parça için hazırlanan klip, grubun geçtiğimiz aylarda çıkardığı yeni DVD’si “Take Us Alive“ın bonus materyallerinden de biriydi.

SHADOW GALLERY Avrupa turnesine çıkıyor

Thursday, July 22nd, 2010

25 yıldır aktif olmasına rağmen ilk konserini geçtiğimiz Nisan ayında veren SHADOW GALLERY, canlı çalmayı sevmiş olacak ki mini bir Avrupa turnesine çıkacağını açıkladı.

Eğer grubu görmek isterseniz, şöyle bir turne programı var:

2 Ekim – ProgPower Europe – Baarlo, Hollanda
6 Ekim – Alcatraz – Milan, İtalya
8 Ekim – 8ball – Selanik, Yunanistan
9 Ekim – Stage Club – Larissa, Yunanistan
10 Ekim- Kyttaro – Atina, Yunanistan
17 Ekim- Biebop – Vosselaar, Belçika

THE ABSENCE yeni albüm detaylarını açıkladı

Thursday, July 22nd, 2010

Amerikalı melodik death metal grubu THE ABSENCE, merakla beklenen yeni albümü “Enemy Unbound“un detaylarını açıkladı.

14 Eylül’de piyasada olacak albümün detayları şöyle:

01. Vertigo
02. Erased
03. Deepest Wound
04. Maelstrom
05. Enemy Unbound
06. Solace
07. The Bridge
08. Wartorn
09. Hidden In White
10. Vengeance And Victory
11. Triumph

Enemy Unbound“da EVERGREY’den Tom Englund da konuk olarak yer alacakmış.

Not: Hatırlatma için Berker İlhan’a teşekkür ederiz.

Bursalı hard rock grubu KARAMESAİ yeni şarkılarını sundu
BENIGHTED’dan klipli yeni şarkı
Pasif Agresif, bir Wordpress marifetidir.