İki hafta sonra başlayacak ve isimleri gizli tutulan yedi adet davulcunun deneneceği seçmeler sonucunda grup yeni davulcusunu açıklayacakmış.
İsimler sır gibi saklansa da, internet yorumlarında (ya da “kulislerde” diyelim havamız olsun) sürekli anılan isimler arasında John Macaluso (ARK), Peter Wildoer (DARKANE), Vinnie Colaiuta, Virgil Donati ve Mike Mangini var.
İsveçli death metal grubu EVOCATION, yeni albümü “Apocalyptic“ten sample’ları alttaki albüm kapağından ulaşılabilecek ortama koydu.
01. Sweet Obsession
02. We Are Unified Insane
03. Infamy
04. Parasites
05. Reunion In War
06. Psychosis Warfare
07. Murder In Passion
08. It Is All Your Fault
09. Curse On The Creature
10. Apocalyptic
FAITH NO MORE basçısı BILLY GOULD, geçen haftalardaki olumsuz haberin aksine, grubun gelecekte de turlayacağına inandığını açıkladı.
“Bu turne bitiyor, ancak gelecekte tekrar sahneye çıkmamamız için bir neden yok” diyen GOULD, grubu henüz izleyemeyen hayranları da biraz olsun rahatlatmıştır diye umuyoruz.
Üç önemli progresif metal grubunun ve daha fazlasının üyelerini buluşturan THE SHADOW THEORY adlı yeni bir proje geliyor.
DEADSOUL TRIBE/PSYCHOTIC WALTZ insanı Devon Graves tarafından kurulan THE SHADOW THEORY’nin kadrosu şu şekilde:
Devon Graves: Vokal
Kristoffer Gildenlöw (DIAL, eski-PAIN OF SALVATION): Bas
Johanne James (THRESHOLD, KYRBGRINDER): Davul
Demi Scott: Klavye
Arne Schuppner (COMPLEX 7): Gitar
THE SHADOW THEORY’nin ilk albümü “Behind the Black Veil”in detayları da şöyle.
01. I Open Up My Eyes (7:04)
02. The Sound of Flies (4:40)
03. Ghostride (5:32)
04. Welcome (5:02)
05. By the Crossroads (5:35)
06. Selebrate (3:17)
07. Snakeskin (3:48)
08. Sleepwalking (5:17)
09. The Black Cradle (5:15)
10. A Candle in the Gallery (3:57)
11. A Symphony of Shadows (7:55)
Albümden “The Sound Of Flies” da üstteki albüm kapağına tıklanarak dinlenebiliyor.
Norveçli acayip grup EXTOL’ü duyanlarınız vardır. Hıristiyanlığa dört elle sarılan ve pek çok farklı türü iç içe kullanan tuhaf bir müzik yapan grup, 2005′te bayağı övgü alan “The Blueprint Dives”ı çıkarmış ve 2007′de de sessizliğe gömülmüştü. Grubu özleyenleri sevindiren haber, EXTOL’ün içinden çıkmış diyebileceğimiz MANTRIC’ten geldi.
EXTOL gitaristleri ve basçısını bir araya toplayan MANTRIC, hmm nasıl desem… yine “farklı” bir müzik yapıyor. RADIOHEAD, THE DILLINGER ESCAPE PLAN, BURST, NEUROSIS ve MASTODON “The Descent”i dinlerken akla gelen gruplardan bazıları. Shoegaze, kısmen sludge ve post-hardcore referanslarına sahip olan albüm, progresif bir anlayış içerisinde, gayet yoğun ve meşakkat isteyen bir müzik sunuyor. Ambiyans yaratma amaçlı klavyeler, yer yer kirli, yer yer melodik gitarlar, değişen tempolar ve bununla birlikte çeşitlenen bir vokal kullanımı, “The Descent”i duyar duymaz karşılaşacağınız dostlarınızdan bazıları.
Yırtıcı saf gitarlar, jilet gibi bir sound arıyorsanız bu kapıya çok ümit bağlamak istemeyebilirsiniz, zira ortada fazlasıyla yoğun ve katmanlı bir müzik var. “Play tuşuna bastığım an şarkı başlasın ve ben o şarkının nasıl bir havası olacağını ilk andan anlayayım, şarkı lafı ağzında gevelemesin” diyorsanız, “The Descent”te sizi sıkan anlarla karşılaşma olasılığınız yüksek; çünkü dediğim gibi biraz uğraştıran, içine girebileceğiniz ölçüde dinleme gerektiren bir yapı var. Albümü epey dinlemiş bir insan olarak, “The Descent”i bir kez dinleyip de olmuş ya da olmamış kararının verilebileceğine inanmıyorum, veren olursa da itibar etmem.
Clean ve yırtıcı vokaller albümde aşağı yukarı aynı orana sahip. Clean olanlarda, yorum tarzı olarak bariz bir Thom Yorke etkisi olduğu gözlenirken, yırtıcı vokaller ise aşırı derecede, konuk vokalist olduğunu düşündürtecek düzeyde THE DILLINGER ESCAPE vokalisti Greg Puciato’yu andırıyor.
Tüm şarkılar farklı öne çıkarlıklar barındırmasa da, grubun EXTOL’den gelen deneyimi ve beste kabiliyeti albümün her anından okunuyor. Favorilerim, duygu yoğunluğuyla girişteki Asylum 2013, vahşi tatlar barındıran Symptoms, grubu en iyi yansıtan şarkılardan Alihorn ve bence albümün en sıradışı parçası olan Water Through Fire (videosu yok maalesef).
Kısacası, içine shoegaze kaçmış post şeylerden hoşlanmıyorsanız, “The Descent” size bayağı bir ağır ve bayık gelebilir. Ancak bu tanım tek kaşınızı kaldırmanıza sebep oluyorsa, denemenizde fayda var.
THERAPY? kariyerindeki ilk canlı albümünü çıkarmaya hazırlanıyor.
“We’re Here To The End” adlı albüm 8 Kasım’da çıkıyor ve detayları da şöyle:
CD1 01. Screamager
02. Sister
03. Turn
04. Enjoy The Struggle
05. Die Like A Motherfucker
06. Stories
07. Meat Abstract
08. Exiles
09. Skyward
10. A Moment Of Clarity
11. Sprung
12. Neck Freak
13. Diane
14. Potato Junkie
15. Dancin’ With Manson
16. If It Kills Me
17. Rust
CD2 01. Nausea
02. Knives
03. Nowhere
04. Evil Elvis
05. Epilepsy
06. Rain Hits Concrete
07. Our White Noise
08. Opal Mantra
09. Fantasy Bag
10. Church Of Noise / The Head That Tried To Strangle Itself
11. Polar Bear
12. Crooked Timber
13. Punishment Kiss
14. Trigger Inside
15. Innocent X
16. Die Laughing
17. Isolation
18. Teethgrinder
Tosin Abasi önderliğinde son iki yılda büyük bir patlama yapan ve adından sıkça söz ettiren enstrümantal progresif metal grubu ANIMALS AS LEADERS, kendi adını taşıyan albümünden “CAFO”ya çektiği klibin bir trailer’ını yayınladı.
Metal dünyasının gelecekteki yıldızlarından biri olarak görülen ANIMALS AS LEADERS, pek çok kişinin olduğu gibi efsanevi gitarist STEVE VAI’ın da ilgisini çekmiş. VAI grupla ilgili: “ANIMALS AS LEADERS’ı ilk duyduğumda, yıllar sonra ilk defa, geleceğin gitar ağırlıklı sert müziğinin sinyallerinden birini duyduğumu hissettim. Gerçekten de harika bir müzikleri var” demiş.
Gene Hoglan Modern Drummer Kasım sayısına kapak oluyor. Böylece ilk kez bir ekstrem metal davulcusu dünyanın en ünlü davul dergisinin kapağına çıkıyor.
Hoglan’ın bu konu da dahil pek çok konuya dair yorumları şöyle:
“Selam millet, umarım hepinizin keyfi yerindedir! Ben kendiminkinin yerinde olduğuna eminim. Son 13 ayın 12sini turlayarak geçirdiğimiz turneye noktayı koyuyoruz. Biz, yani Fear Factory, bu yıl başladığımız bitmek bilmez koşuşturmayı Avustralya, Yeni Zelanda ve Japonya’da Metallica’yla birlikte verdiğimiz birkaç konser ile bitirmiş bulunuyoruz. Bu konserler inanılmaz ve muazzam geçti, aynı zamanda Metallica’nın elemanları olsun ekipleri olsun herkes tarafından son derece iyi muamele gördük. Şey, bir tek tabaklarımızı toplamadığımız için bazılarımıza bağıran şu catering’de çalışan arkadaş hariç. Pardon ya, benim yüzümden oldu. Zaten sözkonusu yemek olunca başım hep bir şekilde belaya giriyor.
Metallica’nın bizi de davet etme kibarlığını gösterdiği çok güzel bir akşam yemeğinde James ile muhabbet etme fırsatı buldum. Ona 30 yıl önce, yani 13 yaşında bir metalci olduğum dönemlerde onunla bir arka bahçe partisinde karşılaştığımızı ve kendisinin hayatımda Maiden tişörtü giydiğini gördüğüm ilk kişi olduğunu anlattım. Bu ev yapımı bir tişörttü, üzerinde ilk Maiden albümünün kapağının tek renk baskısı vardı, ama o zamanlar hiç kimse Maiden’ı bilmezdi, bırakın tişörtüne sahip olmayı! O yüzden ben, ortamın serserisi olarak, bütün gece o nereye gittiyse ben de peşinden gitmiştim. Başına musallat olup “bana da aynısından yapsana” diyip durmuştum. O da tabii ki bana siktirip gitmemi söylemişti. Ve bunu gece boyunca hiç durmadan tekrarlamıştı.
Bu yıl Fear Factory cephesinde olduğu gibi benim için de çok hareketli geçti. Hala da birkaç ayımız daha var. Fear Factory’nin tur döngüsü dört (yoksa beş mi?) kere Avrupa, iki kere Avustralya ve Yeni Zelanda (kolla kendini Tazmanya, bir dahaki sefere listeye eklenmen muhtemel), Birleşik Devletler içerisinde üç kere (dört mü? acaba dört müydü?) bir adet Kanada’yı baştan başa gezdiğimiz (yine de Terry Fox bizden daha uzağa gitmiş olabilir) seyahat, yaklaşık birkaç yüz şov, direksiyon başında bayılan bir otobüs şoförü ve yanıp kül olmuş bir otobüs ile sona erdi.
Bana gelince (Hoglan Endüstrileri’ndeki kölelerin de yardımıyla) yeni web sitemi açtım, bir de The Atomic Clock dvd’sini çıkardım. İçinizde bunu satın alanlara hakkaten durup bir teşekkür etmek istiyorum. Ne kadar makbule geçtiğini anlatamam. Talep şimdiye kadar bayağı coşmuş halde. Ben de insanların beğendiğine çok seviniyorum. Tekrardan her birinize çok teşekkürler. Satın almayıp çalanlarınıza da, valla, tek diyebileceğim şey benim ve benim gibi insanların kendi projelerimizi cebimizden verdiğimiz parayla finanse etmeye devam edeceğimiz, bunlardan zarar ettiğimiz defaların kar ettiklerimizden daha fazla olduğu ve bunu sadece kendimizi mutlu etmek ve sizin hırsızlık işinizi büyütmek için yaptığımız. Cehennemi sizin körpe ruhlarınızla hıncahınç dolduracağız. Tamam, bu biraz abartı oldu ama lafı nereye getirmek istediğimi anladınız herhalde. DVD’yi satın aldıysanız, size teşekkür ediyorum. Çaldıysanız edemiyorum.
Bir diğer ‘utanmaz arlanmaz teşhir’e gelirsek – Aman Tanrım! Sonunda Modern Drummer’ın kapağına çıkmayı başardım! Vay canına, inanabiliyor musunuz? Size sadece şunu söyleyeyim, şu anki kariyerimi elde etmek için 25 yıldan fazla çalışan biri olduğum ve bu olay bir davulcunun kendisi için hayal edebileceği kesinlikle en büyük onur olduğu için, hala bu denli yüceltilmiş olmanın şokunda bulunuyorum. David Ciauro ve Modern Drummer’daki herkese bu inanılmaz ayrıcalığı bana yaşattıkları için teşekkür ederim. Bu dergi biz davulcular için en başından beri bir kutsal kitap mahiyetinde olmuştur ve 27 yıl önce bu derginin ilk sayısını aldığım zaman günün birinde kapağında benim olacağım aklımın ucundan bile geçmezdi. Çok heyecanlı olduğumu söylememe gerek yok herhalde! Zaten ne zaman mainstream olan herhangi bir yerde metalden bir şekilde övgüyle bahsedilse ben heyecanlanırım.
Her neyse, kendimi övmeyi bırakıp sitemin düzenli okuyucularına şunu hatırlatmak istiyorum: DVD’nin basın tanıtımı için sürüyle link, eşek yüküyle röportaj falan filan postaladık. Devamı da gelecek. Bunları hoglanindustries.com’un medya bölümünde bulabilirsiniz. Umarım beni ahkam keserken dinlemekten siz de benim kadar zevk alıyorsunuzdur. Har har.
İşte böyle millet, benden her zaman olduğu gibi önümüzdeki 7-12 yıl arasında yeni bir güncelleme bekleyebilirsiniz. Eminim o zaman da konuşacak bir sürü şeyim olur, hiç şüpheniz olmasın.
Bu yıl şimdiye kadar mükemmel geçti ve daha iki ayımız daha var. Harika!
Ha, bu arada, bu satırları yazdığım sırada 60′ın üzerinde pound (yaklaşık 27 kilo) verdim, çoook daha fazlasını da vericem. Bunun için kadınıma naçizane teşekkür ediyorum.
Finlandiya’nın deli gruplarından IMPALED NAZARENE yeni albümü “Road To The Octagon“un detaylarını açıkladı.
01. Enlightenment Process (2:19)
02. The Day Of Reckoning (2:26)
03. Corpses (2:46)
04. Under Attack (2:45)
05. Tentacles Of The Octagon (1:33)
06. Reflect On This (2:17)
07. Convulsing Uncontrollably (2:14)
08. Cult Of The Goat (3:10)
09. Gag Reflex (3:01)
10. The Plan (2:00)
11. Silent And Violent Type (2:18)
12. Execute Tapeworm Extermination (2:11)
13. Rhetoric Infernal (4:24)
20 Kasım’da çıkacak albümden “Enlightenment Process”e çekilen klip de aşağıdan görülebilir.
Bir anektod olarak, BORN OF OSIRIS’in grup ismi konusunda kararsız elemanlardan kurulu bir grup olduğunu söyleyebiliriz. Grubun ismi şimdiye kadar şöyle bir değişim göstermiş:
DiminisheD (2003-2004) YourHeartEngraved (2004-2006) Rosecrance (2006-2007) Born of Osiris (2007-)
Roine Stolt (THE FLOWER KINGS), Pete Trewavas (MARILLION), Neal Morse (eski-SPOCK’S BEARD) ve Mike Portnoy’lu (eski-DREAM THEATER) kadrosuyla yedi yıllık aranın ardından çıkardıkları “The Whirlwind” ile kariyerlerinin en çok satan albümünü yapan TRANSATLANTIC, şimdi de bir DVD seti çıkarıyor.
Gruba PAIN OF SALVATION’dan Daniel Gildenlöw’ün de gitar ve klavyede eşlik ettiği “Whirld Tour 2010: Live At Shepherd’s Bush London” adlı DVD, grubun 21 Mayıs 2010′da Londra’daki Shepherd’s Bush Empire’da verdiği konseri içeriyormuş. Grup konserde 77 dakikalık tek şarkı “The Whirlwind”in haricinde, bugüne kadar yaptıkları neredeyse tüm parçaları canlı olarak çalmış. Buna, GENESIS gitaristi Steve Hacket’la birlikte çalınan GENESIS klasiği “Return of the Giant Hogweed” de dahil.
DVD 1 (147 dakika) 01. The Whirlwind
02. All of the Above
03. We All Need Some Light
04. Duel With the Devil
DVD 2 (190 dakika) 01. Bridge Across Forever
02. Stranger in Your Soul
03. Documentary
04. Band Interview
05. Return of the Giant Hogweed (Steve Hacket ile)
CD 1 01. The Whirlwind (79:52)
CD 2 01. All of the Above (30:19)
02. We All Need Some Light (8:40)
03. Duel with the Devil (28:31)
CD 3 01. Bridge Across Forever (6:03)
02. Stranger in Your Soul (30:00)
‘’Up there, time is air.
Up there, place is warmth.
Up there, dustbridge; the throne.
Up there, he is alone.’’
Birkaç sene önce, donuk renkleri ve çirkin cepheleriyle her bir tarafımı kuşatan apartmanların kalbimi burkan amansız duyguları daha fazla depreştirdiği kasvetli bir kış sabahı, sıkıla sıkıla okula giderken, müzikçalarımın seçtiği rastgele parçaların henüz dinlemediğim bir albümden çıkıp ilk kez kulaklarımı dolduran kıvançlı melodileri taşımasıyla, harikulade bir müzikal fırtınanın alâmetini de beraberinde getirdiğini anlamıştım. Derin, boğuk ve gırtlaktan okunan vokallerin hangi kelimeleri telaffuz ettiğini pek anlamasam da, doğduğumdan beri arasında büyüdüğüm irili ufaklı çirkin gri binalarla örtülü bu ormanın bana şimdiye kadar hiç bahsedemediği bir hikâyeye, hiç hissettiremediği bir dinginliğe, hiç gösteremediği bir güzelliğe dair bir şeyler anlattığını tahmin etmiştim sanki.
Etrafa araba kornalarının, trafik anonslarının ve kalabalığın keşmekeşinin seslerini yayan Mühürdar Caddesi’nden geçerken bir yandan dinlemeyi sürdürdüğüm destansı alçak perde rifleri, parça tam sessizliğe gömüleceği sırada geri dönen görkemli bir kilise orgu melodisi,boğuk boğuk inleyen davul vuruşları, karanlık duygular dolu bir zirveye ağır ağır tırmanıp geride yıkım ve zafer bırakan şarkı yapıları, her hâlükarda başdöndürücü ve hep dâhiyane şarkı sözleri, sadelik ve hiçliğin eşiğinden tuhaf bir bilinmezlikle çıkan derinliği ve enginliği, huzur dolu bir interlüdün ortasında aniden başlayan fırtınamsı pasajları, yoğun ölçüde minimalist ambiyansı ve gayet kasvet yüklü atmosferiyle farklı ve asil olduğunu hissettiren bu albümü günlük meselelerin hayhuyundan uzakta, bu curcuna tarafından işgal edilmemiş güvenli bir yerde, elimde albüm kapağı, yayıla yayıla dinlemem gerektiğini biliyordum, ama aldırmadan devam ettim.
Nihayet caddeyi geçip, etkinlikleri hakkında bilgi alıp almak istemediğimi soran bir Greenpeace çalışanını kredi kartım olmadığı yalanıyla kibarca reddedikten sonra, o zamanlar jeton satışlarını hâlâ memurların yaptığı Kadıköy-Beşiktaş iskelesinin önünde biriken tıklım tıklım kalabalığa karıştım ve vapuru beklemeye başladım. Garip bir çekiciliğe kapılmama neden olan müziğin eşliğinde vapur kıyıya ağır ağır yanaştıktan, insanlar ıskatalardan hızlı hızlı indikten ve iskele kapıları birer birer açıldıktan sonra merdivenleri tırmanıp üst kata çıktım, kimsenin rahatsız etmeyeceği bir köşeye yerleşip bu esrarengiz albümü daha dikkatli dinlemeye başladım.
Daima özenli ve ölçülü dinlediğim için tazeliğini ve gücünü tüketmediğim bu albümü bugün dinlesem içimde uyandıracağı güç, o gün yirmi beş dakika süren vapur seyahati sonunda içimde uyandırdığı güçle hâlâ aynı olacaktır, kelimelerle tarif etmek zor ve samimiyetsiz olsa da, özellikle de şehir hayatı ürünü olan bir kimse için. Bu güç, şarkıların sözünü ettiği tuhaf hikâyelere eşlik eden doğa manzaralarının, bütün o şifalı suların, karga sürülerinin, gri ve yeşil denizlerin, yaşlı dağların, kadim göğün ve ulu ağaçların, milyonlarca yıldır içinde yaşadığımız, sevişip savaştığımız ve öldüğümüz asıl dünyanın belki de hep varlığını hatırladığımız, hep eksikliğini hissettiğimiz, boşu boşuna aradığımız gücüydü, çağların ısrarıyla genlerimizin hafızasına kazınmış o gücün küçücük bir parçasıydı belki de. Bu gücü bir anlığına, tüylerim diken diken olmuş bir hâlde, hatırladığımı hissettim sanki. Hayır, şehir kültürünün hayatımızın bir kısmını köreltip doğanın güzelliklerini unutturduğuna dair sıkıcı bir anlayışın kurduğu fikirsel bir güç değildi bu, doğaldı. İnsanın en yalın isteklerinden, en güçlü tutkularından, en basit yaşama biçiminden gelen bu güç kendini acımasızca hissettiriyor, ama hiç de öğüt vermeye kalkışmıyordu. Üstelik büyükşehir kültürünün akıl karışıklıklarıyla yüklü bir dinleyicisi olarak bu yabancıl ve tuhaf güç hissi, modernliğin huzursuzluklarıyla çürümüş benliğimi bir şekilde aşağılıyor ve küçümsüyor gibiydi. Şimdiye dek dinlediğim hiçbir müzik, bende aşağılanma hissi uyandırmamıştı.
Bu aşağılanma duygusunu uyandıran şeyin ne olduğunu merak ederdim. Şimdiye dek birçok grup ululuk ve görkemlilik duyguları uyandıran şarkılar yazmıştı. Hatta bazı gruplar sadece bu tür şarkılar yazardı. Doom metal janrının çeşitli alt türlerinden Morgion, Tyranny, Pantheist, Dusk, Thergothon ve Comatose Vigil gibi gruplar bunlara örnek gösterilebilir. Hayranlık ve şaşkınlık duygusu ister istemez küçülme ve eksiklik hislerini beraberinde getirir, ama Skepticism’in bu albümde yaptığı şey bu gruplardan başka bir şekilde, aşağılık duygusunu da beraberini getirmişti benim için.
Gururdu bunu sağlayan. Bu inandırıcı, etkileyici albüm bir yandan beni iç dünyama bir yolculuğa zorlarken, gurur ve üstünlük hissi dolu melodileri, şarkı sözleri ve atmosferiyle bana karşısında ne kadar korkak ve ahmak olduğumu hatırlatıyordu sürekli. Hatırlatmak diyorum, çünkü hiçbir zaman bunu dile getirmeye tenezzül etmiyordu, hatta farkında bile değildi, içinden geldiği gibi davranıyordu. İki benliğin, eski asil ve mağrur benliğimle şimdiki sinsi ve yavşak benliğimin çarpışmasının doğal ve planlanmamış bir sonucuydu bu. Benliklerin varoluşlarının yüzyüze gelmesini gerektiren bir mecburiyetten kaynaklanıyordu. Bu müzikte kasıt veya kötücüllük mevcut değildi.
Burada, bu elli yedi dakikalık müzikte Skepticism, dağların ötesinden çeşitli belirtilerle gelip bir gün toprakları dağlayıp kül edeceğine yemin eden bir fırtına, rüzgarlarla öykülerini fısıldayan hep koyu yeşil ormanlar, sessiz kanatlarıyla yaklaşan filolar, damarlarında alev akan savaş yeminleri, göklerde bir yerde haşmetli bir karga gibi temaları seçip tuhaf bir formülde birleştirip hep o gücü hatırlamaya mecbur ediyordu beni. Ama bu yaratıcı ve çarpıcı albümün üslubuyla dile gelen müzikle taşınan şeyin yalnız o güç değil, yitirdiğim benliğimin şimdiki benliğimle ettiği bir alayı da taşıdığını bildiğimden, o eski benliğin gururu ve kibri karşısında hissettiğim aşağılanmışlık duygusunu da taşıdığını bildiğimden, kendimden kaçmamı sağladığı kadar beni kendimle yüzleştirdiğinden, hep korkuyla karışık bir saygıyla dinledim bu müziği.
Çünkü o eski benlik ne istediğini, nasıl istediğini, neden istediğini biliyordu. Modernliğin getirdiği iç huzursuzluklara, bütün o maddelere sıkıştırılmış duygulara, sözde karasevdalara, hırslı ideolojilere ve uçuk kaçık inançlara ihtiyacı yoktu. Aklı duru, ruhu dingindi.Tıpkı beşinci parçada adı geçen mağrur karga gibi, yani zamanın hava olduğu yerde, yukarıda duran mağrur karga gibi, yalnızdı o.
Fin melodik death/gothic metal grubu CATAMENIA’nın kurucusu ve solo gitaristi Riku Hopeakoski, kendisi dışındaki tüm grup elemanlarının CATAMENIA’dan ayrıldığını açıkladı.
Hopeakoski açıklamasında ortada hiçbir sürtüşme ve sorun olmadığını, ayrılan elemanların müzik yapmaktan sıkıldıkları ve başka projelere ağırlık vermek istedikleri için CATAMENIA’yı terk ettiklerini ve hepsine teşekkür ettiğini söylemiş. Grup vokalist hariç tüm yeni kadrosunu şimdiden oluşturmuş bile.
Alman melodik folk/death metal grubu SUIDAKRA yeni albümünü duyurdu.
Türkiye konserlerinin ardından stüdyoya girecek olan grup, kaydedeceği bu onuncu albümüne “Book of Dowth” adını vermiş. Şimdilik başka bir ayrıntı yok.