# - A - B - C - D - E - F - G - H - I - J - K - L - M - N - O - P - Q - R - S - T - U - V - W - X - Y - Z

Archive for 2010

JAMES MURPHY – Feeding the Machine

Friday, February 5th, 2010

Berca B.

Hayat mücadelesine çok erken yaşta atıldım sevgili okurlar. Yaşıtlarım “ben romaryoyum, ben del piyeroyum!” diye top peşinde koşup, birbirlerine kızdıkları zaman “geç lan kaleye öküz” diye kavga ederken ben İngilizce’ye muhteşem basan kafam sayesinde sınıf arkadaşlarımın ödevlerini yapar, kendi paramı kendim kazanırdım. Lakin bir gün bir arkadaşım parası olmadığını ve bana para yerine kaset verebileceğini söylediği gün hayatım başka bir yöne doğru yol almaya başlamıştı. Bu kaset, The Offspring’in “Americana” sıydı.

feedingthemachine_1

“Neymiş lan bu?” diyerek evdeki dandik kasetçalara taktığım zaman aklım çıktı adeta. Oynak mı oynak, kral mı kraldı resmen. Bu mutluluğumu gören ve o zamana kadar müzikle hiçbir ilgim olmadığını bilen ebeveynlerim ise kendilerinden beklenen tepkiyi verdiler ve dans etmemi istediler. Etmedim. Çünkü olduğum yere çivilenmiştim. Zaten bu müzikte nasıl dans edilebilirdi ki? Başka bir şeydi bu.

Zaman içinde o arkadaşımdan para yerine daha fazla kaset istedim. Master of Puppets’lar, Ride the Lightning’ler akıyor, ben her geçen gün daha da şok oluyordum. Bir gün o arkadaşım hayatını rap ve hiphop’la birleştirmeye karar verip, bu tarzda verebileceği başka kasedi olmadığını söylediği zaman kendi başıma bir şeyler yapmam gerektiğini anlamıştım. Soluğu aldığım yer ise ilginçtir Carousel’deki Toyz’R Us’dı. Belki hatırlayanlar vardır, orada eskiden ufak bir bölümü müzik market olarak kullanıyorlardı. Etrafa bakınırken gözüme bir kaset çarptı. Kaslı, yarı çıplak, savaşçı tipli bir adam vardı kapakta (tabii ki Manowar). “Heralde aradığım şeylerden biri budur” diyerek satıcıya doğru yöneldim. “Metal seviyorsun ha?” dedi. “Evet” dedim. “Dur başka bir şey vereyim sana” dedi ve başka bir kaset gösterdi.

feedingthemachine_feedingthemachine

Kapak çekici bir şekilde ürkütücüydü. Ne olduğunu anlayamamıştım, hatta orada bir insan olduğunu bile zar zor seçebilmiştim. Almaya karar verdim. Koşa koşa eve gidip 8-9 kilo ağırlığında takoz ötesi kasetçalarıma taktım. Ve…

feedingthemachine_3

Kısa bir “metale nasıl başladım?” hikayesinden sonra peşin peşin söyleyeyim, James Murphy şu zalım hayatta en sevdiğim gitaristtir. Kendisini henüz velet bir yaşta keşfetmemden ötürü, benim için yeri çok, çok ve çok ayrıdır. Bana yaşattığı o şok, üzerinden bunca yıl geçmesine rağmen hala tazedir ve unutulacak gibi değildir. Hala dinlediğimde aynı etkiyi yapar. Birazdan ayrıntılarıyla ele alacağım albüm sayesinde hepimizin metale başladığı ilk yıllarda içinde hissettiği o “araştırmalıyım, bulmalıyım, keşfetmeliyim” duygusunu bana aşılamıştır. Çok farklı bir şeydir yahu.

“Feeding the Machine”, James Murphy’nin “Convergence”dan sonra gelen ikinci solo albümü. İlk dinlediğim zamanlarda hiçbirini tanıyor olmasam da albümde öyle bir kadro var ki, fevkalade korkutucu. Bütün gitarlarda James Murphy, tek bir şarkı dışında tüm baslarda Steve DiGiorgio ve davullarda Deen Castronovo. Vokallerde ise -birazdan isimlerini sayacağım- zibilyon tane hayvan. Yani, insan dinlemeye başlamadan önce destur çekmeden edemiyor.

Albümle aynı isimli Feeding the Machine giriyor önce. Ama öyle bir giriyor ki, o anda acil bir işiniz çıksa kalkıp gidemezsiniz. Sakin ama sinirli bir rif, yaratıcılık kokan davullar ve şahane bir vokal seçimi. Zaten James baba albüm boyunca her şarkıya o kadar isabetli vokaller seçmiş ki ne albümün bütünlüğü bozuluyor, ne de şarkıların kalitesinde en ufak bir düşüş yaşanıyor. Bu şarkıda da Clark Brown var (kendisi şu anda hâli hazırda Geezer Butler’ın vokalisti, onun dışında bir olayı yok bildiğim kadarıyla). Sesi enfes uymuş açıkçası. Ve tabii ki ecnebinin söylediği şekilde James Murphy trademark’lı sololar. Metal dünyasında çok fazla iyi gitarist olabilir, çok fazla mükemmel sololar atabilen adamlar çıkabilir ancak pek azı James Murphy’de yaşandığı gibi dinlendiği anda tanınabilecek pozisyondadır. James Murphy herhangi bir albümde konuk sanatçı olduğunda kartonete bakmadan, sadece dinleyerek orada olduğunu anlayabilirsiniz, kalabalık kadrolu bir gitarist albümünde kim hangi soloyu atıyor karıştırabilirsiniz ancak James Murphy her zaman kendini belli edecektir.

Albüm bir sözlü, bir enstrümantal olarak ilerliyor. Her şarkıyı ayrı ayrı incelemek istemiyorum yoksa devasa bir yazı olur ancak her şarkı o kadar sevgi besleyici, saygı uyandırıcı ki. Özellikle Chuck Billy kralın can verdiği bir No One Can Tell You var ki, of aman. Yine muhteşem rifler, yine harika bir vokal seçimi. Testament’te kullandığından çok az daha farklı, daha tiz bir vokalle genel hatlarını belirlediği ancak brutallerinden de mahrum bırakmadığı bir vokal seçmiş Chuck baba ve sonuç efsanesel. Sololar için pek fazla söyleyebileceğim bir şey yok, kendi kendine savaş vermiş yine James Murphy ve bu savaşın içinde klavyeler de var. Evet, gitar soloları yetmediği gibi bu şarkıdaki klavye soloları da James Murphy’ye ait. Ya sen ne biçim bir adamsın be.

feedingthemachine_2

Hani her şarkı çocuğum gibi, hiçbirini birbirinden ayıramıyorum ama şuraya kadar bahsettiklerimiz dışında özellikle dikkat çekilmesi gerekenler… Eee… Hepsi. Yani yok, birbirinden ayırmak mümkün değil. Bir tek belki Deconstruck biraz diğerlerinden geride duruyor gibi. Dinlerken orgazma sürüklemesi garantili bir Stu Hamm solosu barındıran muhteşem fusion etkili Odyssey, albümün iki cover’ından biri. Şarkıyı bir Dixie Dregs’den dinleyin, bir de James Murphy’den dinleyin ve çıkardığı inanılmaz işi ayrıntısıyla görün diyorum. Hemen ardından giren Through Your Eyes ise ilk iki dakikasında fırtınalar koparan, sonra sessizliğe bürünen, sonra tek kelimeyle manyak bir soloyla tekrar dirilen harika bir şarkı. Sonrasında yine bir cover geliyor, ki bu kez isim daha bomba: AL DI MEOLA. Race With the Devil On Spanish Highway gibi orjinali ayrı mükemmel bir şarkıyı öyle bir hale çevirmiş ki üstad; sesi aç, gözleri kapat ve kendine zevklerden zevk beğen. Sonrasında dinleyiciyle buluşan Visitors ise ayrı bir parantezi hak ediyor. Artension vokali John West öyle bir döktürmüş ki, en kadir kıymet bilmezi bile anında kelebeğe çevirecek şekilde söylemiş. Bu adam niye çok fazla tanınmıyor, bilinmiyor, ya da sallanmıyor o da ayrı bir tez konusu. Albümün kapanışı ise içli mi içli, duygusal In Lingua Mortua’yla yapılıyor. Evet, maalesef seans bu kadar.

Prodüksiyon için söylenebilecek pek fazla bir şey yok. Kristal bir sound yok ama zaten ses teknisyenliği ve prodüktörlük de yapan James baba bu konuda da acayip güzel bir iş çıkarmış. Demek istediğim, albümün ruhuna çok uygun bir çalışma. Yoksa eminim kendisi de biliyordur kristal sound yapmayı, ama seçimi bu yönde olmuş ve iyi de olmuş.

Yavaş yavaş toparlayayım. James Murphy harika bir insandır. Elini değdirdiği her şey istisnasız güzel olur. Bu gelenek bu albümde de bozulmamış, yine muhteşem bir iş çıkarmıştır. En çok death metalle adı anılan bir insan olmasına rağmen progresif yönü bir hayli baskın ve etkilendiği fusion gruplarının şarkılarını da içeren bir albüm yapmış ve bunda çok başarılı olmuştur. Çünkü, tekrar söylüyorum, kendisi nefis bir insandır. Şu aralar ne yaptığını merak ediyorsanız artık tamamen iyileşti ve Ultimate Metal forumlarında kendi elinden okuduğuma göre Abigail Williams adlı adını sanını pek bilmediğim bir black metal grubunun yeni albümünde konuk olacak, bize sololar atacakmış. Ayrıca günümüz ekonomik koşullarının berbatlığından dem vuran, nasıl tasarruf edilmesi gerektiği konusunda öğütler de veren bir yazı dizisi var ki, okumadan geçmeyin diyorum. Hoşça kalın.

Berca B.

DAN SWANÖ’den son havadisler

Friday, February 5th, 2010

Metal dünyasının en aktif insanlarından DAN SWANÖ, takipçileri tarafından merakla beklenen ve çok uzun bir süredir yapım aşamasında olan projesi SECOND SKY’a dair sessizliğini bozdu.

swano_second_1

SWANÖ, 2000 yılında durdurduğu diğer bir progresif rock projesi olan UNICORN’un ardından, SECOND SKY’ı tüm projelerinden ayrı tutmuş ve kariyerinde yaptığı/yapacağı belki de en kişisel albümü yapacağını söylemişti.

swano_second_2

SWANÖ, uzun süredir haber alınamayan SECOND SKY’a dair “Daha çıkmasına zaman var. Hatta epey var. Bu albümü aceleye getirmeyeceğim. Ne zaman içime sinerse o zaman çıkaracağım” şeklinde konuşmuş.

Adı “Souldiving” olması beklenen albümün müzikal içeriği içinse “UNICORN müziğini devam ettiren, MARILLION’ın 1985-1995 arası, KANSAS, ASIA, GENESIS, PINK FLOYD ve YES gibi grupların “progresif olmayan” dönemlerinden izler taşıyan bir albüm olacak” diyen SWANÖ, diğer yandan pek çok yeni grubun kayıt, miksaj işleriyle de ilgilenmeye devam edeceğini söylemiş.

THEM CROOKED VULTURES’dan yeni albüm

Thursday, February 4th, 2010

Kendi isimlerini taşıyan ilk albümlerini geçtiğimiz aylarda çıkaran THEM CROOKED VULTURES, 2010 sonbaharında ikinci albümlerini de çıkaracaklarını duyurdu.

themcrookedvultures_album2_1

Grup yaptığı açıklamada “Hepimiz müzik piyasasında itibarı olan kimseleriz, o yüzden işimizi ciddiye alıyoruz. Çok çalıştığımız için de bir sürü yeni müzik yazıyoruz. Yaz sonu gibi stüdyoya girip ikinci albümü hemen çıkaracağız” şeklinde konuşmuş.

Yakın aralıklarla albüm çıkarmak demişken, folk metal grubu KORPIKLAANI’nin son üç yılda yirmi sekiz albüm çıkardığını da hatırlatalım.

TRIVIUM’da kadro değişikliği

Thursday, February 4th, 2010

TRIVIUM, son turnesi öncesinde kişisel sebeplerle gruptan bir süre izin isteyen davulcusu Travis Smith’i gruptan çıkardı.

trivium_davulcu_1

Smith’in yerine daha önce fazla profesyonel tecrübesi olmayan Nick Augusto adlı genç geldi.

Bilindiği gibi Travis Smith aynı zamanda metal dünyasının en çok övgü alan albüm kapaklarından da sorumlu değil, çünkü bu Travis Smith o Travis Smith değil.

JASON BECKER – Perpetual Burn

Thursday, February 4th, 2010

Müzik konusunda beni isyan noktasına getiren üç şey vardır. Bir grubun aşırı şişirilmesi, Metallica vs Megadeth tartışmaları (Megadeth döver) ve en kıl olduğum da müzikte devrim yaratabilecek yetenekteki pek çok müzisyeni zamansız kaybetmemizdir. Chuck, Dimebag, Randy Rhoads, Cliff, SRV, Criss Oliva ve daha niceleri… Daha yapabilecekleri, müzik dünyasına kazandırabilecekleri onca şey varken. Bunca isim arasından bence en yeteneklisi ve kadersizi Jason Becker.

perpetualburn_1

Bir müzisyenin -üstelik de müziğe bu kadar tutkun birinin- başına hayattayken beste yapamamak kadar kötü bir şey gelemez herhalde. Fakat o, doktorların onu pençesine alan ALS hastalığı yüzünden “3 yıl içinde sinir sistemin çökecek ve öleceksin” demesine rağmen, konuşamasa da, gitar çalamasa da, özel bir sistem yardımıyla beste yapmaya devam ediyor. Peki sıkıntısı neymiş biliyor musunuz? “Notaları düşündüğü kadar hızlı yazamamak”.

İşte Jason’ın insanlarla iletişim kurma şekli:

Bu da genel bir Jason Becker belgeseli (ilk izlediğimde neredeyse ağlıyordum):

Jason için her şey Marty Friedman ile kurdukları Cacophony ile başladı. Neo Classical/Speed/Thrash metal etkileşimiyle ve Japon kültüründen (ve gamından) etkilenerek yaptıkları albümler “Speed Metal Symphony” ve” Go Off!” şaheser niteliğindedir. Üstelik bu şaheserlerden “Speed Metal Symphony”nin kayıtlarında Becker daha 16 yaşında! (Gitar niteliği olarak Cacophony’den daha üstün bir grupla karşılaşmadığımı da belirteyim.) Marty Jason için: “Gördüğüm en çabuk öğrenen gitarist” demiştir o zamanlar.

perpetualburn_3

Ve yine o zamanlara ait bir canlı performans. Elinde yoyo varken attığı sololara ve muhteşem sağ bilek tekniğiyle attığı sweep’lere özellikle dikkat ediniz:

Gel gelelim o zamanlar (1987) için çok ileride olan bir müzik icra ettikleri için albümleri satmaz ve ikili kendi solo albümlerini yapmak için ayrılırlar (Birbirlerinin solo albümlerine gerek konuk gitarist olarak, gerekse besteci olarak az çok yardımları dokunacaktır).

Ve geldik Jason Becker’ın ilk solo albümü “Perpetual Burn”e. Zaten kanıtlamasına gerek olmayan teknik becerisiyle, aniden değişen “progresif” şarkı yapılarına rağmen inanılmaz derecede duygu içeren bir albüm yaratmayı başarmıştı Jason. Kendisini müziğe adamış ve o zamana kadar sadece Kirk Hammett var sanan bir yeni yetme olan şahsım adına tam bir şok olmuştu bu albüm.

perpetualburn_perpetualburn

Neyse anılarımı tazelemeden şarkılardan bahsedeyim kelimeler yetmese de.

Altitudes: Altitude’un kelime anlamı “rakım, irtifa”. Şarkının yarattığı kendinden geçme hissini yeterince anlatıyor zaten. Duygu bakımından albümün zirvesi. Hele ortalarındaki muhteşem klavye destekli sweep picking bölümü sweep picking’i mekanik ve duygusuz bir teknik olarak eleştiren zihniyete kapak olacak nitelikte. Kesinlikle sadece albümün değil, şimdiye kadar dinlediğim tüm enstrümantal parçalar içinde en iyisi.

Perpetual Burn: Tekniğin biraz daha ön planda olduğu bir parça. Sweep’leriyle adının hakkını veriyor. Daha çok “neşeli” bir şarkı olduğunu söyleyebilirim. Neşe de bir duygudur ama hep minör olmaz!

perpetualburn_4

Mabel’s Fatal Fable: Albümde anlatmakta en çok zorlandığım parçalardan biri. Klasik müzik esintisinin en yoğun hissedildiği parça. Sonu bekli de albümün deneysel progresife en yakın kısımı. (Boğazında düğümlenmek böyle bir şey işte. Sen kalk Mabel’s Fatal Fable gibi bir parçayı böyle geçiştir…Taş olursun TAŞ!)

Air: Dünya üzerinde bu kadar melodi zengini bir parça yoktur herhalde. Böylesine bir nota cümbüşünde hiç mi tekrar olmaz? Çift telle çalındığı için Jason bu parçada penasını değil parnaklarını konuşturur. Ayrıca albümün bateri içermeyen (ve buna ihtiyaç duymayan) tek parçasıdır. İçinde distortion kırıntısı bile barındırmaz. Değişik lezzetlere açıksanız MUTLAKA denemelisiniz.

Temple of the Absurd: Albümde ritim gitarın açıkça kullanıldığı tek parça diyebilirim.Özellikle finalindeki muhteşem çift gitarlı solo çok çarpıcı. Ana melodiye katılan ikinci gitar onu adeta bir keman gibi destekliyor.

perpetualburn_6

Eleven Blue Egyptians: Adından da anlaşılacağı üzere Doğu müziği etkileşimli bir parça. İniş çıkışları o kadar ansızın ve orijinal ki, “Oha bu bir insanın aklına nasıl gelebilir” tarzı anlarla dolu resmen. Tabii ki şarkının asıl bombası sonundaki muhteşem blues solosu. Jason’ın kendi stiliyle harmanladığı bir hayli orijinal bir blues solosu olmakla birlikte dinlediğim en iyi blues sololarından da biri.

Dweller In Cellar: Albümün en progresif parçası. O kadar sık değişiyor ki “Hala aynı parçada mıyız?” sorusunu soruyorsunuz kendinize. Özellikle son dakikalarında bir coşuyor ki! Dinlemeden, yaşamadan bilemezsiniz diyorum.

Opus Pocus: Albümün finali olan bu parça bana kalırsa bir Uzak Doğu hikayesini anlatıyor. İnanılmaz bir atmosfere sahip. İnişleri çıkışları ve hafiften Japon gamı kullanımıyla kesinlikle albümün hakkını veren bir final…”Perpetual Burn” masalının son sayfası…

Albümü metalci kafasıyla dinlememenizi öneririm. Zira çoğu virtüöz albümü gibi rif namına neredeyse hiçbir şeyi olmayan bir eserle karşı karşıyayız. İllâ ki distortion diyorsanız, Jeff Loomis’in “Zero Order Phase” albümü aradığınız ilaçtır.)

Hepinizin yüreklerinde “Perpetual Burn” oluşturması dileğiyle…

perpetualburn_2

Berat Mutluhan SEFEROĞLU

UNEARTH’ten yeni klip

Thursday, February 4th, 2010

Metalcore’un adı sıkça anılan isimlerinden UNEARTH, 2008′de çıkarttıkları “The March” albümünde yer alan “Crow Killer” klibinin yeni bir versiyonunu yayınladı.

Önceden de dediğimiz gibi, konserli klip çıktı mertlik bozuldu. Tersane veya metruk binada geçen daha çok klip istiyoruz.

DEVILDRIVER üçüncü klibini yayınladı

Thursday, February 4th, 2010

Son albümü “Prey for Villains” ile coştukça coşan DEVILDRIVER, albümden “Another Night in London”a klip çekmiş. Klip şimdilik yalnızca Roadrunner Records’a özel olduğu için, alttaki resme tıklayarak videoya ulaşabiliyorsunuz.

devildriver_klip_1

Daha önce de albümden “Prey for Villains” ve “Faith Stepped In” parçalarına klip çeken grubun bir de eski klibini koyalım. Ne de olsa geçmişini bilmeyen, geleceğe Niyazi (tam olmadı sanki).

UNLEASHED’den yeni albüm detayları

Wednesday, February 3rd, 2010

Yirmi yıllık death metal grubu UNLEASHED, yeni albümü “As Yggdrasil Trembles“ın detaylarını açıkladı.

unleashed_album_1

01. Courage Today, Victory Tomorrow!
02. So It Begins
03. As Yggdrasil Trembles
04. Wir Kapitulieren Niemals
05. This Time We Fight
06. Master Of The Ancient Art
07. Chief Einherjar
08. Return Fire
09. Far Beyond Hell
10. Dead To Me
11. Yahweh And The Chosen Ones
12. Cannibalistic Epidemic Continues
13. Evil Dead [DEATH cover'ı] [bonus]

UNLEASHED, Viking hikayeleri ve Kuzey mitolojisinden beslenen sözlerle başta Hristiyanlık olmak üzere din kavramına saldıran şarkı sözleriyle tanınıyor.

unleashed_album_2

Grubun kadrosunda İsveç death metalinin kült grubu NIHILIST’in (eski ENTOMBED diyelim) basçısı Johnny Hedlund da vokalist ve basçı olarak yer alıyor. İlgilenenlerin hatırlayacağı üzere NIHILIST, Hedlund’la olan anlaşmazlık sonrasında Hedlund’u gruptan atmak yerine toptan dağılmış, kısa bir süre sonra da Hedlund’suz olarak ENTOMBED adıyla kurulmuştu. Yirmi yıl öncesinin olayı şimdi fazla deşmeye gerek yok.

TESTAMENT – The Gathering

Wednesday, February 3rd, 2010

TESTAMENT’ı neden bu kadar çok seviyoruz? Chuck Billy’nin sürekli gülümseyen babacan tavırlarından mı? Basın tarafından “Big Four” olarak anılan dörtlünün yanına yaklaştırılmamalarının verdiği “güçsüzün yanında olma” hissiyatından mı? Yoksa basın ne diyor önemsemeden, aşmış bir thrash metal grubu olduklarını bildiğimiz için mi?

Klasik kadrosunu kaybetmesinin ardından albümden albüme çok sayıda yıldız ismi ağırlayan TESTAMENT, tarihler 1999′u gösterdiğinde bu kadroların en babasıyla çıkmıştı karşımıza. Dinlediğim ilk TESTAMENT albümü olan “The Gathering”, bana böylesi kendine özgü ve sert bir thrash metal grubuyla karşılaşmanın sevincini yaşatmış, zevkten zevke koşmama sebep olmuştu.

Bir önceki “Demonic“te Chuck Billy başta olmak üzere death metal havalarına göz kırpan TESTAMENT, “The Gathering”de de bu tavrını sürdürmüştü. Albümün iyi anlamda iç daraltıcı, boğucu havası, tüm riflerde sezilen bir uğursuzluk hissi, “The Gathering”in özel bir albüm olmasını sağlayan başlıca etmenlerdendi.

Bunun ve albümün önceki TESTAMENT albümlerine oranla daha hızlı olmasının sebebi, Chuck Billy’nin de belirttiği üzere Eric Peterson’ın o dönemlerde temellerini attığı senfonik black metal projesi DRAGONLORD‘du. Grubun 2001 çıkışlı albümü “Rapture“a bakıldığında, “The Gathering”dekilere benzer çok sayıda rif ve bölüm duymak mümkün.

thegathering_1

Elemanlara şöyle bir baktığımızda zaten ortalama ve altı bir şeyle karşılaşmamızın pek mümkün olmadığını görüyoruz. Thrash metalin en kendine özgü seslerinden Chuck Billy ve rif fabrikası Eric Peterson’ın yanına, davulda Dave Lombardo, basta Steve DiGiorgio, gitarda da James Murphy gelmişti. Bir “hoşt!” diyor, devam ediyoruz.

Metalle birazcık olsun ilgilenen herkesin dibini düşürecek ve her biri için ayrı makale yazılabilecek bu üç yeni isim, albümün o nefis sertliğini, kabus havasını daha da körükleyen performanslara imza atıyor hepimizin bildiği gibi. Lombardo’nun eşi benzeri olmayan atakları, DiGiorgio’nun kütür kütür basları ve tabii ki James Murphy’nin olmayan soloları… Neden? Neden lan neden? Metal dünyasının en yaratıcı sololarından bazılarını atan bu adamın bu eşsiz yeteneğinden neden faydalanılmaz? Nedeni açık: albümü daha direkt, daha bodos kılmak. Tamam o açıdan mantıklı bir tercih sayılabilir, ama insan düşünmeden edemiyor. Sırası gelmişken, düşünmeden edemeyen tek kişi biz değiliz. Zira albümün kayıtlarının hemen sonrasında beyin tümörü teşhisi konan ve neyse ki başarılı bir ameliyatla bu derdinden kurtulan James Murphy de, ameliyatın bir yan etkisi olarak bugün “The Gathering” albümünün kayıt sürecine dair hiçbir şey hatırlamıyormuş. Tuhaf.

Eric Peterson’ın jilet gibi gitar sound’u ve Billy’nin kariyerinin belki de en karanlık performası da eklenince dinlemeye doyulmaz bir thrash metal albümüne dönüşen “The Gathering”in böylesi sevilesi ve gümbür gümbür oluşunun perde arkası sebeplerinden biri de, elini attığı her şeyi altına çeviren Andy Sneap mucizesinden başkası değil. Albümün kendine özgü o lanetli ve sert havasını mükemmel pekiştirmiş Sneap efendi.

Az önce dedim ama bir kez daha diyeyim, Lombardo. Dave Lombardo’nun bu albümdeki performansı gerçekten de öyle böyle değil. Çift kroslar, o ataklar, insan kafayı yer hakikaten. Belli ki kayıttan önce “baba sen takıl ne istiyorsan onu yap, coşabildiğin kadar coş” demişler, Dave de kudurdukça kudurmuş. SLAYER’daki pek çok performansını gölgede bırakan bir iş yapmış.

Hangi birini saysak diğerlerine ayıp olacak, ama albüm daha baştan D.N.R. (Do Not Resuscitate) ile kafa göz yarmacasına giriyor. İlk kez dinleyeli on yıldan fazla oldu, hâlâ doymak bilmeden dinlediğim şarkılar arasında kendine yer buluyor bu üç buçuk dakikalık canavar. Lombardo’nun groove’un kralını yaptığı Down For Life, bence grubun en büyük hitlerinden olabilecekken sadece Saw V soundtrack’inde yer almakla yetinen True Believer, kafa sallamayanı dövüyorlarmış nidalarıyla karşılanan Three Days of Darkness ve arkasından gelen alev topu Legions of the Dead ile albüm daha ne oluyoruz demeye fırsat kalmadan sizi yere sermiş oluyor (ki daha anca yarısına geldik). Dikkat edilirse adı geçen bu son parça, “One Kill Wonder” dönemlerinde sürekli TESTAMENT tişörtüyle gezen Anders Björler’in, özellikle o dönemde TESTAMENT’tan yoğun ilham aldığının kanıtlarından biri diye düşünüyorum. Zaten o albümdeki Marco Aro vokali ile bu albümdeki Chuck Billy vokali zaman zaman çok benzeşiyor.

İyi şarkıları tek tek sayarsak elimize geçecek tek şey tüm şarkı adlarını zikretmek olacağından, buna hiç bulaşmamak en iyisi. İsmini vereceğimiz son şarkı da, duymamış insanlar olabileceği düşüncesiyle, Japonya bonusu Hammer of the Gods olsun. Albümün genel havasının bir hayli dışında, kendi halinde bir enstrümantal.

“The Gathering” bir bütün olarak thrash metalde güzel olan ne varsa yansıtan, birbirinden şahane sayısız rif, harika bir davul performansı ve mükemmel bestelerle dolu, dinlemesi çok zevkli bir albüm. Açıkçası “The Gathering”e dair bahsedilecek çok da fazla şey yok, zira albüm bahsedecek şeyden çok dinlenecek şey sunuyor. Play tuşuna basıyorsunuz ve kulaklarınıza dolan şey eşliğinde coşum coşum coşuyorsunuz.

thegathering_thegathering

Başladığı gibi bir anda bitiveren ve benim ve benim gibi birçokları için “Souls of Black” sonrasında çıkan en iyi TESTAMENT albümü olma özelliğini de taşıyan “The Gathering”, her ne kadar albümün death metale fazlasıyla yakın havasını pek sevmeyen ve bu yüzden de albümü gerçek bir thrash metal albümü olarak görmeyen insanlar olduğunu bilsem de, şahsen “thrash metal nasıl olmalı?” sorusuna vereceğim cevaplardan biri. On yıl önceki tazeliğini bugün dahi koruduğu düşünüldüğünde, torunlarımız da metal dinlediği takdirde onları da gazla dolu bir albümün beklediğini söyleyebiliriz (bir gün çocuğum olursa vasiyetimdir, torunlarıma metal sevgisi aşılasınlar).

FEAR FACTORY’den klip

Wednesday, February 3rd, 2010

FEAR FACTORY, haftaya piyasada olacak yeni albümü “Mechanize“dan “Fear Campaign” adlı parçaya klip çekti.

Klip çileli hayatımızı gözler önüne sermesiyle dikkat çekiyor.

TRIPTYKON yeni kapağını açıkladı

Wednesday, February 3rd, 2010

Tom G. Warrior’ın yeni grubu TRIPTYKON, yakında çıkacak ilk albümü “Eparistera Daimos“in kapağını açıkladı.

triptykon_kapak_1

Kapağın tasarımcısı, ilk andan fark edildiği üzere Alien serisi de dahil sayısız işe imza atan efsane çizer H. R. Giger.

triptykon_kapak_3

Giger daha önce de grubun 1985′teki albümü “To Mega Therion”ın kapağını çizmişti.

triptykon_kapak_2

LEGION OF THE DAMNED’den DVD

Tuesday, February 2nd, 2010

Hollandalı thrash metal grubu LEGION OF THE DAMNED, 23 Nisan Gençlik ve Spor Bayramı’nda yayınlayacağı DVD setinin fragmanını yayınladı.

DVD’de LEGION OF THE DAMNED’in ülkemizde verdiği konsere dair görüntülerin yanı sıra, bin türlü bonus materyal ve cicili bicili pek çok şey olacakmış.

SOILWORK’ten ilk stüdyo videosu

Tuesday, February 2nd, 2010

SOILWORK davulcusu Dirk Verbeuren, şu sıralarda kaydetmekle meşgul oldukları yeni albümleri “The Panic Broadcast“ten bir kısmı içeren kısa bir davul performansını yayınladı.

Daha önceki haberden de hatırlanacağı üzere grup “The Panic Broadcast” için şimdiye kadar yazmadıkları kadar zorlayıcı ve sert şarkılar yazdıklarını belirtmişti.

IRON MAIDEN – Flight 666

Tuesday, February 2nd, 2010

Gelmiş geçmiş en önemli metal grubu kimdir bilmiyorum ama, IRON MAIDEN’ın bu sıfata en yakın birkaç gruptan biri olduğu kesin. Bruce Dickinson’ın ağzından “Scream for me Istanbul!” lafını duymayı yıllardır bekleyen bu milletin evlatlarından biri olarak, herkes gibi ben de o “kutlu” günü elbet bir gün gelecek diye endişeli bir hevesle beklemekteyim.

666_1

Böylesine canlı, seveniyle iç içe, milyonlarca insanın ortak coşkusuyla ayakta duran bir müzikte adı en çok anılan ve belge niteliği taşıyan başlıca şeyin, karanlık mı karanlık, iç boğucu, her sahnesi planlı programlı çekilmiş olan “Some Kind of Monster” olması ilginç bir durum. Yine gelmiş geçmiş en önemli metal gruplarından birini konu etse de, “Some Kind of Monster” genel olarak “tatsız” bir ürün.

666_8

Onun ardından Sam Dunn’ın elinden çıkma “Metal: A Headbanger’s Journey” ve “Global Metal” geliyor. Metalin gerçek yüzünü gördüğümüz bu coşkulu filmler, bizim kadar IRON MAIDEN’daki amcaların da hoşuna gitmiş olacak ki, 2008 içerisinde gerçekleştirdikleri efsanevi Somewhere Back in Time turnesini bir belgesele dönüştürmeye karar vermişler. İyi de etmişler.

Baştan söyleyeyim, dünyanın en büyük IRON MAIDEN hayranı değilim. Grubu çok severim, kimi parçaları daha velet sayılacak yaşta aklımı başımdan almış, beni büyülemiştir falan, ama çok sık dinlediğim, vazgeçemediğim bir grup değildir. Genelde fazla öne çıkmayan şarkılarını daha çok seven, herkes “Fiir ov dı daaark” diye gezerken “koot samveeriiin taaaaaaym” diye gezen bir kişiyim. Diğer yandan gruba karşı sonsuz bir saygı beslemekten de geri kalmam.

666_3

Her neyse, konumuza dönelim. Öncelikle “Iron Maiden: Flight 666″ bir grup DVD’si değil. Bu yüzden içinde fazla bonus materyal, ıvır zıvır yok. İki saate yakın süren bir belgesel film dışında elimize geçen, belgeselde performans örnekleri verilen parçaların toplandığı konser CD’si. Olayı özel ve değerli kılansa, bu iki saate yakın süre içerisinde olup bitenlerin aşmışlığı.

Nedir bunlar… Bir kere elimizde dünyanın en aşmış uçağı var. Bakmaya doyulmayacak güzellikte, metal kavramını şu kadarcık seven birini bile tebessüm ettirecek bu Eddie armalı uçak, filmin de başrollerinden biri konumunda. Onun dışında, Ed Force One adlı uçağımızın pilot koltuğunda dünyanın en yetenekli vokalistlerinden biri oturuyor. Bu nasıl güzel bir histir, o uçakta olmak için neler verilmez, bunlar ayrı konular (uçağımızın sarışın hostesi de ayrı bir konu, şimdilik girmeyelim).

666_7

Onun haricinde bulduğu her fırsatta komiklikler yapan, hayatı çok sevdiği her halinden belli bir Nicko McBrain var (onun da tüm vücudunu saran aşırı dar taytına girmeyelim). Ve tabii ki diğer grup üyeleri ile hayatlarını IRON MAIDEN’la geçiren kadrolu elemanlar var.

666_2

Bana kalırsa olayın en ilginç kısmını Bruce Dickinson oluşturuyor. 45 günlük bir süreçte 11 ülkede 23 konser veren ve toplamda yarım milyon kişiye ulaşan bu canazor turnede, Bruce Dickinson sahnedeki yerinde duramaz performansının yanı sıra bir de pilot kabininde 80.000 kilometre yol yapıyor.

666_9

Böylece okuyunca çok bir şey değilmiş gibi gelebilir, ama Dickinson’ı pilot üniforması ve elinde valiziyle uçaktan çıkıp otele girerken görüp, bir de aynı akşam nasıl dehşet bir canlı performans sunduğuna tanık olunca, üstelik devasa bir stadyum konserinin ertesi sabahı tekrar binlerce kilometre yol yapıyor olduğu görünce, helal demekten kendinizi alıkoyamıyorsunuz. Bu yaşta bu güç, bu heyecan, gerçekten de hayran olunası.

Diğer elemanlara bakarsak, genelde sessiz sakin takıldıklarını, yok efendim golf oynamaktır, tarihi yer gezmektir bu tip sofistike uğraşlarla turnelerin konserden arta kalan zamanlarını değerlendirdiklerini görüyoruz.

666_10

Şu iki saat bile, IRON MAIDEN’daki elemanların gerçekten de kıskanılası düzeyde zevkli ve mutlu bir hayat sürdüklerini görmeye yetiyor. Her gece bir stadyum dolduruyorsunuz, milyonlarca kişi adınızı haykırıyor, kendi uçağınızla dünyanın istediğiniz her noktasına gidebiliyorsunuz ve üstüne de birkaç neslinize yetecek kadar para alıyorsunuz. Daha mükemmel bir hayat nasıl olur bilmiyorum.

Yazıyı paketlemek gerekirse, “Flight 666: The Film” IRON MAIDEN seven herkesin aklını başından alacak güzellikte, tüyleri diken diken eden, çok sevdiğimiz bu müziğe en çok emeği geçen gruplardan birinin bunca yıl sonra bile neden el üstünde tutlduğunun, ufak bir kesim tarafından bile eleştirilmediğinin ve hep saygı duyulduğunun kanıtı niteliğinde bir yapım. Metal dinleyen, konser atmosferini seven herkesin izlemesi gereken arşivlik bir eser.

666_5

Son olarak, “nerelere gidiyolar buraya gelmiyolar” geyiği yapmayacağım, gelmiyorlarsa bir sebebi vardır elbet. Gerekli koşullar oluştuğunda buraya da gelirler. Gelmezlerse de o bizim hatamız olur; sonuçta grubun Türkiye’ye bir garezi falan yok.

666_4

Daha bir son olarak, bu yazıyı IRON MAIDEN konserine gitmesine izin verilmeyince istifa edip konsere koşan Kolombiyalı arkadaşa adıyorum. Kral bir insanmışsın Miguel… Ya da Alfonzo… Ya da Fernando… Adını bilmiyorum.

666_11

En son olarak, sayın Steve Harris, kızlarınızdan şu en naif görünen, en çıtıpıtı olana talibim. Cidden bak. Türkiye’ye gelmeyecekseniz gelmeyin tamam ama şu konuyu bi konuşmamız lazım gözünü seveyim.

DARKTHRONE yeni albüm detaylarını açıkladı

Tuesday, February 2nd, 2010

DARKTHRONE, yeni albümü “Circle The Wagons“u 5 Nisan’da çıkaracağını açıkladı.

darkthrone_album_1

Albümün ayrıntıları da şöyleymiş:

darkthrone_album_4

01. Those Treasures Will Never Befall You
02. Running For Borders
03. I Am The Graves Of The 80s
04. Stylized Corpse
05. Circle The Wagons
06. Black Mountain Totem
07. I Am The Working Class
08. Eyes Burst At Dawn
09. Bränn Inte Slottet

Nocturno Culto albümle ilgili “Bu albüm şimdiye kadarki en heavy metal ve rock ‘n roll albümümüz olacak. Artık o yöne kayan şarkılar yazmayı seviyorum” şeklinde konuşmuş.

SHADOW GALLERY’den klip

Tuesday, February 2nd, 2010

Progresif metalin önemli isimlerinden SHADOW GALLERY, son albümü “Digital Ghosts“tan “Gold Dust” adlı parçaya klip çekmiş.

Kliple ilgili tuhaf bir ayrıntı, klipte ünlü aktör Will Smith’in babasının da bulunması iken, grupla ilgili tuhaf bir ayrıntı ise klipte canlı çalarmış gibi yapan SHADOW GALLERY’nin, çeyrek asırlık kariyerindeki ilk konserini önümüzdeki Nisan ayında verecek olması.

ANACRUSIS geri dönüyor

Monday, February 1st, 2010

Kısıtlı bir kitleye ulaşan ancak çıkardığı albümlerle progresif/melodik thrash metal adına hatırı sayılar işler ortaya koyan ANACRUSIS, son albümünden tam on yedi yıl sonra geri dönüyor.

anacrusis_album_1

Grup, öncelikle “Suffering Hour” ve “Reason” albümlerinin baştan çalınıp kaydedilmiş hali olan “Hindsight: Suffering Hour & Reason Revisited” ile sevenleriyle buluşacakmış.

anacrusis_album_2

CD1:

01. Present Tense
02. Imprisoned
03. R.O.T.
04. Butcher’s Block
05. Apocalypse
06. A World To Gain
07. Frigid Bitch
08. Fighting Evil
09. The Twisted Cross
10. Annihilation Complete/Disemboweled
11. Injustice

CD2:

01. Stop Me
02. Terrified
03. Not Forgotten
04. Wrong
05. Silent Crime
06. Killing My Mind
07. Misshapen Intent
08. Afraid To Feel
09. Child Inside
10. Vital
11. Quick To Doubt

Thrash metali progresif öğelerle süsleyerek icra eden ve adı geçen albümlerde de kendine özgü bir sound oluşturan ANACRUSIS’in son albümü “Screams and Whispers”, thrash metali yakından takip edenler tarafından gizli bir klasik olarak anılıyor.

SLASH’ten solo albüm detayları

Monday, February 1st, 2010

Efsane gitarist SLASH, kendisi gibi ünlü isimlerle dolu ilk solo albümünün detaylarını açıkladı.

slash_album_1

01. Ghost (Ian Astbury, feat. Izzy Stradlin) (3:34)
02. Crucify The Dead (Ozzy Osbourne) (4:04)
03. Beautiful Dangerous (Fergie) (4:35)
04. Promise (Chris Cornell) (4:41)
05. By The Sword (Andrew Stockdale) (4:50)
06. Gotten (Adam Levine) (5:05)
07. Doctor Alibi (Lemmy) (3:07)
08. Watch This Dave (Dave Grohl, Duff McKagan) (3:46)
09. I Hold On (Kid Rock) (4:10)
10. Nothing To Say (M. Shadows) (5:27)
11. Starlight (Myles Kennedy) (5:35)
12. Saint Is A Sinner Too (Rocco De Luca) (3:28)
13. We’re All Gonna Die (Iggy Pop) (4:30)

Bonus:

14. Baby Can’t Drive (Alice Cooper, Nicole Scherzinger)
15. Paradise City (Fergie, Cypress Hill)

slash_album_2

SLASH, kendiyle aynı adı taşıyan albümle ilgili “Çok iyi de oldu, çok güzel iyi oldu” şeklinde konuşmuş.

AS I LAY DYING yeni albüm adını açıkladı

Monday, February 1st, 2010

Hristiyan değerleri öne çıkaran metalcore grubu AS I LAY DYING, bahar aylarında çıkaracağı yeni albümünün adını “The Powerless Rise” olarak açıkladı.

asilaydying_album_1

AS I LAY DYING çıkardığı her yeni ürünle en çok satanlar listesine giren, bu yüzden de son dönemde firması Metal Blade’i ziyadesiyle memnun eden bir profil çiziyor.

MORS PRINCIPIUM EST – Inhumanity

Monday, February 1st, 2010

Melodik death metal sevdiğim saydığım ve en çok dinlediğim türlerden biridir. Geçmişte “IRON MAIDEN’ın hızlandırılıp sert vokal eklenmiş hali” diye özetlense de, günümüzde çok daha geniş bir perspektifte değerlendiriliyor bilindiği gibi. Doksanların ilk yarısında İsveç’ten çıkan DISMEMBER ve benzeri melodiklikte gruplardan daha çok, daha kolay dinlenen ve kolay hazmedilen IN FLAMES, DARK TRANQUILLITY türünde gruplar doğal olarak daha geniş bir kitleye hitap ediyor ve seviliyorlar.

inhumanity_1

Şarkı yapıları itibariyle yazması nispeten kolay bir tür olduğundan ve İskandinav illerinde grup kurmak, burada halı sahaya adam toplamaktan daha kolay olduğu için, çıkan grup sayısı da akıl almaz boyutlarda bildiğiniz gibi. Bu durum, beraberinde düşen kaliteyi de getiriyor tabii.

Zira yılda “oha” dedirten üç grup çıksa, üç yüz tane de bu “oha” dedirtenin kopyası çıkıyor. Bu sebeple de türle yakinen ilgili kişiler, orijinal, başkasını andırmayan, ya da en azından kendine özgü bir tarafı olan grup bulduklarında, bildiğin yavşak gibi seviniyorlar. Ben de bunlardan biriyim. Çok sevdiğim bu tür içerisinde, son on yıl içinde gerçekten de illallah dedirtecek kadar çok sayıda bayık, sıkıcı, birbirinin çakması grup dinledim. Yine bu on yıl içinde birkaç tane de yüzümü güldüren, “ooh yaşadık” diye düşündüğüm grupla karşılaştım. MORS PRINCIPIUM EST bunlardan biri.

Bizleri Finlandiya’dan selamlayan bu arkadaşlar, bence bundan sonra da geçemeyecekleri güzellikte bir ilk albüm yayınladılar. Nedir bu gençlerin olayı bakalım.

Grup şu anda bu albümü yapan kadrodan farklı bir yapıda olduğundan, ben olayı sanki bu albümün zamanındaymışız gibi değerlendireceğim. Bir kere grupta biri bildiğin öküz olmak üzere iki adet çok iyi gitarist var. Melodik death metal gruplarının klasik sorunlarından melodi arkası rifler konusunda yakın zamanın en iyilerinden birini dinlediğinizi daha ilk andan fark ettiren MORS PRINCIPIUM EST’te gitaristler, enstrümanlarını iyi bildikleri için bu türde duymaya alışık olduğumuzdan çok daha farklı rif ve şarkı yapılarıyla karşılıyorlar bizi. Grubun Finlandiyalı oluşunun verdiği hüzünlü melodi ve rif durumu burada da karşımıza çıksa da, MORS PRINCIPIUM EST olayı hiçbir zaman klavye ağırlıklı gotik tınılara götürmüyor ve türdaşı pek çok grubun çalamayacağı serilikte ve süratte riflerle ilk andan öne çıkıyor. ETERNAL TEARS OF SORROW gibi gruplarla tümüyle alâkasız bir gruptan bahsediyor olduğumuzun altını çizelim.

Bir sonraki albümleri “The Unborn”daki Pure şarkısında rastlayacağımız düzeyde deneysel işler barındırmayan “Inhumanity”, her şarkısının birbirinden ayrıldığı, bahsettiğim ölçüde bir kısır döngü içerisindeki bu tür içerisinde gerçekten de taze bir nefes gibi gelen, birbirinden yaratıcı ve saygı duyulası bestelerle dolu bir çalışma. Dozu mükemmel ayarlanmış klavyelerin önündeki keskin rifler ve bir şekilde MORS PRINCIPIUM EST dinlediğinizi size fark ettiren melodiler, grubun öne çıkmasını sağlayan bu özgün şarkı yapılarını ve kendine has sound’un yaratımına katkıda bulunuyorlar.

Sonraki albümlerde sunileşen ve soğuklaşan gitar sound’u, “Inhumanity”de gayet cillop, duyulduğu anda sevilesi bir havaya sahip. “Oha rife bak” diye düşündüğünüz bir rifin üstüne, “amaaan IN FLAMES bu” gibi hisler beslemenize olanak tanımayan yaratıcı melodiler eklenince, üstüne yırtıcılığı tam kıvamında bir vokal ve müziğin dinamizmini hiç düşürmeyen bir de davul gelince, karşınıza türde yeni açılımlar yapabileceğini hissettiğiniz bir grup çıkıyor.

ARCH ENEMY’nin son yedi sekiz yıldır aynı albümü çıkarttığını düşünüyor, IN FLAMES’i artık o istediğiniz melodik death metalden uzak görüyor, SOILWORK’ü de fazlaca mekanik ve “planlanmış” buluyorsanız (tamam DARK TRANQUILLITY’ye laf yok), MORS PRINCIPIUM EST henüz duymadığınız en iyi melodik death metal gruplarından biri olabilir. “The Unborn”da da iyi bir iş çıkaran, “Liberation = Termination”da ise nispeten ortalama üstü bir iş yapan grup, şu an tarif etmeye (ve reklamını yapmakta) olduğum “Inhumanity”de çok çok iyi bir işe imza atmıştı.

inhumanity_kapak

Başta “Inhumanity” olmak üzere MORS PRINCIPIUM EST’i, melodik death metali hâlâ sevenler ve türü eskiden sevip de artık bayık bulanlara öneriyorum. Türle haşır neşirseniz ve grubu henüz duymadıysanız, hoşunuza gidecek bir şeyler bulacağınızı garanti edebilirim.

EXODUS yeni albümünden üç şarkıya klip çektiğini ve üçünün de aşşşırı iyi olduğunu açıkladı
Bursalı hard rock grubu KARAMESAİ yeni şarkılarını sundu
Pasif Agresif, bir Wordpress marifetidir.