Avrupa’nın en çok satan metal dergilerinden olan ve çeyrek asırdır faaliyetini sürdüren METAL HAMMER, okuyucu ve yazar kadrosunun oylarıyla son on yılın en iyi albümünü seçmiş:
Başka pek çok dergi tarafından da 2007 yılının en iyi albümü seçilen, Grammy Ödülü’ne aday olan “The Blackening”, pek çok yayın organında MACHINE HEAD’in şimdiye kadarki en iyi albümü olarak nitelendiriliyor.
James Hetfield da dahil pek çok önemli isim tarafından da son yılların en iyi albümlerinden biri olarak gösterilen “The Blackening”, dünyanın pek çok ülkesinde de en çok satan albümler arasına girmiş, MACHINE HEAD’in bunca yıllık kariyerinde belki de hiç tatmadığı ölçüde ilgi çekmesini ve cebini doldurmasını sağladı. Grup üç yıldır ara vermeden turluyor ve bu turnelerin yakın zamanda bitmesi de beklenmiyor (bi de arsız çıktı adamlar).
“Ben de eksik kalmayayım” diyorsanız, şuraya gidip listenizi yazabilirsiniz. Yazdığınız her albümle üşüyen bir penguene sıcak bir yuva sağladığınızı unutmayın.
Bir başka “black metal olan ama tam olarak olmayan” albümle daha karşınızdayım.
Orphaned Land‘in “ORwarriOR”ı patlatması ile zaten doğu kafalarına yatkın olan bünyem iyice su kaynatınca “Ulan İsrail’de Lübnan’da bir bu adamlar mı var, başka adamlar yok mu?” serzenişi sonucu bu abileri keşfettim. Çok önce keşfedilmiş aslında da ben anca keşfedebildim aldığım oryantal gazla (çok ucuza benzin var oralarda malûm).
Melechesh tahmin edilebilir sebeplerle Hollanda’da ikamet etmekte olan, Kudüs’lü (buradan tahmin edebilirsiniz, oralarda pek sevilmiyor bu tarz müzik) bir black metal grubu. Bateristlerinin Hollanda’ya yerleşmeyi becerememesi dolayısıyla bateristleri dışında bütün grup Kudüs’ten çıkma. Oralardan son dinlediğim black metal grubu ile hoş anılarım olmadığından (Immortal Ayatollah), bayağı önyargılı olarak ve tırsa tırsa bari son albümlerinden gireyim diyerek daldım kendilerine ve “Emissaries”e.
Ve albüm Rebirth of the Nemesis ile bodoslama olaya girince dedim bu incelenir hocam.
Grup tıpkı Orphaned Land gibi doğduğu büyüdüğü bölgenin müziğinin ekmeğini yiyor, çok da iyi yiyor. Ancak Orphaned Land’den ayrıldığı iki nokta, Orphaned Land’in zamanında ucundan dokunup bırakıverdiği black metali temel alması (belki Malevolent Creation’ımsı, Morbidanjel’imsi death metal ile hafif bir harmandan da bahsedebiliriz) ve albümdeki tek enstrümantal parçanın (The Scribes of Kur) haricinde neredeyse hiç etnik enstrüman barındırmaması. Bildiğimiz klasik iki gitar&bas&davul ile işlerini halletmişler, yani rifler üzerinden yürüyor doğu kafası. Ki benim hoşuma giden de bu havaları oldu.
“Emissaries”de davullar da güzel, ama anladığım kadarıyla sadece albümde güzel çünkü makine gibi olduklarından (drum machine kast edilmiyor burada) canlı çalımında sıkıntı var gibi. Xul ilginç bir şekilde blast’leri fazla kaçırıp ritmi de kaçırmıyor, ama bu sefer eksik vurup bir sıkıntı var dedirtiyor. Zaten davulların asıl olayı zaten blast’lerden çok riflerin verdiği doğu havasını destekler nitelikte. Bizim hiç de yabancı olmadığımız doğu ritimleri ile bol bol süsleme yapıyor ki çok tatlı olmuş kendileri. Bizim göbek atasımız geliyor da ecnebi anlamıyor tabii bunları.
Bunun dışında bir de (bu grup sayesinde şu yaşımda keşfettiğime yandığım) The Tea Party coverı mevcut (Gyroscope), şarkının orjinalini henüz dinleme fırsatım olmadı ama cover olduğu söylenmese anlamam mümkün olmayacağından tarzlarına güzel oturttuklarını ve bu nedenle de güzel bir cover olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
Burada küçük bir reklam arası verme gereği duyuyorum. The Tea Party KANADALI ve oryantal havaları Kanadalı bir grup için gereksiz derecede iyi bir şekilde müziğine harmanlamayı becermiş, eski bir rock grubu. Bir kliplerini koyayım, aa nerede çekmişler klibi hem.
Her neyse, bunlar dışında grup hakkında söylenebilecek çok fazla şey yok. Eski albümlerine henüz girememekle beraber kayıt kristal gibi, gitarlar temiz, vokal duyulur ve kalibreli, her şeyi yerli yerinde prodüksiyon açısından albümün.
Bu grup kimlere önerilir diye kafa yordum biraz da, black metalden tiksinmeyen ve Orphaned Land’in tarzından haz eden herkese olabilir gibi geldi. Nile sevenler mutlaka baksın zaten. Ha hiç mi sıkıntı yok albümde, “Scribes of Kur fazla uzamış be abim” diyebilirim. Diyeyim hatta.
Almanya’nın çıkarttığı hatırı sayılır gitaristlerden AXELL RUDI PELL, 23 Nisan’da çıkacak yeni albümü “The Crest“in detaylarını açıkladı.
01. Prelude Of Doom (Intro)
02. Too Late
03. Devil Zone
04. Prisoner Of Love
05. Dreaming Dead
06. Glory Night
07. Dark Waves Of The Sea (Oceans Of Time Pt. II: The Dark Side)
08. Burning Rain
09. Noblesse Oblige (Opus #5 Adagio Contabile)
10. The End Of Our Time
“The Crest”, AXEL RUDI PELL’in yirmi bir yıllık solo kariyerindeki on dördüncü albüm olacağı gibi… O kadar aslında. Başka bir ayrıntısı yok. Sadece on dördüncü albüm.
Köklü İngiliz stoner/doom grubu CATHEDRAL, 26 Mart’ta çıkacak yeni albümü “The Guessing Game“in ayrıntılarını açıkladı.
01. Immaculate Misconception (2:24)
02. Funeral Of Dreams (8:28)
03. Painting In The Dark (6:18)
04. Death Of An Anarchist (7:12)
05. The Guessing Game (3:08)
06. Edwige’s Eyes (7:08)
07. One Dimensional People (2:30)
08. Casket Chasers (6:41)
09. La Noche Del Buque Maldito (aka Ghost Ship Of The Blind Dead) (5:46)
10. The Running Man (8:46)
11. Requiem For The Voiceless (9:50)
12. Journey’s Into Jade (10:36)
“The Guessing Game”, boru gibi gitar tonlarıyla meşhur grubun dokuzuncu albümü olacak.
Geçtiğimiz aylarda Paris’e giderek yeni albümünü yazan IRON MAIDEN, Bahamalar’da girdiği gözlerden uzak bir stüdyoda albüm kayıtlarını tamamlamış.
Albüme dair henüz hiçbir ayrıntı verilmediğinden, bu haberi de böyle gözü yaşlı bir şekilde noktalıyoruz. Tek bildiğimiz, şu haberden de görebileceğiniz gibi albümün bu yıl içinde çıkmayacak olmasıymış.
Leş death metalin hatırı sayılır grubu DEATH BREATH, bu yıl sonuna doğru çıkacak yeni albümünden “Obsessed by Sodomy”nin ham miksli halini msypace‘ine koydu.
Grubun ilk albümü “Stinking Up the Night” genellikle iyi yorumlar almış ve özellikle Nicke Andersson (eski ENTOMBED davulcusu, eski THE HELLACOPTERS gitarist ve vokalisti) referansıyla İsveç eski usül death metal çevrelerinde ilgi görmüştü.
Nicke Andrersson’a İsveç’te ne düzeyde itibar edildiğine dair bir örnek:
Danimarka’nın son yıllardaki en önemli metal ihracı VOLBEAT, Eylül ayında çıkaracağı dördüncü stüdyo albümünün adını “Beyond Hell/Above Heaven” olarak açıkladı.
Doksanlar sonu, iki binler başı pek çok denenmemişi denemeye çalışan veya bir şekilde ilgi çekici olmaya çalışan, ancak çoğunlukla başarısız olan rock grupları çıktığı hepimizin malumu. Hayattan aldığı tadı maksimize etmeye çalışan her insan evladı gibi ben de yeniliklere kapımı kapamamış ve bu yeni akım rock gruplarında başarılı olanı bulmaya çalışmışımdır. Bu yolda kulaklarım çok acılar çekmiş, üzülmüş ve kederlenmiştir ancak bazı gruplar tam zamanında ortaya çıkmış ve yaşanmış tüm acıları, işkenceleri klas bir hamleyle yok etmiş, bana tekrar yaşama sevinci aşılamıştır. İşte Cky da bu gruplardan biri.
Dediğim gibi, benim için -bazı istisnalar dışında (The Answer gibi)- bahsettiğim dönem içerisinde değerli olan, denenmemişi denemeye çalışmak, kendine özgü bir şeyler ortaya koyabilmektir. Onlarca yıldır icra edilen bir müziğin kendini geliştirmesi, yeni bir şeylerin ortaya çıkması her ne kadar git gide zorlaşan bir şey olsa da, yavaş yavaş bir beklenti haline gelmesinin de sanatçıya yapılan bir haksızlık olduğunu düşünmüyorum. Sonuçta eminim ki ne dinleyici yıllardır dinlediği müziğin aynısını tekrar tekrar dinlemek ister, ne de sanatçı zaten yapılmış olanın aynısını yapmak ister. Cky ekibinin ortaya koyduğu yenilik ise kafa karıştırıcı, çünkü sound’larında bariz bir şekilde retro havası eserken, bu nostaljinin kaynağını bulmaya çalışıyor, kafanızı kurcalıyor, ancak işin içinden çıkamıyorsunuz. Yani daha önce yapıldığını pek sanmadığınız, ama bir şekilde nostaljik bir albüm. İronik değil mi?
Albüme odaklanalım. “Carver City” konsept bir albüm. Talihsizliğin, kazaların, kötü şansın eksik olmadığı bir tatil yeri anlatılıyor. “Felsefik olmalıyım, kuul olmalıyım” stresine girmeden, ancak ilk bakışta basit, hatta komik gibi gözüken bir konu için de fazlaca detaylı ve ince işlenmiş güzel bir konsept. Elinizde kartonet olmadan ve sözleri takip etmeden gözünüzün önünde anlatılan hikaye tabii ki canlanmıyor (hatta benim için çok başka şeyler canlandı, onu da birazdan açıklayacağım), ancak şarkılar, bir bütünün parçaları olduğunu belli ediyor. Ki konsept bir albüm yapıyor ve bu kıvamı tutturamıyorsanız ya sözleri değiştirmeniz istenir, ya da müziği baştan yazmanız. Neyse ki “Carver City” bunun altından kalkabilmiş. Tebrik ediyoruz.
İlk dinlediğim Cky albümü bu olmasına rağmen çok hoşuma gittiği için grubun diğer albümlerini de hemen kucaklamış biri olarak söyleyebilirim ki, vokalist Deron Miller en harika performansını bu albümde sergilemiş. Hem bir hikaye anlattığının farkında olan, hem de daha önce denemediği vokal oyunlarını başarıyla formasyona sokan bir performansı var Di Em’in (Si Cey kadar havalı olmadı). Sözler kadar müzik yazımında da grubun asıl adamı olduğu için böylesine dengeli bir albüm ortaya çıkmasında en büyük pay kendisinin. Aynı zamanda James Murphy‘nin Death tribute albümüne katkı sağlaması ve bu tribute albümünün asıl fikir babası olduğu gerçeği de var. Bir de Tim Yeung ile birlikte yürüttüğü World Under Blood isimli melodik death metal projesi var, bu yıl içerisinde (muhtemelen temmuz ayında) albümlerinin çıkacak olması lazım. Vokaller, gitarlar, baslar ve klavyeler kendilerinin. Anlayacağınız metal alemlerinin de gayet içinden bir adam. Kutluyoruz.
Gelelim albümün bu derece retro kokmasındaki asıl sebep olan gitarlar ve synth’lere. Gitarlarda nasıl bir ton kullanıldıysa, synth’lerde ne güzel seçimler yapıldıysa albüm öylesine retro, öylesine eskici kokuyor ki, muhteşem. Özellikle Rats In The Infirmary, A#1 Roller Rager ve bence albümün en güzel şarkısı olan Plagued By Images’da tavan yapan bu retroculuk, Cky’ı bu derece beğenmemin en büyük sorumlusu. Ancak daha da önce belirttiğim gibi bu derece eskici kokan bir albümün neden kimseleri hatırlatmadığı çok ilginç bir mevzu. Aslında bu sorunun da gayet basit bir cevabı var. “Carver City” deli gibi nostaljik koksa da müzikal olarak kimseleri hatırlatmıyor çünkü “Carver City” aslen tamamen farklı bir şeyi, COMMODORE 64′ü hatırlatıyor.
Evet, benim için olayın çözümü budur. Bu albümü dinlerken eski evimizde yan komşumuzun artık son demlerini yaşadığı Commodore 64′ünü oynadığımızı hatırlıyorum sürekli. Nedense hep gözümün önüne bu geliyor. Belki bu durum sadece benim için geçerlidir. Belki benim aklıma başka bir şey gelmediği için bana bu albüm bu kadar nostaljik geliyordur. Belki modernler moderni yavşak bir albümdür, belki kendisine benzeyen binlerce grup vardır. Eğer öyleyse, bunları cahilliğime verin, ancak “Carver City” içimde öyle bir Commodore rüzgarı estiriyor ki, benim için sonsuza dek nostaljik bir albüm olarak kalacak.
Albüme dönelim, davullara geçelim. Davullarda Jess Margera adlı bir adam var ki eminim siz de “aha?” demişsinizdir. Evet, Jess Margera, Mtv’nin nuru, gözbebeği, Jackass’i Bam Margera’nın abisi. Zaten grubun bu kadar yükselmesinde en büyük pay da Bam Margera’ya ait diyebiliriz. Hem kendi şovunda sıkça Cky çalması, hem grup elemanlarını sürekli programda görebilmemiz, hem de “adı yeter” çapındaki ünü sayesinde Cky’ın böylesine ünlü olmasının sorumlusu Bam Margera’dır. Hem Slayer, hem de HIM aşkıyla yanıp tutuşmasıyla kafası karışık bir adam imajı çizen Bam Margera’nın müzik zevkine pek güvenemesem de Cky’ın ortaya çıkması dolayısıyla kendisine teşekkür borçluyum.
Ha, davul diyorduk değil mi? Davullar gayet güzel. İyiler yani. Görevini yerine getirmiş güzel davullar, cici davullar.
Prodüksiyon da yine olması gerektiği gibi. Zaten bu işi de bir prodüktöre bırakmayıp her şeyi kendileri hallettiği için canları ne istiyorsa onu yaptıkları belli oluyor. Albümün konsept havasına gayet uygun ve parçalar arasında herhangi bir tutarsızlığa yol açmıyor. Sadece bu ayılıp bayıldığım retrocu gitar tonları için bile helal olsun diyebileceğim prodüksiyon, geri kalan işleri de layıkıyla yapmış. Efekt kullanımı, synth’ler, vokal sesi, davul tonları falan hepsi gayet iyi. Bir tek belki baslar biraz daha açılabilirmiş diyorum. Ama çok da rahatsız olduğumu söyleyemeyeceğim.
Cky, taa ilk paragrafta bahsettiğim dönem arasında çıkan gruplar arasında en ilgi çekici ve kulak verilmesi gereken gruplardan biri. Ancak çıktığı dönemdeki grupların hemen hemen hepsinin muzdarip olduğu “seveni olduğu kadar nefret edeninin de olması” kompleksinden de çekmiyor değil. Bazıları için sırf Mtv ve Bam Margera isimleri bile gruptan nefret etmek için sebep olabilirken, bazıları için de çıktıkları dönem büyük bir önyargı sebebi olabiliyor.
Ancak objektik bir şekilde değerlendirirsek; çok güzel rifler, akılda kalıcı nakaratlar, orijinal fikirler ve albüm geneline hakim olgunluğuyla, dinlemeden geçilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Sırf Plagued By Images, A#1 Roller Rager, Hellions on Parade ve muhteşem kapanış şarkısı The Era of an End için bile es geçmeyin hatta. Önyargısız bir dünya için el ele, hoşça kalın.
MACHINE HEAD, dört gün önceki Viyana konserinde bir metal konserinde görülebilecek en “kral” hareketlerinden birine imza atmış.
Grup, elinde “Let Me Play ‘Aesthetics Of Hate’ — Seriously, I Can Play It” (Aesthetics of Hate’i sizinle çalmama izin verin – Gerçekten çalabiliyorum) yazılı bir pankart tutan Peter adlı seyirciyi “e hadi madem” diyerek sahneye davet etmiş ve provasız denemesiz şarkıyı seyirci gençle birlikte çalmış. Buyrun videosu:
Bilindiği gibi MACHINE HEAD, 2007′de çıkardığı “The Blackening” albümü için üç yıldır hiç durmadan turluyor, bu sayede de röportajlarda gelen “Turnelerde başınızdan geçen ilginç bir olayı anlatır mısınız?” türevi sorulara “De get!” şeklinde cevap verebiliyor.
Klasik mertebesine ulaşmış ilk albümleri “A Celebration of Guilt”in ardından birbirinden güzel iki albüm çıkarmış olan Arsis, önceki iki albümleriyle fena kapışabilecek, biz metalseverlerin 2010’a içten bir “bismillah” ile başlamasını sağlayan bereketli bir albümle karşımızda. Melodik death ve progresif metali güzelcene blendırdan geçirerek karşımıza güçlü bir kokteyl sunan grubun şimdiki albümü “Starve For The Devil”, enerji içeceği Powerthirst ayarında.
Arsis’in bestelerini yazan, parça düzenlemelerini ayarlayan, yani neredeyse her şeyi olan James Malone, özellikle bu albümde, etkilendiği birçok gruptan ve müzisyenden biraz biraz koparıp, bu materyalleri bir araya getirip, üzerine kendi yorumunu katarak saydığı müzisyenlerin adeta tek vücutta, tek grupta buluşmasını sağlamış ve ortaya dinlemeye doyamayacağımız bir albüm çıkarmış. Tek faktör James Malone değil tabii, davullarda Mike Van Dyne ile önceki albüm “We Are The Nightmare“den daha iyi bir prodüksiyon işi çıkaran Chris “Zeuss” Harris’in de bu güzellikteki payı büyük.
Grubun her albümünde bu çeşitlilik abidesi artıyor. Arsis temelde melodik death ve progresif metal yapsa da özellikle “Starve For The Devil”da zaman zaman thrash/ rock gibi türleri araya sokuşturuyor, üstelik bunu dinleyeni nereden geldiği belli olmayan bir rahatsızlık oluşturacak, “dinleyicide kekremsi bir tat bırakacak” bir kompozisyonla da yapmıyor. Bunun yerine kişiyi susturup doğrudan kafa sallamasını sağlıyor. Bu da bence grup için en büyük artılardan biri (yazı hayatım boyunca “kekremsi bir tat bırakmak” klişesine hep girmek istemiştim. Artık huzurluyum.) Hani bazı rifler ya da bölümler vardır, çok sevmişinizdir de sanki şarkı içinde biraz havada kalmıştır, işte Arsis’te bu durumu yaşamıyorsunuz.
Bu tür gelişmeleri ben ne kadar takdir etsem de, özellikle bu albümde aralara sokuşturulan, hatta klip çekilen parçada tümden hakimiyet sağlayan hard rock riflerinden memnun olmayan çevreler olduğu da bir gerçek. Açıkçası ben böyle durumlarda “ne yapıldığı”ndan çok “nasıl yapıldığı” ile ilgileniyorum ve bu çevrelerden de aynı şeyi yapmalarını umuyorum. Arsis’in bunu içinden gelmeyerek, sırf ilgi toplamak için yaptığını söyleyen varsa şöyle bir yamacıma gelsin.
James Malone Seri Rif Üretimi Limited Şirketi’nin, bu albümde etkilendiği isimlere Arch Enemy’nin de eklendiği farkediliyor. “We Are The Nightmare”de de ufaktan görülen bu etkilenme bu albümde azıcık daha artmış. Arch Enemy deyince şu anki Arch Enemy’den ziyade, en verimli Arch Enemy dönemi gelsin aklınıza. Bu özellikle Beyond Forlorn parçasının girişinde belli. Onun dışında bu etkilenme parçaların içinde yine ufaktan ufaktan; tam olması gerektiği kadar.
“Starve For The Devil”, kanımca “United In Regret”ten daha olgun, “We Are The Nightmare”den de prodüksiyon konusunda (kısmen) daha başarılı bir albüm. Bu durum “Starve For The Devil’ı bu iki albümden daha iyi yapmaya yetmiyor tabii. Önceki iki albümün “Starve For The Devil”dan daha iyi yönleri var elbet, ancak “Starve For The Devil”ın da kimi yönleri daha iyi.
Bana göre “United In Regret” ve “We Are The Nightmare” progresiflik açısından, “Starve For The Devil” da akılda kalıcılık yönünde daha fazla öne çıkıyor. Ancak böyle bir kıyaslamanın bile dinleyenler arasında değişebileceğini bilmek gerekir.
Özet olarak her Arsis albümünde farklı bir tat mevcut ve genel olarak üç albüm de ayrı ayrı favori olarak seçilebiliyor (“A Celebration of Guilt”i ayrı tutuyorum). O yüzden aslında diğer albümlerle böyle kıyaslama yapıp bunun da üstüne şikayet etmek yerine olayın keyfini çıkarmak daha faydalı.
“Starve For The Devil”, biri kusursuz, diğer ikisi kusursuza yakın üç albüme sahip Arsis’in diskografisine yakışan, her şeyi yerli yerinde bir albüm.
Son yılların önemli ve sıradışı progresif rock gruplarından COHEED AND CAMBRIA, 13 Nisan’da çıkacak yeni albümü “Year of the Black Rainbow“u sitesinde sunuma açtı (Açmış diyelim aslında, biraz geç haber veriyoruz). The Broken adlı şarkı da siteden dinlenebiliyor.
Grup albümle birlikte bir de roman piyasaya sürecek ve her albümünde olduğu gibi, devam eden COHEED AND CAMBRIA hikayesini sürdürecekmiş.
COHEED AND CAMBRIA son albümü “Good Apollo, I’m Burning Star IV, Volume Two: No World for Tomorrow” ile büyük satış rakamlarına ulaşmış, grubun özellikle Amerika’da patlamasına vesile olmuştu.
COHEED AND CAMBRIA, progresif rock, punk rock, heavy metal ve post-hardcore’u kulağa hoş gelen bir şekilde harmanlamaları neticesinde “new prog” olarak anılan ve THE MARS VOLTA, MUSE, OCEANSIZE gibi grupları içerisinde barındıran sınıflandırmanın da başlıca kahramanlarından biri olarak görülüyor.
Grubun kuruculuğunu ve liderliğini ise saç olarak doğan ancak sonradan içinden insan çıkan Claudio Sanchez yapıyor.
Son albümleri “Fed Through the Teeth Machine” ile pek çok basın organından büyük övgü alan (teknik) death (core) metal grubu THE RED CHORD, albümün açılış şarkısı “Demoralizer”a çektiği klibi yayınladı.
Diğer bir ayrıntı olarak grup geçtiğimiz hafta içinde davulcusu Brad Fickeisen ile yollarını ayırarak orijinal davulcusu Michael Justian ile nikâh tazeledi. (Yaşasın klişeler!)
TRIVIUM, bir süredir konserlerde çaldığı SEPULTURA klasiği “Slave New World”ün stüdyo kaydını az önce yayınladı.
TRIVIUM’un bir süre sonra da haberini şurada verdiğimiz ve içinde OPETH ile DREAM THEATER’ın da yeni şarkılarıyla katılacağı God Of War soundtrack’i için kaydettiği “Shattering The Skies Above” adlı şarkıyı yayınlaması bekleniyor, yayınlamazlarsa da bir şekilde buluruz.
Üç değil beş değil, kaç kere bu yazıya bir giriş yapmaya çalıştığımı hatırlayamıyorum. Bir türlü içime sinmedi. Opeth’le mi ilgili bir şey yazsam, kendimle mi bilemedim. Ben de bu durumu yazarak kısa yola başvurayım dedim, iyi de ettim. Çünkü bunu yaparken bir şey fark ettim. Mesele ne Opeth’le ilgili bir şey yazmak, ne de kendimle. Baş tacı ettiğim bir albüme ne yazsam anlamsızmış gibi geliyordu.
Hatırlıyorum, daha Metallica, Megadeth ikilisinden başka bir şey dinlemezken, 14 yaşındayken (ki “Damnation”ın çıkış tarihine tekabül etmektedir) bende eksik olan bir Megadeth albümünü alma amacıyla güzide bir dükkana girip de tesadüfen karşılaşmıştım Opeth ile. Damnation”ın çıkışıyla ilgili bir afiş vardı ve almak istediğim albüm mevcut değildi. Kapak da ilgimi çekmişti. Fakat tezgahtarın uyarısı sonucunda gaz ergen ruh halimi tatmin edecek olan “Deliverance”i alıp çıkmıştım. Sanıyorum ki bu benim için büyük bir gündür zira (belki de yine de bir şekilde olacaktı ama kim bilir) bu sayede ufkumun genişlemesi yönünde büyük bir adım atmış oldum. Benim için o kadar yeni o kadar sıra dışı bir şeydi ki aylarca aynı albümü ve hatta neredeyse iki yıl boyunca aynı grubu dinlemekten başka bir şey yapmamıştım. Eee, ufkun genişlemesi de bu kadarmış.
Neydi beni bu kadar şaşırtan, heyecanlandıran, şimdi ifade etmeye çalışmak zor. Opeth’e alışmış olmanın ötesinde gerçekten ücubelik derecesinde acaip müzikler yapan bir çok grupla zamanla tanışmış olmam da büyük bir etken. Dolayısıyla Opeth’in farkını ortaya koyabilmek bir anlamda daha zor, başka bir anlamdaysa daha kolay.
Belki eskiden olsa “en iyi”, “en büyük”, “en bombastik” gibi kolay ve göreceli tanımlarla işin içinden sıyrılabilirdim. Fakat sanat eserlerinin ya da sanatçıların iyi ve kötü uçlarına sahip düz bir skalada farklı pozisyonlarda bulunmadığını zamanla, bazen direnerek, bazen de zorlanarak fark etmiş olmam bunu imkânsız hale getiriyor. Öte yandan acı da bir durum. “Abi adam saniyede 42 nota basıyo lübülübülüp” şeklinde arkadaşına Dream Theater’ı anlatan çocuğun heyecanını neyle değiştirebilirsin ki? Biz büyüdük ve kirlendi dünya koko jambo.
Albüme geçmeden önce bir konuya daha değinmek istiyorum (Eğer Ahmet yine unutup yazıyı kendi adına koymazsa). Bu yazıyı benim yazıyor olmama dikkat etmenizi istiyorum çünkü aynı site içinde farklı yazarların duygusal yorumlarının birbirleriyle çelişiyor olması öncelikle benim bir şeyi iki kere düşünmeme sebep oluyor. “Watershed” yazısının paragraf niteliğindeki başlığını okuyacak olursanız “Deliverance tırt yeaa” denmeye getirildiğini görebilirsiniz. Bunun hesabı verilecek, bunu geçiyorum. Demem o ki söz konusu Synthphonia Suprema değil ki genel geçer bir iyi/kötü sonucuna varılsın.
Durun bağlıyacağım konuyu. Cümleler uzadıkça kafam “hemstırlar sevimli hayvanlar ve deniz börülcesi güzeldir” gibi düşüncelere kaymaya başladı. “Still Life“ın müzikal doyuruculuğu kenara bırakılacak olursa, şarkılarda anlatılan şeylerin, hem liriksel hem de müzikal olarak, “bu böyledir” şeklinde gayet açık bir şekilde ortaya konduğu ve daha net bir atmosfere sahip olduğu görülebilir. Haksızsam haksızsın deyin ve bana laflar hazırlayın.
“Deliverance”ın benim için en çekici yönü her anlamda barındırdığı (sözlükleri karıştırmaya hazır olun) müphemliğidir. Tam olarak anlayamadığınız bir şeylerin dönüyor olduğu hissinin ortaya koyduğu gizem çekiciliğin yanı sıra uğursuz bir atmosfer hissediliyor. On dört yaşındaki bir çocuğun neden albüme taptığına şaşırmamak gerek.
Herkesin ağzında bir laf var, kimi karşı çıkıp “Still Life”ı gösterse de Opeth sound’unun oturduğu albüm “Blackwater Park”tır denir. Her ne kadar her albümde farklı bir şeyler denemekten çekinmeyen bir grup için fazlasıyla basite indirgenmiş bir ifade olsa da (ha madem oturdu o zaman “Watershed“deki eski tip ton ne oluyor?) yine de doğruluk payı yok değil. Mesele sadece sound değil, grup için önemi de büyük, zira “Blackwater Park”tan sonra para kazanmaya başladıklarını ifade etmişlerdi. Dolayısıyla ticari bir başarı sayılabilecek bir albüm yaptıktan sonra atılacak adım kritik önem taşır. Grubun geleceğini kökten etkileyebilecek bir karardır. Sadece “Deliverance” değil, devamında çıkan bütün albümler göz önüne alındığında sadık dinleyicilerini tatmin edecek bir yönde devam ettikleri görülebilir; Yeni denizlere açılmak.
Bu noktada “Deliverance” ve “Damnation”ın bir albüm olarak tasarlanmış olduğunu hatırlatarak diyorum ki, bu yeni deniz metaforu aslında daha akustik, daha hafif bir albüm yapmaktı. Kaderin cilvesine bak ki sert ve hafif yerleri ayırınca ortaya şu ana kadar dahi gördüğümüz en sert Opeth albümü çıktı.
Opeth albümlerinin bir özelliğine daha dikkat etmişliğim oldu. Kimi, ne kadar iyi ya da daha az iyi olduğu hesaba katılmaksızın daha doyurucu, kimiyse sanki daha bitmemiş hissiyatı veren albümler. Örneğin her ne kadar Opeth için vasat olsa da “Ghost Reveries” bittiğinde baştan sona bir albüm dinlemiş olma hissiyatını sağlıyordu. Ama öte yandan “Watershed” çok daha başarılı olmasına rağmen eksikmiş gibi geliyor. Aynı şekilde “Deliverance” uzun ve çarpıcı şarkılarına rağmen her seferinde bana daha devam edecekmiş gibi gelir. Ve hiçbir zaman etmez… Etmez… Ve ben karanlık köşemde ağlarım. Ya da öyle bişeyler.
Tabii “Deliverance” – “Damnation” ikilisini düşünecek olursak (Tanrının olmasını istediği haliyle yani. Tanrı derken Mikael işte.) böyle bir sorunla karşılaşıyor olmayacaktık fakat burada halamın bıyığı olsa kuralları yürürlüğe geçiyor. Dolayısıyla bunu bir eksi olarak kabul etmek zorundayım fakat grubun hatası olmadığının altını çizmek önemli.
Mikael’in de nerede olduğunu hatırlayamadığım bir ifadesine göre ev az sevdiği Opeth şarkısının By the Pain I See in Others olmasının da haklı bir sebebi var. Atonement’la yarışırcasına kötü bir şarkı. Fakat klasik Opeth şarkılarıyla dolu bir albüm olması sayesinde bunu göz ardı etmek imkansız değil. Master’s Apprentices, Deliverance ve A Fair Judgement isimleri her anıldığında hangimizin yüzü “Her şeyi yerinde yiyecen. Balık için Ege’ye kebap için Güneydoğu’ya gidicen” diyen amca gibi bir “ee tabi” ifadesi almıyor ki?
Her şey bir kenara Opeth’in ne kadar eşsiz bir grup olduğunu gösteren şeylerden bir tanesi de bence dinleyicilerinin bir albümde mutabakata varamamasıdır. Kesin olmasa da Metallica dendiğinde “ee Master of Puppets tabi monşer” diyecek büyük bir çoğunluk Opeth’de sağlanamadı. Aşağı yukarı ortak müzik zevklerine sahip bizlerin nasıl olur da farklı albümlerin taraftarlığını yapıyor oluşumuzun tek açıklaması, her albümlerinin birbiriyle yarışacak kadar iyi olmasıyla beraber taşıdıkları küçük farkların farklı kişilere farklı şekillerde dokunuyor olmasıdır.
Ha bir de Steven Wilson var tabii. Öyle.
Yazımı lise döneminde tanışmış olduğum bir kızın sözlerini alıntılayarak bitirmek istiyorum:
VINNIE MOORE, 1996′daki “Out of Nowhere” albümüyle tanıdığım ve akıcı tarzıyla benimsediğim bir gitarist. Her albümünden belli başlı parçaları bilsem de, açıkçası gerçek bir VINNIE MOORE hayranı olduğum da söylenemez. Sadece severim o kadar.
11 Şubat akşamı saat 21.00′da Jolly Joker Balans’ta olma gafletinde bulunduğuma pişman olsam da, sonuçta güzel bir bir buçuk saat geçirdiğimi de söyleyebilirim. Pişman olduğum kısım yalnızca saat 21.00′da orada olmakla ilgili, zira kapılar 21.00′de açılıyor ve konser 23.00′te başlıyorsa, insanın tadı biraz kaçıyor. Her neyse o kısma da geliriz.
23.00 sularında sahneye çıktı VINNIE MOORE. “Umarım Over the Flow’la konsere girmez” diyordum, ancak maalesef düşündüğüm gibi oldu ve konser Over the Flow’la başladı. Konser, hastası olduğum bu şarkıyla açılınca, daha oturmamış sound’un kurbanı oldu ve gitarlar epey az duyuldu. Neyse naapalım deyip devam ettik.
Mekanın neredeyse tümüyle dolu oluşu yüzleri güldürse de, konser öncesindeki o iki saatlik bekleyişte insanlar elbet gerildi; VINNIE MOORE sağdaki merdivenden sahneye indiği sırada dahi yuhalamalar ufak çaplı da olsa devam ediyordu, ancak bir tatsızlık da çıkmadı (gerçi seyircilerden biri, sebebini anlayamadığım bir durumdan dolayı bar görevlileriyle sert bir tartışmaya girişti ama neyse).
Over the Flow’un ardından ilk albümünden Daydream’i çaldı VINNIE MOORE. Cillop gitar sound’u ve MOORE’un akıcı tarzı sayesinde albüm kalitesinde bir gitar performansı izleme şansı bulduk. Ardından salondakilerin büyük ilgisiyle karşılaşan progresif yapılı The Maze geldi. Bu tarz konserlerde seyirci genelde müzisyenlik izlemeye geldiğinden seyircide pek bir hareket yoktu, ancak sanırım olması gereken de buydu. MOORE’un sweep attığı bölümlerde nasıl çaldığını görebilmek adına bir anda uzayan boylardan, mekanda gitar çalan çok insan olduğu da belli oluyordu.
Ne olduğunu çıkaramadığım bir cover’ın ardından yine salonu coşturan duygu seli Rain ve hemen ardından da tempoyu yükselten Ridin’ High geldi. Bu arada klavye çalmakta olan Mike DiMeo da kimi şarkılara vokaliyle eşlik etti. Eski HELLOWEEN gitaristi Roland Grapow’un yıldızlar karması grubu MASTERPLAN’in Jorn Lande’den yoksun son albümü “MK II”da vokal yapan Mike DiMeo’nun güçlü sesi, onu sadece klavyeci sananlar tarafından sanırım bir sürpriz oldu, zira başlarda VINNIE MOORE’un “klavye ve vokalde Mike DiMeo!” sunuşuna orta karar bir “helelööööööö!” ile cevap veren seyirci, DiMeo’nun on küsür saniyelik çığlıklarının ardından “ohareeeeeey!” tarzı bir nümayişe büründü.
Aquiles Priester’ın iyice bir davul solosu ve arkasından gelen bir diğer cover’ın ardından, Saved By a Miracle ve Midnight Rain çalındı. Bu arada basçı Lars Lehmann da seyirciyi coşturmaması imkânsız slap oyunlarıyla alkış almayı bildi. Sanırım bu insanlığın asla kaçınamayacağı bir şey. Herhangi bir basçının slap bas çalıp da seyirciden oluplu tepki alamaması diye bir şey olabileceğini sanmıyorum. Müziksever ırkı olarak bu tekniğe hiçbirimiz kayıtsız kalamıyoruz nedense.
Bir parça daha çalan grup sahneden iner (çıkar?) gibi olduysa da, merdivenin başına kadar gidip “abi şimdi merdivenden çık, iki dakika bekle geri in uğraşmayalım, bisi de yapıp öyle gidelim” diye düşünüp hemen tekrar yerlerini aldılar. Jimi Hendrix’den ne olduğunu çıkaramadığım bir şarkıyı da DiMeo vokalleriyle icra eden grup, son olarak da MOORE’un son albümü “To the Core”dan adını hatırlamadığım bir parçayı çalarak sahneyi terk etti.
Bu önemli gitaristi getirdiği için MOOD Production’ı, mekanın iyi ses kalitesi ve “Bira isteyen?” demekle görevli arkadaşların eskisi kadar ortalıkta dolanmaması açısından da Jolly Joker Balans’ı tebrik ediyor, akıllarda MOORE’un şerbet gibi akıcı, tertemiz tekniği ile, bis için döndüklerinde söylediği “hafız demin o gazla bütün penaları attım ama şimdi elde pena kalmadı, biriniz bi tane verin bari de son şarkıları çalayım, bitince geri vericem cidden bak” sözü eşliğinde mekanı ve yazıyı terk ediyoruz.
Jesper Strömblad, kurucusu olduğu IN FLAMES’ten bugün itibariyle ayrıldığını açıkladı.
Uzun süredir alkol tedavisi gören Strömblad, şu haberde görülebileceği üzere geçtiğimiz aylarda grupla birlikte tekrardan sahne almış, IN FLAMES takipçilerini sevindirmişti.
Ancak Strömblad, bugün yaptığı açıklamada alkolle olan savaşını henüz kazanamadığını ve hem kendisinin, hem de grubun iyiliği için en iyi yolun IN FLAMES’ten ayrılmak olduğunu söyledi.
IN FLAMES’ten gelen açıklamada ise Strömblad’ın arkasında oldukları, yerine geçecek kişi konusunda bir açıklama yapmanın henüz erken olduğu ve ilerde de grubun kapılarının Strömblad’a açık olduğu vurgulandı. Bundan sonra da metal dünyası içerisinde yer alacağını belirten Jesper Strömblad, özellikle ilk dönem IN FLAMES şarkılarının büyük bir çoğunluğunun da bestecisiydi.
Leton pagan/folk metal grubu SKYFORGER, 26 Nisan’da çıkaracağı yeni albümü “Kurbads“ın trailer’ını yayınladı.
Kurulalı on beş yıl olan SKYFORGER, türünde dünyanın önde gelen gruplarından biri olarak görüldüğü gibi, kılıç kalkana olan meraklarıyla da Ortaçağ’ın o nefis vahşetini günümüze taşıyorlar.
Sanatın her alanında post devirlerin yaşandığı günümüzde… Yok böyle girmeyeyim. Bir metal albümünün yazısı için fazla ağır oldu, altından kalkamam. Bir daha deneyelim.
Görülebilecek şeylerin muhtemelen çok büyük bir kısmını gördüğümüz metal müzikte belki de son keşfedilen, keşfedilen demesek de yeni bir boyuta getirilen son türlerden biri, müzik basınının da nefis bir şekilde adlandırdığı üzere, mathcore denen zımbırtı.
1970′lerin ortalarından gelen BLACK FLAG’lerden, doksanlardaki CONVERGE, COALESCE, TODAY IS THE DAY gibi gruplardan sonra, 1997 yılında Nivcörsi’de kurulan THE DILLINGER ESCAPE PLAN, underground hardcore sahnesinde bir anda ismini duyurmuş, yüksek performanslı sahnesi ile adından söz ettirir olmuştu.
Dünyanın bir gaz bulutu olduğu zamanlara fazla girmeden, bahsetmeye çalıştığımız albüme gelelim. İçinde BLACK SABBATH’ın Paranoid’ine tecavüz de edilen yedi buçuk dakikalık “Under the Running Board EP” çılgınlığının ardından, 1999 yılında “Calculating Infinity” adlı bu acayip şeyi çıkardı THE DILLINGER ESCAPE PLAN.
Çoğu yerde günümüzdeki anlamıyla mathcore’un bulunuşu olarak anılan ve deneysel metal adına bir kilometre taşı olarak görülen “Calculating Infinity”nin, ardından gelen pek çok türdaş grubu etkilediğini, belki de bu türü icra eden yeni grupların kurulmasına vesile olduğunu söyleyebiliriz.
Nedir bu albümün olayı. “‘Calculating Infinity’, grindcore’dan caza, cazdan metale pek çok türün, her açıdan progresif şarkı yapılarına sahip bir bulamaç haline getirilip, “core” olana dek yoğurulması ve psikopat, şizofren, dengesiz bir tokada dönüştürülmesidir” diyerek, yazımızın saçma tanım ihtiyacını giderelim. “Progresif grindcore sosuna bandırılmış caz etkileşimli ekstrem metalcore” gibi ibiş tanımlara hiç girmeden, dinlemeden anlamanın, kafada canlandırmanın mümkünatı olmayan bu albümü tarif etmeye çalışalım, ilk olarak da mathcore denen bu olayın belki de en büyük marşıyla açılışı yapalım.
“Calculating Infinity”yi başlattığınız anda göreceğiniz üzere, bir kere albümde yanına yaklaşması epey zor bir müzisyenlik var. Bire bir cover’lanması belki de imkânsız şarkılarda dolu albüm, atonal rifler, armoniden nasibini almamış geçişler, “normal”i reddeden poliritmik tempolar, ahenksiz, uyumsuz, “tatsız”, rahatsız edici ne varsa hepsini içinde barındıran bir içerik sunuyor. Şarkıları takip etmek, ilk andan anlayacağınız üzere hiç de kolay değil. Albümü daha sindirmemişken, bir işle ilgilendiğiniz sırada arkada çalsın diye açmak, muhtemelen size hayattaki her şeye uyuz olmaktan öte bir his vermeyecektir.
Peki tüm bu kaos, nasıl oluyor da bir fikirler ve ilginçlikler çorbasına dönmüyor? Günümüzde de pek çok grup “ne bulursak içine kattık, şaşırtıcı olsun bize yeter” temalı müzikler yapıp mal gibi sonuçlara ulaşmıyor mu? Ulaşıyor. O zaman neden bu albüm türün mihenk taşı olarak görülüyor? Çünkü THE DILLINGER ESCAPE PLAN tüm bunları daha önce benzeri görülmemiş bir yenilikçilik içerisinde, kontrolü elinden hiç bırakmadan, “bunu bizden başkası yapamaz” diyen bir yanına yaklaşılmazlık ve bunu yapmak için doğmuşlar diye düşünmenizi sağlayacak bir rahatlık ve kendine güvenle yapıyor.
Evet, “Çünkü…” diye başladığım bir önceki cümleyi doyurucu bir şekilde sonuçlandıramadım ve tarifine çalıştığım müziği henüz duymamış olanların kafasında olayın neden çorbaya dönmediğini mantıklı bir şekilde açıklayamadım, ama açıkçası bunu başarılı şekilde açıklayabilecek herhangi biri olduğunu da sanmıyorum. Zira duymaksızın, hele de türe dair aşinalığınız yoksa, bahsedileni anlamınızın pek imkânı yok. Ama madem yazıyoruz devam edelim.
Şimdilerde yine hastası olduğum COHEED AND CAMBRIA’da baget sallayan Chris Pennie’nin tarifi çok güç davullarından başlayalım… Ve bitirelim, çünkü tarif etmeye çalışarak boşa harf harcamamın bir anlamı yok. Tek kelimeyle ruh hastası, takip etmesi çok zor bir davul performansı var albümde. Normal insan işi değil kesinlikle. Bir sonraki albümden de olsa, benzer öküzlükte olduğu için hemen bir örnek verelim (fakat şu Youtube’dan da ne ekmek yendi arkadaş).
Pennie dışında, pek çok yazılı basın organında 2000′ler sonrasının, hatta tüm zamanların en önemli gitaristinden biri olarak gösterilen Ben Weinman var. Basın dediysem öyle tırt internet sitelerinden falan bahsetmiyorum. Guitar World: Tüm zamanların en kült 25 gitaristinden biri, tüm zamanların en hızlı 50 gitaristinden biri; Kerrang: “Calculating Infinity” – Tüm zamanların en iyi 100 rock albümünden biri, ve yanında da Weinman’a bağımsız ruh (Spirit of Independence Award) ödülü.
Diğer elemanlar da bahsedilmeyi sonuna kadar hak etse de, ayrı bir parantez açacağım son kişi, bu albümün ardından gruptan ayrılan vokalist Dimitri Minakakis. Sıradan dinleyiciyi bu denli zorlayan müziği hadi bir şekilde anladığınızı ve (alışık olmayan kulaklardan bahsediyorum) zor da olsa dinleyebildiğinizi var sayalım, sizi bu noktada albümden uzaklaştıracak bir şey varsa o da Minakakis’in vokalleri. Albüme mükemmel uyan ve böylesi bir yıkıma daha iyisi gitmez diye düşündürtecek kadar yırtıcı ve ruh hastası olan vokaller, türe aşina olmayan bünyeler için hiç alışılmadık ve zorlayıcı bir tecrübe olacaktır. Ne yapıyoruz, örnekliyoruz.
Dediğim gibi albümü on sayfa da yazsak tam anlamıyla bir tanıma ulaşamayız, o yüzden yavaştan kapatalım. “Calculating Infinity”, tüm bu söylediklerimin dışında, onların çok üstünde bir özellik olarak, garip bir niteliğe daha sahip, o da atmosfer. Albüm, sakin gözüken, gitarların, davulun, vokalin bağırmadığı, patlamadığı anlarda dahi bir tekinsizliğe, bir güvensizliğe sahip. “Tamam şimdi müziğe benzedi, bir süre böyle yormadan ilerler” türü bir güvene kapıldığınız anda bile arkanızdaki dolaptan fırlayıp ensenize tokadı çakacak gibi bir hali var, sanki yaşadığınız evde var olduğunu bildiğiniz ancak size sadece hiç beklemediğiniz anlarda görünen ve ödünüzü koparan, kahkahalar atarak oradan oraya koşturan çıplak bir ruh hastası gibi (tanıma gel). Koşturmak demişken, sizi aşağıdaki videonun ilk on beş saniyesine alalım. Crowd surfing size sıkıcı mı geliyor? O zaman crowd running’i deneyin.
Sonunu yapalım, “Calculating Infinity” gerçekten de önemli, eşsizliğe her anlamda çok yaklaşan bir albüm. Peki niye? Çünkü bu albüm, gavurun tabiriyle bir “trendsetter”. Olmayan bir şeyi yapan, ya da en azından olan bir şeye daha önce görmediğimiz bir açıdan bakmamızı sağlayan bir yaratım, lavukça tabiriyle bir inovasyon.
Takip edenlerin bildiği üzere THE DILLINGER ESCAPE PLAN bu albümün ardından kadrosuna tek kişilik ordu Greg Puciato’yu kattı ve Mike Patton’la tanıştı. Böylece grup adına yeni bir kapı açılmış oldu. O detaylara ve grubun akıllara zarar konser performanslarına da başka yazılarda değiniriz artık.
Ben pek thrash sevmem. Daha doğrusu kütür kütür thrash pek sevmem. Ama thrash’e “kaçan” tarzların hoşuma gitmesinden kurtarıyorum (bir de Slayer konserinde uyuyakaldığımı kalabalık ortamlarda falan söylemiyorum, çok garipseniyor çünkü). Demem o ki şu an dinlediğim “Fields of Rot” bir black thrash albümü olmasından kurtarıyor ilk başta bu nedenle. Ama thrash’e kaçma değil black metal’e kaçma söz konusu burada.
Fakat benim thrash önyargılarımdan kurtulmak için sadece tarz bıdısının yanında thrash’le beraber başka bir tarzın yatması yetmiyor tabi, dinleyince yormaması da gerekiyor. Çünkü thrash’teki karmaşa, ne bilyim bir teknik death karmaşası gibi olmuyor.
Genelde prodüksiyonu daha leş tutuyorlar, gitarlar, daha doğrusu sololar anlaşılmıyor (ben anlamıyorum), davul fazla bodos oluyor, genel bir temizlikten bahsedemiyoruz enstrüman kullanımında kısacası. Burada kendimden bahsediyorum tabii, seveni gayet bol bu tarzın da ki ona bir lafım zaten yok.
Albümde daha ilk şarkıda hiç bekletmeden çat diye giriyor babalar. Bu tarz albümlerin %90’a yakınını daha 30. saniyede “eaa” diyip kapattıysam da burada onu yapamadım, çünkü bu abiler için üst paragrafın son kısmı geçerli değil pek. Bir kere gitarlar tertemiz. Sololar tertemiz. Davullar anlaşılır ve kütür kütür, vokal bildiğimiz Satyr gibi. Hatta Satyr zannettim başta, açıp bakmam falan gerekti (Satyricon’la çalışmış olması da şaşırtmamış oldu böylece).
Vokaldeki Satyr benzerliği her ne kadar ilk şarkıda dikkat çekse de Destroyer (ne güzel bir nik bu böyle) arkadaşımız gırtlağının karakterini ayırıveriyor albümün devamında. Mesela Iron Bitch’te baya baya Lemmy’ye dönüşüyor adam (Motörhead çok bilmediğimden buna da bakmam gerekti “ulan Motörhead mi coverlamışlar” diye hatta). Vokal baya iyi kısacası. Ayrıca bas vokal olmasından da artı puanı alıyor gözümde, “cool” bir olay çünkü malum.
Gitarların temiz kaydedilmiş olmasının ve soloların saçmalama şeklinde olmamasının yanında bayağı akılda kalıcı rifler mevcut albümün genelinde, tüm yaratıcılığı ilk üç şarkıya gömüp kalanında artanlarlarla idare etmemişler. Bunu rahatlıkla söyleyebiliyorum çünkü albümü sırayla değil shuffle açık (karışık) dinledim, shuffle’ı açık unutmam ilk kez bir işe yaradı. Hatta sanırım bundan sonra bütün albümleri böyle dinleyeceğim. Mesela sırayla dinliyor olsaydım taaa dokuzuncu şarkı “The Dead”in cici bas kullanımını unutabilirdim sonradan.
Son olarak davulların tabii ki yerine göre hızlanabildiği ve tertemiz olduğunu da söylemem gerek, genelde iyi zil kullanan davulcular dikkatimi çekse de albümde tam tadında kullanılmış davul seti. Ziller de kararında oluyor tabii bu nedenle.
Bütün bunların dışında ilginç bir huyları var bu adamların ki Türkiye’de yapabileceklerini bilsem ve bu faktör üzerinden promosyonları yapılsa bayağı bayağı doldururlar her yeri, striptizci(ler) kullanıyor adamlar konserlerinde. Tabii Carpathian Forest’taki gibi ağır siklet ablalar yok, bildiğimiz striptizci ablalar var (saygılar ablacım). Niye yapıyorlar bilmiyorum ama sorsak “şarkılarımızda vermek istediğimiz mesajı meme yardımıyla çok daha iyi veriyoruz” türevi bir cevap gelmeyeceği kesin.
Dikkatimi çeken şarkılara bir baktım albümü daha yeni bitirmiş olarak, normalde çoğu albümde ilk üç şarkı çekeceği dikkati çekip kalanı sıkar bende ama bu albümde bayağı homojen bir dağılım olduğunu da söylemem gerekiyor. Şu şarkı bu şarkı demek istemiyorum, ki iki tane şarkıyı zaten söyledim aslında. Bu şarkılardan birinin Iron Bitch, diğerinin de The Dead olmasından bahsediyorum kısacası.
Çok fazla yazılabilecek bir şey yok adamlar ile ilgili tarzları dolayısıyla aslında, bileninin zaten yalayıp yuttuğu bir tarz olduğundan ne yazsam geçilecek edilecek. Gayet eski tarz, vokal üzerinden ziyadesiyle “karartılmış” kaymak gibi bir albüm diye bitireyim bu nedenle. Sadece bu tarzı veya thrash metali sevenler değil de metal seven herkesin bir bakmasını da önereyim, çünkü ben thrash sevmeyen bir adam olarak daha ilk dinlemeden sarıverdim ve ben çok zor sararım böyle, ve son olarak da thrash sevmem demiş miydim?