# - A - B - C - D - E - F - G - H - I - J - K - L - M - N - O - P - Q - R - S - T - U - V - W - X - Y - Z

Archive for 2010

NEVERMORE yeni albümünün özel versiyon detaylarını açıkladı

Monday, April 19th, 2010

NEVERMORE, 31 Mayıs’ta çıkaracağı yeni albümü “The Obisidan Conspiracy”yi iki versiyon olarak piyasaya sürüyor.

Tek CD’lik normal versiyonun yanı sıra bir de çift CD’lik hali piyasaya sürülecek olan albümün bu versiyonunun şarkı listesi şöyle:

Disk 1:

01. The Termination Proclamation
02. Your Poison Throne
03. Moonrise (Through Mirrors Of Death)
04. And The Maiden Spoke
05. Emptiness Unobstructed
06. The Blue Marble And The New Soul
07. Without Morals
08. The Day You Built The Wall
09. She Comes In Colors
10. The Obsidian Conspiracy
11. Crystal Ship
(THE DOORS cover’ı; bonus)
12. Temptation (THE TEA PARTY cover’ı; bonus)

Disk 2 – “Play The Guitar Like Jeff Loomis”:

* “Your Poison Throne” – gitarsız hali
* “Your Poison Throne” – sadece gitar hali
* “The Obsidian Conspiracy” – gitarsız hali
* “The Obsidian Conspiracy” – sadece gitar hali
* “Your Poison Throne”un nasıl çalındığının Jeff Loomis tarafından gösterildiği eğitim videosu
* “The Obsidian Conspiracy”nin nasıl çalındığının Jeff Loomis tarafından gösterildiği eğitim videosu
* Bu iki şarkının PDF olarak gitar tabları.

Warrel Dane cover’larla ilgili, “Şarkıların orijinal versiyonlarına göre biraz daha sert oldular” demiş.

Şüphemiz yok.

Hatırlanacağı gibi grup geçtiğimiz günlerde de şöyle bir güzellik yapmıştı.

ROYAL HUNT’tan yeni şarkı

Sunday, April 18th, 2010

Danimarkalı progresif metal grubu ROYAL HUNT, Japonya’da piyasaya çıkan, Haziran’da da dünya genelinde piyasaya çıkacak yeni albümü “X“den “Shadowman” adlı şarkıyı myspace‘ine koydu.

X“in detayları da şöyle:

01. Episode X (Arrival)
02. End of the Line
03. King for a Day
04. The Well
05. Army of Slaves
06. Shadowman
07. Back to Square One
08. Blood Red Stars
09. The Last Leaf
10. Falling Down
11. Episode X (Departure)

BORKNAGAR – Universal

Sunday, April 18th, 2010

Levent MUKAN

Borknagar, kurulduğundan beri pek çok yönden değişmiş, ancak bazı temelleri değişmemiş, güzide bir grup. İlk piyasada göründüğünde Viking aromalı ve melodik bir black metal icra eden grup zamanla tarzını genişleterek tabiri caizse “hafifledi”. En son bıraktığımızda “Origin”i (arada çıkmış olan compilation’ı saymıyorum) çıkarmışlardı ve kendisi, hatırlayacağınız gibi akustik bir albümdü (bayağı iyi bir akustik albümdü).

Borknagar şanslı bir gruptur bana göre her zaman. Garm’ın üstüne ICS (Dimmu Borgir, Arcturus), onun da üstüne Andreas Hedlund, namı değer Vintersorg’un vokalistlik yaptığı bir grup bir kere kendileri. Çok gruba nasip olmuş bir bolluk değil bu vokal bakımından. Bu abiler kimdir necidir anlatma gereği duymuyorum, şu an için incelemekte olduğum albüm bakımından tek diyebileceğim Vintersorg’un kendisinden öncekileri kesinlikle aratmadığı yönünde, ki bu bile gereksiz bir cümle oldu aslında.

Sahi Vortex demişken. Yakın zamanda Dimmu Borgir parlak bir zeka örneği göstererek bana göre grupta bir işe yarama potansiyeli olan üç adamdan iki tanesini şutlamıştı ki bunlardan biri Vortex’ti. Vortex ile Mustis’in (diğer şutlanan abi, komik corpse paint’li abi) Demon Burger’dan şutlandığını öğrenmem beni iki bakımdan sevindirdi, bunlardan ilki Vortex’in boşta kalacağıydı ki buradan çıkan iki potansiyel sonuç “Ulan bu herif sıkılır eder, olmadı paraya sıkışır da toplar mı Arcturus’u” ile, “Ulan bu dallama Borknagar’a dönmesin? Gelsin Vintersorg’la takılsınlar” şeklindeydi. Diğer sevinme nedenim de açık, Mustis gibi yetenek fışkırtan bir herifi daha adam gibi projelerde görebilmekti.

El altından çaktırmadan Dimmu Borgir’i de boyadıktan sonra bu albümde üstteki öngörünün şaşırtmayacak şekilde gerçekleştiğini ve My Domain’i Vortex’in söylediğini söyleyeyim de bu uzuuuuun giriş noktalansın. Gerçi elim değmişken şarkının yarısından sonrasının inanılmaz, başının ise bayağı vasat olduğunu (bana öyle geldi yani 45. dinlememe doğru) da söyleyeyim, zira baş kısmında (şarkı temiz bir şekilde ortadan ikiye bölünmüş durumda geliyor) Vortex tabiri caizse bilgisayar programı gibi söylüyor şarkıyı. Sanki şarkının sözlerini metin olarak okumuş da sonradan ayarlamışlar melodik yapmışlar gibi. Yarıdan sonrasını koysalar daha güzel olurmuş (şarkı sözlerini falan ne kadar sallamadığım da belli oldu böylece ama olsun artık).

Genel olarak albümde birkaç dikkat çekici şey var, zaten onlar dışında şu şarkı şöyle bu şarkı böyle çok yapmıyorum malûmunuz. Öncelikle albümde gereksiz derecede iyi, daha doğrusu şöyle diyeyim, KOL GİBİ bas kullanımı var. “Origin”de de çalan Tyr asıl performansını “Universal”da ortaya çıkarıyor, ayrıca her şeyi geçtim adamın bası her ne kadar benim için çok fazla tele sahip olsa da sevişilesi bir alet ve sonuna kadar kullanıyor o 8 (sekiz) teli. Eski basçıları geri döndü diye bu adamı almayan Nile’a üzülüyorum açıkçası. Sanırım gitarları anlayamamaya devam edeceğim Nile dinlerken.

Nile’a da hafiften laf soktuktan sonra (bu aralar niyeyse böyleyim) davulların neden bu kadar kötü olduğunu sorgulamaya geçebilirim sanırım. Albümde çemkirecek bir şey bulmam istense My Domain’in ilk yarısındaki Vortex neden kendini robot zannediyor (buna çemkirdim) ve baterist neden kendini Amon Amarth çalıyormuş gibi hissediyor derdim sanırım.

Tamam, davullar kötü değil şimdi hakkını yemeyeyim adamın. Mis gibi davul var. Sorun olan kısım, bazı yerlerde gerektiğinden fazla davul olması. Hangi albümü incelerken yazdım hatırlamıyorum da davula ÇOK dikkat eden bir insan olarak iki şeyi en başta kriter alırım, biri anlaşılabilirlik, diğeri ve daha önemlisi davulun olması gerektiği kadar kullanılması. Olması gerektiğinden az kullanılan davula en temiz örnek olarak ilk akla gelen tabii ki Metallica’dır, Lars basitleştirir olması gereken davulu (iyi bateristtir, kötü bateristtir oralara gelmedim, dikkat). David Kinkade’in “Universal”daki performansı da olması gerektiğinden fazla kick kullanımına mükemmel bir örnek olmuş. Twin atabiliyor olman 9 dakika boyunca asılman gerektiği anlamına gelmiyor o pedallara, gözünün çapağını yiyeyim neden o kadar vurursun be abim. Hafiften tekrarlamalar olması ve fazla, çok fazla twin kullanılması dışında güzel davullar sonuç olarak. Ha Asgeir’i aradım ben orası ayrı.

Gitarlar klasik, gayet özenilmiş ve Borknagar’da ilk albümden beri var olan garip tarz halen mevcut. O nedenle geçiyorum içim rahat bir şekilde (çokzel gitarlar işte uzatmaya gerek yok). Aynı durum klavyeler için de geçerli tabii.

Vokallerle ilgili hiçbir Borknagar albümünde uzun cümleler kurmaya, inceleme falan yapmaya gerek yok. Çünkü dediğim gibi Garm’dan sonra Vortex’in, ondan sonra Vintersorg’un vokal olduğu bir grubun çıkaracağı herhangi bir şeyin vokallerine dil uzatırsam Allah çarpar. Zaten halihazırda Vortex’i eleştirmiş olduğumdan hafif ürkmüyor değilim, daha batmayayım yani. On numara vokal var kısacası.

Demem odur ki ufak tefek pürüzlerini dikkate almayacak olursak ki Borknagar için çocuğumu keseceğimden almam kendi adıma, mis gibi bir albüm ortaya çıkarmış abiler. Gönül rahatlığıyla dinlenebilir (?).

Millet giriş yapamaz, ben bitiremedim iyi mi.

NORTHER’dan single

Sunday, April 18th, 2010

Fin melodik death metal grubu NORTHER, yakında online bir single yayınlayacakmış.

Sadece Myspace ve Facebook sayfalarından yayınlayacakları single, grubun yeni vokalisti Aleksi Sihvonen ile yeni gitarist Daniel Freyberg’in grupla birlikte ilk kayıtları olacakmış. Aşağıdan, nasıl bir şey olduğunu duyabileceğiniz single’ın kayıt aşamalarını ve NORTHER’ın stüdyoda takılma anlarını izleyebiliyoruz.

NORTHER, son albümü “N“i 2008′de çıkarmış ve Fin albüm listelerine 5 numaradan girmişti.

PERIPHERY’den albüm ve klip

Sunday, April 18th, 2010

Bir grubun adını duyurmak için interneti ne denli etkin kullanabileceğine dair en güzel örneklerden biri, Amerikalı yeni nesil progresif metal grubu PERIPHERY.

PERIPHERY, henüz bir albüm çıkarmamasına rağmen myspace’indeki parçaları 100.000′de fazla kez dinlenmiş, grup FEAR FACTORY’den DEVILDRIVER’a kadar pek çok grupla turlamış. Grubun sosyal paylaşım ağları ve forumlardaki etkinliği sayesinde, şimdiden geniş bir hayran kitlesi var. Kuruldukları 2004 yılından beri 100′den fazla şarkı kaydeden PERIPHERY, adını duyurmak için farklı bir yola başvuruyor, kaydettiği tüm parçaları internetten yayınlıyor. Bu sayede grup kendini sürekli takip ettiriyor ve kitlesini genişletiyor.

İlginç şekilde üç gitariste sahip olan PERIPHERY, iki gün sonra çıkacak ilk albümü “Periphery“den “Icarus Lives!” adlı parçaya çektiği klibi de bugün yayınladı.

Albümden “The Walk” adlı parçayı da grubun myspace‘inden dinleyebilirsiniz.

SOUNDGARDEN tekrardan sahnede (Güncellendi)

Saturday, April 17th, 2010

Kısa bir süre önce birleşen SOUNDGARDEN, ilk canlı performansını dün gece verdi.

SOUNDGARDEN’ın anagramı olan NUDEDRAGONS adı altında sahne alan grubun konserine kamera ve kayıt cihazı sokulmaması konusunda büyük gayret edilmiş. Yine de bazı hınzırlar kötü emellerine ulaşmışlar elbet.

SOUNDGARDEN, yani NUDEDRAGONS, ikisinin kaydını aşağıdan dinleyebileceğiniz şu şarkıları çalmış:

01. Spoonman
02. Gun
03. Searching With My Good Eye Closed
04. Rusty Cage
05. Beyond The Wheel 

06. Flower
07. Ugly Truth
08. Fell On Black Days
09. Hunted Down

10. Nothing To Say
11. Loud Love
12. Blow Up The Outside World
13. Pretty Noose
14. Outshined
15. Slaves And Bulldozers

Bis:

16. Get On The Snake
17. Big Dumb Sex
18. Waiting For The Sun
(THE DOORS cover’ı)

Grup bundan önceki son konserini on üç yıl önce vermişti. Gelin o günleri hatırlayalım.

Ve hatta,

DARKTHRONE – Circle the Wagons

Saturday, April 17th, 2010

Sildim mi bir kalemde. Yok yok Darkthrone’u silmedim ama Darkthrone’a atfettiğim anlam silikleşti ve o dokunulmazlığı olan saygım sarsıldı bu albümle.

Albüm kapağı açıklandığında yine absürd bir şeylerin geleceğinden emindim. Burzum’un cici albümünden sonra ise artık bu sefer Varg’la el ele verip antropoloji, jenealoji ve oradan da Kızılderililer derken bir şekilde Kızılderililerin Türk olduğu sonucuna varıp kuzeyden Viking’den cayıp turan kavramına mı saracaklar diyordum. Şimdi bir de bakıyoruz ki Burzum’dan hakikiye yakın Norveç metali, Darkthrone’dan orta yaş krizinden beslenen apaçi metal gelmiş.

Yeni nesil black metal gruplarının yapaylığı ve yetersizliğine tepki niteliğindeki son üç albümlerinin ardından “Circle the Wagons” da aynı yolun dördüncü durağı niteliğinde. Ayrıntılı bilgi sahibi olmasam da karakteristik özelliklerini bilecek kadar dinlemişliğim olan birtakım heavy metal gruplarından doku nakli yapılmış, zihniyet ise aynen alınmış. Buna ilaveten iyiden iyiye punk’a kayan icra, çoğu ironi yüklü şarkı sözleriyle bezeli melodiler bana “vezir olacağım derken rezil olmak“ deyimini hatırlattı. Doğru, “artık yönümüzü değiştiriyoruz” demişlerdi, ama son albümleri düşününce bu ifadenin hiçbir manası kalmıyor. “Yönümüzü değiştirdik, 2005’ten beri aynı pilavı yediriyoruz” deseler ya. Mesele değişim değil yeğen, mesele delikanlılık.

Bir yere bağlanmayan tiz mi tiz sololar, ironisi beş dakikada yazılmış olmalarında saklı sözler ve vokalde saçma bir eko… Olumlu düşünmek istiyorum, tat almak istiyorum bu albümden. Hepsi birbirinin aynı street punk davulları, hakkıyla yedirilememiş heavy & thrash gitarları ve tasvir etmeye kalksam hoş kelimeler kullanamayacağım vokal tam bir aşure. Belki tüm bunlara “enerjik” denebilir ama bana yorgunluk veriyor.

Laf sokun, tavır alın, dalganızı geçin, sözüm yok, katılmasam da saygım sonsuz. Ancak dönüşüm ya da ilerlemeye kapalıysanız ya da bunların yapılma şeklinden memnun değilseniz kıdemli insanlar olarak bir yol göstermelisiniz sayın Nocturno Culto ve Fenriz. Ayrıca bizzat yaptığınız şey bu kızdığınızın kötü bir örneği değil mi? İlk albümden bu yana olan dönüşümden bahsetmiyorum, tiksindikleri ve kızdıkları “öz”den uzaklaşma konusundaki tutumdaki çelişkiden bahsediyorum. Ama camdan bütün gün söylenip mahalleyi kesen teyzeler gibi yerinde saymak bu tutarsızlıktan kat kat kötü. Tam Erol Büyükburç kafası. Şu albümde o sınırlarını çizmekte pek hevesli olduğunuz (sanata sınır getirmek..!?) Norveç sound’u adına güzel olan tek şey saçma “mantravari” girişini atlayarak dinlediğim son parça Bränn Inte Slottet. Şarkı başlayacak derken fade out ve enstrümantal olduğunun farkına vardığım anı şu meşhur terim “FAIL” ile izah edebilirim. Doksanları hasretle arıyor falan değilim, hayal kırıklığım “Darkthrone da bozdu ya” minvalinde değil. Gayet de bayıldığım black thrash melezi olayından soğuttu bu albüm beni.

Tamam “The Cult is Alive” pek ilginç, pek parlaktı, çok da sevmiştim. Sadece Darkthrone’dan beklenebilecek bir çıkıştı, riflerde bile iyi/kötü buldukları eserlere göndermede bulunmaları da son derece etkileyiciydi. Bir gün bu gibi şeyler düşüneceğimi söyleseler gülerdim ama artık Darkthrone bir şey üretmese de magazin programlarında boy göstermeye devam eden ünlüler gibi gelmeye başladı.

İçerikten ziyade düşündürdüğünden bahsettim farkındayım, fakat sırf bu tutum yüzünden bir albümü değerlendirirken akılda tutulması gereken onlarca kriteri bir kenara atacak değilim. Seçilen üslup, adı ve icrası her ne olursa olsun yine de bir bildiği olan adamların müzisyenliğini vücuda getiriyor. Eh burada da zevkleri ve renkleri tartışıyoruz değil mi.

Not: 1) Albüm ismi “kişinin kendisiyle aynı görüş ve inanışa sahip olmayan kişilerle iletişimini kesmesi” anlamına gelen bir deyim. Bir diğer karşılığı daha direkt anlamda Amerikan yerlilerinden korunmak için beyaz adamların tren vagonlarını koruma altına alması; bizimkiler ikisini harmanlamış sanırım. 2) Yazı içerisinde geçen müzik türlerine bir antipatim / ön yargım bulunmamaktadır. Tasvir amaçlı değinilmişlerdir.

ANABIOZ yeni albümünü çıkardı

Saturday, April 17th, 2010

Rus folk etkilenimli doom/death metal grubu ANABIOZ, yeni albümü “…To Light“ı çıkardı.

…To Light“ın detayları şöyle:

1. …To Light
2. Good Ale, Srong Ale
3. There the River Sings
4. Brotherhearts
5. Fires of War
6. Зa стеной снегов
7. Hunt for Hunter
8. Demon’s Circle
9. Voice of the North
10. Родная сторона
11. Feeling the Rain…

“Bu grup ne ola ki” diyenleri de şöyle alalım.

BLIND GUARDIAN’dan single

Saturday, April 17th, 2010

BLIND GUARDIAN, 25 Haziran’da bir single piyasaya sürüyor.

A Voice in the Dark” adlı single’ın içeriği şöyleymiş:

01. A Voice In The Dark
02. War Of The Thrones
03. You’re The Voice
(JOHN FARNHAM cover’ı)

Bu şarkılardan sadece single’a adını veren parça grubun şurada sunmaya başladığımız yeni albümünde yer alacakmış. Single’a adını veren parçadan bölümleri, ilgili bağlantıdaki videonun giriş ve çıkışında duyabilirsiniz.

Metal dünyasından yemek tarifleri

Friday, April 16th, 2010

Steve Seabury adlı yemek ve metal tutkunu bir arkadaş, metal müzisyenlerinin kendi yarattıkları yemek tariflerinden oluşan bir yemek kitabı hazırlamış.

Adı İngilizce’de patates püresi anlamına gelen “mashed potato”dan alınarak “Mosh Potatoes” olarak konulan kitapta, ZAKK WYLDE, LITA FORD, PANTERA, LAMB OF GOD, TYPE O NEGATIVE, GUNS N’ ROSES, ANTHRAX, MEGADETH, OVERKILL, TESTAMENT, QUEENSRŸCHE, BISON B.C., STEEL PANTHER, MUDVAYNE, LIFE OF AGONY, DREAM THEATER ve daha pek çok gruptan müzisyenin yazdığı yemek tarifleri varmış. Tariflerin hepsini tadan ve tüm tariflerin harika olduğunu söyleyen Seabury, “Bazı gruplar imajlarına zarar vereceğini ve hayranların tadının kaçacağını düşünerek bu olaya katılmayı reddettiler” diye de eklemiş.

IRON MAIDEN – Virtual XI

Friday, April 16th, 2010

Çok kısa bir kişisel giriş yapayım.

Lise sondayım. IRON MAIDEN’ın yeni albümü çıkmış. Çıktığının ertesi günü arkadaştan ödünç alıyorum, eve geliyorum. Gayet gaz ve meraklıyım. Neden, çünkü “The X Factor”ı çok seviyorum, yeni bir IRON MAIDEN albümü dinleyeceğim için de heyecanlıyım. Saat 17.00 civarında albümü dinlemeye başlıyorum. Saat 19.00′da annem tarafından yemek için uyandırılıyorum. Evet, hayatımda ilk kez bir albümü ilk dinlemem sırasında uyuyakalıyorum.

IRON MAIDEN’ın Bruce’suz albümleri grubun sevenleri arasında muallâk bir durum yaratıyor. “The X Factor”ı yerden yere vuranlar, “Virtual XI”ı rezil kepaze edenler ve elbette ki IRON MAIDEN elinden çıktığı için iki albünü çok çok sevenler. Bir fanboy olmadığım için en baştan gönül rahatlığyla söyleyebilirim: “Virtual XI” kötü bir albüm. Bence bu devasa grubun kariyerinde yaptığı en kötü albüm.

“The X Factor”ı neden severim, çünkü grubun yazdığı belki de en karanlık, en atmosferli en farklı albümlerden biridir. Metal tarihinin en önemli iki üç sesinden birinin yerini doldurma şansına/bahtsızlığına erişen Blaze’in karanlık sesi, bence o albüme gayet güzel gitmektedir. Bruce olsa nasıl olurdu bilemem, ama Blaze grupla olan ilk işinde bence elinden gelenin en iyisini yapmıştı. Blaze’in “The X Factor”a uyan sesi, daha enerjik olan “Virtual XI”da ise pek olmuyor, olamıyor. Olayı “Güzelim albümü mahvetti” boyutuna getirmeyen ve sadece “pek” uymuyorla yetinmeme sebep olan şey ise, ortada mahvedilecek fazla bir şeyin olmaması.

Steve Harris, dünyanın en “ses” isteyen gruplarından birine en baştan neden Blaze’i aldı elbet bilemeyiz, ancak Blaze’in “The X Factor”da olduğu gibi “Virtual XI”da da kendi sesine uygun yazılan şarkıları gayet güzel söylediğini görüyoruz. Kapasitesi belli, yetenekleri belli, o da onlar dahilinde bir performans sergiliyor. Olaya sürekli “Ah Bruce olsa” diye bakınca elbet Blaze’in herhangi bir şarkıyı Bruce’tan daha iyi söylemesi çok zor, ancak ortada, çoğu yorumda gördüğüm türde bir “Vokaller yüzünden bu güzelim albümü dinleyemiyorum” durumu olduğunu sanmıyorum. Bence, vokaller bu albümün en son dertlerinden biri.

“Virtual XI”ın asıl sorunu, prodüktör koltuğunda oturan Steve Harris’in, tüm bu kayıt boyunca çevresinde olan kişilerin bir tarafları yemediği için Harris’in işine karışmamaları dolayısıyla tek adam tarafından verilmiş yanlış kararlarla dolu bir albüm çıkarmış oluşu. IRON MAIDEN’ın şanlı kariyerine bir leke olarak geçen, hatta bununla da kalınmayıp single olarak seçilen, klip de çekilen utanç verici “The Angel and the Gambler”ı mı istersiniz? Bir metal şarkısında nakarat tam 22 defa tekrar ediliyorsa, üstelik de bunu yapan grup metal tarihinin en çok ilhâm veren üç grubundan biriyse, ortada bir sorun vardır. Bugün dinlediğimde hâlâ inanamadığım kadar kötü bir bestesi olan bu şarkı, albümün daha başında, “Virtual XI”ın geri kalanına umutla bakmayı epey zorlaştıran bir engel olarak duruyor.

Albüm, alışık olduğumuz devasa IRON MAIDEN melodilerini de seyrek şekilde içeriyor. Sonuçta ortada IRON MAIDEN olduğu için, bazı şeyler mecburen güzel olmak zorunda. Biliyoruz ki IRON MAIDEN’ın şarkılarında, isteseler de kötü yapamayacakları kimi karakteristik özellikleri var. Ancak nihayetinde “Virtual XI”, IRON MAIDEN diskografisinde hiçbir önem taşımayan, grubun hepsi farklı şarkılardan oluşan 10 tane best of’u yapılsa 10.’suna bile zor girecek şarkılar da barındırıyor. Elbet hoşumuza giden, IRON MAIDEN olduğu için sevdiğimiz yerleri var, ancak şu bir saatlik sürede, ilk dinlemeniz sırasında “Of be şarkıya bak ben bunu daha yıllarca bıkmadan dinlerim” dediğiniz, konserlerde adını haykırdığınız kaç parça olduğunu kendinize sorarsanız, “Virtual XI”ın gerçek değerini de kafanızda vermiş olursunuz diye düşünüyorum.

Her zaman 20.000-30.000 kişiye çalan MAIDEN’ın 5.000-6.000 kişilik kalabalıklara çaldığı bir de turneyle desteklenen “Virtual XI”, eğer “MAIDEN yaptıysa mutlaka iyidir, aksi olamaz, müzik kanunlarına aykırıdır” diye bakmadığınız sürece, kötülük ile vasatlık arasında bir yerlerde konuşlanacak bir albüm. IRON MAIDEN’ı elbet hepimiz (çoğumuz) seviyoruz, saygı duyuyoruz, ancak elmalarla armutları da ayırmak lazım. Metal tarihinin en önemli albümlerinden bazılarını yapan bir grubun önceki başyapıtlarına saygısızlık etmemek adına, bu albüme bu notu uygun gördüm. Dinlediğimiz bu müziğe en çok emeği geçen gruplardan birinden, keşke hiç yapılmasaydı dediğim bir albüm “Virtual XI”.

WITCHERY’den yeni albüm

Friday, April 16th, 2010

Son albümü “Don’t Fear the Reaper”ı dört yıl önce çıkaran İsveçli yıldızlar karması thrash metal grubu WITCHERY, yeni albüm haberini verdi.

Temmuz ayında çıkaracağı albümüne “Witchkrieg” adını veren WITCHERY’de, grubun kurucularından vokalist Toxine’in yerine, MARDUK’un eski vokalisti LEGION geçmiş. (Üstteki resimde ortadaki sevimli arkadaş.)

WITCHERY şu an itibariyle şöyle bir kadrodan oluşuyor:

Legion: Vokal (Eski-MARDUK)
Patrik Jensen: Gitar (THE HAUNTED)
Rille Rimfält: Gitar (SEANCE)
Sharlee D’Angelo: Bas (ARCH ENEMY, SPIRITUAL BEGGARS)
Axe: Davul (OPETH, BLOODBATH)

HELLYEAH’den yeni albüm haberi ve tadımlık

Friday, April 16th, 2010

PANTERA, MUDVAYNE ve NOTHINGFACE gruplarından gelen elemanlarla kurulan ve kendi adlarını taşıyan ilk albümleriyle Amerika’da epey gürültü koparan HELLYEAH, yeni albüm haberini verdi.

Adı “Stampede” olan albüm 13 Haziran’da çıkacak. Albümden “Cowboy Way” adlı şarkının kısa bir kısmını aşağıdan dinleyebiliyoruz.

Bir de grubun en meşhur şarkısını koyalım.

NEVERMORE yeni şarkısının enstrümantal halini yayınladı

Thursday, April 15th, 2010

NEVERMORE ve meşhur metal sitesi metalsucks, birlikte bir NEVERMORE yarışması yapmaya karar vermişler.

Aşağıdaki bağlantıdan yeni NEVERMORE şarkısı “The Obisidian Conspiracy”nin enstrümantal halini indirip üzerine kendi şarkı sözlerinizle vokal yapıp kaydediyorsunuz, ardından NEVERMORE en iyi yorumu seçiyor ve bir konserlerinde sahneye çıkarak bu şarkıyı grupla birlikte söylüyorsunuz.

Gayet hoş bir olay, ama elbet bizi ilgilendiren kısmı şarkının vokalsiz halini nihayet dinleyebiliyor olmamız. Alttaki albüm kapağına tıklayarak şarkıyı bilgisayarınıza indirmeniz mümkün.

OZZY OSBOURNE yeni şarkısını yayınladı

Thursday, April 15th, 2010

Eylül ayında ülkemize gelecek olan OZZY OSBOURNE, 10. stüdyo albümü “Scream“den “Let Me Hear You Scream” adlı şarkısını yayınladı.

Yapılan araştırmalar, metal dinlemeyen insanların metal dinleyen insanlarla yaptığı müzik muhabbetlerinin %94′ünde “Ozzy Osbourne sahnede civciv eziyormuş” cümlesinin geçtiğini gösteriyor.
Kendilerine “Yıl 2010 oldu aga” demek istiyoruz.

FALCONER – Falconer

Thursday, April 15th, 2010

Power metalin küçük görülme ve sevilmeme sebepleri çeşit çeşittir bildiğimiz gibi. Ejderhalar, kılıçlar, gökten inen melekler gibi konseptler bir yana; “victory”den “glory”den geçilmeyen şarkı sözleri diğer yana, power metali sevmeyen, küçümsemek isteyen biri için bahsedecek malzeme boldur. Her ne kadar power metal sevenler bunun türün genel öğesi olduğunu ve böyle kabul edilmesi gerektiğini söylese de, power metalin de kendisini eleştirmek isteyenlere koz verecek düzeyde tek tipleşmiş olduğu yadsınamaz bir gerçek.

Birbirinin aynısı melodiler ve bir öne çıkarlıkları olmayan vokallerle yıllarca aynı şeyi yapan yüzlerce grubun cirit attığı bu tür içerisinde, kalıpları kıranlar genelde tür içine farklı elementler katan, power metali “olaya bir de şu açıdan bakmaya ne dersiniz” şeklinde yorumlayan gruplar oluyor. Müziklerine başka pek bir grupta rastlanamayan bir atmosfer katan enfes LOST HORIZON, ya da power metali daha bir sertleştirip bu türe daha bir hırçın tarafından yaklaşan PERSUADER gibi gruplar, bir şekilde farklarını ortaya koyuyorlar.

Bu gruplardan biri de FALCONER. MITHOTYN‘in dağılmasının ardından Stefan Weinerhall tarafından kurulan FALCONER, kendi ismini taşıyan bu albümle, çıktığı dönemde adından epey söz ettirmişti. MITHOTYN’in Viking’sel müziğinin üstüne Mathias Blad’ın kendine özgü ses rengini ekleyen grup, bu vokal sayesinde, vokalleri sebebiyle power metal dinlemeyenlerce bile sevilmişti.

FALCONER müziği, içinden çıktığı MITHOTYN müziğinin tam anlamıyla bir yansıması aslında. Zaman zaman hard rock’a kayan rifler, orta ve üzeri bir tempo ve olabildiğine melodi. Ritim gitar ile solo gitarın tonlarının çok güzel ayarlanmış oluşu, grubun bu melodik yanını daha bir öne çıkarıyor ve üstüne Blad’ın o kendine özgü yorumu gelince, karşınıza gayet eğlenceli, dinlemesi zevkli bir müzik çıkıyor.

FALCONER melodilerinin kendilerini belli eden bir yapıları var genelde. Stefan Weinerhall’un MITHOTYN’de de sergilediği bu melodiler, iki gruba da aşinaysanız size Wienerhall elinden çıkma bir melodi dinlediğinizi ilk andan fark ettiriyor. Epik, dinamik, ve “Ortaçağ”sal.

“Falconer”da, FALCONER’ın klasikleri arasında sayabileceğimiz pek çok akılda kalıcı şarkıyla karşılaşıyoruz. Açılıştaki Upon the Grave of Guilt, nefis hard rock sosuyla sunulan Heresy in Disguise, giriş melodisiyle grubu en iyi özetleyen şarkılardan biri olan Mindtraveller, folk elementleriyle Ortaçağ havaları estiren ve FRP oyunlarının tavernalarını odamıza getiren A Quest for the Crown, hepsi birbirinden lezzetli, ufak çaplı epiklik barındıran şarkılar.

Grubun en iyi yanının, olayı melodi altına basit akorlar ve dakikalarca çift kros giden davullar olarak görmeyerek, bir hayli çeşitli ve birbirlerine benzemeyen şarkılar yazabilmesi olarak görüyorum. Bu noktada ritim gitarlar FALCONER müziğinin dinlenirlik süresini uzatan asıl enstrüman konumuna geçiyorlar, çünkü müzikteki tüm solo ve melodileri çıkarsanız dahi dinlenecek, altyapı olma göreviyle yetinmeyen, gerçek anlamda bir şey ifade eden rifler dinliyorsunuz. Elbet Mindtraveller gibi harika melodiler üzerinden yürüyen şarkılar da var, ancak olay hiçbir zaman çoğu stereotip power metal grubundaki “midi” dinliyormuş hissine dönüşmüyor. Bunda güçlü prodüksiyonun da katkısı var elbet. Aslen tiyatro oyunlarında şarkı söylerken Wienerhall tarafından keşfedilip teklif götürülen Mathias Blad’ın pamuk sesi ve yazılan akılda kalıcı vokal melodileriyle, “Falconer” pek çokları için grubun en iyi albümü olma özelliğini hâlâ koruyor.

Sonuç itibariyle “Falconer”, yaratıcı ve taze çıkışlar aranan bu tür içerisinde -bence- gayet başarılı, daha da önemlisi özgün bir albüm. Klasik heavy metali seviyor, ancak power metalden haz etmiyorsanız, “Falconer” ve FALCONER, türe olan bakış açınızı biraz olsun değiştirebilecek kapılardan biri olabilir.

PETER STEELE öldü

Thursday, April 15th, 2010

TYPE O NEGATIVE’in efsane ismi PETER STEELE dün gece kalp yetmezliğinden hayata gözlerini yumdu.

TYPE O NEGATIVE klavyecisi Josh Silver, başta dedikodu olarak yayılan haberin doğru olduğunu, 48 yaşındaki müzisyenin dün sabah vefat ettiğini açıkladı.

Huzur içinde yat diyoruz.

Not: Hatırlatma için janslore the celebrity’ye teşekkür ederiz.

EQUILIBRIUM yeni albüm detaylarını açıkladı

Wednesday, April 14th, 2010

Alman pagan, folk, viking (artık hangisini isterseniz) metal grubu EQUILIBRIUM, yeni albümünü 18 Haziran’da çıkaracağını açıkladı.

Adı “Rekreatur” olan albümün kapağı da aşağıdaki gibi.

Son albümü “Sagas” ile Almanya’da hatırı sayılır bir satış rakamına ulaşan EQUILIBRIUM geçtiğimiz ay içerisinde vokalist ve davulcusu şutlamış, kendine beyaz bir sayfa açmıştı.

GOJIRA – From Mars to Sirius

Wednesday, April 14th, 2010

Bu albüm için 2005 yılında bir yazı yazmıştım. Yazı boyunca ne GOJIRA kelimesi geçiyor, ne de albümden ve şarkılardan bahsediliyordu. Aşırı derece kişisel bir yazıydı. Yazarken güzel gelmişse de sonradan hoşlanmadığım için pasifagresif’e koymadım. Ancak bu albüm için bir şeyler zırvalamak bir süredir aklımdaydı.

“From Mars to Sirius” çoğu insan gibi benim de dinlediğim ilk GOJIRA albümü. Çıktığı hafta albüme dair o kadar çok övgü dolu yazı okudum ki, hiç bilmediğim bu grubun, hiçbir şarkısını duymadığım bu albümünü satın aldım ve dinlemeye başladım. İlk duyduğum anı düşününce, evet beğenmiştim. Garip bir havası vardı, kesinlikle farklıydı, ancak ilk andan nasıl önemli bir yapıt olduğunu göstermiyordu. İçinde çözülmeyi bekleyen bir cevher olduğunu belli edercesine özgün bir müzik yapıyordu GOJIRA. Okuduğum yazılardaki MORBID ANGEL, MESHUGGAH gibi referansların ışığında, ilk başlarda hep bu etkilenimlere yorarak dinledim müziği. İlk başlardan kastım, albümdeki ilk dört şarkıydı. İlk dört şarkının ardından, şu an GOJIRA’yı hayatımın en önemli gruplarından biri yapan o şarkı başladı.

Bayağı bildiğin oturduğum koltuğun içine çekildiğimi hissettim. Where Dragons Dwell’in girişiyle birlikte kafamda beliren ilk düşünce, “sanırım artık ölebilirim” idi.

2000′ler sonrası metal dünyasının gördüğü en orijinal gruplardan biri olduğunu düşündüğüm GOJIRA, birtakım farklı etkilenimleri öylesine muhteşem şekilde birleştirip kendi sound’unu oluşturdu ki, bugünden itibaren yapacakları her şarkının ilk birkaç notası size GOJIRA dinlediğinizi fark ettirecektir. Joe Duplantier’in her dediği anlaşılan iç parçalayıcı vokali, gitarların kalın tellerden suratınıza çarptığı hem hayvan sert, hem de acı verici düzeyde hisli rifler, melodiler, GOJIRA’nın anormal düzeyde yoğun bir ses duvarı yaratmasını ve metali derinlemesine takip edenler arasında adeta kült bir gruba dönüşmesini sağlamıştı. Yıllardır görmezden gelinen Fransa içinde, ilk albümünden bu yana zaten bir efsane olan grup dünyadaki patlamasını ise bu üçüncü albümüyle yapmıştı.

“From Mars to Sirius” bildiğiniz gibi bir konsept albüm. Joe Duplantier taradından yapılan ve 2000′ler sonrası metalinin en ikonik kapaklarından biri olan albüm kapağında da betimlendiği gibi, Dünya’nın yok oluşuna, doğanın çöküşüne tanık olan bir adam, kendisine uçmayı öğreteceklerine inandığı Uçan Balinalar’ı arıyor. Bunu yapan karakterimiz ardından Sirius C’ye uçuyor ve buradaki üstün ırk da kendisine Dünya’ya (Mars’tan kasıt Dünya) tekrar hayat vermeyi öğretiyor. Böyle üç satırda yazınca pek bir anlam ifade etmese de, GOJIRA müziğe size bir şeyler anlatmaya çalıştığını, birbirinden bağımsız, öylesine şarkılardan oluşmadığını her notasında hissettiriyor.

Olayın teknik boyutuna çok girmek istemesem de, GOJIRA müziğinde başka pek az grupta duyduğumuz türde denemelerin de yer aldığı bir yapıda. Sıradışı tapping kullanımı, müziği bir şekilde çeşitlendiren harmonikler, örneklerine çok az rastladığımız kimi teknikler (en alt telden en üst tele doğru penanın yanını sürtmek; hani şu “çiiiiiyuv” sesi var ya), hep GOJIRA’nın yarattığı bu kendine özgülüğün araçları arasında.

Fazla şarkı ismi verme niyetinde değilim, “From Mars to Sirius”u benim gibi bir bütün halinde, kendi mevcudiyeti olan, adeta yaşayan bir şey gibi gören insanlar albümün şarkılarına ayrılıp dinlenmeyeceğini biliyorlardır. Albüm baştan sona bir yaratıcılık, sertlik, hüzün ve gaz bombardımanı şeklinde başlar ve sizi yaklaşık yetmiş dakika boyunca silkeler ve bırakır. Bu sebeptendir ki albüme dair okuduğum sayısız dinleyici yorumunda “Aynı anda hem kafam koparcasına kafa sallamak, hem de hiçbir şeyi umursamadan ağlamak istiyorum” türünde aşırı ifadelere rastlayabiliyorsunuz.

Pek çok meşhur kritik sitesinde epey düşük puanlar (4/10 gibi) alan bu albüme böyle bir puan vermeyi, ukalalık yapmak istemem ama ya dinlediğini anlamamak, ya da albümü bir pop müzik albümü dinliyormuşçasına yüzeysel dinlemek olarak görüyorum. Müzikalite elbet göreceli bir şeydir, ancak bir yerden sonra ortada gerçekten iyi bir şey olduğunu görmemek de ne dinlediğini anlamamaktan başka kapıya çıkmıyor bence.

Son kelâmlara gelince, GOJIRA’nın en büyük başarısı, hem müzik, hem tavır, hem de konseptleriyle yarattıkları kendilerine özgü hava diye düşünüyorum. Başka bir grup yapsa “Eee?” diyeceğimiz basitlikte bir rif bile, GOJIRA yaptığında içinde yoğun bir duygu barındırıyormuş gibi geliyor. Bu sayede grup son yıllarda giderek artan bir kitleyi peşinden sürüklüyor. “From Mars to Sirius” önemli bir gruptan önemli bir albüm. Ama onun da ötesinde, albümün içine tam anlamıyla girebilenler için içinde çok güçlü, çok güzel hazineler saklı bir albüm.

AS I LAY DYING yeni albümünü tattırıyor

Wednesday, April 14th, 2010

AS I LAY DYING’in yeni albümü “The Powerless Rise“daki tüm şarkılardan kısa klipler, alttaki albüm kapağının içine kondu.

EXODUS yeni albümünden üç şarkıya klip çektiğini ve üçünün de aşşşırı iyi olduğunu açıkladı
Bursalı hard rock grubu KARAMESAİ yeni şarkılarını sundu
Pasif Agresif, bir Wordpress marifetidir.