# - A - B - C - D - E - F - G - H - I - J - K - L - M - N - O - P - Q - R - S - T - U - V - W - X - Y - Z

Archive for 2010

Bursa gazetesinden BURSASPOR’a OVERKILL’li destek

Wednesday, May 12th, 2010

Ligin son haftasına şampiyonluk parolasıyla giren ve sahasında karşılaşacağı Beşiktaş maçının hazırlıklarını bütün hızıyla sürdüren BURSASPOR’a, Bursa basınından metalli destek geldi.

Karton insan maskesi ist krieg diyor, kafa sallayan timsah yürüyüşüne başlıyoruz.

JOTUNSPOR esprisi yapmayı da düşünmedik değil.

Not: Bu haberi sitesinde görüğümüz Cenk Özmercan’a da selam ederiz.

ACCEPT yeni klibini yayınladı

Wednesday, May 12th, 2010

Metal sahnesine geri dönen efsanevi Alman grup ACCEPT, yeni albümünden “Teutonic Terror” adlı parçaya çektiği klibi yayınladı.

Klipteki şarkısıyla hayranlarından büyük övgü alan grup, yakında AC/DC’nin ön grupluğunu yaparak özlediği büyük arenalara geri dönecekmiş.

Yeni albümü için Nuclear Blast’le anlaşan grup, geçtiğimiz haftalar içerisinde de tüm biletleri tükenen bir dizi konser vermişti.

SEPULTURA – Chaos A.D.

Wednesday, May 12th, 2010

Arise“la tanıştıktan kısa bir süre sonra duymuştum bu albümü. Metalin en ikonik kapaklarından birine sahip olmasından mıdır bilmem, rafta gördüğüm ilk andan beni kendine çekmişti “Chaos A.D.”.

“Arise”la arka arkaya dinlendiklerinde iki farklı grup yapmış gibi bile algılanabilecek bu albüm, bildiğimiz gibi doksanlar metalinin kilometre taşları arasındaki haklı yerini çıkar çıkmaz alan bir çalışma.

Thrash metalin küçülüp death metalin büyüdüğü doksanların ilk yarısında adını tüm dünyaya duyuran SEPULTURA, “Arise” için iki yıl turladıktan sonra evine dönmüş ve bir de ne görmüştü? SEPULTURA’yı en büyük grubu olarak gören ve destekleyen Roadrunner, büyüyen death metal sektörüne merak salan Columbia’nın telkinleriyle, gruba daha ılımlı bir yol izlemesini “tavsiye ediyordu”. Bu konunun ayrıntısından “Heartwork” yazısının dördüncü paragrafında bahsetmeye çalışmıştım. Detayına girmeyelim.

Avrupa’da ve Amerika’da çeşitli törenler ve kutlamalarla karşılanan “Chaos A.D.”, her ne kadar kimi yerlerde groove metal adı altında anılsa da, ortada thrash ve death metale dibine kadar bulaşmış bir grup tarafından yaratılan şarkılar olduğu aşikâr. Grubun punk ve hardcore etkilenimlerinin de iyice ayyuka çıktığı “Chaos A.D.”, sadece bununla da yetinmiyor, SEPULTURA’nın yerel unsur kullanma ve “Brezilya güzel memleket” döneminin de başlangıcı olarak göze çarpıyor. Şahsen hoşlaşmadığım bu olay, sonraki albümlerinde ne yazık ki SEPULTURA’dan sıkılmama sebep olmuş ve SEPULTURA’yı benim için “Chaos A.D.” ve öncesiyle sınırlandırmıştır (Evet “Roots”u da sevmiyorum).

Albüme baktığımızda, ilk dinleyişte herkesin aklını başından alacak, boyun kırdırtacak şarkılar görüyoruz. Sertlik dozu yerli yerinde, önceki SEPULTURA’nın sapkın hızından uzak, ancak her biri son derece akılda kalıcı ve iyi bestelenmiş şarkılar var “Chaos A.D.”de. Şarkı ismi vermek, adı anılmayanlara ayıp olacaksa da, elbette ki metal dinleyen herkesin mutlaka duyduğu Refuse Resist’ten, konserlerin gediklisi Territory’ye; zamanında Max tarafından sebebini bilmediğim bir şekilde “Andreas’ın (Kisser) METALLICA’nın Sad But True’suna cevabı” olarak yorumladığı Nomad’den, DEAD KENNEDYS insanı Jello Biafra yancılığındaki Biotech is Godzilla’ya, “Chaos A.D.” tür ayırt etmeksizin bir metal hastasının rüyalarını süsleyen albümlerden biri.

Albüm çıkışının sonrasına bakarsak, gerçek bir başarı öyküsü görüyoruz. “Chaos A.D.” SEPULTURA’ya tüm dünyanın tanıdığı dev bir metal grubu olma kapısını açarken, Epic Records gibi kimi büyük şirketlerin de grupla ilgilenmesine de ön ayak olmuştu. Dahası “Chaos A.D.”, büyük kısmı hit şarkılardan oluşuyor olmasından kelli, çıktığı dönemde pek çok ülkede çılgıncasına başarılı olmuş, miniminnacık Hollanda’da dahi 30.000 satarak grubun duvarlarına yaldızlı plaklar astırmıştı. Hollanda dediğin yer zaten taş çatlasa 30.500 nüfuslu memleket.

Ülkemiz metal kitlesi tarafından da gayet iyi bilinen, sevilen bir albüm olan “Chaos A.D.”, grubun kariyerini ne ölçüde değiştirmiş olursa olsun, çıktığı dönem ve etkilediği gruplar açısından, tartışmasız önemli bir albüm. Aynı şekilde “Arise”a tapan kesimin bir ölçüde sinirlerini kaldıran yanları olsa da, müzikal anlamda da gayet iyi, taş gibi bir albüm. Şahsen “Chaos A.D.”yi “Beneath the Remains” ve “Arise”ın arkasında görsem de, doksanlarda çıkan metal albümleri arasında önemli bir yer ettiği de ayan beyan ortada.

İçinde pek çok metal marşı bulunan bu albümü, “benim SEPULTURA’mın” bitiş albümü olarak görüyor ve çılgıncasına seviyorum.

SANCTUARY yeni albümle geri dönüyor

Wednesday, May 12th, 2010

NEVERMORE vokalisti Warrel Dane ile NEVERMORE basçısı Jim Sheppard’ın seksenlerde kurduğu ve NEVERMORE’a dönüşerek dağılan heavy metal grubu SANCTUARY geri dönüyor.

“Into the Mirror Black” ve “Refuge Denied” albümleri kült olarak kabul edilen ve geniş bir hayran kitlesi olan gruptan Dane ve Sheppard, o dönemdeki tur gitaristleri Jeff Loomis’i de yanlarına alarak NEVERMORE’u kurmuştu.

Warrel Dane konuyla ilgili “NEVERMORE sevenleri merak etmesin, SANCTUARY olarak yeni bir albüm çıkaracağız, ama bu durum NEVERMORE’u hiçbir şekilde etkilemeyecek” şeklinde konuşmuş. Grup gitarist olarak eski gitaristleri Lenny Rutledge’la yola çıksa da, Jeff Loomis’in de olaya dahil olup olmayacağına dair bir açıklama henüz gelmemiş.

Sonuç olarak Warrel Dane’in sesini daha çok duyacak olmaktan pek bir zarar gelmez diye düşünüyoruz.

IRMINSUL – Irminsul

Tuesday, May 11th, 2010

Ömer Kuş

Bugünkü konuğumuz ilk ve tek albümlerini geçtiğimiz yıl çıkarmış olan IRMINSUL.

İskandinav mitolojisinde metal grupları tarafından kullanılmayan isim bulmakta güçlük çeken grup, kanımca kıytırık da olsa bu ismi seçmiş. Alman paganizmi için çok önemli olan, bir açıklığın ortasına yerleştirilmiş dikit veya ağaç kütüğü gibi bir anlamı var.

Grup 2005 yılında İsveç’te kurulmuş. İncelemekte olduğumuz albüm de 2009 yılında raflarda yerini almış. Şimdi ilk albüm diye kafanızda genç, ümit vaat eden, senden benden küçük tıfıl tipler oluştu biliyorum ama durum öyle değil. Elemanlar biraz geç kalmış ilk albümü çıkarmakta. Neyse geç olsun güç olmasın diyor yolumuza devam ediyoruz. Bu arada albümde çalan Julle isimli İtalyan gitarist albüm çıktıktan sonra gruptan ayrılmış, şimdi yerine gitarist aramaktalar. Yeni albümleri üzerinde de çalışmaya başlamışlar hatta.

Grubu Metalstorm’da 2009 yılının en iyi folk metal albümlerinde aday gösterilen bu albüm sayesinde merak edip dinledim. Bence geçen sene çok daha güzel albümler çıkmıştı ama bu kesinlikle albümün kötü olduğu anlamına gelmiyor tabii. Özellikle aynı listede HEATHEN FORAY’in “The Passage” albümünün de yer alması, ki kendisi bariz AMON AMARTH kopyası olan vasat ötesi bir albümdür, ve “Nattväsen” gibi bir albümün yer almaması Metalstorm’a laflar hazırlamama sebep olmuştu. “The Passage”ı da yakında yazmayı planlıyorum, eğer sıkılmadan yeterince dinlemeyi başarabilirsem yapacağım bunu.

Albüme gelirsek, elimizde folk metal standartlarının bir iki özellik dışında pek dışına çıkmayan, bir folk metal albümünden beklenebilecek klasik ögelerin bulunduğu, bazı amatörlük kokan hareketler göze çarpmadığı sürece gayet keyifle dinlenebilecek bir albüm var. Zaten grubun websitesine göz atınca ne kadar amatör olduklarını görüyorsunuz o da ayrı bir konu. Acıdım lan resmen, biri el atsın yardım etsin şu garibanlara.

Albümü diğerlerinden ayıran bence en önemli fark lömbür lömbür duyulabilen baslar. Benim gibi müzikte basın ön plana çıkmasından hoşlanan biriyseniz çok memnun kalabilirsiniz bu durumdan. Zaten bütün enstrümanlar birbirini ezmeden rahatça duyulabiliyor. Davul biraz arka planda kalmış, onun da zaten pek bir atraksiyonu yok maalesef. “Urberg”’in girişinde bir davul atağı var gerçi ama olmasaymış daha iyi dedirtti bana. Her duyduğumda tıfıl bir grubun ilk demosunu dinliyor gibi hissediyorum.

Gitarlar cıgıcıgı geleneğini pek bozmadan iskeleti oluştururken, bunun üzerine lömbür lömbür baslar ve ruh okşayan kemanlar geliyor. Keman melodileri albümün önemli karakteristiklerinden biri. Şarkıların kendi kimliğini kazanmasında büyük rol oynuyorlar. Kah ön planda müziği yönlendiriyor, kah arka plana geçip destek görevi görüyorlar.

Bu arada gitarlara sadece cıgıcıgı dersek haklarını yemiş oluruz. Zaman zaman gayet başarılı sololar veya solomsu hareketlere (hmm…) rastlayabiliyoruz. Özellikle vokalin sustuğu 2-3 dakika enstrümantal giden bazı kısımlarda ilgiyi dağıtmadan dinleyebilmenizi sağlayabilecek kadar başarılı işler var. Mesela Midvinterblot şarkısının ortaları veya favorim olan Svikaren’in sonlarını dinlerseniz neden bahsettiğimi anlarsınız.

Dediğim gibi albümde bir folk metal albümünden beklediğimiz her şey var. Akustik pasajlar, gayet dozunda bayan vokal, “Ooooo, ooooo” diye eşlik etme dürtünüzü tepikleyen koro vokaller, albümün geneline hakim sıradan bir brutal vokal, İsveççe olduğundan pek anlayamadığım fakat doğa vs. üzerine olduğundan emin olduğum sözler. Aslında bu bahsettiklerim başarılı yapılmadığı sürece gayet sıkıcı ve sıradan olabilecek şeyler, ben bir albüm için bu tanımı okusam büyük ihtimalle “dinlemesem de bir şey kaybetmeyeceğim başka bir albüm” diyip geçerdim. Neyse ki IRMINSUL ilk albümleri olmasına rağmen başarılı bestelerle bu öğeleri doğru düzgün bir araya getirip işin altından kalkmış.

Folk metal seven bünyeler için keyifli vakit geçirtebilecek, güzel bir albüm. Büyük beklentilerle dinlenilmediği sürece hayal kırıklığına uğratmayacaktır. Folk metal sevmiyorsanız ise… bir dakika ya buraya kadar okudunuz mu siz?

BLIND GUARDIAN’dan single detayları ve tadımlık

Tuesday, May 11th, 2010

BLIND GUARDIAN, yeni single’ı “A Voice in the Dark“ın detaylarını açıkladı.

01. A Voice In The Dark (5:45)
02. You’re The Voice (4:43)
03. War Of The Thrones (5:20)

Single’a adını veren şarkının kısa bir parçasını da şuradan duyabiliyoruz.

Yeni CONTROL DENIED albümü için ilk somut adım

Tuesday, May 11th, 2010

Relapse Records, çıkması kesinleşen ikinci CONTROL DENIED albümü “When Man and Machine Collide“ın haklarını aldığını ve albümün biter bitmez çıkacağını açıkladı.

Perseverance Holdings Ltd. ve Schuldiner ailesiyle de mutabakata varan Relapse Records, yeni CONTROL DENIED albümünün yanı sıra tüm DEATH albümlerinin yeni sürümlerini ve Chuck’ın DEATH öncesindeki grubu MANTAS’ın toplama şarkılarından oluşacak bir albümün de piyasaya sürüleceğini açıkladı.

pasifagresif olarak, düzenli olarak promo aldığımız Relapse Record’dan gelecek CONTROL DENIED – When Man and Machine Collide pakedini sabırsızlıkla bekliyoruz.

KEEP OF KALESSIN yeni albümünü halka açtı

Monday, May 10th, 2010

KEEP OF KALESSIN, yeni albümü “Reptilian“ı alttaki resimde dinlemeye açtı.

Bugün itibariyle piyasaya çıkan albüme dair tüm yorumlarda, “Reptilian“ın 2010′un en iyi albümlerinden biri olduğu ve grubun eski işlerini aştığından söz ediliyor.
Dinleyelim görelim.

IKUINEN KAAMOS – Fall Of Icons

Monday, May 10th, 2010

Metal dünyası uzun zamandır bir yaratıcılık problemi çekiyor. Neredeyse bütün alt türler kendi kendilerini tükettiklerinden dolayı “yeni” müzik üretebilmek için arayışa girmek kaçınılmaz oldu, bu yüzden artık çoğu grup tek bir başlık altında anılacak bir müzik icra etmekten uzak durmaya çabalıyor ve farklı kaynakları tek noktada birleştirmeye çalışıyor. Bu gelinen noktada Opeth’in yeri bir hayli enteresan ve önemli.

Opeth, 90′ların tek yönde ekstremleşen gruplarına inat hep bir çok farklı kaynaktan beslenen bir grup oldu ve bir anlamda kendi markasını yarattı. Yine Opeth, varoluşunu bunun üzerine kurduğundan dolayı, “Opeth gibi” dendiğinde akla gelen şeyler değişken şarkı yapıları ve müzikal zenginlik oldu. Bu yüzden metal dünyasının bu “yenilik” arayışı çerçevesinde son dönemde ortaya çıkan gruplar üzerinde yoğun bir Opeth etkisi olması şaşırtıcı değil. Ama bu Opeth etkisinin de kendi içinde bir özgünlük sınırı var ve icra edilen müziğin orijinalliğini bu sınır belirliyor. Bu yazının konu edindiği albüm bu sınıra toslayan albümlerden.

Ikuinen Kaamos ilk albümü “The Forlorn” ile zaten Opeth benzeri bir grup olarak piyasaya girmişti, özellikle Opeth’in ilk dönemlerine yakın bir yapısı vardı bu albümün. Grup da adını böyle duyurdu. Akabinde plak şirketiyle yaşanan anlaşmazlık sonucu “Epilogue” albümü piyasaya çıkmadan direkt çöpe gidince grup bu albümünden üç şarkıyı alıp EP formatında kendisi yayınladı. “Closure” adlı bu EP’de grup sonunda kendi yolunu çizmeye başlamış, Opeth etkilenimlerini bir kenara bırakıp daha ziyade kendi tarzına odaklanmıştı. Peki o EP’den sonra ne oldu da bu vatandaşlar “The Forlorn”un da ötesinde bir “Çakma Opeth” kimliğine büründüler? İşte bunun cevabını bulmak zor.

Opeth’in karakteristik özelliği olan distortion/clean ton geçişlerini, arada giren akustik gitar pasajlarını, brutal vokal/clean vokal geçişlerini bir tutam melankoli ile karıştırıp sunmaya “Aaa aynı Opeth gibi olmuş!” diyoruz çok kabaca. Burada etkilenme ile kopyalama arasındaki sınırı esas olarak detaylar belirliyor, bu detayları da “Akerfeldt faktörü” adı altında toplayıp özetleyebiliriz. Özellikle “Morningrise” sonrası Akerfeldt kontrpuan melodilerden vazgeçtikten sonra yazılan riflerin kendini belli eden bazı karakteristik özellikleri var ve bu da çoğunlukla Opeth müziğinin temelini oluşturuyor. Bu yüzden Opeth’in distortion/clean geçişlerinin üstüne bu rifleri de aynen alıp kopyalarsanız ortaya “Opeth gibi” değil “Çakma Opeth” bir müzik çıkıyor. Diğer birçok Opeth etkili grubun aksine Ikuinen Kaamos daha önce pek düşmemişti bu tuzağa, ancak “Fall Of Icons” ile bu duruma balıklama dalmış arkadaşlar. Hatta o kadar ki, Akerfeldt’in clean/akustik gitar pasajları üzerine attığı blues temelli soloları, bir yere varmayan tipik Opeth outro’ları bile yer yer kopyalanmış. Albümü ilk dinlediğimde “Bu kadarı da olmaz artık” tepkisini vermiştim, zira hakikaten bu kadarı olmaz, olmamalı. Şarkı düzenlemelerinden tut riflere kadar her şey Opeth kokuyor, hatta Opeth’in hafiften kimlik değiştirdiğini düşünürsek Opeth’den daha Opeth bir albüm bu, tek fark Akerfeldt’in vokali.

İşin kötü yanı bu “Çakma Opeth” hali o kadar gözü alıyor ki grubun kendi karakteristik melodilerini ve riflerini tamamen dibe itiyor. Zaten albüm genel olarak grubun önceki işlerine göre daha progresif bir yapıda, şarkılarda daha çok varyasyon, daha çok rif var, dolayısıyla şarkıların içine girmesi de görece olarak zor. “The Forlorn”da göze sokulan melankoli bu sefer daha derinlerde, diplerde yer alıyor. Bu yüzden grubun hayranı bile olsanız ilk dinlediğinizde gözünüze böyle koca koca bir “Opeth!” damgası çarpıyor. Mesela albümden yayınlanan ilk şarkı, Indoctrination of the Lost. Şarkının %80′i bire bir Opeth araklarıyla dolu. Şarkıda “Aha işte Ikuinen Kaamos!” diyebileceğim tek bölüm olan 04:50 gibi giren ve daha sonra distortion/brutal vokal ikilisi ile tekrarlanan clean rif bütün bu Opeth hengamesi altında kaynayıp gidiyor. Keza In Ruins’in açılışı da buna örnek verilebilir. Albümün finalini yapan 17 dakikalık Apart daha dengeli bir Ikuinen Kaamos kimliği taşıyor istisnai olarak, ancak süresinin hakkını verecek kadar başarılı bir şarkı değil ne yazık ki.

Mevzu özetle şu, elimizde fena olmayan bir progresif death metal albümü var. Eğer Opeth diye bir grup dünya üzerinde varolmamış olsaydı bu albüm üzerinden grubun vizyonuna, riflerine, şarkı yapılarına övgüler düzebilirdim, ancak Ikuinen Kaamos hayranı bir insan olarak itiraf etmek durumundayım: bu her saniyesine kadar “Çakma Opeth” havası sinmiş bir albüm. Bütün bunlardan bağımsız değerlendirebileceğim tek yönü prodüksiyon, ki mis gibi olmuş. Prodüksiyon açısından dinlemesi gayet zevkli bir albüm, hatta çakma içeriğini bile tolere edebiliyor belli bir noktaya kadar. Ama her şeye rağmen, evet bu bir çakma Opeth albümü.

Bu albüme Opeth diye bir grubu hiç duymamış olsaydım 9, Ikuinen Kaamos’u hiç dinlememiş olsam 5 verirdim muhtemelen. Bu albümün özeti de bu puanlarda saklı zaten, uzun uzun anlatmasam da olurmuş. Aldığı puan ikisinin ortalaması.

sambalici

JOEY BELLADONNA ANTHRAX’a katıldı

Monday, May 10th, 2010

ANTHRAX’ın Big Four dönemindeki vokalisti JOEY BELLADONNA, 2005-2007 arasındaki reunion turnesini saymazsak, 1992 yılında ayrıldığı ANTHRAX’a bugün itibariyle geri döndü.

Grup, yaptığı açıklamada Big Four’dan biri olarak anılan ANTHRAX’ın JOEY BELLADONNA’lı olması gerektiğini ve bu durumdan çok mutlu olduklarını söylemiş.

Sonisphere turnesinin bitiminde eve döneceklerini söyleyen ANTHRAX, hemen BELLADONNA’yla yeni bir albüm yazmaya başlayacaklarını da sözlerine eklemiş. Şöylesi olaylar sonucunda ertelenen albümü “Worship Music“in bir kısmını sevdiklerini, ama 5-6 şarkının da tam istedikleri gibi olmadığını belirten grup, ya bu şarkıları BELLADONNA’ya göre revize edecekmiş, ya da onları unutup yeni şarkılar yazacakmış.

Kısacası ANTHRAX’da sular, her zamanki gibi durulmuyor.

EXIVIOUS dağıldı

Monday, May 10th, 2010

Bir kısmı CYNIC elemanlarından oluşan Hollandalı enstrümantal füzyon/progresif metal grubu EXIVIOUS bugün yaptığı açıklamayla kariyerine son verdi.

Kendi adını taşıyan ilk ve tek albümünü geçtiğimiz yıl çıkaran grup, diğer projeler yüzünden çok sevdikleri EXIVIOUS’a gerektiği kadar zaman ayıramadıklarını ve grubu böyle sürüncemede bırakmak istemedikleri için de toptan bitirdiklerini söylemiş.

TESTAMENT’tan konserlere dair

Sunday, May 9th, 2010

TESTAMENT, bundan sonraki canlı performanslarına dair bir açıklama yapmış.

Grup, bundan böyle konserlerinde eski parçalarına mümkün olduğunca az yer vereceğini ve “The Formation of Damnation”, “The Gathering” ve “Demonic” albümlerindeki şarkılara yükleneceğini açıklamış, bunun sebebi olarak da TESTAMENT’ın geçmişin mirasını yiyen bir grup değil, hep ileriye bakan bir grup olarak anılmasını istemeleri olarak göstermiş.

Madem onlar çalmayacak, o zaman biz çalalım.

ARTENSION – Phoenix Rising

Sunday, May 9th, 2010

Özgür Durakoğulları

Yüzüklerin Efendisi üçlemesinin yönetmeni Peter Jackson’ın 1992 tarihli “Braindead” isimli absürd korku-komedi filmini izlediyseniz eğer orada dikkatinizi çekebilecek bir durum var; şöyle ki esas oğlan çim biçme makinesini kaldırıp zombileri doğramaya başladığında üzerine kan sıçrar, ve doğal bir tiksinti refleksiyle tepki gösterir bu duruma. Ama doğradığı zombiler bir ev dolusu olunca, gittikçe tepkisizleşmeye başlar.

Her tarafı kan revan içindedir, ama sanki mutfakta domates doğruyormuş gibi gayet donuk bir edayla işinin geri kalanını bitirir. Ya da benzer bir “alışmışlık” hadisesini atari veya bilgisayar oyunu oynayan kişiler de bileceklerdir; özellikle hack&slash veya beat-em-up gibi oyunlarda üzerinize yüzlerce yaratık gelir, ve bir süre sonra heyecan dozu düşmeye başlar. Sanki yaratık kesmek, tetris oynamak gibi bir monotonluğa sürüklenir. Aslında daha iğrenç örnekler de verebilirim, ama neyse yeterli bu kadar.

Neden böyle bir durumdan bahsettim, çünkü bu olayı müziğe bir biçimde bağlamaya çalışacağım. Bu etki herkeste aynı biçimde tezahür etmeyebilir, ama ben grindcore gibi, doom metal gibi türleri dinlerken de aynen bu biçimde uyuşuyorum. Yani grindcore dinlerken, uykusu gelen bir tek ben miyim diye de merak etmiyor değilim aslında. Halbuki son derece enerjik, brütal bir müzik. Ama içinde tempo değişiklikleri, aksatmalar olmayınca bana nedense böyle oluyor.

Burada tanıttığım albümdeki vokalist John West, benim en favori vokalistimdir. Bu adam neden mi favorim? Bir kere birçok tekniğe son derece hakim bir vokalist. Falsettoları, kafa sesleri, burunda tınlattığı usta tiz vokalleri, scream’leriyle beni her zaman heyecanlandırabilen bir vokalist. Şimdi power metalde ve bazı heavy metal gruplarında rastladığımız bir hadise var, örneğin Manowar ve Judas Priest’te. Bu grupların vokalistleri yukarda film ve oyun örneklerinde verdiğim hisleri yaşatıyorlar bana genellikle. Manowar’dan bir Black Wind Fire And Steel dinleyince gaza gelmiyor muyum, veya aynı durum Painkiller dinleyince olmuyor mu? Oluyor. Ama çok nadirdir böyle şarkılarından 3-4 tane arka arkaya dinleyebildiğim. Scream atmak, ya da çok tiz vokal yapmak bir yetenektir, ama fazla kullanılınca etkisini kaybediyor bence. Scream, aynen bir filmin veya kitabın sonundan hemen önceki şaşırtan kurgusal hamle gibi olmalıdır bence. Tokat yemiş gibi olmalısınızdır bir scream vokal duyduğunuzda. Tokat manyağı olursanız pek etkileyiciliği kalmaz bana sorarsanız.

Bir de müzisyenlik, aslında atletizm gibidir. Çok fazla efor gerektirmeyen bir enstrüman veya vokal kullanıcısını bir cirit atıcıya benzetebilirken, sağlam scream’ler atabilen bir vokalisti veya çok hızlı grind ritim giden bir davulcuyu 100 metre sprinterine benzetmek çok da abes olmaz diye düşünüyorum. Cirit atıcılar için önemli olan ön hazırlıktır, tekniktir ve fit olmaktır performanstan önce. Ama bir 100 metre koşucusu tüm bunları yapmasının yanında, performansı esnasında da çok fazla efor sarf eder, sakatlanma riskleri taşır. Tuşesi çok sert olan bir davulcu, çok hızlı ve güçlü çalması gereken bir davulcu, çok sağlam tizlere çıkması ya da scream atması gereken bir vokalistin sakatlandıklarını da duymuşsunuzdur belki, zira rastlanmayan durumlar değil. Örnek vermem gerekirse, Scorpions vokali Klaus Meine uzunca bir zaman önce sesini ciddi biçimde sakatlamıştır, hatta doktoru “Bir daha şarkı söylememelisin” demesine rağmen, kendisi sahalara dönmüştür. Cradle of Filth vokalisti Dani Filth de çok zor bir vokal tarzı sergilemesinden mütevellit, ciddi ses sakatlanmalarına ve yıpranmalarına maruz kalmıştır. Davullardan 2 örnek vermek gerekirse, Slayer davulcusu Dave Lombardo’nun da epey zaman önce sakatlandığını duymuşsunuzdur belki. Tabii müzikte çok sık rastlanan bir olay değildir sakatlanmak, ama sporla ufak da olsa bir paralellik vardır yine de. Ya da, Kamelot davulcusunun da tuşesi çok serttir ve kendisi DVD ekstrasında yaptığı bir konuşmada çok sık sakatlandığını, defalarca ağrılar içinde konserlere çıktığını belirtmiştir. Aksi örnek olarak, mesela Scorpions’un davulcusu sakatlansa sakatlansa, evde ayağına raf falan düşmüştür ya da davul çalarken ters bir hareket yapmıştır. Çünkü asla fiziksel olarak zorlanacağı davullar çalmamıştır hiçbir zaman.

Şimdi nihayet gelelim bu albümün kritiğine [Amma dolandırdım lafı yahu, gören de albüm hakkında bir şey bilmiyorum zannedecek (belki de öyledir!)]. Artension’ın beyni Vitalij Kuprij isimli klavye ve piyano virtüözüdür. Kendisi öncelikle bir piyano virtüözüdür ve ciddi resitalleri vardır muhtelif mekanlarda sergilediği. Açık konuşmak gerekirse ben bu adamın piyanoculuğunu severken, klavyeciliğini pek sevmiyorum. (“Phoenix Rising” albümündeki kapanış parçası I Really Don’t Care’de Kuprij’in harika piyanistliğine tanıklık edilebilir.) Çok garip ve hoşlanmadığım solo synth tonları kullanıyor. Bir de tondan mı, yoksa kendisi klavye tuşesine pek hakim olmadığı için midir bilmem, bana dokunuşları tam yerine oturmuyor gibi gelir birçok solosunda. (Bilindiği gibi piyano tuşesi ve klavye tuşesi bambaşka şeylerdir.) Çok hızlı bir klavyecidir bir de, bu zaten nesnel bir gerçektir. (Ha yukarda bir ton gevelediğim “sürekli hızlı giden davulcunun bir yerden sonra dinleyiciyi duyarsızlaştırması” olayı bu adamda da geçerli midir, daha önce hiç düşünmemiştim. Ama Malmsteen gibi sürekli solo atan bir abi olmadığından, sanırım geçerli değil benim gözümde.)

İyi de bestecidir Kuprij. Tanıttığım albüm de bence Artension’ın kariyerinin zirvesidir. Gerçi ilk göz ağrısı “Forces of Nature” albümünü daha fazla dinlerim, ama “Phoenix Rising”de daha fazla hit şarkı var. Hele ki Valley of the Kings parçası. Bu kadar iyi bir beste çok az gruba nasip olur. Özellikle hayatımın vokalisti John West, tizlerdeki hayvanlığının yanında sesinin dramatik yönünü de göstermiştir, özellikle pes pasajlarda. Aslında bu parça olmasa, albüme vereceğim puan kafadan 1 not düşerdi, o kadar da mükemmel bir beste işte.
Artension’ın tarzı bence temelde neo-klasik heavy metaldir, ama bu yapıda lezzetli power-progresif metal sosları da yok değildir. Enstrüman tonları belki çok süper değil, ama temiz ve güçlü bir kaydı var albümün. Eserde diğer öne çıkan şarkılar, Into The Blue, Phoenix Rising ve The City Is Lost’dur. Vokalist John West’in kariyer zirvesi, Royal Hunt’ın “Fear” albümündedir, ama bu albümde de ne kadar çok yönlü; ne zaman ruh okşamasını, ne zaman da ölümcül bir tokat atması gerektiğini bilecek bir hayvanlığa imzasını atmıştır. Vitalij Kuprij’in solo olaylarına fazla bayılmasam da, böyle bestelerde imzası olması bile ona yardımcı oyuncu oskarını getirmiştir gözümde. Albümdeki bir diğer isimli kişi ise davulcu Mike Terrana’dır. Ama bu albümdeki davullar sanırım genel müziği götürecek şekilde yazılmış. Twin ağırlıklı neo-klasik müziklerden alıştığımız davullardan çok ötesi sergilenmemiş albümde. Baslarda da dikkat çekici bir yana rastlamadım şahsen.

Şu anda Artension aktif değil, hatta John West’e bir röportajda bununla ilgili sorulan bir soruda West: “Vitalij’i geçenlerde telefonla aradım açmadı, belli ki yoğun bir döneminde. Ben çok isterim bir albüm daha yapmayı beraber” gibi bir cevap vermişti.

Kritiğin sonunda da John West’den biraz daha bahsederek olayı sonlandırmaya çalışayım. Tamam ben bu adama ayrı bir hayranım, ama bunun dışında kendisi son dererce üretken bir müzisyen. Solo albümleriyle olsun; Artension, Royal Hunt, Feinstein, Emir Hot, Destiny gibi gruplarla olsun sürekli bir şeyler yapan bir adam. Hatta en son, myspace sayfasında “session member” olarak katılabileceği teklifler beklediğini de yazmış, yani üretkenlikte sınır tanımayan bir sanatçı kendisi. En son Ten Man Push ismindeki rock grubunda gitar/geri vokal’lik yapmakta kendisi. Evet, hem de çok iyi gitar çalıyor bu adam.

Bir de West Iron Maiden tribute albümünde Run To The Hills parçasını başarıyla cover’lamıştır, gitarlarda Savatage’den Chris Caffery ile birlikte. Neden mi bu parçayı seçmiş? Çünkü kendisi ırk olarak yarı Kızılderili. Bu albümde de esas tokadını Phoenix Rising parçasında atıyor. (Ya da Madem Messi’ye benzettik, “gölünü atıyor” diyelim.)

MNEMIC’ten klip

Sunday, May 9th, 2010

Yeni albümü “Sons Of The System“ı kısa süre önce çıkaran Danimarkalı grup MNEMIC, albümden “Diesel Uterus”a çektiği klibi yayınladı.

Klipten sorumlu kişiyse, son yılların en başarılı klip yönetmenleri arasında gösterilen Patric Ullaeus.

EQUILIBRIUM yeni albüm trailer’ını yayınladı

Saturday, May 8th, 2010

Alman grup EQUILIBRIUM, yeni albümü “Rekreatur“un ilk trailer’ını yayınladı.

Öyle işte.

BRUCE DICKINSON – The Chemical Wedding

Saturday, May 8th, 2010

Özgür Durakoğulları

Göreceli bir değerlendirmeyle Bruce Dickinson, metal dünyasında en fazla vokalistin stilini etkileyen metal müzisyenidir. Özellikle stabil ve güçlü vibratosu, ve farklı gırtlak kullanımıyla bir hayli etkileyici bir vokal yapabilen bu meşhur kişi, sadece yüzlerce vokalisti etkilemekle kalmamış, eğitimsiz bir biçimde geliştirdiği, kendine özgü ses tekniğini akademik çevrelere bile kabul ettirmiştir.

Tabii kendisinin bununla uğraştığını zannetmiyorum, ama bir biçimde dikkatleri üzerine çekmiştir vokal tekniği. Okuduğum kaynakta yazanlar doğruysa, şu anda kimi akademik kurumlarca öğretilmektedir bu vokal biçimi.

Bruce Dickinson ile ilgili nerede bir yazı okusanız, onun vokalistlik yanında uçak pilotluğu, eskrimcilik, tren makinistliği, radyo programcılığı gibi bir ton şeyi yaptığından bahsedildiğini duymanız yüksek bir ihtimâldir. Bence eskrimcilikteki ulusal dereceleri ve bir yolcu uçağını uçuracak derecede iyi pilotluk yapabilmesi gerçekten takdire şayan şeylerdir. Hatta bir keresinde, kendisinin ilk ciddi yolcu uçağı uçurduğu zamanların başlarında, uçakta bir dedikodu dönmüş uçağı Iron Maiden vokalisti Bruce Dickinson uçuracak şeklinde. Paniğe neden olan bu sözün yayılmasından hemen sonra, “bu asılsız bir iddiadır” şeklinde uçakta açıklama yapılmış genel hoparlörlerden. Ama dendiğine göre o uçağı cidden Dickinson uçurmuş. (Dickinson uçur bizi!)

Neyse bu adam konserlerdeki enerjisiyle zaten binlerce kişiyi sürekli uçurmaktadır, bırakın bu iddia gerçek olsun ya da olmasın, ne fark eder. Ama bu mühim kişilik, Maiden’in müziğinden sıkıldığını da belli eden açıklamalar yapmaya başlamıştır aslında, ciddi solo kariyerine başlamadan evvel. Mesela Queensryche grubu “Operation Mindcrime” eserini verdiğinde, çok bozulduğunu belirtmesiyle ve bu tarz bir yolu aslında bizim izlememiz lazımdı şeklindeki açıklamalarıyla içindeki yenilikçi tarafı ve bu yönünün onu farklı yönlere iteceğini bize müjdelemiştir.

Evet müjdelemiştir diyorum, çünkü bana göre o dönemde “İyi ki de Maiden’den ayrılmıştır” dedirtmeyi başaracak kadar süper bir solo kariyere başlamıştı Dickinson. “Skunkworks” falan da iyi albümlerdir mutlaka, ama metalci yönünü müthiş bir duygusal yoğunlukla yoğurduğu “Balls To Picasso”, “Accident of Birth”, “The Chemical Wedding” ve “Tyranny Of Souls” dörtlemesi kendisinin solo zirvesidir bana göre. Bu albümlerin hepsi çocuğum gibidir, ama benim için en özel olan “The Chemical Wedding”i tanıtmaya çalışacağım ben.

Bundan önceki iki metal ağırlıklı solo albümüyle bu albümü kıyaslama yoluna gidersem, öncelikle “The Chemical Wedding”in en sertleri olduğunu belirtmeliyim. Zaten açılış şarkısı King in Crimson başladığında bunu hemen görüyoruz. Muhteşem bir gitarist ve saygın bir prodüktör olan Roy Z’nin bunda katkısı büyüktür. Book of Thel ve Killing Floor parçaları da bu eksende sert parçalardır. Ama albüme aslında konsept açıdan bakmak daha doğru olacaktır. Bir Jerusalem ve Gates Of Urizen’in yumuşaklığı da, hep sert olsun isteyen dinleyiciler tarafından pek yadırganmamışlardır. Dediğim gibi, albümdeki sert veya yumuşak, veyahut bu ikisinin karması parçalarda inanılmaz bir ruh bütünlüğü vardır. Zaten bu konsept yapıda William Blake’den gelen esintilerin albümü ne kadar kaçık ama ruhlu yapacağının, bu şairi ve Dickinson’ı bilenlere şaşırtıcı gelmediğini eklemeliyim. (Albümün kapağı da Blake’in bi eseridir bu arada.)

“The Chemical Wedding”de, bir önceki eser “Accident of Birth” deki kadar hit şarkı yoktur, ama aradaki fark, Dickinson’un zayıf şarkı içermeyen tek albümünün de bu olmasıdır. Mesela Chemical Wedding parçasında ilginç bir gitar yaklaşımı ve alternatif müzik tatları vardır. Ama kırın önyargılarınızı ve dinleyin, mümkünse sözlerine bakarak. “How happy is the human soul, when not enslaved by dull control, left to dream and roam and play, shed the guilt of former days” diye gider (“İnsan ruhu ne mutludur, sığ ve sıkıcı bir kontrol tarafından kafeslenmediğinde; hayal kurması, amaçsızca gezinmesi, ve eski günlerin pişmanlığından kurtulabilmesi gerçekleşebildiğinde”). Direkt, “suratınıza çarpan” türden sözler. Ha kesmedi mi, ya da size hitap etmedi mi? Hatta Maiden tatları da almak istiyorum mu dediniz? O zaman sizi The Tower parçasına alalım. Solo gitar yaklaşımları ve bas dominasyonu size iyi bir Maiden şarkısı kadar keyif verecektir. Ya da ruh okşayan bir ballad mı istediniz, o zaman Jerusalem parçasına göz atın. Parçanın lirikleri de ayrı bir arıza, ki Blake’in bir şiirinden alıntıdır bu sözler. Bir tek “Let it rain”li nakarat kısımları sonradan yazılmıştır. İşte Roy Z’nin duygu dolu soloları da genellikle böyle soft parçalardadır. (Diğer aklıma gelen örnekler ise “Accident of Birth”deki Omega, ve “Balls to Picasso” albümünden Tears Of The Dragon parçalarındaki sololardır.) Ve nihayet albümün kapanış şarkısı aslında albümün müzikal özeti gibidir. Girişteki efektli vokalleri, sonra parçanın gazlaşması, sonlarda ise Chemical Wedding şaheserinin nakaratlarının alt bir tondan tekrar edilmesi cidden albümün özeti gibidir.

Sonra nooldu? Dickinson Maiden’e geri döndü. Neden mi? Tabii kesin bir şey söylemek zor, ama bana kalırsa, adam metal tarihine adını yazdıracak kadar iyi solo albümler çıkarmasına rağmen hiçbir zaman on binlere, yüz binlere konser veremedi. Eee, alışmış kudurmuştan beterdir, ve yaş da ilerleyince, hele ki egosu şişmeye alışmış bir insanın böyle bir hamle yapması son derece insani bir davranıştır. Yanlış anlaşılmasın, Maiden’ı da sever ve sayarım, ama bu 4 solo albümünü dinledikçe ayrılmasının da son derece yerinde bir karar olduğunu düşünüyorum. Ha, dönmesi de kötü mü oldu? Asla. “Brave New World” albümlerini son derece severim. Özetle Dickinson iyi ki ayrılmış ve iyi ki dönmüş. Hatta döndükten sonra “Tyranny of Souls” isminde süper bir solo albüm daha çıkarmadı mı bu adam? Çıkardı. O zaman her şey toz pembe…

Steve Harris kontrol manyağı ve özellikle prodüksiyon bakımından takıntılı bir adam. Dickinson ise kafeslenmesi gereken, çılgın ama çok aklı başında müzikler üretebilen bir adam. Bir dönem kendine Roy Z gibi müthiş yenilikçi ve ortak kimyaları tutan bir adam buldu, harika şeyler yaptı, hayallerini gerçekleştirdi. Şimdi ise “Aslan Kafesine Döndü”. Aslan derken, kendisi bir aslan burcudur, bu da astrolojik bir detay olsun.

ALLEN / LANDE’den yeni albüm haberi

Saturday, May 8th, 2010

SYMPHONY X vokalisti RUSSELL ALLEN ile pek çok gruptan tanıdığımız üstün vokalist JORN LANDE’nin ortak projesi ALLEN / LANDE, üçüncü albümünün haberini verdi.

Adı “The Showdown” olan albüm Eylül ayında çıkacakmış ve her zamanki gibi tüm şarkılarından PRIMAL FEAR gitaristi Magnus Karlsson sorumluymuş.

EVERGREY dağıl…

Friday, May 7th, 2010

EVERGREY, bir süredir duyuracağını açıkladı büyük haberlerinden ilkini az önce açıkladı.

Buna göre grubun lideri Tom Englund ve klavyeci Rikard Zander dışındaki tüm elemanların gruptan ayrıldığı açıklandı. Englund, “Aslında biz de grubu bitirme kararı almıştık, ancak sonradan “Devam etsek ne olur” diye düşündük ve dağılmaktan vazgeçtik” şeklinde konuşmuş. Aşağıdaki videodan grubun konuya dair açıklamasını izleyebilirsiniz.



Grup yeni albümlerinin yazılmış ve kaydedilmekte olduğunu, yaz turnelerine de aynen devam edeceklerini de sözlerine eklemiş. Gruba yaz turnesinde eski ROYAL HUNT ve eski THERION üyelerinden bazıları eşlik edecekmiş.

ROTTING CHRIST – Theogonia

Friday, May 7th, 2010

“İçinde bulunduğumuz sözde demokratik toplumda, herkesin dinleri istediği gibi tanımlamaya hakkı olmalıdır. Biz de dinlerin çürüdüğünü düşünüyoruz” diyerek, grubun neden böyle sert ya da kimilerine göre provoke edici bir isme sahip olduğunu açıklıyor Sakis Tolis. Her ne kadar çevreden bolca tepki alsalar da, isimlerinden dolayı “ruhani aydınlanmaya” ulaşmış Dave Mustaine tarafından satanist oldukları gerekçesiyle alt grup olarak kabul edilmeseler de, bunları pek kafaya takmıyorlar. Çatır çatır müziklerini yapıyorlar.

Tarzları black metal ya da melodic black metal şeklinde tanımlansa da böyle etiketlere ihtiyacı yok Rotting Christ’ın. Yaptıkları müziğe kattıkları Balkan, Ortadoğu ve hatta Anadolu öğeleri onların özgün müziğini tamamlıyor ve bu özgünlükleriyle 20 yılı aşkın süredir harika albümler ortaya çıkarıyorlar.

Bu albümle ve hatta Rotting Christ ile tanışmamın ilginç bir hikayesi var. Her heavy, thrash metal hastası Türk genci gibi ben de black metal adlı güzide tarza karşı bazı önyargılar besliyor, dost meclislerinde “Ehuehauh tipe bak la ormanda geziyürler” şeklindeki espirilere tebessümle eşlik ediyordum. Tabi sonra zaman geçti ve değiştim; değişerek geliştim. Black metal sevdalısı bir arkadaşın ısrarlı bir şekilde Rotting Christ’ı tavsiye etmesiyle ‘What da hell’ deyip, tüm diskografilerini “edindim”. Rastgele bir albüm seçip dinlemeye başladım (şanslıymışım o albüm “A Dead Poem” idi). Albümün ilk üç şarkısını o kadar çok beğendim ki iki yıl boyunca diğer şarkılara bak(a)madan sadece onları dinledim.

“Theogonia” ile tanışmam ise o iki yıldan sonrasına denk geliyor. Grubun diğer albümlerine göz atarken sıra son albümüne (2007) gelmişti. Albüm daha ilk şarkısının ilk saniyesiyle farkını belli ediyordu. Girişteki Yunanca sözler, ardından brutal vokalin o harika melodiyle birlikte girmesi, o epik hava, beni bir “The Sound of Perseverance” sendromuna* sokmuştu. Devamında şarkıların birbirine bağlılığını ve albümün bütünlüğünü keşfetmem de uzun sürmedi.

“Theogonia” bir albümün olması gerektiği gibi bir bütün. Hani bazı albümlerde olur, her şarkı -sadece sözleriyle değil müziğiyle de bir şeyler anlatır, her notanın sonunda bu güzelliğin nasıl devam edeceğine dair tatlı bir merak uyandırır. İşte böyle bir albüm “Theogonia”. Şarkılar birlikteyken daha büyük bir anlam kazanan, bir aradayken o harika ahengi yakalayan bir albüm. Bu güzel uyumu albümü dinlediğiniz anda farkediyorsunuz. The Sign of Prime Creation, Keravnos Kivernitos ile devam ediyor; Helios Hyperion’daki hüzün Nemecic’deki gurur ile birleşiyor; Enuma Elish’teki Mezopotamya, Gaia Tellus’taki Yunanistan ile birleşiyor, Anadolu oluyor.

Albümdeki duygu yoğunluğunu da atlamamak lazım. “Theogonia” bir kaç yönden Amon Amarth albümlerini andırıyor desem yanlış söylemiş olmam herhalde. Özellikle Gaia Tellus ve Nemecic’de insanın tüylerini diken diken edecek epik bir hava var. Gitar ve davulun yıkıcı birlikteliği, üzerine tulumdan çıkan gaz melodiler, onun da üstüne tam olması gerektiği gibi olan bir vokal bu epik havayı çok güzel veriyor. Bununla birlikte gazın üstüne lezzet katan bir sos misali eklenen hüzün var. Bu hüzne de çoğu şarkıda şahit olabilirsiniz.

Şarkılara gelecek olursak, özellikle Nemecic ve Enuma Elish ilk bakışta en çok dikkat çeken şarkılar. Bu şarkılar tarza yabancı olan dinleyicileri bile yakalayabilecek, kendini dinletecek şarkılar. Nemecic’te -kimi zaman sinir bozucu bir şekilde akıldan hiç çıkmayan tulum melodisi, Enuma Elish’teki nakarat kısmında giren egzotik ezan sesi, arkada Sakis abinin çılgın atan vokali, hemen arkasından giren istanbul’da bir Roman’dan dinliyormuşuzcasına gelen kemanlar hakikaten baş döndürücü. Kişisel favorim olan Gaia Tellus ise albümün karakterini en çok yansıtan şarkı. İçinde farklı bir enstrüman barındırması (bkz: tulum) ve hem epik, hem de hüzünlü bir hava içermesiyle albümün özeti niteliğinde. Bunların dışında kalan şarkılar da bahsedilen ahengi sağlayan, uyumun önüne taş koymayan, cuk oturan şarkılar.

Son olarak şunu söyleyeyim, içindeki farklı olaylarla, muhteşem kompozisyonuyla, tutarlılığıyla son yılların en iyi albümlerinden biri olan “Theogonia”yı henüz dinlemediyseniz, grubun ismine ve tarzına dair önyargılara kapılmadan hemen “edinin”. Dinleyin, dinletin efenim.

* Bir albüme ilk dinlenen andan itibaren aşık olmak.

Enver YILMAZ

APOCALYPTICA yeni albümdeki konuklarını açıkladı

Friday, May 7th, 2010

Yeni albümü “7th Symphony“yi 23 Ağustos’ta çıkarmaya hazırlanan APOCALYPTICA, albümdeki konuk müzisyenleri açıkladı.

Albümün ilk single’ı “End Of Me” İngiliz alternatif rock grubu BUSH’un vokalisti Gavin Rossdale’i içerecekmiş. Onun haricinde “2010″ adlı parçada SLAYER davulcusu Dave Lombardo, “Bring Them To Light”ta GOJIRA vokalist/gitaristi Joe Duplantier, “Broken Pieces”ta FLYLEAF vokalisti Lacey Sturm ve “Not Strong Enough”ta da SHINEDOWN vokalisti Brent Smith yer alacakmış.

Grup geçtiğimiz haftalarda albümden “Beautiful” adlı parçayı canlı olarak çalmıştı.

EXODUS yeni albümünden üç şarkıya klip çektiğini ve üçünün de aşşşırı iyi olduğunu açıkladı
Bursalı hard rock grubu KARAMESAİ yeni şarkılarını sundu
Pasif Agresif, bir Wordpress marifetidir.