# - A - B - C - D - E - F - G - H - I - J - K - L - M - N - O - P - Q - R - S - T - U - V - W - X - Y - Z

Archive for 2010

BLOODBATH – Breeding Death + Unblessing the Purity

Wednesday, May 19th, 2010

İsveç’in 2000 sonrasındaki death metal aydınlanması ve doksanların ilk yarısındaki önemli death metal gruplarını yüceltme furyasının başlatıcılarından, ya da bu furyanın bayraktarlarından biri, mukakkak ki BLOODBATH. İçkinin su gibi aktığı bir gecede Mikael Akerfeldt tarafından ortaya atılan ve o sırada ortamda bulunan diğer sarhoşlar tarafından da “Tamam lan” şeklinde karşılanan bu yeni grup fikri, bilindiği gibi on yıllık bir süredir aktif şekilde müzik yapmayı sürdürüyor.

BLOODBATH’i ilk duyuşum 2000′deki “Breeding Death” EP’sine rastlar. O zamanın OPETH ve KATATONIA müptelası gençlerinden biri olarak, demigod gibi gördüğümüz Akerfeldt’in yeni bir yan projesi olduğunu duymamızla birlikte “Nerde laaaaağğn!” şeklinde EP’yi aramaya koyulmuş ve karşımıza çıkan şeyle de mest olmuştuk. Başta ENTOMBED olmak üzere doksan ortasındaki baba gruplara saygıda kusur etmeyen, gitar tonlarını ve hatta logosunu dahi o dönem albümlerine benzeten/aynen alan BLOODBATH, büyük bir kitle tarafından coşkuyla karşılanmış, özellikle OPETH’in sert yönünü, death metal havasını sevenlerce bir anda bağırlara basılmıştı.

Bugün kısaca bu EP’lerden bahsetmek istemekteyim. Karşımızda yedi adet şarkı var diyor, ilk üçünden başlıyorum.

BREEDING DEATH EP (2000)

Özellikle GRAVE ve ENTOMBED’un ilk zamanlarına öykünen retro yaklaşımı ayan beyan ortada olan, ancak taklit ettikleri bu sound’u o kadar da kirli ve “çirkin” yapmayan BLOODBATH’ten duyduğumuz ilk üründü bu EP. Bahsedilen eski tarz gruplara benzetilmek istense de, onlarla kıyaslandığında cillop gibi olan kayıt kalitesi ve Akerfeldt’in yine o dönemin grupları düşünüldüğünde epey modern kaçan vokal yorumu, o dönemki kimi eleştirilerde “göstermelik” olarak nitelendirilmiş ve BLOODBATH “Yapacaksanız tam yapın, ekmek yemek için yapmayın” tarzı eleştirilere de hedef olmuştu.

Aslında bu şekilde yorum yapan insanlar EP’yi satın almış olsalardı belki de böyle bir eleştiriye gitmeyeceklerdi, zira EP kitapçığına baktığımızda, tam tepede şöyle bir ibare görüyoruz: “BLOODBATH wish to state that “Breeding Death” is a tribute to the old-school death metal scene that reigned the late ’80s and onward.” (BLOODBATH olarak, “Breeding Death”in 80′lerin sonlarından itibaren hüküm süren eski usûl death metal sahnesine bir saygı duruşu olduğunu belirtmek isteriz.)

Üç şarkılık EP’deki tüm şarkıları sevsem de, sırasıyla Furnace Funeral > Breeding Death > Ominous Bloodvomit gibi bir sıralamam var. Furnace Funeral, özellikle içindeki “Left hand Path” göndermeli klavyeleriyle, çoğu kişinin favorisi olarak göze çarpıyor. KATATONIA’dan Nyström ve Renkse’nin elinden çıkan, basit, ancak melodiklikleriyle akla kolayca kazınan gitar ve bas kullanımı ile her enstrümanın adamı Dan Swanö’nün icrası basit davulları, Akerfeldt etkeniyle de birleşince BLOODBATH’i bir anda basında adı sıkça anılan bir gruba dönüştürmüştü.

“Breeding Death” her ne kadar başarılı bir EP olsa da, bu EP’yi ben, bizim alt komşu ve mahalle bakkalının halası çıkarsaydık, bu denli ses getirebilir miydik, orası da meçhul tabii.

O dönemi yaşayan, doksanların ilk yarısında İsveç’teki bu dalganın içinde yer alan insanlar BLOODBATH’in bu girişimini nasıl gördü bilmem ama, grubun özellikle genç kuşakta hatırı sayılır bir hareketlenme yarattığını, BLOODBATH’in çıkan her albümüyle artan popülaritesi bize gösterdi.

O değil de…

Şundan daha efsane bir fotoğraf olabilir mi acaba. Dayanamadım çıkarıp fotoğrafını çektim. Körpecik tıfıl Nyström, kolunu tutan sert metalci tripli Akerfeldt, sinirli ergen tavrıyla CD kutusunu açtığım anda kahkahalarıma mazhar olan tosuncuk Renkse ve belli ki her konuda olduğu gibi saç konusunda da ileri görüşlülüğünü konuşturan Swanö’nün emokid yaklaşımı… Muhtemelen doksanların başında çekilmiş bir fotoğraf, ama ne zamandan olursa olsun… Oy da oy.

UNBLESSING THE PURITY EP (2008)

İlk albümün ardından ayrılıp yerini Peter Tägtgren’e bırakan Akerfeldt’in geri dönmesiyle BLOODBATH, gerçek anlamdaki “yıldızlar karması” hüviyetine kavuşmuş oldu. Peter Tägtgren’e elbette saygıda kusur etmeyiz, ancak ortada OPETH gibi bir olayın olması ve Akerfeldt’in basın tarafından da seviliyor oluşu, BLOODBATH’in üzerine tutulan ışıkların da artmasını sağlamıştı.

Akerfeldt’in dönüşü, gruptaki tek değişiklik değildi elbet. İlk albümün ardından grubun en geride kalan enstrümanı olarak nitelenen davulu Martin Axenrot’a teslim eden grupta, Dan Swanö ikinci gitara geçmiş, bu şekilde grup gerçek bir davulcuya kavuşmasından mütevellit daha tehditkâr bir hüviyete bürünmüştü. “Resurrection Through Carnage”ın yine eski usül İsveç death metaline yakın durması ve “Nightmares Made Flesh”te grubun daha bodos, daha yırtıcı bir müziğe geçebilmesindeki en büyük etken, muhakkak ki bu davulcu değişimiydi.

Dan Swanö’nün gruptan ayrılma kararıyla birlikte açılan ikinci gitarist boşluğunu, KATATONIA davulcusu Daniel Liljekvist’in metalcore yan projesi KOMOTIO’dan arkadaşı Per ‘Sodomizer’ Eriksson ile dolduran grup, dört yıllık sessizliğini bu EP’yle bozmuştu.

Gördüğüm en iyi kapaklardan birine sahip olan “Unblessing the Purity”, içinde dört şarkı bulunduruyor. Bu şarkılardan Blasting the Virginborn ve Weak Aside, çıkışlarından bu yana yalnızca iki yıl olmasına rağmen hayatımda en çok dinlediğim şarkılar arasındaki yerlerini çoktan aldılar bile. EP’nin çıkışından bu yana, hâlâ sıkılmadan gün aşırı dinlemekteyim kendilerini.

“Unblessing the Purity”de BLOODBATH’in en azman, en korkutucu tarafını görüyoruz. Kusursuz gitarlar, Akerfeldt’in muhteşem performansı ve EP’yi bu denli güçlü ve enteresan kılan davullar, “Unblessing the Purity”nin her anlamda güçlü bir ürün olmasını sağlıyor. Her eleman ayrı ayrı övgüyü hak etse de, Axe adlı hayvana ayrı bir paragraf açmak istiyorum.

OPETH’teki performansı OPETH sevenleri tarafından zaman zaman eleştirilse de, Lopez’in yerini dolduramadığından yakınılsa da, konu death metal olduğunda Martin Axenrot tek kelimeyle dehşetengiz bir davulcu. DREAM THEATER’dan Mike Portnoy’un bile “EP’ye hasta oldum, ama davullara ayrı bir hayran kaldım” diye bahsettiği “Unblessing the Purity”de, Axenrot’un akıllara zarar bir gövde gösterisi söz konusu. Hem hız, hem varyasyon, hem teknik, hem de yaratıcılık açısından ömrümde duyduğum sayılı davul performanslarından biri olarak görüyorum bu EP’yi.

Buradaki şarkı sıralamam da albümdeki şarkı sıralamasıyla aynı. En sevdiğim şarkı ilk sırada, sona doğru azalarak gidiyor. Ancak adını saymadığım iki şarkı da kötü değil elbet.

Uzatmayalım, son iki yılı bir hayli üretken geçiren BLOODBATH, umarım bir EP bir albüm formatında devam eder, çünkü sanırım grubun EP’lerini albümlerinden daha çok seviyorum.

ISIS dağılıyor

Wednesday, May 19th, 2010

2000′li yılların en önemli grupları arasında gösterilen ISIS, dağılacağını açıkladı.

Grup yaptığı açıklamada “Yapmak istediğimiz her şeyi yaptık, söylemek istediğimiz her şeyi söyledik” minvalinde şeyler söylemiş. Açıklamanın tamamına şuradan ulaşabilirsiniz.

ISIS yakında çıkacağı turnenin son turnesi olacağını, bu turnenin ardından son bir EP çıkarıp dağılacaklarını da sözlerine eklemiş.

Üzüldük ne diyelim.

DYING FETUS

Wednesday, May 19th, 2010

Selam Sean. Vakit kaybetmeden başlayalım.

Bence “Descend into Depravity“, bir klasik olarak gördüğüm “Destroy the Opposition“dan sonra çıkan en iyi albümünüz. Albüme olan tepki genel olarak nasıldı, beklediğinizden iyi miydi kötü müydü?

Tepkiler iyiydi. Kayıt süreci şimdiye kadarkilerin en iyisi olduğu için, önceki albümlerden bir adım ileride olduğunu biliyorduk. Konserlerde yeni şarkılara olan katılım da çok iyi, en azından klip çektiğimiz iki şarkı seyircileri bayağı coşturuyor. İlerki turlarda yeni albümden başka şarkılar da çalarak onlara olan tepkiyi de ölçmeye çalışacağız.

Yeni albümde şarkılarınıza daha teknik bir yön katmanıza rağmen DYING FETUS sound’unu hâlâ tam anlamıyla korumuş olmanız çok iyi. Bu teknikleşme olayı albümün yazımı sırasındaki bilinçli bir karar mıydı, yoksa DYING FETUS gelişiminin kendiliğinden ortaya çıkan doğal bir parçası mıydı? Biraz da kayıt sürecinden bahseder misin? Daha çok John bazlı bir süreç miydi yoksa sen ve Trey de şarkı yazımına katkıda bulundunuz mu?

Teknik kısımları müziğimize katma konusunda hevesliydik, ancak o kadar da fazla teknik olmamamız gerektiğinin de farkındaydık. Yani teknikleşme konusu doğal bir gelişim, ancak bu teknikliği sınırlı tutmak bilinçli bir karardı. Şarkıların yazım aşaması önceden olduğu gibiydi. John veya ben şarkılarımızı kendi başımıza yazarız, ardından da birbirimize gösterir ve prova yaparız. Hangi rifin kaç kere çalınacağı veya şarkı sözlerine göre yapılacak ufak değişiklikler yapılır, ancak şarkının büyük kısmı ilk nasıl yazdıysak o şekilde kalır. Albümdeki şarkılardan altısını John yazdı, ikisini de ben yazdım.

DYING FETUS bir death metal grubu olsa da, müziğinizdeki grindcore ve hardcore etkilenimleri de aşikâr. Grubun başından beri yer alan bir eleman değilsin biliyorum, ama DYING FETUS’un başlangıç noktasındaki ilhâm kaynaklarını merak ediyorum.

Evet buna John cevap verse daha iyi olur, ama bildiğim kadarıyla groovy müzik yapan bazı eski gruplar, mesela INTERNAL BLEEDING, BROKEN HOPE, SUFFOCATION bunlardan bazıları. Tabii bir sürü hardcore grubu da var. Gruptaki her elemanın metalin farklı kollarından etkilenimleri var.

Kimi gruplar teknik olma uğruna müziğin eşlik edilirliğini geri plana atıyorlar. Karşınızda saniyede binlerce nota çalan, ancak sizi harekete geçiremeyen, gaza getiremeyen bir grup olması hoş bir durum değil. DYING FETUS’un böyle bir sorunu yok elbet. Sizi dinlerken insanlar kendilerini kaybediyorlar, etrafı kırıp dökmek istiyorlar. Sen müziğin bu teknik elementi hakkında ne düşünüyorsun? Dozu iyi ayarlanmadığında kötü sonuçlar doğurduğu konusunda benimle hemfikir misin?

Evet, sayısız grup teknik olma uğruna kendi müziklerinin içinde kaybolup gidiyor. Herhalde herkes çok iyi enstrüman çaldıklarının diğer insanlar tarafından bilinmesini istiyor. Ancak unutulmaması gereken şey müziğinizin bir akılda kalıcılığının olması gerektiği. Aksi takdirde o kadar uğraşıp yazdığınız şarkılarınız hemen unutulur. Bizim önce mısralar, sonra nakarat, sonra ikinci mısra kısmı türünden bir şarkı yazma formülümüz yok. Sadece akılda kalıcı ve insanların kanını pompalayan türde rifler yazmaya çalışıyoruz. Teknik kısımları çalması eğlencelidir, kafanızı sallamanızı sağlayan ise müzikteki groove’dur. Bizim için ikisi de eşit düzeyde önemli aslında.

Albüm kapağının sokaklardaki şiddeti anlattığını ve bir konsept dahilinde olmadığını biliyorum. Ancak bakınca bir bilgisayar oyunu kapağını hatırlatıyor. Bunu bilinçli mi yaptınız? Bir de “Killing on Adrenaline”den bu yana, “Stop at Nothing” hariç albüm kapaklarınızda A.B.D.’ye ilişkin bir şey mutlaka olurdu. Bu sefer böyle bir şey yapmamanızın bir sebebi var mı?

Bu sefer klasik DYING FETUS kapaklarından farklı bir şey yapmak istedik. Ayrıca gruba dair elementleri belli bir formül içinde ilerletmek de istemiyoruz. Şarkı sözleri Amerikan siyasetinden yeterince bahsettiği için kapakta ve albüm kitapçığında bunlara yer vermek istemedik.

Trey Williams pek çok yorumda Kevin Talley’den bu yana gelen en iyi DYING FETUS davulcusu olarak nitelendirildi. Yeni albümdeki tüm davulları o mu yazdı, yoksa John ona “Şöyle çal, böyle çal” türünden telkinlerde bulundu mu?

Provada çalmadan önce çoğu şarkının davullarını John ve ben hazırlamıştık. Bundan önceki davulcular için de bu geçerliydi. Bir davul yazılımında tüm tempoları ve kimi ayrıntıları yazdık, ancak insan faktörü elbette ki çok şey fark ettiriyor. Davulları başkası yazmış olsa bile, albümde duyduğunuz hissiyattan tamamiyle davulcunun kendisi sorumludur.

Mike Kimball ayrıldıktan sonra üç kişi olarak devam etme kararını çabucak verdiniz mi, yoksa ikinci bir gitarist aradınız mı? Bu kararınızın artıları ve eksileri nelerdi?

Mike ayrıldıktan sonra bir süre ikinci bir gitarist aradık aslında. Birkaç kişiyi denedik ama olmadı. Sonra birden çok yoğunlaştık ve o yoğunlukta ikinci gitarist arama işi kaynadı, zaten biz de üç kişilik bir grup olmaya alışmıştık. Üç kişi olmanın avantajlarından biri, konserlerde daha kolay çalabilmek. Tam olarak uyumla çalması gereken ikinci bir gitaristin olmaması, John’un işini kolaylaştırıyor. Olumsuz yanı ise iki gitar gerektiren kimi parçaları canlı olarak çalamıyor oluşumuz. Neyse ki bu tarz az parçamız var ve istediğimiz çoğu parçayı konserlerde çalabiliyoruz.

Başarılı albümler beraberinde kadro değişikliklerini getirebiliyor. Sizin için o albüm “Destroy the Opposition”dı. Eminim bu soru size yüzlerce kez sorulmuştur, ancak sormadan da edemeyeceğim. “Destroy the Opposition”ın ardından Jason, Kevin ve Sparky’nin ayrılmasının sebebi tam olarak neydi?

“Destroy the Opposition”ın ardından Jason kendi isteğiyle ayrıldı. Ben gruba ondan sonra katıldım ve Sparky ve Kevin’la bir turneye çıktım. O turnenin ardından John’la olan anlaşmazlıkları yüzünden o ikisi de gruptan ayrıldı.

Yıllar içerisinde hep daha politik olmanızın belli bir sebebi var mı? Gore konseptlerden sıkıldığınız için mi bu yola gitmek istediniz? Çünkü örneğin bir “Skull Fucked” ile “Shepherd’s Commandment”ın sözlerini arka arkaya okuduğunuzda iki farklı grupmuş gibi geliyor.

Eski albümlerdeki sözleri John yazdığından, bu sözel değişimden o sorumlu. “Stop at Nothing” ve “War of Attrition”daki sözleri Mike yazmıştı, şimdiyse sözlerden ben sorumluyum. Bu politik yaklaşımı DYING FETUS’un bir özelliği olarak benimsedik ve devam ettiriyoruz. Dediğin gibi eskiyle yeni arasında dağlar kadar fark var ve bu değişimin en iyi görüldüğü albüm de “Killing on Adrenaline” diye düşünüyorum.

Peki o zaman, Amerika Birleşik Devletleri’yle ilgili temel derdiniz nedir? Hem A.B.D., hem de dünya açısından kötülüklerin anası olarak gördüğünüz temel sorun nedir?

Şu anda ülkemizde tek partili sistem var. Hiçbir engelle karşılaşmadan istedikleri her şeyi yapabilirler. Uzlaşı diye bir şey kalmadı. Ancak A.B.D. ve dünya geneline baktığımda “Sorun şu” diye gösterebileceğim tek bir sebep yok elbet. Sorunların pek çok farklı koldan gelen sebepleri var.

Maryland’in sağlam bir underground ortamı var sanırım. John ne zaman bir elemana ihtiyaç duysa, hep Marylandli underground gruplardan birilerini tutup gruba alıyor.

Buradaki underground metal sahnesi iyi, ancak büyük değil. Gerçi düşününce epey fazla müzisyen var buralarda. Yine de grubunuzda bir boşluk olduğunda hemen bir eleman bulmak her zaman kolay olmayabiliyor. Biz neyse ki böyle sorunlar yaşamadan aradığımız müzisyenleri kısa sürede bulduk.

Hollandalı brutal death metal grubu PROSTITUTE DISFIGUREMENT’ın son albümünün adının “Descendants of Depravity” olduğundan haberdar mıydınız?

“Descent into Depravity”yi tamamlayana dek bundan haberimiz yoktu. Bizi bu konuda uyaran insanlar oldu, ancak tüm çalışmalar çoktan başlamıştı ve değiştirmek için bir fırsatımız olmadı.


Son çektiğiniz iki klip, adeta bir death metal hayranının ıslak rüyası gibi. Klip haberlerini sitemize koyunca bayağı bir beğenildi. Üçüncü bir klip çekecek misiniz?

Hayır bu albümden iki adet klip hakkımız vardı, biz de bunlara çektik. İlkinde hikâyeli bir klip, ikincisindeyse daha direkt, klasik bir performans klibi yapmak istedik, ortaya da bunlar çıktı.


Çıkışından bir ölçüde sorumlu olduğunuz deathcore trendine dair ne düşünüyorsun?

İnsanlar seviyorsa sorun yoktur. Özellikle arkadaş çevreniz de bu tarz şeyleri seviyorsa, birlikte eğlenmemeniz için bir sebep yok. Zaten duyar duymaz anlaşıldığı üzere, deathcore’da çoğu şarkı sadece konserlerde millet tepişsin diye yazılıyor. Ama bu kadar çok insan sevdiğine göre, demek ki iyi tarafları da var.

Death metal sahnesinden sevdiğin birkaç basçıyı söyleyebilir misin?

Tabii ki. Sevdiğim harika müzisyenler var. Mesela CANNIBAL CORPSE’dan Alex, NECROPHAGIST’ten Stefan, ORIGIN’den Mike. Gün geçtikçe daha fazla iyi müzisyen bu türün içinde kendine yer buluyor.

1999 yılında VADER ve CRYPTOPSY’yle beraber Türkiye’de konser verecektiniz, ancak 17 Ağustos depreminin ardından bu konser iptal edilmişti. Bunun ardından Türkiye’den başka teklifler aldınız mı?

Hayır o zamandan bu yana bir teklif gelmedi. Orada çalmak mutlaka çok eğlenceli olurdu. Oradaki organizatörlere haber salın da orada çalma fırsatını yakalayalım.

Hepsi bu kadardı, cevapların için teşekkürler, turnelerde ve diğer her şeyde bol şanslar.

Ben teşekkür ederim, Türkiye’deki DYING FETUS hayranlarına selamlar.

Sorular
Ahmet Saraçoğlu

MESHUGGAH gitaristinden ikinci solo albüm

Wednesday, May 19th, 2010

MESHUGGAH’la birlikte doksanların ikinci yarısından itibaren sayısız grubu etkileyen, İsveç’in metal alanındaki en önemli müzisyenlerinden Fredrik Thordendal, ikinci “Special Defects” albümünü bu sene çıkaracağını açıkladı.

Albümde davulları üstlenecek kişiyse başta SOILWORK ve SCARVE olmak üzere pek çok projeden tanıdığımız Dirk Verbeuren.

İlk albümden hayvansal bir medley’i aşağıdan dinleyebilirsiniz.

BLACK LABEL SOCIETY yeni albüm kapağını açıkladı

Tuesday, May 18th, 2010

BLACK LABEL SOCIETY, şuradan duyurduğumuz yeni albümü “Orders of the Black“in kapağını açıkladı.

Albümün orijinal kapağı bu olsa da, Kuzey Amerika, Avrupa, Avustralya ve Güney Amerika/Asya için dört farklı kapağın olacağını da hatırlatalım. Daha önce böyle bir bilgi vermediğimize göre neyi hatırlatıyoruz orası ayrı konu tabii.

DOWN – NOLA

Tuesday, May 18th, 2010

pasifagresif’in Dimebag’i anma haftasında tüm PANTERA albümlerini yazınca, PANTERA gazım geldiğinde yazacak albüm düşünmeye başladım mecburen. Böyle bir durumda başvurulacak kişi, elbette ki yaşı kadar yan projesi olan canımız ciğerimiz azmanımız Phil Anselmo’dan başkası değil. Hazır Anselmo tabanlı bir şey yazacakken, bence kendisinin PANTERA dışındaki en önemli ürününü siteye kazandırmak da hiç fena olmaz diyerek, “NOLA”ya girişeyim dedim.

Grubun çıkış yeri olan “New Orleans (N.O.), Louisiana (La.)” gibi bir açılımı olan albüm, 1995′te çıkmış ve Southern metal/sludge metal alanındaki hatırı sayılır başarılardan birine imza atarak Amerika Birleşik Devletleri’nde 1.000.000′u aşan bir satış gerçekleştirmişti. Vokalde Phil Anselmo (PANTERA), gitarda Pepper Keenan (CORROSION OF CONFORMITY), yine gitar ve basta Kirk Windstein (CROWBAR) ve davulda da Jimmy Bower (EYEHATEGOD) gibi sapık bir kadrosu olan albüm, her anının pöfür pöfür ot ve bilimum keyif verici madde kokmasıyla ilk andan suratınıza bir rahatlama, bir gülümseme dalgası yayan, hit bombası bir çalışmaydı.

“NOLA”nın 1995 yılındaki çıkışına bakınca, PANTERA’nın içinde bulunduğu dumanlı ve karanlık dönemin, daha spesifik olarak da Phil Anselmo’nun hayattan soğuma ve gavur dostların tabiriyle “self-destruction” (kendini yok etme) programının da yavaş yavaş başlamış olduğunu görüyoruz. Dilerseniz “The Great Southern Trendkill” yazısından bu konuda daha detaylı bilgi edinebilirsiniz. Bu bağlamda “NOLA”nın, Anselmo’nun PANTERA harici bir şeyler yapma isteği -ve ihtiyacı- ile yapılmış olduğunu söyleyebiliriz. O dönemde çoğumuzun su içtiği kadar marihuana tüketen Anselmo, yanına aldığı bu diğer duman kafalarla birlikte şahane bir albüme imza atmış, “Far Beyond Driven”da aslında ne kadar güzel söyleyebileceğini gösterdiği sludge’vari türlerin, doksanlardaki en iyi örneklerinden birini yaratmıştı. Yine kendisinin “Far Beyond Driven” sonrasındaki çalkantılı ruh halini, “Far Beyond Driven” yazısının sondan bir önceki paragrafından okuyabilirsiniz.

Albüme geçelim. “NOLA” öyle bir albüm ki, içindeki on üç şarkı da single olarak yayınlansa, inanın neredeyse hepsi tutar, hepsi radyolarda sayısız kez çalar. Elimde olsa şu sayfaya albümdeki tüm şarkıların videolarını koyarım, o derece. Aslında elimde tabii ne istersem koyarım da, yazıyı video manyağı yapmayalım. Şarkılardan bahsedelim biraz. “NOLA”nın her anı, muhtemelen çoğumuzun ziyaret etme fırsatı bulamadığı New Orleans’ın, Güney’in o sıcak, çorak havasını tam anlamıyla yansıtır nitelikte. Hani Southern metal diyoruz ya, New Orleans A.B.D.’nin, Teksas’ın bir kısmı ve Florida’dan sonraki en güney noktası işte. Teksas dediğin zaten PANTERA’nın mekanı, Florida’da da death metal ve bikinili kızlar hüküm sürmekte. O nedenle albümün her anından Güneylilik akmakta. Lâkin bu, arazisine giren yabancılara ateş eden, oduncu gömleğini bir an olsun üstünden çıkarmayan o redneck bir Güneylilik değil. Daha ziyade ot kokan yoksul sokakların, kamyonete atlayıp tozlu yollara, kurak düzlüklere gidilen, sıcak, kavurucu bir Güneylilik.

Anselmo’nun vokal anlamında destan yazdığı bu albümde, gitarlar da Anselmo’dan geri kalmayan, nefis tonları sayesinde “NOLA”nın o kendine özgü sevilesiliğini yaratan bir performans sergiliyorlar. Kimi anlarda kafanızı postalının topuğuyla ezen, kimi anlarda ise ağzınızdan çıkıp havaya karışan beyaz duman gibi sizi bir kenarda sakinleşmeye bırakan, külçe gibi ağırlaştıran rif ve melodiler, yine “NOLA”nın bu özgün atmosferini pekiştiren unsurlar.

Albümün ardından DOWN belirsizliğe gömüldü ve 2002′ye kadar da sessizliğini korudu. 1999′da gruba basçı olarak giren Rex Brown (PANTERA) ile 2002 yılında “Down II: A Bustle in Your Hedgerow”u çıkaran grup, bildiğimiz gibi o günden beri de aktif olarak müzik hayatını sürdürüyor. PANTERA’yı ve DOWN’ı sevseniz de sevmeseniz de, Phil Anselmo’ya tüm benliğinizle uyuz olsanız da, ondan ölümüne nefret etseniz de, “NOLA” her türlü övgüyü hak eden, her anıyla nefis bir metal ürünü. Sesini açın, daha çok açın, daha da çok açın.

Bu yazıyı da, 2008 METALLICA konseri öncesinde DOWN sahnedeyken, tanımadıkları Anselmo’ya hareket çekip “Kim lan bu artis? Şşş alo in lan ordan PANTERA özentisine bak ehuehehue” diyen PANTERA tişörtlü güruha armağan ediyorum.

“Are you talking to me? Walk on home boy.”

BLIND GUARDIAN yeni albüm detaylarını açıkladı

Tuesday, May 18th, 2010

BLIND GUARDIAN, yakında çıkacak yeni albümü “At the Edge of Time”ın detaylarını nihayet açıkladı.

01. Sacred Worlds (9:17)
02. Tanelorn (5:58)
03. Road Of No Release (6:30)
04. Ride Into Obsession (4:46)
05. Curse My Name (5:52)
06. Valkyries (6:38)
07. Control The Divine (5:26)
08. War Of The Thrones (4:55)
09. A Voice In The Dark (5:41)
10. Wheel Of Time (8:55)

Hatırlanacağı gibi grup, “At the Edge of Time“ın öncesinde “A Voice From the Dark” single’ını çıkaracak, nasıl diyelim böyle bir tadımlık, bir gaza getirme yapacak.

Sevimli insanlar.

LAMB OF GOD, 17 Mayıs 2010 – Küçükçiftlik Park

Tuesday, May 18th, 2010

LAMB OF GOD… Grubu 2006′da izlediğimde şöyle demiştim: “Dünyada beni LAMB OF GOD kadar heyecanlandıran başka bir grup yok.” Bugün aynı şeyi diyor muyum, bilmiyorum. Önemli değil. Ama bildiğim bir şey var ki, o da LAMB OF GOD’ın hayvani bir konser grubu olduğu. Sizi alıp yerden yere vuran, pestilinizi çıkaran, aklınızı alan bir grup olduğu.

Enstrümanları gümrükte alıkonduğu için sıkıntı çeken grup ve bu sıkıntının ceremesini çekmek zorunda kalan organizasyon, muhakkak ki epey sıkıntılı dakikalar/saatler geçirmiştir. 19.00′da açılacak denen kapıların 20.00′den sonra açılması ve yalnızca 15 dakika civarı çalabilen BLACK TOOTH’un ta 21.30 gibi sahne alabilmiş olması, konserin olumsuz denebilecek kısımlarıydı. Ama herkesin dediği gibi, bunda kimsenin suçu yoktu.

Dünkü Fenerbahçe – Trabzonspor maçında “Bursa maçı 2-2 olmuş abi” şeklinde tribünlere yayılan asılsız haberin bir benzeri, “Chris Adler hastalanmış” şeklinde giriş kuyruğunda tezahür ettiyse de, sound check’de kafamıza kafamıza vuran kros sesleriyle korkulacak bir durum olmadığı da açıklığa kavuşmuştu.

Siteden ben, Ömer, Gençay ve duraganyolcu ile, site okurlarından Enver Yılmaz, Beren, Ufuk ve oradaydılarsa adlarını bilmediğim kimi arkadaşlar, çok da acayip olmayan geyikler yaparak konseri beklemekteyken, çalan müziğin kesilmesi ve The Passing’in hoparlörlerden verilmesiyle konser başladı. Kiminin beklediğinden çok, kiminin beklediğinden az olan, ama bence gayet yeterli olan seyirci, daha ilk andan grubu iyi bildiğini gösterircesine eşlik etti ilk parça In Your Words’e.

Bu parçada yerine oturan ses, her şarkıda daha bir güçlenerek, Küçükçiftlik Park’ın olmayan duvarlarını inletiyordu. Set to Fail’le devam eden konser Walk With Me in Hell, Now You’ve Got Something to Die For ve şahsımı kendinden geçiren Ruin’le depreştikçe depreşti. Her elemanın çok iyi performans sergilediği gecede, Randy’nin seyirciyle olan iletişimi de üst seviyedeydi. Bugün Sultanahmet taraflarına gittiklerinden bahsedip, çok güzel bir şehirde yaşadığımız için kendimizi şanslı saymamız gerektiğini söyledikten sonra, kafa korpartan rifleriyle Hourglass geldi. Ortamda şarkı sözlerini bilen çok sayıda seyirci olması güzeldi. LAMB OF GOD konserlerinin en önemli unsurlarından circle pit ve pogo çılgınlığı dolu dizgin giderken As the Palaces Burn, epik girişiyle Vigil, Dead Seeds ve Contractor patladı arka arkaya.

“Sacrament”ı da unutmayan LAMB OF GOD, Blacken the Cursed Sun ve Descending ile akılları aldıktan sonra, konserin en büyük patlamasının yaşandığı Laid to Rest’e geçildi. Of anam o neydi öyle. Kimsede ne boyun kaldı ne bel. Resmen yıkım oldu sahnenin karşısına gelen pogo alanında. Yerlere düşenler, birbirlerini yerden kaldıranlar, havaya atlayıp birbirleriyle çarpışanlar… Harikaydı.

Randy’nin “Son iki şarkıya geldik” lafıyla içimizi bir hüzün kapladıysa da, Redneck’le tepinmeden, sondaki Black Label’la da kudurmadan edemedik.

Aha da Redneck ve Black Label:


Çıkışta herkes birbirine sarılıyor, her taraftan “Oha!”, “LAMB OF GOD ulaaaaan!”, “Ne konserdi be!” türünden sesler yükseliyordu. Şu an neredeyse hiç çıkmayan sesim elverseydi ben de bir “LAMB OF GOD ulaaaan!” patlatırdım ama sadece gülümsemekle yetinebildim. Hâlâ da gülümsüyorum. Bir daha geleceklerini söylediler, belki ondandır. Arayı uzatmayın diyor, gidemeyenlere de geçmiş olsun diye ekliyoruz. Umarım bir dahaki gelişlerinde buna tanık olursunuz, çünkü var ya, aman aman…

SOILWORK ilk yeni şarkısını yayınladı

Tuesday, May 18th, 2010

Yeni albümü “The Panic Broadcast“i 2 Temmuz’da çıkarmaya hazırlanan SOILWORK, albümden “Two Lives Worth Of Reckoning” adlı şarkıyı alttaki albüm kapağında kullanıma sundu.

“Two Lives Worth Of Reckoning”, SOILWORK’ün son üç yıldır hayranlarına sunduğu ilk şarkı olmasıyla da dikkat çekiyor. Belki de çekmiyor, bilemiyoruz.

WOODS OF YPRES – Woods IV: The Green Album

Monday, May 17th, 2010

Garip bir grup WOODS OF YPRES. Kanada’nın sulak cenneti Ontario’dan bizleri selamlayan grup, en basit ifadeyle doom metal icra ediyor.

WOODS OF YPRES’i garip yapan şey, grubun, doom metali en basit ifade olmaktan çıkardığımızda gayet acayip bir sound’a sahip olması. AGALLOCH’un epik sonbahar atmosferi, TYPE O NEGATIVE’den Peter Steele’in karamsar ve etkileyici vokalleri ve duyduğunuz anda “Bu buraya olmuş mu ki?” diye düşündürten alışık olunmadık birtakım denemeleri bir kavanoza koyup çalkaladığınızda ortaya WOODS OF YPRES, daha spesifik olarak da “Woods IV: The Green Album” çıkıyor. “Woods IV: The Green Album” sözel anlamda konsept bir albüm. Albümü çok kereler dinlememe rağmen, belli ki fazlasıyla kişisel olan konusunun ne olduğunu bilmiyorum, ancak bunun bir sebebi var ki onu da az sonra açıklayacağım.

Müzikâl olarak alındığında “Woods IV: The Green Album” gerçekten de alışık olunmadık nota seçimlerinin, vokal melodilerinin kol gezdiği, kimilerince çok sevilebilecek, kimilerince de itici bulunabilecek bir müzikâl perspektife sahip. Belli ki grup elemanlarınca çok güzel olduklarına inanılan kimi kısımların bir hayli fazla uzatıldığı; öyle ya da böyle bir duygusu olan; verilmek istenen ve yalnızca müzikâl anlamda başarılı olunan melankolisini de her anında hissettiren bir albüm. Piyanolar, yer yer devreye giren brutal vokaller, aralarda giren ve bin kez dinlesem de anlamaya çalışmayacağım konsepte dair konuşmalı kısımlar, albümün müzikâl çeşitliliğine katkıda bulunan unsurlar.

Neden bu kadar çok “müzikâl” dediğime gelirsek; bildiğimiz gibi albümler -genelde- sadece müzikten oluşmaz. Bir de şarkı sözleri vardır. Şimdi gözünüzü kapayın ve kendinizi şurada hayal edin diye girecektim ama yazı yazıyorum burada arkadaşım. Nereye kapıyorsun gözünü? Nasıl okuyacaksın kalan kısmı? Mal mıyım neyim. Her neyse, şöyle bir şey hayal edin o zaman: Gayet damar olmak için kasan, yer yer bunda da epey başarılı olan bir albümde, şöyle sözler okumak, özellikle bir atmosfer yaratmaya çalışılırken şu tarz bir abukluğa maruz kalmak nedir?

PAIN! Life is just pain and piss. PISS! It’s nothing that I will miss.
PAIN! Life is just pain and piss and everything is a scam.
(ACI! Hayat acıdan ve sidikten ibaret. SİDİK! Bunu özlemeyeceğim.
ACI! Hayat acıdan ve sidikten ibaret ve her şey bir kandırmaca.)

Nedir bu? Böyle bir söz duyunca nasıl bir ruh haline girmem bekleniyor? Arkadaki katmanlı müziğe, tüm o melodilere nasıl kaptırayım kendimi? Hayır, akılda kalıcı bir nakarat da yazmışsın, klip dahi çekilecek bir şarkı yaratmışsın, ama eşlik etmemi istediğin ve elli kere tekrarladığın nakarat bu mu olmalı? Bu güne kadar sözleri yüzünden dinlerken rahatsızlık duyduğum ender albümlerden biri “Woods IV: The Green Album”. Cidden kimi sözler çok ama çok kötü.

Diğer yandan, albümü bir bütün olarak ele aldığımızda “Woods IV: The Green Album”e kötü diyemeyiz, bu da diğer bir konu. Bir şekilde “Brave Murder Day” dönemi KATATONIA’sı ve Orchid” dönemi OPETH’ini anımsatan, ancak bunu tuhaf, sanki doksanların ikinci yarısındaki ANATHEMA’vari bir rock havası katarak da yapılmış bir müzik barındıran albüm, bununla yetinmeyip klasik hard rock’tan ödünç alınmış rif ve aranjmanlara da değdirmeden edemiyor. Bu gibi tür dışına kaymalar ve beklenmediklikler, muhakkak ki sevenini de, sevmeyenini de bulacaktır.

Denemeden sevip sevmeyeceğinizi anlamanızın çok güç olduğu “Woods IV: The Green Album”, sözlere dikkat etmezseniz ortalamanın üstü bir müzik sunuyor. Sayfadaki şarkıları beğenme katsayınıza göre denemeyi düşünebilirsiniz. Şahsen grubun yeteneğinin tam anlamıyla farkında olmadığını düşündüğümü de belirterek bu yazımızı da noktalayalım.

DIO’yu kaybettik

Sunday, May 16th, 2010

Heavy metal tarihinin en önemli seslerinden efsanevi vokalist RONNIE JAMES DIO, 6 aylık umutlu bekleyişin ardından, bugün (16 Mayıs 2010) itibariyle kanserle olan savaşını kaybetti ve hayata gözlerini yumdu.

Diyecek bir şey bulamıyoruz. Huzur içinde yat DIO.

ACID BATH – When the Kite String Pops

Sunday, May 16th, 2010

Acid Bath ile 14 yaşımda tanıştım – ilkgençliğimin ilk yazında, Eros’a ve çılgınlığa aynı anda yataklık eden Attaleia güneşin altında… Haftanın hangi kutlu günüyse, yolum musikinin farklı çehrelerini keşfetmekten yorulmayan yeniyetme connoisseur’lerin Attaleia kabesine, Timur’s Music Center’a, bir doz punk için ‘şef’in tavsiyesini almak üzere düşmüştü – The Offspring, Green Day ve Rancid’in Punk’ı “dirilttiği” kültür doruğunu soluyorduk, başını pop dergilerinden dışarı çıkarttığında küfür sağanağı altında kalan diriliş bandosunun tantanası hiçbirşeye yaramamış olsa da en azından haysiyetli yüreklere eski albümleri karıştırma esinini salmıştı. Benim keşif açlığım ise daha büyüktü: metal Ortodoksisinin nimetlerini Goth Rock’la, Velvet’larla, Iggy’yle dengelemeye çalışıyordum -- Punk’ın sınırlı kendiliğinden ziyade heterodoksisine zengin sefih çiftleşme kabiliyeti ve doğurganlığıydı çekici olan, efsaneleri kadar aile albümüyle de Metal’in eğilip bükülmez ahlakçılığı karşısında isyanın başka yordamlardan, daha usulsüz, daha gayriciddi bir izlenim veren nitekim çok daha dünyaya değgin yollardan icra edilebileceğine dair bir dipnottu “şu Punk hadisesi”; The Exploited’dan öğrendiğimiz gibi Sid’in masum olduğunu papağanlamak da Dave Lombardo ve bagetleri konulu şehir efsanelerini sakız etmekten daha eğlenceli ve daha az maçoydu.

Timur’s asistanı Gökhan’a derdimi aktardım. Şefin eli, CD sırasının en önünde duran, masumiyet çağının alnında, güneydeki mütevazi müzik inine nasıl düştüğü bugün de muamma olan bir diske uzandı. Tavsiyenin kapağından anaokulu renkleri akıyordu -- vitrindeki, yaktığı kurabiyelerden özür dilercesine öne eğilmiş, tek eli söz istermişcesine havada, sodomi banyosundan henüz çıkmış şişman, ıslak, kambur bir palyaçoydu. Söz konusu vakitlerde, tüm karşı-kültürel gayretimize rağmen, yaratıcı otoportresine “Pogo the Clown” kartvizitini iliştiren kahramanı tanımıyorduk fakat Stephen King’in “It”inden, palyaçoların gardrop yaşantılarını kestirebilecek kadar payımızı almıştık.

Gökhan diski yuvaya yerleştirip tadımlık uçuş için koltuğu fırlattığında speaker’lardan yayılan uğultuyla 14 yaşımın şeker kaplı teni, ilk defa feedback duşunun serinliği ve düşe gebeliğine çarpıldı. Sporadik kasılmaları ivmelendiren eylemsizlik beyazı, derin sualtı konsantrasyonu..

Gitarın cinnet öncesi eklemlerini deneyişi, bass’ın epileptik nabzı, gırtlağın patlayışı… deneyimin her tekil parçası dışarıdaki güneş kadar sıcaktı.

Eros’un ilkgençlik çağını mühürleyen masumiyeti, müziğe atfedilen “morfolojisiyle duyguların akışını taklit etme” yönlü romantik yapısallık etiketini her tekil örnekte doğrulamak adına hazır bekler – fakat kendini göstermeksizin, rüyadan bir maske ile.

Benim için Acid Bath deneyimimde aslolan, kasıklardan kalbe atılan som sesten yapılma ateş köprüsünden geçmekte olduğumdu – varlığın sancaklaşması kadar reddinin de sarhoşluğa dair olduğu bir devrede, bir şimşeğin yelesinden tutmuştum ve rüya otobanında buz perilerini değil kendi kanlı ağzımı selamlıyordum. Sludge’ın sarayı serindi, mentollü bourbon’dan farksızdı, boşalmak kadar dolmakla, kızışmakla, örste dövülmekle alakalıydı.

“The Blue”dan oracıkta birkaç yudum daha aldım – dezonans tavanda örümcek ağları örerken, sayısız paralel evrende sayısız beyin şiddette karar kıldı, birkaçının çanağı slow motion, a la Cronenberg patladı ve Acid Bath’ın güneşsi, köpükle yıkanmış kumsalında suretsiz Pat bBateman’ler – Hawai gömlekli, saçları geriye taranmış, piç bakışlı -- cinnetin gümrüğünden vizesiz geçiş yaptı.

“Across your face, i see what you are, you wanna kill the sun, blot out the stars”

Death Metal’in mutlak hakikat olduğunun propagandasını yapan her metalkafa, 90’lar metal divanının özellikle Birleşik Devletler kısmında boy vermiş ve core-metal hibridinin yankılarını bayraklaştırmış grupların tertiplice patetik vokalleri kullanıma almalarına pek de sevecen bakmaz. Söz konusu haremağası öykülerin çoğunda, baş rolü üstlenen asosyal travma sonrası stres bozukluğu abidesi (bkz. Jonathan Davis) genellikle arenadaki diğer davaya ihanet şüphelilerinin yaptığı gibi Metal’in “kutsal kitabına” posh bir elegansı veya kadınsı bir pathos’u değil düpedüz makyaj odası sulugözlüğünü sokmaktadır ve bu açık seçik KÜFÜRDÜR.

Acid Bath’ın temiz vokalizasyonları ise, otoriteler tarafından – aşırıyorum merdivenine tırmanılmaksızın -- stüdyo rutubetinde devinen HC güruhlarının Emo’nun tuzağına düştükleri çizgiyle referanslandırılır: emo tanımının dehşetengiz yankısı kimseyi yabancılaştırmasın, Acid Bath’ın hatecore neşterinin cilası, kaybedişe veya kafa karışıklığına değil ‘düşkün’lüğe dairdir ve Jim Morrison’ın satanist yeğeni Dax Riggs’i mikrofon başına geçiren bataklık çocuklarının hal ve tavırları bu davada sanık sandalyesine oturtulamaz.

Gökhan, diski kasete attı – 90’lık, hantal, müziği boğacağını ilan eden bir Raks. Kapaktan edinilen izlenim evde, heyecanın engebelendirdiği patikalardan geri çağrıldı. Logo yeniden üretildi. İlk zamanlar, 14 yaşın sabırsızlığıyla “The Blue”dan, “Cheap Vodka”dan “Tranquilized”dan içip ötesini mumlu kulaklarla dinledim. Bir vakit sonra ilk büyük keşfimi yapmıştım: “Finger paintings of the Insane”. Death Metal mistifikasyonuyla sarmalanmış klişe bir yarılma şiiri, düşsel enformasyonu bulanık bir bass/gitar kurgusu, pekala yarıda kalmış bir Tour de Force…

“Turning the knife buried in your stomach, i woke up alive black with stain, glistening and new, the sunsets coming, fingerpaintings of the insane”

”Come on and sterilize me, kneel down and idolize me, suck me, fuck me, resurrect me, rut me cut me and infect me, slice me, dice me, i want to die screaming”

Hemen ardından ‘Toobabo Koomi’nin hangi yerli dilinde hangi sapkın anlamlara geldiği merak edildi ve ‘Cassie Eats Cockroaches’ın başlığındaki yaratıcılığa hayran kalındı – tüm bunlar, Attaleia’nın şarapla kutsanmış dalgakıranlarında ve sokaklarında, Konur K Koldaş’la birlikte, kasabanın anoreksik John Travolta’sının başını çektiği çeteyle Clavicula Solomonis rehberliğinde esaslı bir şeytani kovenant derleyip masumlara kök söktürdüğü şu filmin etkisinde, kahramanın sunak yaptığı ininden yavaş adımlarla çıkarken sustalısının dilini uzattığı sahneyi NATO damgalı soğuk çelik ve imitasyon jestlerle canlandırma gayretindeyken ve öte yanda Emre Önol oyuncak ayısından cinayet emri alan Clarisse/Clarie/Claire/Clara isimli genç kızları tasvir etmekle meşgulken gerçekleşiyordu -- kısacası majestelerinin (HIM) sancağını dalgalandıran zaman ruhuna yumulmuştuk, dünyanın piçleri olarak kurtulamayacağınız tek damga vardı, içimizdeki…

Orta Amerika’nın en klas jazz-bass vaizinin şovu gibi başlayan “Scream of the Butterfly”ı ne zaman keşfettiğimi anımsamıyorum ama büyük Doom devriminden önce olduğunu kesinleyebilirim. Kasetin ekvator çizgisine yakın bir yerlerde, Bedlam hücreleri arasında gerilmiş telgraf tellerinde dans eden bir ezgiydi ilkin, bir zaman sonra sırrını açık etti. Gençliğin kutsal ve profan olanı aynı dokunuşta duyumsayabilen vahşi kalbi dudaklarının kenarında kan lekesiyle sırıtan Junk kraliçelerinin kokusunu almakta gecikmedi:

“A creature made of sunshine, her eyes were like the sky, rabbit howls like something old, as we twitch to a lullaby, the scapel shines in god’s sunshine, the streetlights whisper pain, down here near the poison stream, our god has gone insane”

”She smiles like a child with flowers in her hair, with blood on her hands, into the sun she stares, she feels it die, i heard her cry”

Scream of the Butterfly, nekromantik bir ballad’dı – Badlands’de düzülmüş “courtly” bir serenat, dikiz aynasında eşarp, frengili imgelemler için karavan yapımı mucize ilaç, Americana’nın iç organlarında dehşet, kan ve romans:

“Something cold is forced inside her, a tears spill down her cheek, stillborn songs of a dead dreamer, hymns of a needle freak”

”With sunlight in her hair she smiles like she don’t care, her dreams of liquid blue,
i cut my self again and again to remind myself of you”

Kenan Yarar’ın hilal’ine ve Kali’nin silahlarını kuşanan tüm Heroine’lere giden selamın kuyruğunda, öykünün şarkı sözü kağıdına yansımamış, eserin gücünün hangi ışıltılı mecralarda sürdüğünü tek atışta ele veren epilogu anımsayalım:

“I met an angel with a sawed-off shotgun, wanted by the fbi, we dropped some acid,
killed our parents….”

Türk Metal dinleyicisi Birleşik Devletler’in saf enerjiden, ciğerlerini kusarcasına öksüren gitar aksanından ve maçoluktan daha fazla olduğunu anlamakta gecikmiştir. Bu gecikmenin sebebi eser kadar dinleyici/imgeleyiciyi de stereotipleştiren borderline dikotomi doğrultusunda toprağa değgin musikinin deri derinliğini aşmayacağı kanısıdır. Tennessee’yi şişeden çeken beyaz atletli adamların sertlik iklimi kulaklar kadar yürekleri de kamaştırdıkça, inceliklere yatkın kulaklar Americana’ya Weimar entelektüellerinin azaplarına gösterdikleri ilgiyi göstermeye başlayacaktır. Ne iyi ki Başkent’te göndere çekilen Blacktooth bayrağını gördükten sonra parmaklarımız kördüğüm değil.

Acid Bath kaçınılmazca Americana’dır, Edward Hopper’ın motel yalnızlığı tasvirleri, fetiş koşu takımları, Klansmen ve Gacy gibileri türetebilen iş ahlakı ile komşudur. Kötü kılıklı bir yerdir burası, ‘küçük bir kasabadaysan eğer’, der Lou Reed, ‘oradan çıkman gerektiğini bilirsin’.

1999’da ‘When the Kite String Pops’un gümüş diskini Zihni’nin ikinci el tezgahında buldum. Kapakta gülümseyen Pogo’nun içeride nelere bulaşmış olduğunu öğrenmenin vaktiydi. Bukleti ortalayan, Bath’ın klasik kadrosunu belgeleyen fotoğraf açıklayıcıydı: Teenslasher’larda genç kurbanlıkları canavarın ritüeline dek kovaladığımız, duvarları iç savaş anıları ve aplik şamdanlarla süslü evlerden birinin salonunda, Death Metal şortlarını çekmiş beş çocuk oturuyordu. Şortun ve tişörtün Death Metal nihilizmindeki yeri ve önemi üzerine uzunca karalanabileceğinin farkındayız, Bath özelinde, sokak kavgasına hazır duruşun, taşraya has rüstik ennui’den benzin istasyonu blues’una doğru uzandığını ve elbette, kaçınılmazca ve ne iyi ki onların ‘bizim çocuklar’ olduklarını belirtmekle yetineceğim.

Bu ‘In Memoriam’ın bu noktasında bu nadide güruhun hakikaten ‘neyle’ meşgul olduğunun janr açıklamalarına yaslı bir belirtimine ihtiyaç duyuluyor, kapsamlı ve zincirleme bir tanımlamaya… Bath’ın Death Metal’in yoğunluğunu ve strüktürel numaralarını ve elbette bu vesileyle imgelem gücünü kaldırabilen, sludge’ın ağırkanlı rönesansından ve atmosferizminden de beslenen bir tür HC icra ettiği söylenebilir. Fakat bu melezleme, stereotipik HC kahramanının çöp tenekelerini ateşe vermeden önce burundan kaydırmak isteyeceği türden bir drug değildir, yine Florida’lı kasapların efsane karmasına kaptanlık edebilecek bir enerji de olamaz.. Sludge-drone-doom-core’un kitabında, sertliğe karar verişin dinleyiciye açıkça hissettirilişi, uzunca bir girdaplaşma ve tefekkür evresinin sonucu olan drenajın çevresinde amplifikatörün varlığının onaylanması, sinemanın Vertov hattında kameranın seyircinin gözüne sokulmasından farksızdır. Amplifikatörün varlığının altının çizilmesi, dinleyiciyle kurulan samimiyeti anlatılarüstü bir mecrada tahsis eder. Fakat Acid Bath, uzamsal referansları doyururken, ‘garaj’ın asla yakalayamayacağı denli derinlikli, neredeyse ‘epik’ bir duygudurum sinyalizasyonunun da altından kalkmayı başarır. Bir yeniyetmelik deneyimiyle süslenen bu yazıda ‘sludge’ gibi tabirleri seferber edebilme rahatlığımın arkasında kökleri çocukluk ansiklopedistliğine, ilkgençlik arşivciliğine uzanan taksonomik bir itinanın yattığının düşünülmemesi – bu taksonomik itina gerçekte vardır ama herşeyin temeli değildir – o demlerde tüm gayretime rağmen yer altı şebekelerine uzaklığım dolayısıyla konvansiyonel kalmaya mahkum olan görüş alanım dahilinde, Bath’la resonant tınıların sadece ve sadece Headbanger’s Ball müdavimi Eye Hate God şişgöbeklerinin gitarlarından çıkarken duyulabileceğini belirtmem gerekiyor.

Açıkçası, sözkonusu zamanlarda ortalıkta ne ‘sludge’ terimini kutsayacak bir takılacak bir neo-proto-doom odaklanması, ne ‘psych’i gitar droneizmine yaslayıp dışavurumculuğa yeni bir çehre kazandıracak bir Boris-Isis-Neurosis üçlüsü mevcuttu. Ağırkanlılık, lirik doom ve gotik metal’in krallığı dışında bir rönesans suretinde saygı görmemekteydi ve ‘amplifier worship’ tanımı en fazla Dave Mustaine’in Marshall sevdasını akla getirebilirdi.

When the Kite String Pops’un lirikal izleğindeki yinelemeler dikkat çekicidir. Albümün evreninde bir yerlerde bir papatya tarlası bulunmaktadır, kuduz kol gezmektedir ve “onların” kendi çocuklarıyla beslenmeleri pek acıdır.

“She runs, through fields of daisies, yeah, it’s just a shame that they eat their own babies…”

Scream of the Butterfly’ı önceleyen “Jezebel”, Acid Bath carnalizminin Cannibal Corpse ve türevlerinin üyesi olduğu self-asphyxating mastürbatörler locasının ne denli dışında olduğunu ele verirken pop kültür sevdasını katranla kaynatır:

“Broken glass and dirty needles, soul erosion truth, electric god, our superman found dead in a telephone booth, shards of teeth, ice pick abortions, orgasmic death so warm, lets die screamin’, black goat semen, i can’t hear you whisper “conform”

“Scream of the Butterfly”ın girizgah motifiyle pistten kalkan “The Mortician’s Flame”i keşfedişim ise daha geç oldu – loş odalarda, ayna önünde biceps çevrelerinin mezuralandığı, Rammstein, Kreuzweg Ost ve tınıdaş tötonlukların düş hammaddesi kılındığı “korkunç zamanlar”dı bunlar ama alevli Mortician’ın kolları daha gerilere, Burroughs yolculuğunu Birleşik Devletler’de yapmış olsa adım atabileceği uğraklara ve elbette ergenliğin çiçeklerine uzanıyordu. Daha geç bir vakitte, Acid Bath’ın grup albümünde yer alan bir diğer Wayne Gacy eseri – döşeğine uzanmış, yedi cücelerin nedimelik ettiği Palyaço Pogo – “The Mortician’s Flame”in davetinin buğusuyla, “elektrikli testere” gülüşünün anlamını açığa vurarak ve Bath’ın ana izleğinin “kutsal çılgınlık” olduğunu ele vererek birleşmekte gecikmedi.

“Hunter of tears, relative pain, half of this world is dark with the stain, the stain of unknowing, the dead flower buds, on smiling lips is innocent blood – the corpse of your god can only rot and grow cold, now promise me you’ll kill me before i get old, i hear you on the telephone moaning my doom, a cold woman will kill me in a darkened room”

“The chain-saw smile of the mortician shines, i still got all my fingers but somewhere i lost my mind, i can smell abortion on you, i can see through, i take the gun out of my mouth and point it at you”

Acid Bath’ın süblim bas işçiliğinin altında imzası olan adam Audie Pitre, 23 Ccak 1997’de, annesi ve babasıyla birlikte alkollü bir sürücünün kurbanı oldu ve Bath, Rotten kataloguna “When the Kite String Pops”un ve 96 tarihli, grubun ballad formatına daha yüklüce yatırım yaptığı “Pagean Terrorism Tactics”in yanı sıra bir sepet dolusu remaster edilecek demo ve küçük çaplı bir efsane bırakarak dağıldı.

Mutlu YETKİN

DAVE MUSTAINE belgeseli

Sunday, May 16th, 2010

Avustralyalı bir yapımcı/yönetmen, kısa film/belgesel yarışmalarında yarıştırmak amacıyla 12 dakikalık bir DAVE MUSTAINE belgeseli çekmiş.

“Don’t Thank Me, Thank AA: The Dave Mustaine Story” * adlı belgeselin tanıtımı, DAVE MUSTAINE’in çalkantılı hayatını bir reklam malzemesi olarak kullanmak amacıyla yazılmış: “Çocuklukta yoğun şiddet gören ve ardından da çılgın bir uyuşturucu müptelası olan bir adamın, gelmiş geçmiş en önemli heavy metal gitaristine dönüşme yolculuğu”. DAVE MUSTAINE’le ve müzikseverlerle röportajlar içeren belgesel, MUSTAINE’in tanrıyı bulma konusundaki yorumlarına da yer veriyormuş.

Kısacası klasik bir “meşhur üstünden prim yapma” çabası daha diyor, bu gereksiz haberi noktalıyoruz.

*: “Bana Değil, AA’e Teşekkür Edin” (AA: Alcoholics Anonymous adlı, dünya genelindeki alkoliklerin bu bağımlılıklarından kurtulmasını sağlamaya çalışan bir oluşum)

DIO’nun eşinden, “DIO öldü” haberlerine yanıt

Sunday, May 16th, 2010

Dün gece itibariyle çeşitli internet sitelerindeki “RONNIE JAMES DIO kanserle olan savaşını kaybetti” haberleri üzerine, DIO’nun eşi Wendy konuya dair bir açıklama yapmış.

Wendy yaptığı yazılı açıklamada “Şu an hastanedeyim ve DIO henüz ÖLMEDİ!!! Durumu iyi değil, ancak henüz ölmedi. Bir gelişme olursa sizi haberdar edeceğim” demiş.

pasifagresif olarak o kötü haberi hiçbir zaman vermemeyi umuyor, dayan DIO diyoruz.

Edit: Maalesef.

BLIND GUARDIAN’dan bir stüdyo videosu daha

Saturday, May 15th, 2010

Yeni albüm haberlerinin bir kısmını şuradan ve oradaki diğer bağlantılardan, yeni single haberini de şuradan verdiğimiz BLIND GUARDIAN, yazın çıkacak yeni albümü “At The Edge Of Time“ın kayıt aşamalarını içeren bir video daha yayınladı.

Öyle işte.

DARK TRANQUILLITY – The Gallery

Saturday, May 15th, 2010

1993-1996 yılları arasında Göteborg’da yaşayan metalci kitlenin tattığı zevki pek az metal kitlesi tatmıştır sanırım.

Geceleri bir mekanda arkadaşlarınızla takılırken falan rastladığınız, “Naber hafız naaptın, okul nası?” diye muhabbet ettiğiniz, Göteborg’daki aile çay bahçesinde poğaça yerken veya elektrik idaresindeki fatura kuyruğunda dikilirken gördüğünüz birtakım uzun saçlı adamlar, birkaç yıl gibi kısa bir zaman içerisinde Avrupa metalinin çehresini değiştirecek işler yapıyorlar. Bu işler kısa vadede melodik death metalin, uzun vadede ise diğer pek çok türe bulaşarak doksan sonu ve özellikle de 2000′ler metalinin değişiminde büyük rol oynuyor, bugün manyaklar gibi satan sayısız yeni nesil Amerikalı grubun neredeyse tüm altyapısını oluşturuyor (Ve ne gariptir ki, çıkışlarından on beş yıl sonra, “Bakın sizin yüzünüzden neler çıktı başımıza” diye pek bir zeki şekilde eleştiriliyorlar).

Bu üç gruptan AT THE GATES, bildiğimiz gibi türe daha bir thrash-vari yaklaşmış ve metal tarihinde önemli bir yer tutan “Slaughter of the Soul” ile İsveç death metalinin üç kitabından birini yazmıştı. AT THE GATES müziği, diğer iki hemşehrisine göre daha yırtıcı, daha direkt ve vurdulu kırdılıydı. Günümüze dek sayısız kez taklit edildi, bundan sonra da edilecek. Elbette ki yanına yaklaşan çıkmayacak.

Yine aynı dönemlerde, bu kez de IN FLAMES çıktı ve “Ben de “The Jester Race“le bu türe imzamı atıyorum hacı” dedi. Melodik death metali daha çok IRON MAIDEN’vari bir klasik heavy metal/power metal gözünden alan IN FLAMES, AT THE GATES’in yırtıcılığından ziyade, daha melodik ve kolay alışılır bir müzikle türün mihenk taşlarından birini daha yaratmış oldu. IN FLAMES, metal tarihinin, belki de duyulduğu anda bu denli sevilen ve benimsenen ender müziklerden birini yaratmış olmasıyla, bugün geldiği noktanın işaretlerini ta o zamandan vermişti.

Yine aynı dönemde, IN FLAMES’le vokalistleri değiş tokuş eden DARK TRANQUILLITY de bir albüm çıkardı. Günümüzde az önce bahsi geçen iki albüm kadar adı anılmayan ve geri plana atılan bu albüm, melodik death metal tarihinde, bu türün belki de en sanatsal işlendiği birkaç albümden biriydi. “The Gallery”ye hoşgeldiniz.

İçinde on bir adet şarkı olan, kırk sekiz dakikalık bir albüm “The Gallery”. DARK TRANQUILLITY’nin, kardeşi diyebileceğimiz IN FLAMES’ten en ayrık olarak durduğu yer olan underground havasını koruma hüviyetini belli edercesine, albümün hiçbir anında bir hit yaratma, bir konserde seyirciyi coşturacak türde şeyler yazma amacı göremiyorsunuz. Müzisyenlik anlamında da, duygu anlamında da, “The Gallery” son derece yoğun ve ayrı bir ihtimamı hak eden bir çalışma. Gayet cesur ve inovatif biçimde müziğe yedirilen farklı unsurlar, kadın vokaller, akustik gitarlar, DARK TRANQUILLITY’nin “davayı satmayan grup” olarak anılmasını sağlayacak düzeyde güçlü, katmanlı ve sadece müziğin kendisine hizmet eder nitelikte.

Nasıl bir ortamda, nasıl bir ruh haliyle yazıldıklarını hâlâ merak ettiğim, eşi benzeri olmayan olağanüstü melodiler; içinizden parçalar koparırcasına hisli ve yoğun bir vokal performansı, ve tüm bu ezici duygu yoğunluğunu pekiştiren, ince ince işlenmiş bir sanatsallık. Bir yanda vokalin her vurgusuyla içinizi depreştiren, kendi içinizden fışkırmak isteyeceğiniz türde bir güç ve heybet; diğer yanda her notası, her ayrıntısı ince ince işenmiş, elinizde tutmaya korkacağınız kadar hassas bir kırılganlık. Bu iki ekstremin muazzam bir yaratıcılıkla bir araya geldiği, şahsen melodik death metal ve sanat kelimeleri yan yana geldiğinde aklıma ilk gelen albüm, “The Gallery”.

“Bizler rüzgârı tutmak için uzatılmış parmaklarız…” diye başlayan ve her anıyla bir gövde gösterisi olan Punish My Heaven’ın ilk trampet vuruşundan, enginlere sığmaz duygularla dolu …Of Melancholy Burning’in duyulan son sesine… Şu an bu kelimeleri yazarken dahi tüylerinin ürpermesine engel olamayan bu satırların yazarı, “The Gallery”yi çoğu kez görmezden gelinen bir başyapıt olarak nitelemekten geri durmuyor.

Bazı albümler vardır. Sayısız kez dinlemiş, her şeyiyle içinize sindirmişsinizdir. Muazzam bir güzellik olduğunun farkındasınızdır ve albümün değerini de “bilen biliyor” türünde bir subjektiflikle görüyorsunuzdur. İşte “The Gallery” böyle bir albümdür. Şu kırk sekiz dakikanın size hissettirdiklerinin benzerlerinin, başkalarınca da, belki de aynı yoğunlukta hissedildiğini bilmek bile, bu albümün ne denli güçlü olduğunu gösterir.

Daha sayfalarca yazılabilir, her şarkıdan ayrı ayrı paragraflarca bahsedilebilir. Ama bu sefer kısa tutalım. Bu sefer “The Gallery”nin kendi görkemi konuşsun, Stanne’in ağzından çıkan her kelimedeki o gerçeklik, o güçle yanıp tutuşan tutku konuşsun… Zira şu an bunları yazarken arkada çalan şeyin ihtişamı,  bana bastığım her bir klavye tuşunun anlamsız olduğunu hissettiriyor.

NACHTMYSTIUM yeni şarkısını hizmete sundu

Friday, May 14th, 2010

Amerika’nın son dönemdeki gizli hazinelerinden NACHTMYSTIUM, merakla beklenen yeni albümü “Addicts: Black Meddle Pt. II“den “Addicts” adlı parçayı, alttaki albüm kapağının içine koydu. Sağ tıkla şarkıyı bilgisayarınıza indirebilirsiniz.

Kapak ayrı, şarkı ayrı güzel diyor, merakla bekliyoruz.

SUMMONING – Oath Bound

Friday, May 14th, 2010

Bir SUMMONING hayranı sayılmasam da ve SUMMONING’i sadece bu albüm ve diğer albümlerdeki kimi şarkılarla bilsem de, grupla çoğu kişininkinden daha farklı, kişisel bir ilişkim var sanırım.

Okuldaki bitirme filmim üzerinde çalışırken çıkmıştı bu albüm. metal-pit adlı güzide sitenin forumlarında fikirlerine değer verdiğim birkaç arkadaşın övgü ve telkinleriyle, içinde ne olduğunu bilmeksizin satın almıştım “Oath Bound”u. Nasıl bir şey olduğunu çözmeye çalışırken Mirdautas Vras adlı şarkı başlamıştı, ve…

Anam o nasıl bir melodi, o nasıl bir epiklikti? Şarkı resmen epiklikten ölüyordu. Bitirme filmime bir dakika on saniyelik bir müzik ararken karşıma çıkan bu şarkı, resmen aklımı başımdan almıştı. “Bunu kullanmam lazım laaaaan!” diye okulu inlettikten sonra, iyi bir çocuk olduğum için hemen gruba bir mail attım. Hafız dedim benim dedim böyle böyle bir bitirme filmim var dedim, tüm geleceğim buna bağlı dedim, sizin yeni albümden Mirdautas Vras’ı duydum aklım başımdan gitti, ilk bir dakika on saniyesini filmimde kullanayım mı be güzel abim, noolursun be abim dedim. Sonra da çeşitli sevimlilikler ve SUMMONING bir tanedir, en az otuz yıldır hastanızım falan eşliğinde şarkıyı kullanma iznini aldım. Elbet gruba haber vermesem de kimsenin haberi olmazdı ama yine de repleri unutmamak lazım. Uzun lafın kısası, mezuniyet töreninde tüm öğrencilerin bitirme filmleri dev ekrandan izletilirken, tüm mezunlara, öğretmenlere, okul yönetimine SUMMONING dinletme keyfini yaşadım.

Her neyse. Bu yazıya neden böyle bir gazla girdim, çünkü pasifagresif okurlarından agalloholic’in “Sitede bir SUMMONING kritiği olsa ne güzel olurdu” telkini ve akabinde yolladığı kimi şarkı link’leri ile, evim bir anda savaş rüzgarlarının estiği, terk edilmiş uçsuz bucaksız toprakların boylu boyunca uzandığı, buz gibi dalgaların görkemli kayaları dövdüğü, çıkabileceğim en yüksek noktaya çıkıp tüm bu karanlık manzarayı izlemek isteyeceğim düzeyde epik bir yere dönüştü. Müziğin sesini açtıkça, evin tüm odaları destansı bir hal aldı. Koridor, yere vurulan on binlerce mızrak arkasının sesiyle yankılandı. İnanır mısınız mutfağa gittim su almaya, orası bile epikti yani. Çatal bıçak çekmecesine bile bir armory, bir weaponry havasında yaklaştım (Aşağıdaki Might and Glory videosu da yine agalloholic’e aitmiş, eline sağlık diyoruz).

Geyiği kesip (kurbanda geyik kesmek) müziğe dönersek, dediğim gibi kısıtlı dinlediğim, ama ne yapmak istediklerini bildiğim bir grup olan SUMMONING’in, gözlemleme fırsatı bulduğum bu naçizane albümden yola çıkarak ulaşabildiğim ana fikrini, şöyle özetlemek istiyorum. Bir kere SUMMONING, en asil duygunun müziğidir. Asalet ve kudret barındıran, bunu klavye tabanlı göstermelik ihtişamlarla değil, içi sonuna kadar dolu bir şekilde yapan bir müziktir. İçinde zekâ, tutku, inanç ve saf bir güçle yaratıldığını belli eden bir müzik vardır. Grubu tek albüm ve birkaç başka şarkıyla bilen biri bunları deyince mukakkak ki havada kalıyordur, gruba benden çok daha hakîm biri olsa belki daha neler neler anlatır, ancak SUMMONING’in benim gibi biri için bile güzel olan tarafı da budur belki de. “Nasıl bir grupmuş?” diye sorduğunuz bir grubu yalnızca tek bir şarkıyla anlayabilmek, bir grubun kendi sound’unu böylesine direkt olarak oluşturabilmiş olması önemli bir şey.

Tolkien dünyasını BLIND GUARDIAN’dan bile daha kapsamlı ve içselleştirerek işleyen SUMMONING’in bu albümünde de pek çok Lord of the Rings referansı var elbet. Black Language diye geçen Ork dilinde yazılan ve okuduğum kadarıyla bir SUMMONING albüm kitapçığında sözleri yazan ilk şarkı olan Mirdautas Vras başta olmak üzere, pek çok şarkıda akıllara Midgard’lar, Dol Guldur’lar, Lugburz’lar geliyor. Detaylı şekilde bildiğim ama çılgıncasına hayranı olmadığım Orta Dünya konseptine ilgi duyanlar, mukakkak ki bu şarkılardan ayrı bir zevk alıyorlardır.

Başlarındaki çiğ black metal konseptini zamanla terk ederek daha atmosferik ve epik bir havaya bürünen SUMMONING, her ne kadar hâlâ black metal janrı altında anılıyorsa da, grubu bilmeyenlerin önceden hazırlıklı olmasını gerektirecek bir müzik var “Oath Bound”da. Gitarlar ve tüm atmosferi yaratmaktan sorumlu klavyeler, albümün neredeyse hiçbir anında belirli bir rif ya da melodi çalma amacı gütmüyorlarcasına, hep yaratılmak istenen atmosfere hizmet eden işler yapıyorlar. Bu sayede ortaya tam anlamıyla sinematografik, adeta notalarla yaratılan görüntülerden oluşan bir müzik çıkıyor.

Son kelâmlara gelirken, şahsen SUMMONING’i ev müziği olarak görüyorum; zira ortada yaratılan yoğun bir ambiyans var. Öyle kulağınızda kulaklıkla, kırmızı ışıkta karşıya geçmeyi beklerken geçen tüp kamyonunun şarkısıyla, veya yanından geçtiğiniz inşaattaki beton kırma makinesinin tatatatatasıyla birlikte olmaz bu iş. Havasına girmelik, yaratılan trans tadına tam anlamıyla varmalık bir müzik var “Oath Bound”da.

Muhtemelen ne grubun, ne de albümün hakkını verebildiğim, sadece ufak bir gazlama sonucunda içimden gelenleri yazdığım bir yazı oldu. Bahsetmeden geçtiğim, ancak SUMMONING’e dair söylenmesi ve bilinmesi gereken diğer güzellikleri de, grubun gerçek sevenleri aşağıya yazsın artık.

IMMORTAL’dan DVD

Friday, May 14th, 2010

Geçtiğimiz ay içinde, 2011′de çıkacak yeni albümleriyle ilgili bir açıklama yapan IMMORTAL, 2010′u da boş geçmemek adına bir konser DVD’si çıkarıyormuş.

IMMORTAL’ın 2007′deki Wacken Open Air performansını içerecek olan “The Seventh Date Of Blashyrkh“den bir bölümü aşağıdan izleyebiliyoruz.

Yeni LAMB OF GOD şarkısının enstrümantal hali yayınlandı

Thursday, May 13th, 2010

Canımız ciğerimiz LAMB OF GOD’ın şurada duyurduğumuz ilk oyun müziği olan “Hit the Wall” adlı şarkının vokalsiz hali ortamlara düştü.

LAMB OF GOD’ın önümüzdeki Pazartesi günü de bizleri duvara çarpmasını umarak gazımızı ortaya koyuyoruz.

Bursalı hard rock grubu KARAMESAİ yeni şarkılarını sundu
BENIGHTED’dan klipli yeni şarkı
Pasif Agresif, bir Wordpress marifetidir.