Seksenlerin hatırı sayılır progresif metal gruplarından CRIMSON GLORY’nin tüm diskografisi bir kutuda toplanıyor.
Ekleme: Haberin hemen ardından grup bir açıklama yaptı ve bu setin tümüyle kendilerinden izinsiz çıktığını ve yasal olmadığını söyledi.
23 Ağustos’ta çıkacak olan “In Dark Places… 1986-2000″ şöyle bir içerik sunuyor:
CD 1 – “Crimson Glory”
01. Valhalla
02. Dragon Lady
03. Heart Of Steel
04. Azrael
05. Mayday
06. Queen Of The Masquerade
07. Angels Of War
08. Lost Reflection
09. Dream Dancer
CD 2 – “Transcendence”
01. Lady Of Winter
02. Red Sharks
03. Painted Skies
04. Masque Of The Red Death
05. In Dark Places
06. Where Dragons Rule
07. Lonely
08. Burning Bridges
09. Eternal World
10. Transcendence
11. Lonely (remix)
12. Lonely (videoclip)
CD 3 – “Strange And Beautiful”
01. Strange And Beautiful
02. Promise Land
03. Love And Dreams
04. The Chant
05. Dance On Fire
06. Song For Angels
07. In The Mood
08. Starchamber
09. Deep Inside Your Heart
10. Make You Love Me
11. Far Away
12. The Chant (videoclip)
CD 4 – “Astronomica”
01. March To Glory (instrumental)
02. War Of The Worlds
03. New World Machine
04. Astronomica
05. Edge Of Forever
06. Touch The Sun
07. Lucifer’s Hammer
08. The Other Side Od Midnight
09. Cyber-Christ
10. Cydonia
CD 5 – “Astronomica”
01. War Of The Worlds (remake)
02. Astronomica (demo)
03. Touch The Sun (demo)
04. Edge Of Forever (demo)
05. Dragon Lady (live)
06. Eternal World (live)
07. Painted Skies (live)
08. Queen Of The Masquerade (live)
09. Lost Reflection (live)
Vokalistleri John “Midnight” McDonald’ın geçtiğimiz yıl hayata gözlerini yumduğu CRIMSON GLORY, özellikle “Transcendence” albümüyle türün takipçilerince klasik olarak görülen bir işe imza atmıştı.
Avrupa ve özellikle Almanya’da en çok bilinen gruplardan biriyle karşı karşıyayız. Heaven Shall Burn, Caliban’la birlikte Avrupa’da metalcore’un yayılmasında önemi sorgulanamaz bir grup. 90′lı yılların ortalarından bu yana bu iki grubun da kat etmiş olduğu geniş bir yol var.
Grup bu ismi Marduk’un “Heaven Shall Burn… When We Are Gathered” albümünden etkilenerek aldığını belirtiyor. Bu ismi alırken düşündükleri şey ise insanların kafalarında sahte bir cennet yarattığı, gerçeği göremedikleri, gerçeğe ulaşmaları için de kafalarındaki bu sahte cenneti yok etmeleri gerektiği imiş.
Heaven Shall Burn’ü türünden ayıran çeşitli özellikler mevcut. Bunların en başında geleni sertlikten hiç taviz vermemeleri. Örneğin bu albümün introsuna bakın, resmen “büyük bir şeyler geliyor” diye düşünmenizi sağlayacak cinsten, fırtına öncesi sessizlik kıvamında, dinleyeni doğrudan kendine çekebilecek ve sonrasını merak etmesini sağlayacak yapıda. Ki bu “büyük bir şeyler geliyor” havası da zaten gaz ötesi Endzeit’la kesinlikle boş çıkmıyor. Emin olun ki bu şarkı için birçok kişinin yakıştırması “dinleyip de gaza gelmeyeni dövmekten beter ederiz” şeklinde. Yani grubun şarkılarında durmak bilmeyen bir gaz ve yıkıma yönelme var. O yoldan hiç sapılmıyor. Ama çok da başarılı.
Grubun ilginç yönlerinden biri ise black metal dinleyicilerine de hitap edebilecek bir müzik yapmaları. Barındırdığı kaos ortamı ve dur durak bilmeyen davulları, ve özellikle modern bir black metal grubunda sırıtmayacak vokali ile black metal dinleyicilerinin ilgisini çekecek olduğunu düşünüyorum. Vokal için ayrı bir parantez açayım, evet albüm kaydında fazla kanal kullanıyor olabilir ve hatta genel olarak grubun bu kadar çok kanal kullandığına göre canlı performanslarının düşük olacağını düşünenler olabilir. Şüphesiz ki böyle düşünenler hayvan gibi bir hata yapmaktadırlar ve derhal bu tarz düşünceleri cinleri kovarcasına kovmalıdırlar.
Albümdeki gitarlar için mırın kırın edenlere de rastlamak mümkün. Böyle bir albüm için gitar kaydını iyi bulmayanlara kocaman bir “OHA”dan başka bir yanıt veremiyorum. Gitar yönündeki şikayetler genel olarak palm mute’ların sesinin çok iyi gelmediği ve aslında adamların doğru düzgün palm mute yapamadığı yönünde. Bana kalırsa metalcore’da boku çıkarılmış ve göze göze sokulan palm mute’ları o tank gibi tonla biraz biraz boğmak şık bir hareket olmuş. Albümün havasına cuk oturuyor.
Grubun eleştirildiği yanlarından birisi de rif eksikliği. Ancak grup çok fazla rif değil de davul ve moda sokmaya odaklı olduğu için, ayrıca zaman zaman hiç de fena olmayan rifler taşıyan bölümlere sahip olduğu için önemsenecek bir mevzu değil. Yani Sumeriancore hayvanlığı ve yaratıcılığını beklemeyin, çok daha farklı bir modu var albümün.
Konser görüntülerini izleyenler Heaven Shall Burn’ün zaten tam bir “konser grubu” olduğunu rahatlıkla anlar. Özellikle Wacken’daki görüntülere bakarsak bu kadar çok seyirciyi bu kadar yüksek oranda gaza getirmelerindeki başarı göz ardı edilemez.
“Iconoclast”ta politik göndermelerde bulunan şarkı sözleri yazma alışkanlığı da devam ediyor. Bu durumun grubun popülerleşmesinde rolü olduğunu düşünüyorum, çünkü grup hem sözlerindeki verdiği mesaj ve vurguları müziğiyle çok başarılı bir biçimde birleştiriyor ve bu da doğrudan dikkatleri çekmesini sağlıyor.
“Iconoclast”, Heaven Shall Burn’ün “Deaf To Our Prayers” albümünde açtığı “Antigone”da geliştirdiği tarzının oturmuş hali ve hem benim, hem birçok kişi için grubun şu ana kadar yaptığı en iyi çalışma. Ancak bence grup istese bunun çok daha üstüne çıkabilir. Başlamasına sayılı günler kalan Unirock festivalimizde gruba önyargıyla yaklaşıp izlemeyecek olan arkadaşlara şimdiden geçmiş olsun diyorum. Ve son olarak;
Ülkemizde yapılan en büyük konser organizasyonu diyebileceğimiz Sonisphere, bilindiği gibi öncesinde pek çok tartışmaya mahâl veren, her açıdan çok konuşulan, kadrosuyla akıl alan, her yönüyle “büyük” bir olaydı. İçinden kendi isteğiyle çıkan, dış sebepler yüzünden çıkarılanlar, eklenip birkaç gün sonra iptal edilenler, son anda girenler… Kısacası her şeyiyle epey hareketli bir ön süreç yaşandı.
Festivali çok detaylı şekilde anlatma niyetinde değilim. Zira üç gün, on beşten fazla grup, her grup sırasında olan bin türlü olay, tribünü ayrı, saha içi ayrı, tuvaleti taşmış köftesi soğukmuş, vesaire vesaire. Gidemeyenler için üç günün bir özetini geçelim yeter. Hatta bodoslama girelim.
1. Gün:
STONE SOUR’dan hemen önce tribündeki yerimizi aldık. Grubu, vokalist ve gitaristlerden birinin SLIPKNOT üyesi olmaları dışında bilmeyen bir insan olarak, fena vakit geçirtmediklerini söyleyebilirim. Katılım beklediğimden yüksek, hava ise “Noolur yağmasın” serzenişlerine gebe şekilde kapalıydı. Saha içinin büyük kısmı ve tribünlerin çoğu boş olsa da, seyirci gruba verebileceği ölçüde destek verdi. Corey Taylor’ın da seyirciden memnun kaldığını sanıyorum. Burada çok tanınmadıklarını biliyorlar, o yüzden bu ölçekteki olumlu tepki dahi hoşlarına gitmiş gibi geldi bana.
STONE SOUR’un, yeni albüm “Audio Secrecy”den üç şarkının çalındığı setlist’i şöyleydi:
Intro
Mission Statement (Yeni şarkı)
Made Of Scars
The Bitter End (Yeni şarkı)
Your God
Through Glass
Digital (Yeni şarkı)
Get Inside
Hell & Consequences
30/30-15
Sonra PENTAGRAM çıktı. Bilindiği gibi Murat İlkan’ın son konseriydi. Grubun yeni vokalisti olacağı duyurulan Gökalp Ergen (THE CLIMB) ile birlikte bir DIO’ya saygı geçidi yapan grup, ardından Hakan Utangaç ve Ogün Sanlısoy’la eskilere gitti. Murat İlkan sahneye çıktığındaysa pek çok insanın kafasında aynı soru vardı sanırım: “Mikrofonda mı sorun var, yoksa söyleyemiyor mu?”. Eğer ikincisiyse, Murat İlkan şarkıları söyleyemeyecek durumdaysa, gerçekten üzücü bir durum. Sahneden ayrılırken de sendelediğini gördüğümüz İlkan, umarım sağlığına kavuşur, ya da en azından daha kötüye gitmez. Grup klasik PENTAGRAM performanslarından birini verdiyse de, bence Murat İlkan’ın durumu dolayısıyla ne çaldıkları da pek fazla fark etmezdi. Seyircinin desteğiyle hoş bir uğurlama oldu. Bunca yıl yaptıkları ve Türk metal tarihine adını yazdırdığı için şahsen kendisini kutluyor, tekrar geçmiş olsun diyorum.
PENTAGRAM, dört farklı vokalistle geçmişten günümüze şöyle bir setlist sundu:
Powerstage
Rotten Dogs
Vita Es Morte
No One Wins the Fight
Behind the Veil
Give Me Something to Kill the Pain
In Esir Like an Eagle
For the One Unchanging
Lions in a Vage
Bir
Ardından ALICE IN CHAINS geldi sahneye. Grubu bilen insan sayısı bir hayli az geldi bana. ALICE IN CHAINS’i hiç bilmediğim için performansları konusunda bir yorum yapamayacağım, ancak kendilerini bilmeyen bir izleyici olarak gayet zevk aldığımı söyleyebilirim.
Her ALICE IN CHAINS bilmeyeni gibi ben de Would’da ve yeni albümden Check My Brain’de konserin en güzel anlarını geçirdim diyebilirim. Grubun takipçilerinin çeşitli mecralardaki yorumlarında da grubun gayet iyi çaldığı söyleniyor, demek ki iyi çalmışlar.
ALICE IN CHAINS’in setlist’i de, karışık olmakla beraber şöyleydi:
Them Bones
Dam That River
Man in the Box
Again
Would
Angry Chair
Rooster
Lesson Learned
Acid Bubble
Check My Brain
It Ain’t Like That
We Die Young
Rain When I Die
Saat tam 21.00 olduğundaysa, sahne kurulumunu gizledikleri dev perde düştü ve içinden aynı boyutlarda devasa bir Almanya bayrağı çıktı. O an tekrardan gördüm ki bir ülkenin büyüklüğü, gücü, kültürel zenginliklerini diğer ülkelere ne derece empoze edebildiğiyle ilgilidir. RAMMSTEIN resmen Almanya’yı temsil eden bir güç gibi sahneye çıktı ve herhalde o sırada İnönü Stadı’nda olanların çok uzun süre unutamayacakları bir performans ve sahne şovu sergiledi. Alttaki videonun başından girişlerini ve bahsettiğim bayrak olaylarını görebilirsiniz.
Olağanüstü ergonomik ve çok işlevli tasarlanmış mekanizmalarla her şarkı bambaşka bir gösteriye dönüşürken, şarkıların minimalist ve basit yaklaşımlarından dolayı grubu hiç bilmeyenler dahi şarkıları ilk duydukları andan itibaren anlayıp konsere katılabiliyorlardı.
Görmeden anlamanın çok zor olduğu gösteriler arasından bence en iyisi, Du Hast sırasında Till’in sahneden dışarı attığı havai fişek oku ve ardından sahne dışından sahneye doğru atılan füzelerdi. Tek kelimeyle muazzamdı. Tepeden akıtılan kıvılcım şelalesi, sahne önüne “über-facial” yaptıran devasa penis, bitmek bilmeyen havai fişekler; detaya girsek sayfalarca anlatılabilir, o yüzden kısa keselim, bir Du Hast verelim.
Türkiye rock/metal konser tarihinin en unutulmaz performanslarından birini veren ve akabinde gruba bir sürü yeni hayran kazandıran RAMMSTEIN setlist’i de şöyleydi:
Rammlied
Bückstabü
Waidmanns Heil
Keine Lust
Du Riechst So Gut
Feuer Frei!
Weiner Blut
Frühling in Paris
Ich Tu Dir Weh
Benzin
Links 2 3 4
Du Hast
Pussy
Sonne
Haifisch
Ich will
Oha lan daha birinci günü yazdım hayvan gibi uzun oldu diyor, uzatmadan Cumartesi’ye geçiyorum.
2. Gün:
VOLBEAT çıkmadan on dakika önce numaralıdaki yerimizi almıştık. Danimarkalı grubu seven, ancak çok uzun süre dinlemişliği olmayan biri olarak, beklediğim bazı parçaların çalınması benim için yeterliydi, onlar da tüm beklediklerimi çaldılar. Arkaya astıkları Elvis saçlı kurukafalı VOLBEAT afişi, grubu tam olarak özetliyor aslında. Seyirciden gayet iyi bir elektrik alan grup, enerjik ve eğlenceli performanslarını kısa bir de Raining Blood’la süsleyerek seyirciden artı puan aldı. Günün en eğlenceli konserlerinden biriydi.
Şarkıların adlarını bilen ve sağa sola yazanlar beni yanıltmıyorsa, VOLBEAT setlist’i şöyleydi, fazla yazdıysak düzeltelim:
The Human Instrument
Radio Girl
Sad Man’s Tongue
Hallelujah Goat
Mary Ann’s Place
I Only Want To Be With You
Boa
Poo of Boze, Boze, Boza
A New Day
Guitar Gangsters & Cadillac Blood
A Warrior’s Call
The Garden’s Tale
Still Counting
HAYKO CEPKİN, festivalin soru işaretlerinden biri olsa da ve “Acaba tepki görecek mi?” diye düşündürtse de, metalcilerin gönlünü almaya yönelik tavrıyla, olumsuz bir tepki almadığını söyleyebilirim. En azından yukarıdan öyle gözüküyordu, aşağılarda bir şeyler olduysa bilemem. En ön sıradaki MANOWAR işareti yapan ufak kitle dışında seyircinin şarkı aralarında HAYKO CEPKİN’e olan tepkisi gayet olumluydu. Bunda, tüm grubun sahneye RONNIE JAMES DIO baskılı tişörtlerle çıkmış oluşunun ve HAYKO’nun da sadece siyah göz makyajı yapmış olmasının da etkisi vardır elbet. Ancak sonradan öğrendiğim üzere HAYKO sahnedeyken ön taraftan epey tepki olmuş. Demek ki bizim taraflara ulaşmadı sesleri.
HAYKO CEPKİN’in de Yalnız Kalsın dışında hiçbir parçasını bilmeyen biri olarak, çok eğlenmediğimi söyleyebilirim.
HAYKO CEPKİN’in hangi şarkıları çaldığını bilmiyorum, hemen MANOWAR’la devam ediyorum.
Evet. MANOWAR. Ne bekliyorsanız o. Çocuksu bir gaz, içimizde sakladığımız metalciyi bir şekilde ortaya çıkaran, her hareketleri bir rolün parçası olsa da, yine de gülümseyerek baktığımız, sevdiğimiz MANOWAR. Uzatmadan o beklenen, dilden dile dolaşan anı paylaşalım:
Bunun üstüne ne denir bilmiyorum, ama şahsen çaldıkları şarkıların bir kısmında gayet sıkıldığımı söyleyebilirim. Özellikle Brothers of Metal – Part 1, bir türlü bitmek bilmemesiyle konser için hiç iyi bir seçim değildi bence. Ancak tabii ki Hail and Kill ve hiç beklemediğimden olacak gayet gaza geldiğim Black Wind, Fire and Steel, konserin en iyi anlarıydı. Bir de unutmadan, grubun sahneye tüm sesler kapalı olarak gldiğini ve birkaç saniye sessize yakın çaldıklarını ekleyelim.
MANOWAR’un olayı da şuydu:
Manowar
Brothers of Metal – Part 1
Call to Arms
Kings of Metal
Warriors of the World United
Hand of Doom
House of Death
Heaven and Hell
Hail and Kill
Black Wind, Fire and Steel
Günün headliner’ı ise, festivalin en son açıklanan grubu olan efsane Alman grup ACCEPT’ti. UDO’suz kadrosuyla tekrar birleşen ve yeni albümünü yakında çıkaracak olan ACCEPT, MANOWAR sonrasında staddan ayrılan insanları hayretle izlediğim sırada sahne aldı. Yeni vokalist Mark Tornillo’nun gayet başarılı performans sergilediği, grubun iki kez bis yaptığı, pek çok klasiğin çalındığı bir konserdi.
Ancak şunu da söylemek lazım ki, konser kitlesi düşünüldüğünde, büyük çoğunluğun günün headliner’ı olarak MANOWAR’u görmek istediği de ortadaydı. ACCEPT elbette ki çok önemli ve iyi bir grup, ancak şarkılar ilerledikçe azalan kitleden, grubun şu anki seyirciye tam anlamıyla hitap etmediğini, veyahut seyircilerin ACCEPT’i bilmediği sonucunu çıkarabiliriz. Her halükârda ACCEPT, kendisini sevenleri mest edecek bir performansla gecenin finalini yaptı.
ACCEPT’in setlist’i şöyleydi (Eksik olmasın diye kendim yazmadım başka yerden aldım, fazlası varsa silelim):
Metal Heart
Midnight Mover
Restless and Wild
Losers and Winners
London Leatherboys
The Abyss
Run If You Can
Teutonic Terror
Breaker
Bulletproof
Neon nights
Up to the Limit
Demon’s Night
Turn Me On
Monsterman
Burning
Princess of the Dawn
I’m a Rebel
Fast As a Shark
Balls to the Wall
İkinci gün de bitmişti, ama asıl olay birçokları için henüz başlamamıştı bile. İnönü’den Taksim’e doğru yürürken, bir sonraki gün tanık olacaklarımı düşünüp yanımızdan geçen araçlara mutlu bir ifadeyle bakıyordum… Fakat arkadaş o metro bir türlü gelmek bilmedi gecenin bir vakti orada mal gibi bekle bekle, zaten yorgunuz… Neyse, eve gittik uyuduk.
3. Gün:
Her zamanki gibi izleyeceğimiz grubun çıkışına on dakika kala staddaki yerimizi alacak şekilde çıktık evden. Saat 16.05′te koltuğumuza oturduk ve afişi gerilmiş olan ANTHRAX’ı beklemeye başladık. Grubu 2005′teki reunion turunda JUDAS PRIEST için açarlarken izlemiş ve çok eğlenmiştim. Kapalı bir mekan olduğu için ses kalitesi mükemmeldi, grup da her zamanki gibi olabildiğine enerjikti. Ancak, ancak 25.000 kişilik o salonda ANTHRAX’a eşlik eden çok da fazla insan yoktu. Bugün baktığımdaysa, yine benzer bir manzara gördüm.
Belli ki, metal dinleyen ancak grupla ilk kez Sonisphere’de tanışan pek çok insan vardı. Ancak kitle yine de gruba olabildiğince destek verdi. Çevremdeki insanların I’m the Law gibi bir şarkıda bile sus pus oturduklarını gördüm. Antisocial’ın nakaratında yanındakine “And the So, ne diyo?”, Indians’ın elli kere tekrarlanan “Cry for the Indians” kısmındaysa “Cry for the in the mı diyo ne diyo?” diye soranlar gördüm. Bunlar bildiğimiz gibi ANTHRAX’ın en meşhur üç beş parçasından bazıları.”Demek ki ANTHRAX diğer üç grup kadar yoğun bir kitle yaratamamış” şeklinde bir düşünceyle grubu izlemeye devam ettim. Scott Ian’ın klasik tepinmeleri, Belladonna’nın kızılderili dansı, ANTHRAX her açıdan gayet iyi bir performansla günün açılışını yapmış oldu.
Onlar da -yine o gazla unuttuklarım olabilir- şöyle bir işe imza attılar:
Caught in a Mosh
Got the Time
Madhouse
Indians
Antisocial
Metal Thrashing Mad
I Am the Law
Ve MEGADETH… Tüm Sonisphere’ın benim açımdan en sıkıntılı anları MEGADETH sırasında yaşandı ne yazık ki. Konser başlamadan önce çıkış zamanlarını sarkıtarak uğraşmalarına rağmen, MEGADETH berbat bir sesle sahne aldı. Kısık sesle giren ve gitarların gidip geldiği, bir anda çok yükselip bir anda sessizleştiği bir Holy Wars… Punishment Due ve Hangar 18′in ardından, belki düzelir ümidiyle beklediysek de, ses düzelmedi. Vokalin de piç olmasıyla Wake Up Dead’den Skin O’ My Teeth’e pek çok şarkı, yaratabilecekleri etkinin çok azını yaratıp gittiler.
Bence grup gayet iyi bir performans sergiledi; özellikle Broderick ve Mustaine’in gitar işçilikleri son derece güzeldi. Lâkin dediğim gibi; tüm konseri “Ah ulan ses düzgün olacaktı da bu Tornado of Soul’lar, Sweating Bullets’lar tam tadıynan dinlenecekti” diye düşünerek geçirdim diyebilirim. Sağlık olsun. “We’ve been great, they’ve been MEGADETH”.
MEGADETH’in sahne arkasıyla ve sesle mücadele halinde geçen ve Mustaine’in bu yüzden çok sıkkın olduğunu gözlediğimiz setlist’i de şu şekildi:
Holy Wars… The Punishment Due
Hangar 18
Wake Up Dead
Headcrusher
In My Darkest Hour
Skin O’ My Teeth
A Tout le Monde
Tornado of Souls
Sweating Bullets
Symphony of Destruction
Peace Sells… But Who’s Buying?
The Punishment Due
Sonra, benim açımdan festivalin en tuhaf konserlerinden biri olan SLAYER başladı. Şunu baştan (oha baştanı mı kaldı hayvan, on saattir yazıyorum) söylemek gerek. Bir festivalde METALLICA varsa, oraya gelen kitleye tam bir metal kitlesi olarak bakmamak lazım. Benim iş yerinden arkadaşımın erkek arkadaşı, MANOWAR sahnede “Şimdi kaybettiğimiz bir efsaneyi anacağız” dediğinde kıza “Michael Jackson mı?” diye sordu. Gayet ciddiydi.
Bu sebepten, kitlenin bizim için daha “gerçek” metal olan grupları arzuladığımız kadar iyi bilmemesini, çalan şarkılara tam anlamıyla eşlik etmemesini, edememesini yadırgamamak lâzım. Ancak bu kadarını ben bile beklemiyordum. 27 Haziran 2010 tarihinde, hayatımda canlı veyahut ekrandan izlediğim en sönük, en ruhsuz SLAYER kitlelerinden birini gördüm diyebilirim.
Grup taş gibi, kaya gibi çalsa da, belli ki SLAYER seyirciye biraz “fazla” gelmişti. Ben olduğum yerden boğazımı yırtarcasına “Encıl of deeeeeeeth!” diye, “Vor ensembııııııııl!!” diye bağıradurayım, ne şarkı aralarında, ne de grup sahneden indikten sonra seyirciden ufak da olsa bir SLAYER bağırtısı geldi. Elbet pogosunu yapan, circle pit’te dönen canlar vardı, kendini kaybedercesine kafa sallayanlar, her şarkıyı kelimesi kelimesine söyleyenler de vardı; ancak böylesi öküz bir performansın karşılığı biraz daha canlı, biraz daha tutkulu olsaydı çok daha güzel olacaktı.
Grup da bu iletişimsizliği hissetti diye düşünüyorum. İşlerini her zaman olduğu gibi kusursuz şekilde yapıp, fazla yüz göz olmadan sahneden ayrıldılar.
SLAYER şöyle bir yıkıma imza attı:
World Painted Blood
Jihad
War Ensemble
Hate Worldwide
Seasons in the Abyss
Angel of Death
Beauty Through Order
Disciple
Mandatory Suicide
Chemical Warfare
South of Heaven
Raining Blood
METALLICA. Her zamanki gibi Ecstacy of Gold’la geldiler, çaldılar ve gittiler. METALLICA için ne derseniz deyin, sattılar, yaşlandılar vesaire. Ama bu adamların konser performansı karşısında her ölümlü şöyle bir durup düşünmeli bence. Gerçekten de her şeylerini ortaya koyuyorlar, artık yaşları gereği zorlandıkları kimi şarkıları bile çenelerinden ip gibi ter akıtarak çalıyorlar, Kerry King’e bile “And Justice’ten sonrası bana göre değil ama konserleri kesinlikle muazzam” dedirtebiliyorlar.
Sonuç olarak bir uçarılığı olmayan, grubun en iyi yaptığı şeyi yine kusursuz şekilde yaptığı, seyirciyle iletişim adına dersler verdiği bir konser oldu. Grubu üçüncü kez izleyen biri olarak, 2008′deki konserle bir kıyaslamaya gidemiyorum; hangisine daha iyiydi dersem, diğerine haksızlık olacak.
METALLICA’nın birkaç sürpriz de barındıran setlist’i de şuydu:
Creeping Death
For Whom the Bell Tolls
Fuel
The Four Horsemen
Fade to Black
That Was Just Your Life
The End of the Line
Sad But True
Welcome Home (Sanitarium)
All Nightmare Long
One
Master of Puppets
Blackened
Nothing Else Matters
Enter Sandman
Breadfan
Trapped Under Ice
Seek and Destroy
Yazı sonsuza doğru yol aldıysa da, yapacak bir şey yok, en özet şekilde böyle anlatabildim. Festivale katılamayıp yazının tümünü okuyanlar, umarım bir nebze olsun olayın havasını anlamışsınızdır. Seneye de bu taraflarda olacağı söylenen Sonisphere’i, kimi olaylarına ne kadar laf etsek de, canımızı sıksak da, bize 3 gün içersinde bu miktarda dev grubu izlettiği için, Türk rock/metal dinleyicisi adına bir nimet olarak görüyorum. Emeği geçenlere teşekkürler.
Sahne önü fotoğrafları için jokernthiefmother/ege‘ye teşekkürler.
************************
Son bir not: Tamam her şey güzeldi iyiydi, tarihe tanıklık, Big Four falan filan… Ama benim aklım şimdi de, Sonisphere sırasında da, bir hafta sonra göreceğimiz NEVERMORE’larda, NECROPHAGIST’lerde, ENTOMBED’larda, AMORPHIS’lerdeydi be arkadaşım. Hadi bunu atlattık da, onları nasıl atlatacağız? CANNIBAL CORPSE’la ölüp, OBITUARY’de, OVERKILL’de nasıl ayakta kalacağız?
Neyse şimdiden dellenmeye gerek yok. Az kaldı… Bekliyoruz.
SOILWORK, cuma günü piyasaya çıkacak olan ve bugüne dek internete düşürmemeyi başardığı yeni albümü “The Panic Broadcast“ten “Deliverance is Mine”ı alttaki fotoğrafa koydu.
Daha önce de albümden dört şarkı daha internetteki yerini almıştı. Biri yine üstteki fotoğraftan ulaşabileceğiniz “Two Lives Worth of Reckoning”, diğerleri de şu aşağıdaki “Night Comes Clean”, “Let This River Flow” ve “Late For the Kill, Early For the Slaughter”.
Onlar yetmez diyorsanız albümdeki her şarkıdan otuzar saniyelik tadım klibi de var.
Not: Düzeltmeler için önder’e ve Ugur’a teşekkürler.
Metalcore’un ön plandaki isimlerinden olan ve içinde bir de KADIN bas gitarist barındıran ALL THAT REMAINS, Eylül ayında çıkaracağı albümünün adını “For We Are Many” olarak açıkladı.
Grubun, albümün deneysel birtakım şeyler içereceğini söylemiş olması dışında henüz başka bir bilgimiz yok.
Bugünkü konuğumuz da bu yıl epey sert rüzgârlar estiren Unircok’ın klasik heavy metale en yakın gruplarından SABATON. Gördüğüm kadarıyla festivalin daha ekstrem türlerdeki gruplarla dolu olmasından biraz şikayetçi olan bir kesim var, dolayısıyla SABATON onlar tarafından merakla beklenen gruplardan biri sanırım.
İsveçli power metal grubu SABATON da “kısa zamanda çok iş yaptı” dedirtmeye çalışan gruplar kervanının ileri gelenlerinden biri. Altı yılda beş albüm yapan grup, benzer albümler ve benzer şarkılar üzerinden yürüttüğü kariyerini, geçtiğimiz aylarda çıkardığı “Coat of Arms”la pekiştirmiş, ne olursa olsun yolumdan şaşmam demişti.
Savaş konseptini işleyen sayısız gruptan biri olan ve ismi de şovalye zırhının ayağa denk gelen parçasını ifade eden SABATON, bu işi biraz daha ileriye götüren ve “sadece” savaştan bahseden bir profil çiziyor. İkinci Dünya Savaşı başta olmak üzere tüm imajlarını, sözlerini, konseptlerini savaş üzerine kuran grup, bu kadar kısa sürede bu kadar benzer albümler yaptığı için de zaman zaman eleştirilmekte.
Sound’larından bestelerine kadar bir seksenler öykünmesi barındıran SABATON’u benimseyip benimseyememe eşiğinizi oluşturacak en önemli etmen, vokalist Joackim Broden olacaktır diye. Şarkıları gayet içten söyleyen Broden, başta “r”leri fazlasıyla bastırarak söylediği aksanlı İngilizce’si olmak üzere, gayet karakteristik bir ses rengine sahip. Zaman zaman savaş meydanında askerlerine emirler yağdıran bir komutan havasına da bürünen vokal yorumu her ne kadar SABATON’un iyi yanlarından biri olsa da, Broden’in bahsettiği konulardan haz etmiyorsanız, savaşsal olaylara ilgi duymuyorsanız, nihayetinde sizin için sıkıcı bir hale gelebilir. Çünkü dediğim gibi, grubun tüm albümleri ve metalle ilgili olan birkaçı dışında tüm şarkıları savaşla ilgili.
“Coat of Arms”da, basit şarkı yapıları üzerine döşenen ve bundan bir önceki albümde etkinliği hayli artmaya başlayan klavyenin senfonik hükümdarlığını görüyoruz. Epik bir klavye melodisi ve altından devam eden altyapısal rifler ve öne çıkmayan davulla, SABATON müziği çoğu zaman Broden tarafından anlatılan ibretlik tarih derslerine fon müziği olmaktan ileri gidemiyor. Lakin grubun müziğini bu şekilde teknik/matematik anlamda indirgersek SABATON’a da haksızlık etmiş oluruz, zira grubun böyle bir derdi yok.
Gitar riflerinin birbirine benziyor oluşu ve nakaratlara abanılması, beraberinde o kaçınılmaz olayı, şarkıların birbirlerine benzemesi durumunu getiriyor. Özellikle davulun ve gitarın dıgıdık dıgıdık klasik power metal ritimlerine giriştiği yerler, size nakaratı duymadan birbirlerinden zor ayrıştıracağınız bir şarkılar bütünü sunuyor.
Albüm, power metale gönül verenler için mutlaka iyi anlar barındırsa da, objektif bakıldığında vokalistin inançlı ve hırslı yorumu haricinde SABATON’un müzikâl anlamda öyle ahım şahım bir şey yapmadığı ortada. Pek çok farklı savaştan ve bu savaşlarda kahramanlık göstermiş bazı kişileri konu eden “Coat of Arms”ın bence en iyi şarkıları The Final Solution ve albüme adını veren şarkı.
En stabil anlamda ve en uçarılık barındırmayacak şekilde bir heavy metali, üzerinde bahsedilen Kral Leonidas’lar veya Varşova’ya giren Naziler eşliğinde dinlemek isterseniz, sayfadaki şarkıları da sevdiyseniz, SABATON’u menünüze almayı düşünebilirsiniz. Ancak albümün ne SABATON’un ilk iki albümündeki heyecanı barındırdığını, ne de uzun yıllar sonra dinlemek isteyeceğiniz türde bir müzik barındırdığını düşünüyorum.
THE SWORD, yeni albümü “Warp Riders“ın uzaysal kapağını ve şarkı listesini açıkladı.
01. Acheron/Unearthing the Orb
02. Tres Brujas
03. Arrows in the Dark
04. The Chronomancer I: Hubris
05. Lawless Lands
06. Astraea’s Dream
07. The Warp Riders
08. Night City
09. The Chronomancer II: Nemesis
10. (The Night the Sky Cried) Tears of Fire
2 ay sonra çıkacak olan ve konseptini aşağıdaki yorumlardan görebileceğiniz albümün ardından, grup tahmin edilebileceği gibi çılgıncasına turlayacakmış.
Metal dinleyen insanlar olarak, zaman zaman dış mihrakların bu kimseye pek bir zararı olmayan müziğe sataştıklarını, çeşitli muhafazakâr propagandalarla, gayet yüzeysel şekilde saldırdıklarını görmüşüzdür. Televizyonda, şurada burada rastlamışızdır; muhtemelen kanalda çalışmaya yeni başlamış stajerimsi bir muhabir kızımız, yanına aldığı kamerayla bize müzik marketteki IRON MAIDEN kapaklarını falan gösteriyor, o gösterdikleri şeyler sanki çok uç, çok rahatsız edici şeylermiş gibi hep aynı klişeler etrafında metalin tükaka yönleri sergileniyor. Oysa bilmiyorlar ki…
BELPHEGOR, tüm imajını sapkınlıklar, rahatsız edicilikler üzerine inşa eden, Avusturya’nın sayılı grupları arasında yer alan bir topluluk. Vokalist gitarist Helmuth önderliğinde 17 yıldır “gençleri zehirleyen” bu pis, bu ahlâksız adamlar, takvimler 2008′i gösterdiğinde, keçilerin güneş görmeyen yerlerine su kaçırma konseptli bu albümü piyasaya sürmüşlerdi.
“Bondage Goat Zombie” tema olarak şerrrefsizin önde gideni Marquis de Sade’in yaptığı adilikleri, haysiyetsizlikleri işliyor. Albümün her yerinde zevk, sefa, efendime söyleyeyim ağız topu, dikenli tasma, şu milletin en gizli bahçelerine soktuğu boncuklu ipler falan, kısacası bilimum fetiş unsur kol geziyor. Tamam, olabilir. Metaldir, ekstremdir, şok edici bir yanı falan vardır, tamam.
Amaaaa… Bre ırz düşmanları; bre kadir kıymet bilmezliğin savunucuları, küçükbaş hayvan sektörünün baltalayıcıları. Keçilerden ne istiyorsunuz lan? Bu şeytan cehennem işleri konu oldu mu neden şu mukaddas hayvan da illâ payını alıyor, bir gün deriler içinde pozlar verip, ertesi gün cıbıldanak kızlarla ortamlar yapıyor? Nedir lan bu keçilerin sizden çektiği? Hayvan sevmeyen insan da sevmez olm. Akıllı olun.
Neyse ki BELPHEGOR bu seferlik işi dozunda bırakmış ve olayı hayata gözlerini yuman, artık aramızda olmayan zombi keçilerle sınırlamış. Çok geyik yaptık, artık müziğe doğru yollanalım.
“Bondage Goat Zombie”, öncelikle söylenmeli ki her açıdan bir BELPHEGOR albümü. Yırtıcılıktan ölen, hız, kaos, bodosluk namına gayet yerli yerinde, melodiklikle vahşeti bir kapta eriten bir çalışma. “Blackened death metal” denen tür içerisindeki sayılı gruplardan biri olan BELPHEGOR’un, bu tanımın hakkını verir şekilde içini doldurduğu, her iki türü seven kesimin de bir şeyler bulabileceği bir albüm.
İçeriğine indiğimizde, “Bondage Goat Zombie”nin türe aşina olmayanlar için hayli zor bir dinlemelik olduğunu sanırım söylemeye gerek yok. Kuyruğuna basılmışçasına yırtınan vokal, kulak delen sololar ve ceza gibi bir davul/gitar performansının hüküm sürdüğü “Bondage Goat Zombie”, kanaatimce grubun kariyerindeki en iyi açılış yaptığı albüm. Albümle aynı addaki parça ve arkasından gelen Stigma Diabolicum, tür adına tek kelimeyle hit şarkılar. Duyulduğu anda sevilecek kadar akılda kalıcı melodiler barındıran bu besteler, konserlerin vazgeçilmezleri olarak da dikkat çekiyorlar. İstanbul konserinde çalmazlarsa keçi meçi dinlemem sahneyi başlarına yıkarım. Aha şuraya yazıyorum.
“Bondage Goat Zombie” her ne kadar iyi başlasa ve aralarda iyi şarkılarla devam etse de, albümün bütün halinde bir başarı öyküsü olmadığı da açık. Aşina olmayanlar adına yorucu olmasını bir eleştiri unsuru olarak göstermeye gerek olmasa da, albümün bir yerden sonra tekdüzeleşmesi gibi bir hissiyata kapılanlar olabilir. Yine bir eleştiri olarak öne sürmesem de, çoğu şarkıdaki şaşırtmayan ve tahmin edilir beste yapıları, albümden öyle teknik gövde gösterileri, umulmadık tempo değişiklikleri gibi şeyler beklememeniz gerektiğine dair fikir verebilir. Zaten BELPHEGOR’a aşina olanlar bunun gayet normal bir şey olduğunu biliyorlardır. Black metalin o çoğumuzun ayılıp bayıldığı buz gibi akorlarının üstüne döşenen ve bence “Bondage Goat Zombie”nin en güzel yanlarından biri olan harmonik gitar melodileri, albümün -iyi anlamdaki- tüm bu çirkinliğine rağmen “Bondage Goat Zombie”yi sevilesi bir hale getiren önemli unsurlardan.
Kaparken, grubun albümlerinin birbirinden devasa farklarla ayrılmadıklarını ve bence BELPHEGOR’a başlamak için grubun son dört albümünden herhangi birinin seçilebileceğini de ekleyeyim. Yine de çıktığında büyük övgü alan “Goatreich – Fleshcult” favorim, son albüm “Walpurgis – Hexenwahn” ise son tercihimdir.
EPICA’nın World Wildlife Fund (WWF) için çektiği klip yayınlandı.
Videonun klibin son hali olmadığı ve daha elleşilmemiş sahneleri olduğu görülüyor, bu sebepten klibin YouTube’dan kaldırılma ihtimali de varmış. Elinizi çabuk tutun.
İsveç’in en metal şehri Göteborg’un bunca zamandır bize sundukları, bildiğimiz gibi genellikle melodik, sert vokalli, yırtıcı şeyler. Göteborg deyince çoğunuzun gözünde bu tür müzik yapan grupları besleyecek türde, soğuk, puslu, doğayla iç içe bir yer canlanıyor olabilir. Kısmen doğru da. Ancak hayatımın en tuhaf günlerinden birini geçirdiğim bu şehir, aslında sanılandan daha fazlasına sahip. Bugünkü konuğumuz, Göteborg’un on beş yıldır piyasada olan gruplarından, acıyla yoğurulan sözlerin ve canazor gitar tonlarının grubu EVERGREY.
EVERGREY’in bence vıcıklaştırılmadıkça tutan bir formülü var. Kasmayan şarkı yapıları, mısralarda stakato (dur kalklı/kesik kesik) gitarlar, akılda kalıcı nakaratlar ve içi boşaltılmamış bir power/progresif metal anlayışı. “The Inner Circle” grubun dördüncü albümü. Din, tarikatlar ve çocuk istismarını konu eden bir sözel konsepti olan “The Inner Circle”, müzik market rafları beni yanıltmıyorsa ülkemizde de epey bilinen bir albüm, en azından EVERGREY kitlesi tarafından. Geçtiğimiz aylarda EVERGREY’den ayrılan ancak bu albüm öncesinde gruba yeni girmiş olan davulcu Jonas Ekdahl’ın kütür kütür performansı ve kayıtlarda çok iyi becerilen danasal gitar tonuyla, albüm alışık olduğumuz EVERGREY groove’unu da her anında yansıtıyor.
Orta ve düşük tmpo şarkıların ağırlığını gördüğümüz “The Inner Circle”, kapağının aksine buhranlı ve karanlık bir atmosfere de sahip oluşuyla dikkat çekmiyor, zira dediğim gibi EVERGREY zaten acının, kederin grubu. O sert tonların arkasındayken bile “Noolursun bi kere daha affet, dalgınlığıma geldi hakkaten bi daha olmiycak” türünden bir ezikliğe bürünen grup, neyse ki bu albümde olayı bir konsepte bağlıyor da sonraki albümlerde karşımıza çıkacak bu af dileyen marabalık olaylarına fazla girmiyor.
Albüm güzel başlasa, ortalama ve üstü bir müzikalite barındırsa da, bir yerden sonra çok aynılaştığını ve şarkıların birbirlerinden ayrılan uçarılıklarını yitirdiklerini düşünüyorum. Bir giriş, kesik kesik devam eden mısra kısımları ve arkasından gelen akılda kalıcı nakaratlar, kimi zaman size vokalleri değiştirilmiş bir SOILWORK veya benzeri grup dinlediğinizi dahi düşündürtebilecek kadar formulize. Elbette EVERGREY ve SOILWORK bambaşka sound’lara sahip gruplar, lakin işi matematiğe dökersek, beste yapılarının gayet benzer olduğunu söylemek mümkün. SOILWORK’ten kastımız, benzer türde müzik yapan tüm modern grupları da kapsıyor elbet.
Sertliğiyle kafa sallatan, kederiyle gözyaşı döktüren EVERGREY’in ve dolayısıyla da bu albümün eleştirisel yaklaşabileceğim temel yönüyse, grubun -çoğu zaman yaptığı üzere- yine hiç risk almamış oluşu. Şarkıları yazdıkları sırada, ilk duyulduğu andan anlaşılmayacak bir şey yazmamaya özen gösterdiklerini belli edercesine, altında anıldıkları progresif metal janrının kimi güzelliklerini tümüyle yok sayıyorlar. Progresif metal elbette belli kuralları, zorunlu karakteristik özellikleri olan bir tür değil, ancak yeteneklerinin yeteceği her hallerinden belliyken her şeyi bu denli uslu ve itaatkâr tutmaları bana biraz ters geliyor. Örneğin davul ritmi bir vuruş kaydırılsa mis gibi aksak hale gelecek ve çok daha ilgi çekecek bir rif, bu monotonluk yüzünden herhangi bir rif olmaktan öteye geçemiyor.
Yine de grubun böyle dertleri olmadığını ve formüllerini sevdiklerini bilmek, EVERGREY’i korkaklıkla suçlamak gibi bir hataya düşmemizi de engelliyor. Deneyip de yapamayan gruplar düşünüldüğünde, hiç bulaşmayıp “Bizim olayımız budur hacı” diyor olmaları belki de daha iyi.
EVERGREY iyi bir grup. Üstelik konserlerde albümdekinden daha güçlü bir gruba dönüşüyorlar. Haftaya Cumartesi 19.30′da da iyi bir sound’la sahne alırlarsa, epey ses getireceklerdir diye düşünüyorum.
Bugün ülkemizde izliyor olmamız gerekirken, sağlık sorunları nedeniyle hayallerimizi başka bir bahara erteleten MASTODON, şuradan duyurduğumuz film müziği projesi Jonah Hex için yazdığı “Indian Theme” adlı şarkıyı alttaki mastodon resmine koydu.