# - A - B - C - D - E - F - G - H - I - J - K - L - M - N - O - P - Q - R - S - T - U - V - W - X - Y - Z

Archive for 2010

MASTERPLAN’den yeni klip

Tuesday, August 31st, 2010

MASTERPLAN yeni albümü “Time to Be King“den albümle aynı isimdeki parçaya çektiği klibi alttaki albüm kapağına koydu.

THE ABSENCE’tan yeni şarkı

Tuesday, August 31st, 2010

Amerikalı melodik death/thrash metal grubu THE ABSENCE 14 Eylül’de çıkacak yeni albümü “Enemy Unbound“dan “Maelstrom” adlı şarkıyı alttaki albüm kapağına koydu.

CORONER – No More Color

Tuesday, August 31st, 2010

Teknik thrash metal dendiğinde aklıma bir tek Sadus gelirdi bir zamanlar. Yavaştan Sadus hayranı olmaya başladığım zamanlarda, last.fm’deyken “Acaba kim var lan Sadus’a benzer müzik yapan grup?” diye düşünürek Sadus’a tıklayıp benzer artistlere baktığımda ilk sırada Coroner’ı görmüştüm. İndirip bakayım dedim bu grup neyin nesidir. Direkt “R.I.P.” albümünden başlamıştım. Sound’dan olsa gerek pek hoşuma gitmemişti. Isınamamıştım Coroner’a, sırf kötü kayıt yüzünden.

Sonra bir şekilde bir akrabamdan “Bak bu grup çok sağlamdır” diye Coroner’ın diskografisini aldım. Eve geldiğimde rastgele bir parçaya tıkladım ki o parça da Sirens’tı. Direkt “Hass…” diye dinledim şarkıyı, sonra bir sevdim bir sevdim ki, hastası oldum “Mental Vortex” albümünün. Sound meselesi de gayet kurtarmıştı gözümde, o yüzden ısınmam kolay oldu sanırım; “R.I.P.” albümüne zaten bok atamayız. Bu ısınmanın ardından “Grin” albümü ile devam ettim. Güzel albüm evet; ama bir yandan da kötü. Kritik konusu albüm “No More Color” olduğu için Grin’e değinmeyeceğim hiç; zaten Coroner seven arkadaşlar demek istediğimi anlamıştır (diye umuyorum). Neyse.

Hazır bu kritiğe başlamışken Coroner ve Sadus arasındaki bir ortak noktadan bahsetmek istiyorum. Coroner’ın kendi içindeki değişim süreci Sadus’un değişim süreciyle bayağı bir bağlantılı kanaatimce.
Bana göre grubun değişim basamaklarında izlediği yol hemen hemen aynı gibi, kronolojik açıdan bile. Tek fark Coroner’ın bunu Sadus’tan bir adım önce yapmaya başlamış olmasıdır herhalde. Sadus’a da öncülük etmiş bir nevi. Neyse artık “No More Color”a geçeyim ben.

Şu son bir sene içinde ise “No More Color” albümüne ısındım acayip (biraz geç oldu evet.), resmen tapıyorum albüme. Yazılan inanılmaz rifler, bu inanılmaz riflerin kusursuz bir şekilde düzenlenmesi sonucu ustaca oluşturulan şarkı trafikleri, Tommy Vetterli’nin dinden imandan çıkartan soloları… Hangisinden başlasam bilemiyorum. Gerçi bu sözü geçen şeylere önceki albümlerde de rastlamak mümkün, ama bu albüm başka arkadaş; başka işte. Anlatmaya çalışacağım zaten şimdi. Hadi bakalım.

Öncelikle sound bakımından önemli bir yol kat etmiş Coroner. Bu tür “sesini fazla duyuramayan” thrash gruplarının sahip olabileceği en üst düzey sound’a ulaşmışlar o yıllarda. Şu anda da ilk defa dinleyen biri gayet sıkılmadan etmeden dinleyebilir diye düşünüyorum. Sıkılmamasının en önemli nedeni albümün Die by My Hand gibi gaz ötesi bir şarkıyla girmesi olur tabii. “Yuh arkadaş nasıl rif bu” cümlesini kullandığım ilk şarkı olma özelliğini taşıyor bu parça.

“Mental Vortex”in evrim geçirmemiş hali olan bu albüm aynı zamanda “R.I.P.” ve “Punishment of Decadence” albümlerinden bir hayli farklı. En önemli farkı ise temponun önemli derecedeki düşüşü. Bu albümde hıza fazla yüklenmemişler. Yazılan şarkılar daha orta tempoda genel olarak. Marky Edelmann da fazla yormamış kendini. Abanmak yerine daha ileri bir teknikle çalmış, en azından buna ağırlık vermiş. Ron Royce’un vokalleri ise yaptığı müzikle bağlantılı olarak bir melodiye bağlı kalmamış. Darren Travis’inki gibi hırçın bir vokali tercih etmiş, doğal olarak. Aynı zamanda o kaymak gibi rifleri ustaca çalıyor bas gitarında.

Albümün en ağır topu Mistress of Deception’dır kanımca. Ana rifi bu kadar kuvvetli parçalar yazmak zor. Eğer böyle bir rif yazarsanız, bu rifi şarkı içinde milyonlarca kez kullanın asla dinleyiciyi baymaz. Bunun yanında hayvansal bir köprü rifi var şarkıda. Her dinlediğimde “Ulan elindeki her mükemmel materyali bu şarkıya kullanmışlardır herhalde” diyorum. Arka planda kalan şarkı yoktur çoğu Coroner sevene göre; aslında bana göre de yok, ama Last Entertainment’ı bir türlü “çok” sevemedim. Bazı kısımları bayıyor açık konuşmak gerekirse. Şarkıda yine “Doğu’ya abanılan” bir yer var, orası keyifli bayağı hahah. Kritik uzamasın diye şarkı şarkı bahsetmek istemedim her zamanki gibi. Bu şekilde daha iyi oldu sanki.

Kapaktan da bahsedip yavaşça bitiriyorum. Daha önceki iki albümde “ölüm” temalı olan kapakların aksine daha bir “insan” temasına dönmüşler bu kapakta ki Mental Vortex’te de buna devam ettiler. Aynı zamanda Coroner’ın markası haline gelen şu meşhur “yandan şeritli” kapak modasına gömüldüler bu kapaklar beraber. Bu ve bundan sonraki 3 albüm (derleme albümü dahil) de bu şekilde piyasaya sürdüler.

Coroner’ı geç keşfettim evet. Ama kısa sürede favori gruplarım arasına yükseldi. Böyle efsane olabilecek çok grup var aslında, ama medya desteği olmayınca, malesef, kaliteli gruplar bile altta kalıyor. Bariz ama üzücü bir gerçek. Coroner da bunların en büyük örneklerinden biri. Celtic Frost gibi bir grubun teknisyenleri (Tommy ve Marky) olarak müzik dünyasına adım atsalar da, bu onları hakettikleri yere yükseltmeye yetmedi. Re-union olayları var ama benim fazla bir beklentim yok yeni bir albüm çıkarma muhabbetleri olursa. En kötüsü konserlerde eski parçaların canlısını izleriz, çalabilirlerse eheh. Bu arada “No More Color” da akar gider yahu, şeker gibi. Dinleyin yani, yazının anafikri bu.

Onur ALTINAY

Yeni STAR ONE albümünde çalacak müzisyenler açıklandı

Tuesday, August 31st, 2010

ARJEN LUCASSEN’in uzun zamandır beklenen projesi STAR ONE’ın yeni albümündeki müzisyenler açıklandı.

Kadro şöyle:

Vokaller:
Russell Allen (SYMPHONY X)
Damian Wilson (THRESHOLD, HEADSPACE)
Floor Jansen (AFTER FOREVER, REVAMP)
Dan Swanö (NIGHTINGALE, SECOND SKY, EDGE OF SANITY, yüz bin grup daha)

Ed Warby (AYREON, HAIL OF BULLETS, eski-GOREFEST): Davul
Peter Vink: Bas
Joost van den Broek (eski-AFTER FOREVER): Klavye
Gary Wehrkamp (SHADOW GALLERY): Gitar soloları
Arjen Lucassen: Diğer tüm enstrümanlar

PANTERA’dan yeni şarkı

Monday, August 30th, 2010

PANTERA’nın “Cowboys From Hell” döneminde yazılıp kaydedilen ancak bugüne dek yayınlanmayan şarkısı “The Will to Survive” az önce yayınlandı.

Videonun kaldırılması ihtimaline karşın, şarkıya grubun resmi facebook sayfasından da ulaşabiliyoruz.

IN THE WOODS… – Omnio

Monday, August 30th, 2010

Soğuk, hüzünlü ve yalnız.

Bu gözlerin, bu soğuk mavi gözlerin arkasına mı saklanıyorsun?” Albüm bu cümleyle başlıyor.

In The Woods…. Evet, en başta In The Woods…’u betimleyen bu üç kelimeyle başlamak istedim. Bir şekilde unutulmuş bir topluluktur bunlar. Neden derseniz onu gerçekten ben de bilmiyorum. Dünya üzerinde heavy metal müziğin farklı kulvardaki gruplarını dinleyen o kadar çok insan var ki popülerlik adına diğer toplulukları iyice arka plana atıveriyoruz. In The Woods… bunun çok güzel bir örneği. Ancak Green Carnation’dan bahsedince adı aklımıza geliveriyor.

Zaman, 1990′lı yılların hemen ortaları. Bir black metal şirketi olan Misantrophy Records’dan çıkan bir albüm. Sanki karanlık dehlizlerden haykırırcasına acı türküsünü söyleyen bir ozan. Bu tarz benzetmeler bile inanın yeterli değil onu anlatmaya. “Omnio”dan bahsediyorum. Heavy metal müziğin içerisine deneysel ve farklı melodiler sokmak hemen hemen o yıllarda başlamıştı, 1990′larda… Opeth’in “Orchid” adlı albümü çoktan çıkmış, doom metal alanında çok yeni düşüncelerle piyasaya sürülen topluluklar ve albümler gelmeye başlamıştı. Funeral’ın “Tragedies” albümü gibi. İskandinavya’da ortaya çıkan bu müzik grupları bu karanlık dünyanın sözcülüğünü üstlendiler. Sadece bu değil. Hayat acısı, aşk acısı, yalnızlık, karamsarlık ve melankoli gibi insanın psikolojisi ile yakından ilgili konulardan bahseden müzik grupları da birden ortaya çıktı. Yaptıklar besteler hem karmaşık hem de uçuktu. Progresif müzik alanında İskandinavya’dan çıkmış bu karanlık topluluklar bir dönemi etkisi altına aldı. İsveçli gruplar genelde müziğin daha geleneksel yönüyle ilgilenirken Norveç çok daha uçuk çok daha deneysel müzik grupları ortaya çıkarıyordu. Bunun en bariz örneği “Omnio” gibi bir şaheser çıkarmış olan In The Woods…’du.

Çok fazla anlatamayacağım bir albüm için fazla sözcükler yazmak gereksiz. Onu dinlemek gerekiyor. “Omnio” neden önemli? 90′lı yıllardaki müzikal değişimleri o yılları yaşayanlar çok iyi bilir. Katatonia, Moonspell, Paradise Lost gibi topluluklar en açık müzikal değişimlerini 90′lı yıllarda yaşadılar. In The Woods… ise 1995 yılındaki “Heart Of The Ages” klasiğinden sonra “Omnio”yu yarattı ve bugünkü deneysel post metal dediğimiz türün ilk örneklerinden birisini verdi. 1997 yılında çıkan bu albümden sonra bu başyapıtın taklidini yapmaya çalışan topluluklar olsa da hiçbirisi orijinali kadar etkili olamadı.”Omnio” bir başlangıçtı, 1997′lerde In The Woods…’un yaptığının bir başka örneğini Opeth “Orchid” ile ve “Morningrise” ile yapmıştı. İsveç’ten Opeth ekstrem progresif metalin tüm dünyada tek örneğini oluşturuken Norveç’ten In The Woods… ise avangard metalin İskandinavya’daki tek temsilcisi oluveriyordu. Dağılmasalardı bugün kendi alanında en iyi gruplardan birisi olacaktı ama zaten “Omnio” ile bunu çoktan haketmişlerdi.

“Omnio”yu anlatmak belki olanaksız. Soprano vokallerin sizi sarıp sarmaladığı, acı dolu melodilerin sürekli gezindiği, black metal riflerinin aralara serpiştirildiği, durgun vokallerin zaman zaman Tindersticks’in Stuart Staples’ını, zaman zaman ise My Dying Bride’ın Aaron’unu anımsattığı bir albüm. 1970′lerdeki space rock ve krautrock gibi İngiltere ve Almanya’dan türeyen müzikal etkilenimlerin hayli yoğun olduğu, zaman zaman dinamik, zaman zaman da doom metal türünün içerdiği o durgun melodilerle sizi hüzünlere boğabilecek kadar da güçlü bir karakteri olduğu gerçek. Bir kere dinlemeyle asla anlayamayacağınız, ancak defalarca dinlediğinizde iç seslerin birer birer dış seslere dönüştüğünü hissedeceğiniz bir yapıya da sahip. 299 796″ km/s ile açılan albümün Pre, Bardo ve Post adı altında üç bölümden oluşan epik bir çalışması da mevcut.

Depresif ruh halinin müziğe adapte edilişinin çok önemli bir örneği olan “Omnio”yu yaratmasıyla In The Woods…, sadece bu kalıplara bağlı kalmamış sanki King Crimson ciddiyetinde bunları getirip önümüze sunmuş. Albüm çok hüzünlü. Bu kadar deneysel öğe arasına derinden yaralayıcı melodileri sokmakta takdir edersiniz onların işi. Bu çalışma ilerici, zeki ve arıza beyinlerin yarattığı bir ürün. Aynı zamanda liriksel olan bu albüm daha uzun yıllar boyunca maalesef unutulacak, ama aşılamayacak.

Bahadır ÖZER

İngiliz ordusunda ONSLAUGHT izleri

Monday, August 30th, 2010

ONSLAUGHT davulcusu Steve Grice ilginç bir olayı paylaşmış.

Afganistan’da görev yapmakta olan İngiltere ordusu mensuplarından Üsteğmen Huw Jones’un başında bulunduğu füze rampası birliğinin tümü büyük birer ONSLAUGHT hayranıymış.

Askerler, resimde arkalarında görülen rampalara “Onslaughts” adını takarken, kamp civarında da genellikle grubun son albümü “Killing Peace“in tişörtüyle geziyorlarmış.

İlginçlik hep bunlar.

GUNS N’ ROSES rahat durmuyor

Monday, August 30th, 2010

GUNS N’ ROSES’ın geçtiğimiz Cuma gecesi headliner olduğu Reading festivalindeki performansı olaylı geçti.

Aynı festivalin 2002′deki ayağında sahneye çok geç çıktıkları için festivalin yapımcısını zor durumda bırakan grup, günler öncesinden yapılan tüm uyarılara rağmen konsere 1 saat gecikmeyle çıktığı için yapımcı firma grubun konserini yarım saat erken bitirtti. Konser sırasında sahne arkasına giden grubun tekrardan sahneye dönmesine izin vermeyen yapımcı şirket, ekipmanların elektriğini keserek gruba sahne izni vermedi.

Konserden sonra grubun gitaristlerinden DJ Ashba twitter’ına organizatörün hayranlara saygısı olmayan çıkarcı şerefsizin teki olduğunu ve kendileriyle birlikte Paradise City’yi söyleyen 90 bin hayrana teşekkür ettiklerini yazdı. DJ Ashba daha sonra yaptığı açıklamada grubun sahneye “birazcık geç” çıkmasından dolayı hayranlardan özür diledi, fakat organizatörlerle ilgili yaptığı açıklamanın arkasında durdu ve organizatörlerin GUNS N’ ROSES’a 8 yıl öncesinden kalan bir garezi olduğunu iddia etti.

Bunun yanı sıra Axl’ın dün yaptığı “Reading’te yaşananlardan dolayı Leeds’e çıkmayabiliriz” (iki festivalin organizatörü aynı firma) açıklamasına rağmen, GUNS N’ ROSES dün geceki Leeds festivalinde çaldı. Axl twitlonger.com’daki hesabına da sırasıyla şunları yazdı:

“Reading ile ilgili olarak içinde bulunduğumuz duygu, hiç olmazsa hayranların bu saçmalıkta sorumluluğu olanlardan bir özrü hak ettiği yönünde. Ayrıca hayranlara da böylesine mükemmel davranıp, mekanı darmadağın etmek yerine bizimle birlikte şarkı söyledikleri için teşekkür etmek istiyoruz.”

“Leeds’e katılacak hayranların, haddini aşan bürokratik müdahaleler olmaksızın verdikleri paranın karşılığını alacaklarından emin olabilmek için (organizatörlerle) sürekli görüşme halindeyiz. Anlayışınız için teşekkür ederiz. Barış!!

Bunun ardından grup dünkü Leeds festivalindeki konserine de yarım saat geç çıktı ve sahne arkasından yapılan uyarıyla konserini yine kısa tutmak durumunda kaldı. Axl sahneden “Bu artık bir savaştır” diyerek GUNS N’ ROSES ile konser organizatörleri arasındaki fitili de ateşlemiş oldu.

VEIL OF MAYA’dan yeni klip

Sunday, August 29th, 2010

VEIL OF MAYA bu yıl çıkan son albümü “[id]“den “Unbreakable”a çektiği klibi yayınladı.



AS I LAY DYING – The Powerless Rise

Sunday, August 29th, 2010

Metalcore gruplarında yeni bir ekol var son birkaç senedir. Son dönemde popülerlik kazanan bir dünya metalcore grubu türün hafiften klişeleşmesiyle birlikte sanki elbirliği etmişçesine tarzlarını “oldschool metal” eksenine kaydırmaya başladılar. AVENGED SEVENFOLD, TRIVIUM hatta BULLET FOR MY VALENTINE önde gelen örnekler. Bazıları bu değişimden güçlenerek çıktı, bazıları da TRIVIUM gibi kimseye yaranamadı. AS I LAY DYING bu değişimden güçlenerek çıkanlardan oldu ve herkesi şaşırttı, her yönüyle bir metalcore klişesi olan “Shadows Are Security” sonrası ibreyi İskandinavya usulü melodik death metal esintilerinden thrash metal semalarına çevirerek “An Ocean Between Us” ile beklenmedik bir patlama yaptılar mainstream Amerikan müzik piyasasında. “The Powerless Rise” da bu patlamanın artçı sarsıntıları dahilinde hazırlanmış, onun izinden giden bir albüm.

AS I LAY DYING’i ilk dinlediğim albüm “Frail Words Collaps” ile şu geldikleri nokta arasındaki müzikal farklılık hakikaten beni şaşırtıyor aslında. Gerçi o albümden bugüne grupta sadece davulcu ve vokalist kişisinin kaldığını düşünürsek şaşırmamam lazım, ancak bu tip grupların izlediği albümden albüme melodikleşme çizgisi yerine ters bir yola girmeleri enteresan geliyor.

Zira “An Ocean Between Us” ile başlayan “sert” müzik hali, bu albümde daha da ileri gitmiş durumda. Without Conclusion’da kulağa çalınan blastbeatler, sağdan soldan devamlı fırlayan sololar (ki grup bir dönem yazdıkları şarkılara solo koymamaya inat ediyordu neredeyse) grubun bu yeni “gaz” kimliğine rağmen bile çok şaşırtıcı geliyor.

Sanki biraz MEGADETH’in “Endgame”de yaptığına benzer diyebilirim albümün genel tutumu için, devamlı bir gitarlara yüklenme hali sürüyor albüm boyunca, gençler bütün kurtlarını dökmüşler o anlamda. Tabii bunun eksi yönleri de yok değil.

Albümü ilk defa dinleyen birisinin dikkatini ilk şu çekecektir: albümde bütün şarkılar gaz patlaması yaratan rifler ile açılıyor ve aşağı yukarı kalıp olarak bütün şarkılar da benzer formatlarla “gaz rif” arkası direk vokalin devreye girmesi formülünü takip ediyorlar, bu yapı da şarkıların aşırı direkt olmalarını sağlıyor. Gerçekten de resmen şarkılar insanın suratına patlıyor ve dinleyici ilk başta şöyle bir afallıyor. Ancak bu formül birkaç şarkı sonra dinleyiciyi çok fazla yoruyor, zira şarkılar yapı olarak da birbirlerinden fazla ayrılmadıklarından dolayı devamlı bir harala gürele içinde gidiyor albüm. Genelde bu formatta albümle kısa şarkılardan oluşurlar, albüm süresi de kısa tutulur.

Burada ise yaklaşık 44 dakika boyunca kafamıza çata çuta rifleri yiyoruz, bir süre sonra da abandone oluyoruz bu kadar rif atağından. Bu açıdan “An Ocean Between Us”ın daha dengeli halini bu albümde görmek mümkün değil, dinleyici albümün tadını çok fazla alamıyor. Şarkılara eklenen grubun geçmişinden kalma melodik bölümler hoş dursa da nadiren gelen temiz vokalli nakaratlar çok alakasız kaçıyor böyle bir albüm için, TRIVIUM’un da arada içine düştüğü canavar gibi şarkıların bir anda çok manasız temiz nakaratlara dönmesi durumu zaman zaman komik bile geliyor bana. Bu açıdan bence albümün en dengeli ve görece olarak en iyi şarkısı Anodyne Sea albümün ortalama fikrini veriyor.

Aslında “The Powerless Rise” içerdiği şarkılar açısından çok fazla eleştiriyi hak etmiyor, genel bir üslup problemi var ancak AS I LAY DYING’in albümleri arasında gösterdiği gelişimi düşünürsek bu albümde biraz ivmelerini kaybettiklerini söylemek çok yanlış olmayacaktır.

İçine girmesi ve alışması albümün üslubu nedeniyle zor, ancak sonrasında dinleyiciyi yeterince eğlendiriyor, her ne kadar aşırı derecede tek boyutlu kalsa da.

sambalici

MOTÖRHEAD’den toplama albüm

Sunday, August 29th, 2010

MOTÖRHEAD “Aces Up My Sleeve – The Collection” adlı bir best of çıkarıyormuş.

18 Ekim’de sadece İngiltere’de piyasaya çıkacak toplamanın içeriği şöyle:

01. Ace Of Spades (album version)
02. Bomber
03. Iron Fist
04. Leaving Here
05. Killed By Death
06. Louie Louie
07. Stay Clean (album version)
08. Overkill
09. Please Don’t Touch
10. Dead Men Tell No Tales (album version)
11. The Chase Is Better Than The Catch (album version)
12. Eat The Rich (album version)
13. I Got Mine (album version)
14. Nothing Up My Sleeve
15. Heart Of Stone
16. Motörhead (Live)
17. Damage Case (album version)
18. (We Are) The Roadcrew (album version)
19. Shine
20. Iron Horse / Born To Lose (live)

GRAVE DIGGER’dan yeni şarkı

Saturday, August 28th, 2010

GRAVE DIGGER yeni albümü “‘The Clans Will Rise Again“den “Hammer Of The Scots” adlı şarkıyı yayınladı.

KAMELOT yeni albümünü tattırıyor

Saturday, August 28th, 2010

KAMELOT yeni albümü “Poetry For the Poisoned“daki tüm şarkılardan tatdımlıklar bulunan üç buçuk dakikalık bir sample’ı alttaki albüm kapağına koydu.

MALMSTEEN’den yeni albüm

Saturday, August 28th, 2010

2008′den bu yana iki albüm, iki best of, iki de konser DVD’si çıkaran üretken insan YNGWIE MALMSTEEN, yeni albümünü 2010′un sonlarında çıkaracağını açıkladı.

Albümün henüz hiçbir ayrıntısı belli olmadığından, aşağıya bir de video koyarak haberi doluymuş gibi göstermeye çalışıyoruz.

IRON MAIDEN – The Final Frontier

Saturday, August 28th, 2010

Albüm Bilgisi: Grubun 15. stüdyo albümü
Süre: 76:35
Tür: Heavy metal
Kayıt tarihi ve yeri: 2010 yılında Compass Point Stüdyoları (Bahamalar) ve The Cave Stüdyoları’nda (Malibu-California) kaydedildi.
Prodüktör: Kevin Shirley
Plak şirketi: EMI
Çıkış tarihi: 13.08.2010
Liste başarısı: Yazının yazıldığı tarih itibarı ile dünyada 21 ülkede 1 numarada. ABD Billboard Listesine ise 4, Türkiye listesine 3 numaradan girdi. Bu son 20 yılda listelerde en yüksek noktaya çıkan albüm olduğunu gösteriyor.
Single: Albümden çıkan ilk single El Dorado.
Video klip: İlk klip The Final Frontier’a çekildi.
Kapak: Melvyn Grant
Not: Steve Harris’in tüm şarkılarında yazar olarak adının geçtiği dördüncü albüm.

Yıl 2010 olmuş ve Iron Maiden 15. albümünü çıkarmış. Açıkçası fanlar için bu cümle fazlasıyla yeterli, başka bir şey demeye gerek yok, onlar çoktan (koştura koştura) albümü almaya gittiler ama siz “severek takip ediyoruz” klasmanındaki dinleyiciler için biraz daha amme hizmeti yapmak lazım. Söz konusu Iron Maiden gibi oturmuş ve nereye gitmek istediğini iyi bilen gruplar olunca insana diyecek çok da laf kalmıyor aslında. İnsanın içinden geçen tek his bir an önce albümü jelatininden çıkarmak, player’a koymak ve saygı duyarak (opsiyonel olarak trans halinde) dinlemek oluyor.

Bu albümde de istisnai bir durum yok. Öyle “Eyvahlar olsun, yine Harris’in demir yumruğuyla yönettiği bir grubun soundu olacak” (“Virtual XI” döneminde dersini aldı) ya da “aşırı deneysel olacak, kimse bir halt anlamayacak” diye korkmanıza da gerek yok. Kariyerinin 35. yılına giren Maiden, Adrian ve Bruce’un da geri dönüşüyle artık bu konularda üstadlık safhasına ulaşmış bir grup. Gerek fanların ne istediğini, gerekse kendilerini mutlu (ve tatmin) edecek yönü gayet iyi biliyorlar ve size başka bir şey demeye fırsat bırakmadan gereğini yapıyorlar.

Bu kez de sound’larında birkaç ufak oynama (basın çok öne çıkarılmayıp biraz daha genel yapıya yedirilmesi, üç gitarın daha etkin kullanımı, daha presiz bir davul kaydı, daha ortaklaşa bir besteleme süreci [Internette çeşitli boardlarda biraz gezinirseniz Harris’in keçi inadını bırakıp diğer elemanların katkılarını en fazla kabul ettiği albümün de The Final Frontier olduğu ortak izlenimini göreceksiniz] vs vs) yapmışlar ve bana göre Brave New World’den beri yaptıkları en iyi albüm ortaya çıkıvermiş.

Aynı zamanda bu dönem içinde kaydettikleri (atmosfer olarak) 80’ler Maiden’ına en yakın albüm de bu bence. Bir önceki albümün karamsar havasından çok fantastik/bilimkurgu arası bir ortamda geçiyor ve söz konusu Maiden olunca bence bu gayet uygun bir durum. Yapısal olaraksa çoğu Maiden albümü gibi “hacı bir çalmaya başladı, vuruldum şerefsizim” hissiyatı yaratmak için fazla karmaşık. Dolayısıyla ilk birkaç dinleyişte sizi içine çekemezse (kara delik esprisi isteyenler? istemeyenler? reddedildi.) normaldir, müzik kulağınızdan şüphe etmeyin, alıcılarınızın ayarlarıyla oynamayın, dinlemeye devam.


Kayıt safhasıyla ilgili ise benim diyeceklerimden ziyade Bruce’un bu albümün (ve 80’lerdeki bazı albümlerinin) kaydının yapıldığı Compass Point Stüdyolarıyla ilgili şu sözlerini okumak sanırım yeterli olacaktır: “Kayıt stüdyosunda 1983’tekiyle tıpatıp aynı atmosfer vardı, herşey o zaman bıraktığımız gibi duruyordu, hiçbir şey değişmemişti! Hatta şu köşedeki bozuk kepenklere varana kadar. Halılar aynı. Her şey aynı. Normalde insanı bayağı kıllandıracak bir durum olması lazım bunun. Ama biz böylesine tanıdık ve çalışmaya alışık olduğumuz bir ortamda kendimizi çok rahatlamış hissettik ve bunun etkileri de sanırım albümün performans ve atmosferinde hissediliyor.”
Peki başkomutan Harris ve silah arkadaşları bu huzurlu kayıt ortamından nasıl bir sonuç çıkarmış? Şarkıları tek tek incelersek:

1. Satellite 15… The Final Frontier: Adından anlayacağınız gibi bir intro ve klasik hard rock tadında bir giriş şarkısından oluşuyor. Intro kısmı gayet başarılı, Final Frontier’ın da (tekrarların biraz fazla olması dışında) pek bir eksiğini göremedim. Sağlam, dümdüz bir rock n’ roll parçası. Şarkının en iyi yönü olan soloları ise Schenker dönemi UFO sololarını andırdı bana.

2. El Dorado: Bu aynı zamanda albümün ilk single’ı idi hatırlayacaksınız. Maiden tarihinin en keskin gitar soundlarından birine sahip bir parça ve bunda Adrian Bey’in (Chemical Wedding dönemindeki heavy soundu hatırlayın) etkili olduğunu düşünüyorum. Temposu ve rifleri ile aranızda özellikle AC/DC sevenlerin (sevmeyen var mı ki?) favorilerinden olmaya müsait. Şarkının nispeten alt tonlarda dolaşıyor olmasından kelli Bruce’un vokalleri de ilk birkaç dinleyişinizde biraz garip gelebilir. Ama böyle bir şarkıya en iyi uyacak vokal tarzı da bu olurdu sanırım.

3. Mother of Mercy: Genel havası ve akılda kalıcı nakaratıyla bir Maiden albümünden ziyade Bruce’un solo albümlerine uyacak bir şarkı intibaını edindim. Gerçekten çok beğendiğim bir parça oldu. Davulcu olanlarınız Nicko’nun numaralarına dikkat etsinler. Track’lerini çok ustalıklı yazmış. Konserlerde çalınmaya da oldukça müsait. Peki favorilerim burada bitti mi? Bitmedi.

4. Coming Home: Albümdeki ballad tarzına en yaklaşan parça bu. Arkadaşlar anavatanları İngiltere’ye selam ediyor. Bestede yine Adrian’ın parmağı var ve Bruce’un solo albümlerinden birinde olsa çok sırıtmazdı kanımca. Bu arada albümün genelinde (çok abartılmamakla birlikte) kafi miktarda synthetizer ve orkestrasyon kullanımı da var, bu da o parçalardan biri. Buraya kadar gayet başarılı gidiyor, fakat asıl hazineleri albümün sonuna kadar sabredenler için saklamışlar.

5. The Alchemist: Albümün yavaştan ısınmaya başladığı nokta. Yüksek tempolu, 90’lar Maiden’ını (Be Quick, Man on the Edge vs) andıran bir parça. Yapısı da albümün geneline kıyasla daha az komplike kalıyor. Solodan sonra seyirciye koro yaptırmaya müsait unison kısımları da var, o açıdan konserlerde çalınmaya gayet uygun.

6. Isle of Avalon: Buraya kadarını ısınma turları olarak kabul edersek, işte albüm asıl burada başlıyor diyebiliriz. 9 dakikalık, komplike pattern’ların arka arkaya sıralandığı, progresif yapının iyice öne çıkarıldığı bir şarkı. Sırf intro kısmı bile 3 dakika sürüyor. Bilen bilir, böyle acele etmeden başlanıp yavaş yavaş tansiyonun arttırıldığı girişlerin hastası olduğum için abilere “rep+” verdim, terazilerine tıkladım. Bu arada belli ki bu parçadan itibaren Steve Harris sazı eline almış, zira tarz bir anda 80’ler Maiden’ına dönüyor. 4:20 sonrası başlayan yerden özellikle bahsetmem lazım. Rush seviyorsanız buraların delisi olacaksınız, öyle ki soloyu Alex Lifeson atıyor sanabilirsiniz. Kesinlikle albümdeki favorilerimden biri.

7. Starblind: Progresif yapının devam ettiği ve özellikle Bruce’un parıl parıl parladığı bir şarkı. Yine 8 dakikaya yakın bir uzunluğu var. Bu arada Final Frontier’ın gelmiş geçmiş en uzun Iron Maiden kaydı ve şarkı bazında baktığımızda da ortalama şarkı sürelerinin en uzun olduğu Maiden albümü olduğunu hatırlatmak lazım. Bu şarkıyla ilgili çeşitli ortamlarda birçok tartışma yapıldı, ya seviliyor ya da gereksiz bulunuyor, ben süper olduğunu savunanlardanım. Dikkatlice dinlerseniz Iced Earth gibi grupların niçin bütün kariyerlerini Maiden’a borçlu olduğunu daha iyi anlarsınız.

8. The Talisman: Açıkçası (Ortaçağ oyunlarında arka planda çalanlar hariç) Medieval müziğin çok da müptelası olmadığım için girişi biraz bayık geldi (benim arızam, siz gayet de beğenebilirsiniz) fakat sonrası gerçekten efsane. Steve içindeki özlediğimiz “at koşturma canavarı”nı açığa çıkarıyor, üzerine Maiden’ın trademark gitar armonileri geliyor ve hepsinin üzerine (kremayla likörlü çikaolatanın üzerine konan mum mahiyetinde) Bruce bildiğin döktürüyor. Gerçekten Maiden klasikleri arasına girebilecek kadar iyi bir parça bestelemişler. Muhtemelen konserlerin olmazsa olmazlarından biri haline gelecektir.

9. The Man Who Would Be King: Yine usta elinden çıktığı belli olan, uzun, epik bir parça ve sanırım albüm genelinde 80’ler Maiden’ını en çok andıran beste bu. Ortalara doğru giderek açılan ve üstüste bindirilmiş gitar trackleri gerçekten çok başarılı. Yeni fan adayları: Bu grubu seven niye bu kadar seviyor, tutkuyla bağlanıyor, anlamanız için birebir. Ve kaşarlanmış fanlar: Eski Maiden’ı özlediğiniz zamanlarda bilhassa bu parçayı açıp tekrar, tekrar, tekrar (ve tekrar) dinleyin. Vazgeçemeyeceksiniz.

10. When the Wild Wind Blows: 11 dakikalık süresiyle (grubun tarihinde bundan uzun sadece Sign of the Cross ile Ancient Mariner var) Harris’in elinden çıkmış bu güzide (beni mi andı nedir?) eserin atmosferini kısmen The Clansman ve Dance of Death’e benzettim. Vokal olarak da Gillan dönemi Deep Purple’ını sevenleri oldukça memnun edecektir. Gelecekte yine Maiden’ın sağlam şarkılarından biri olarak anılacak çalışmalardan biri, temposu da tam “hey hey” yaptırmaya uygun, fakat uzunluğu nedeniyle konserde çalınmak için diğerlerine kıyasla biraz daha az şansı olduğunu düşünüyorum.

Bunlar arasında benim kişisel favorilerim Mother of Mercy, Isle of Avalon, Starblind, The Talisman, The Man Who Would Be King.
Ya kişisel performanslar nasıl? Bunun yanıtı beklentinizin ne kadar yüksek olduğuna (ve çaldığınız enstrümana) göre değişir ancak genel olarak şunu söyleyebilirim. Bruce’tan tabii ki bir Number of the Beast dönemi performans bekleyemeyiz ama yaşına göre “iyi ki varsın ve hala bu işi yapıyorsun” dedirtecek kadar iyi bir çıkarmış. Gitarlara gelince, bu uyumlu üçlü arasında özellikle gizli kahraman Adrian’dan bahsetmek lazım. Birleşmeden sonra giderek besteleme sürecindeki ağırlığını arttırdı. Bu kez 6 şarkıda imzası var, sololarıyla da ben buradayım diyor. Zaten Adrian ve Dave kadar tarzları-tonları belirgin ve birbirinden ayırt edilebilen ikili az bulunur. Janick’in performansından da daha önceki albümlerde olmadığı kadar belirgin bir biçimde faydalanmışlar. Nicko için yorum bile yapmaya gerek yok, adam basit şarkı, komplike şarkı demeden resmen ustalığını konuşturuyor. Steve’in bas volümü alışageldiğimiz albümlere göre biraz daha düşük ve sanırım bunu kendi isteğiyle yapmış ama komutan hala o, bu gayet aşikar. Bu albümde back vokallere gerektiği kadar önem vermemişler gibi geldi, o da sadece benim düşüncem, bunun dışında bir sıkıntı yok.

Prodüksiyon ve mastering’e gelince, maalesef dinamik aralık yine güçlü sound sevdasına kurban edilmiş. Ne kulaklıkla ne de hoparlörlerimle o 80’lerin kulağa hoş gelen Maiden sound’unu almam (maalesef) mümkün olmadı. Neyse, bu da nazar boncuğu olsun bari.
Sonuca gelelim. The Final Frontier (adına rağmen son albüm olması gibi bir durum yok, o konuda rahat olun) Maiden’ın gerçek bir olgunluk dönemi albümü. Taptaze bir albüm olmasına rağmen şimdiden hatırı sayılır satış rakamları elde etti. Şu anda kendi ülkesinde zirvede. Çok basit melodiler, catchy rifler falan beklemeyin. Kırpmadan klip çekmeyi zorlaştıracak uzunluktaki şarkılarıyla, eşlik etmeyi zorlaştıracak komplike yapısıyla kesinlikle Amerikan pazarına yönelik bir ürün değil ve buna rağmen “easy-listening” hastası Amerikan listelerinde 4. sırada! Bu göz ardı etmememiz gereken bir başarı.

Sizin de kendinizi kaptırmanız belli bir süre alabilir, fakat derin uzaydaki vahşi bir kara delik gibi (dayanamadım, kusura bakmayın) sizi içine çekmeyi başardığı zaman kulaklarınıza gerçek bir cennet sunacaktır. Daha önce saydığım mastering zaafları ve ilk sıralardaki çok mükemmel olmayan 1-2 şarkı gibi nedenlerden dolayı bu albüm benden not olarak 8,5’tan 9 (kanaat notu) alıyor. Dediğim gibi tek tek ele aldığımızda hit çıkartması zor, ama bir bütün olarak her metal fanını (Maiden fanlarını saymıyorum bile) zevkten dört köşe edecek bir albüm var elimizde, üstelik liste başarısı da ortada, yıl 2010 olmuşken radyolarda çalınmaksızın ya da MTV’de devamlı gösterilmeksizin bunu başarabilen bir albüm de kötü olamaz, öyle değil mi?

Ufuk ÇETİNKAYA

APOCALYPTICA klibini bedavaya getiriyor

Saturday, August 28th, 2010

APOCALYPTICA yeni albümü “7th Symphony“den “Sacra”ya çektiği klibi yayınladı.

Tabii “çektiği klip” derken, lafın gelişi.

PANTERA hayranlarına müjde

Friday, August 27th, 2010

Dağılan büyük gruplarla ilgili haber verme konusundaki açlığımızı PANTERA gideriyor.

Bu Pazartesi Türkiye saatiyle 20.00-22.00 arasında grubun resmi Facebook sayfasında, PANTERA’nın “The Will to Survive” adlı daha önce hiç yayınlanmamış şarkısı yayınlanacak. “Cowboys From Hell” döneminde yazılıp kaydedilen bu şarkı, grubun 2000 yılı çıkışlı son albümü “Reinventing the Steel“dan bu yana PANTERA hayranlarının duyacağı ilk yeni PANTERA şarkısı olacak.

Şarkı yayınlanır yayınlanmaz elbette bu sayfalarda da olacak.

BIG FOUR DVD’sinin detayları açıklandı

Friday, August 27th, 2010

2010 yazına damgasını vuran Big Four turnesinin Bulgaristan ayağını içeren “The Big Four: Live From Sofia, Bulgaria“nın detayları açıklandı.

METALLICA:

01. Creeping Death
02. For Whom The Bell Tolls
03. Fuel
04. Harvester Of Sorrow
05. Fade To Black
06. That Was Just Your Life
07. Cyanide
08. Sad But True
09. Welcome Home (Sanitarium)
10. All Nightmare Long
11. One
12. Master Of Puppets
13. Blackened
14. Nothing Else Matters
15. Enter Sandman
16. Am I Evil? (Dört grup birden)
17. Hit The Lights
18. Seek and Destroy

SLAYER:

01. World Painted Blood
02. Jihad
03. War Ensemble
04. Hate Worldwide
05. Seasons In The Abyss
06. Angel of Death
07. Beauty Through Order
08. Disciple
09. Mandatory Suicide
10. Chemical Warfare
11. South of Heaven
12. Raining Blood

MEGADETH:

01. Holy Wars… The Punishment Due
02. Hangar 18
03. Wake Up Dead
04. Head Crusher
05. In My Darkest Hour
06. Skin O’ My Teeth
07. A Tout Le Monde
08. Hook In Mouth
09. Trust
10. Sweating Bullets
11. Symphony Of Destruction
12. Peace Sells/Holy Wars Reprise

ANTHRAX:

01. Caught In A Mosh
02. Got the Time
03. Madhouse
04. Be All, End All
05. Antisocial
06. Indians/Heaven And Hell
07. Medusa
08. Only
09. Metal Thrashing Mad
10. I Am The Law

CHUR – Lykho

Friday, August 27th, 2010

Ukraynalı grupların sıradan şeyler yapmasının mümkün olmadığını kanıtlayan bir grup daha. Sitemizde yer bulmuş gruplardan örnek vermek gerekirse; Nokturnal Mortum, aşırı milliyetçi; Drudkh, aşırı güzel, Obymy Doschu, aşırı melankolik; ve Chur: aşırı folk! Nokturnal Mortum’u anmışken, Chur’un da benzer düşünceler taşıyan bir kişi tarafından kurulmuş olduğunu not düşebilirim. Malum akımlar hakkında ilginç bir ropörtaj için şuraya bakabilirsiniz.

Albümün evlere şenlik bir kapağı var. Grubun kurucusu Evgen “Chur” Kuçerov tarafından yapılan bir resim, yerel motifler içerdiği ifade edilmiş, tepedeki kolovrat’ın varlığına dikkat çekmek haricinde pek yorum getiremiyor, “ilginç” demekle yetiniyorum. Albüm, onyüzbinmilyon halk enstrümanı ile bezeli bir melodi şelalesi; detone fakat keskin, brutal ile clean arası bir bariton, alışılmışın aksine yaşı bir metal grubu için biraz ileri bir teyzenin (ki kendisi Ukrayna Milli Halk Orkestrası mensubu imiş) pürüzsüz ve tize kaçan vokali ve doğu Avrupa halklarının otantik rüzgarını yüzümüze çarpan ezgileri özümsemiş gitarlar. Canlı performanslarında davul kullanmayan grubun anafikri bu.


Chur, folk metal gruplarının %90’ının benimsemiş olduğu üzere paganizm ve halk söylenceleri temalı bir müzik yapmasına rağmen, çoğu gruptan belirgin ölçüde ayrılıyor. Yerel enstrümanların “en” ağır bastığını düşündüğünüz albümü alın, 10 ile çarpın, karekökünü alın, aklınızdaki sayıyı ekleyin, işte o kadar! Ama last.fm’de yahut çeşitli mecralarda neo-folk olarak tabir edilen ve nispeten yumuşak ve huzur verici bir müzik beklemeyin. Black metalle de kesişen yanı yok. Orta tempoda ilerleyen parçaların arasında kısa fakat renkli ve hırçın riflere rastlamak mümkün. Nitekim ön plana çıkarılmaya çalışılmadığı bariz, bir dönem bir hayli dinlediğim önceki albümü de dikkate alırsam, kilit adamımız Evgen Kuçerov’un metalcilikten taviz vermeyeceğini fakat bu dengeyi koruyacağını düşündüğümü söyleyebilirim.

Slav mitolojisinde şanssızlık ve kötü kaderi temsil eden, cadımsı fakat maskülen, goblinimsi yaratık anlamına gelen ve hatta Slav topluluklarında “su uyur, düşman uyumaz” manasına gelen atasözlerindeki “düşmanı” temsil eden Liho, grubun 2. albümü. Albümün çok heybetli ya da epik bir yanı olduğunu söyleyemem. Müziğin yüzde 50’sinden fazlasını teşkil eden ilginç yaylılar ve üflemeliler parçalara sevimlilikten ziyade daha durağan, oturaklı bir halk müziği havası katıyor. Bunu bir yenilik ya da hayranlık duyulacak bir husus olarak lanse etmek istemiyorum, ancak altını çizmeye uğraştığım bu enstrüman orantısından hoşlanıyorsanız, alışmış olduklarınızdan oldukça farklı bir şeyle karşılaşacağınızın garantisini verebilirim.


Bu tarz grupları, çok parlak bir fikir olduğunu fakat yeni nesil icracılar tarafından taklitten öteye gidilmediğini düşündüğüm Anadolu Rock ile oldukça yakın buluyorum. Chur rock denecek kıvamda bir müzik yapmıyor, bunu söylemek yanlış bilgilendirme olur. Şöyle tadına varılacak, hor görülmeye, dalga geçilmeye mahal vermeyecek mahiyette bir Anadolu Metal geliştirilebilseydi, Chur’u o minvalde bir analoji ile daha iyi tanımlayabilirdim.

Chur’u neden dinlemenizi öneririm: Kuzey Avrupa’nın eğlenceli, halaylı folk metalindekinden ziyade, Slavlara özgü, biraz daha ciddi, has folk ezgileri duymak ve bunları metal müzik bağlamında dinlemek istiyorsanız.

Chur’u neden dinlemeye hiç kasmayın diyebilirim: Zurnaya benzeyen üflemeli yerel enstrümanları sevmiyorsanız ve black metale ya da melodik death metale kaymayan folk metalden hazzetmiyorsanız.

DIMMU BORGIR’den son olaylara dair resmi açıklama

Friday, August 27th, 2010

DIMMU BORGIR lideri Shagrath, son yaşanan basçı olayının ardından bir açıklama yaptı.

Shagrath, DIMMU BORGIR’in bundan sonra Shagrath, Silenoz ve Galder olmak üzere üç kişilik bir grup olarak yoluna devam edeceğini, albüm ve turnelerde çalmak için kalıcı yeni eleman almayacaklarını ve diğer enstrümanların ihtiyaca göre farklı konuk müzisyenler tarafından çalınacağını açıkladı.

Grubun yeni albümü “Abrahadabra” 24 Eylül’de piyasada olacak.

Bursalı hard rock grubu KARAMESAİ yeni şarkılarını sundu
BENIGHTED’dan klipli yeni şarkı
Pasif Agresif, bir Wordpress marifetidir.