# - A - B - C - D - E - F - G - H - I - J - K - L - M - N - O - P - Q - R - S - T - U - V - W - X - Y - Z

Archive for 2010

GOTTHARD vokalisti hayatını kaybetti

Wednesday, October 6th, 2010

İsviçre’nin önemli gruplarından GOTTHARD’ın vokalisti Steve Lee, dün akşamüstü motorsikletiyle yolculuk ettiği Nevada’da meydana gelen bir kazada yaşamını yitirdi.

22 İsviçreli motorcuyla Amerika’yı turlamakta olan Lee, Las Vegas yakınlarında grupla birlikte yol kenarına çekerek yağan yağmurdan ötürü korunaklı giysiler giydiği sırada, kaygan yolda kontrolünü kaybeden bir kamyonun kasası, savrularak park halindeki motorlara çarpmış. Fırlayan motorlardan birinin isabet ettiği Lee olay yerinde hayatını kaybetmiş.

48 yaşında ölen Lee’nin sevenlerine sabır diliyoruz.

Link

OBSCURA gitaristine imzalı gitar modeli

Wednesday, October 6th, 2010

Polonyalı gitar markası RAN Guitars, OBSCURA gitaristi STEFFEN KUMMERER için 7 telli özel imzalı gitar serisi üretmiş.

Bu güzelliğin daha detaylı fotoğrafları da şuradan görülebilir.

DEW-SCENTED – Invocation

Wednesday, October 6th, 2010

15 yıla yakın süredir albüm çıkaran ve çıkardığı sekiz albüme de “I” harfiyle başlayan isim veren DEW-SCENTED’ın bu özelliği mi daha ilginç, yoksa metal grubuna ÇİY-KOKULU adını vermek mi, bilmiyorum.

Ama bildiğim bir şey var ki şu an karnım aç. Bayağı oldu lan son yemek yediğimden beri. Bunun konumuzla bir ilgisi yok tabii. Devam edelim.

DEW-SCENTED 1992 kurulumlu bir grup olmasına rağmen gayet formüllü ve stabil bir müzik yapıyor. Deneyim ve müziklerini geliştirme anlamında bakarsak, geçen sene kurulan ve benzer türde müzik yapan bir grubun da aynı kalitede şarkılar yapması gayet olası. Bu da demek oluyor ki DEW-SCENTED yıllar içerisinde benzer albümler ve aynı doğrultuda bir müzik yapmaktan gocunmuyor. Kabulümüz diyor, “Invocation”a geçiyoruz.

“Invocation”ın en büyük muadlili, yakın zamanda çıkan WITCHERY albümü “Witchcraft” demek mümkün. O albümün yırtıcılığını biraz daha THE HAUNTED thrash’iyle karıştırırsanız, ortaya “Invocation” çıkabilir. Zira grup birbirine benzer yapıda şarkılarla, modernize edilmiş bir thrash metal yapıyor. Arada ortalama seyre oranla daha bir dellenilen, hırpanileşilen bölümler mevcut. Bu anlar ya davulun hızlandığı, ya da SLAYER’vari thrash riflerinin yerlerini taramalı riflere bıraktığı bodos anlar oluyor.

Vokalist Leif Jensen’in tarzı da bu yırtıcılaşmayı körükleyen unsurlardan. Zira Jensen’in tarzını thrash metal söyleyen John Tardy olarak özetlemek mümkün. Haykırmayla karışık kırçıllı bir vokal söz konusu, ancak “Oooo thrash… Oooo Tardy” diye düşündüyseniz bile kafanızda canlandığı kadar iyi bir şey mi emin değilim, alıştıktan sonra bana fena gelmiyor.

Albümü ilk beş altı dinlememde zerre haz etmediğimi ve tıpkı referans gösterdiğim “Witchkrieg” gibi “Bu ne len?” dediğimi söylemek isterim. Zira öyle aklınızı başınızdan alacak türde yaratıcı rifler söz konusu değil. Lakin SLAYER’dan çıkarılan dersler ışığında yaratılan ve içinize sindirdikten sonra gerçek tadını alabildiğiniz türde gayet gaz bir müzik söz konusu. İlk dinlemelerimde 4, blemedin 5 vermeyi planladığım albüm, dinledikçe ve kendini sevdirdikçe gözümdeki değerini yükseltti.

Vokaller dışında değinmek istediğim kişiyse davulcu Marc-Andrée Dieken. Bilhassa ataklarda, araya sokulan fill’lerde gayet yaratıcı bir arkadaş. Özellikle pek leziz intro Downfall’dan sonra gelen Arise from Decay’in başında ve en sondaki Slaves of Consent’in sonunda pek güzel işler yapıyor. Düz ama etkili bir davulcu.

Şarkı olarak öneri getirmek istemiyorum zira albümü abartısız elli kez falan dinlediğimden şu an hepsi bana aynı düzeyde çekici geliyor; hiçbirine bayılmıyorum, “Oha lan ben bunu daha bi on yıl dinlerim” demiyorum, ama demek ki elli dinleme içinde sıkılmışlığım olan yok ki albüm hâlâ dönmeye devam ediyor.

Eğer thrash metal sevmiyorsanız “Invocation”la hiç vakit kaybetmeyin. THE HAUNTED, WITCHERY tarzı “neo-thrash” geyiği de sizi sarmıyorsa zaten dinlenecek başka yüz bin tane albüm var. Ama hem THE HAUNTED’ın sert tarafını (SLAYER öykünmeli tarafını) seviyor, hem de ona göre daha bir eski usüllük barındıran bir sertleştirilmiş thrash metal bana uyar diyorsanız, dinlemenizde fayda var. Lakin uyarmadı demeyin, iki üç kez dinleyip sevip sevmediğinizi anlamaya çalışırsanız muhtemelen alabileceğinizden daha azını almanız olası. Azıcık zaman tanıyın yeter.

Yardımsever SLAYER hayranları

Wednesday, October 6th, 2010

Aşağıdaki görüntüler geçtiğimiz günlerdeki bir SLAYER konserinden. 1.57 civarlarında, kalabalık arasındaki tekerli sandalyeli bir seyirci konseri daha iyi bir yerden izlemek ister ve olaylar gelişir.

Link

Kusarcasına metal olmak

Tuesday, October 5th, 2010

Eski bir video olmasına rağmen paylaşmadan edemedik. İsveçli grup NÖDVARN’ın vokalisti Kenta’nın bir canlı performans sırasındaki zor anları.

Link

IN FLAMES yeni albüm haberini verdi

Tuesday, October 5th, 2010

IN FLAMES yeni albümü için bir hafta içinde kendilerine ait IF Studios’a gireceğini açıkladı.

HONDA’dan JUDAS PRIEST’li reklam

Tuesday, October 5th, 2010

HONDA 2011′de çıkacak yeni modeli Honda Odyssey için JUDAS PRIEST’li bir reklam çekmiş.

EVILE – Infected Nations

Tuesday, October 5th, 2010

Geçmişte metale kazandırdığı gruplar açısından en önemli ülke konumundaki İngiltere’nin günümüzde fazlaca iyi grup çıkartamıyor oluşu hepimizin malûmu. Sebebi nedir bilmem ama bana öyle geliyor ki COLDPLAY’den sonra kendilerine gelemediler.

Vokalist Matt Drake’in ağzından çıktığı şekliyle “iivayl” olarak okunan EVILE, Ada’nın son yıllarda çıkardığı hatırı sayılıra yakın gruplarından biri. Seksenlerin METALLICA’sı başta olmak üzere MEGADETH ve biraz da TESTAMENT etkisinin görüldüğü grup, thrash metali modernize etmemesine rağmen modern bir sound’a sahip olmasıyla fark ediliyor. Rifler, vokal tarzı, sololar, hep duymaya alışkın olduğumuz türden, ancak grubun temiz kaydı sayesinde ortaya günümüzde giderek popülerleşen eski usül thrash gruplarınınki gibi “leş” bir hava çıkmıyor.

“Enter the Grave” ile adından yeterince söz ettiren grup, her açıdan eskilere göz kırpan yaklaşımını devam ettirdiği “Infected Nations”ı geçtiğimiz sene çıkarmıştı. Masa başında METALLICA ve ARTILLERY emekçisi Flemming Rasmussen’i, albüm kapağında da eski SEPULTURA ve OBITUARY albümlerinden tanıdığımız Michael Whelan’ı konuk eden albüm, grubun adını biraz daha duyurmasına yardımcı olmuştu. Çıkışından kısa süre sonra grubun basçısı Mike Alexander’ın zamansız ölümü ise, EVILE adına son derece şanssız bir olaydı.

“Infected Nations”a bakınca ne görüyoruz peki. Üzülerek söylüyorum ki, bu taze gruptan beklenen ikinci albümü göremiyoruz. “Infected Nations” öncelikle enerjisi düşük bir çalışma. Karanlık ve iyi anlamda soğuk olması planlanan albüm, o ince çizgide dengede duramıyor ve kötü anlamda soğuk bir havaya bürünüyor. Şarkılar çoğunlukla orta tempoda ve işin kötüsü benzer yapıda devam ediyorlar. Thrash metalin sahip olması gereken o enerji, o kırıp dökme hissi “Infected Nations”da maalesef mevcut değil. Daha ziyade, tekdüze ve -bir albüm için bu tabiri çok kullanmam ama- antipatik bir tat barındırıyor. Vokal eski James Hetfield ekolünden olsa da, Drake’in bağırmalı vokalini bir yerden sonra bayık buluyorum.

Rifler kendi içlerinde anlık progresiflikler barındırsalar da, birkaç şarkı dışında bütün olarak öne çıkan, Thrasher gibi bir “EVILE klasiği” göremiyorum. Bunun başlıca sebebini, Ol ve Matt kardeşlerin gayet iyi gitarist olmalarına rağmen albümde belli perdeler arasına sıkışmışçasına rif yazmış olmalarını olarak görüyorum. Gergin, soğuk bir hava yaratma çabası, sadece en üst tellin en kalın altı perdesi içerisinde sınırlanmış rif bileşimleriyle olmamalı.

Albümün bana göre öne çıkan şarkıları, yukarki eleştirilerimi kırmayı başaran ve gayet iyi bulduğum klip şarkısı Infected Nation ve Now Demolition. Umarım EVILE bir sonraki albümde “Infected Nations”da yaptığı gibi olgunluk peşinde koşmaz ve epik olmak adına yavaş ve oturaklı çalmanın hiç belli etmeden bayıklığa da göz kırptığını unutmaz.

Meşhur oldukları Thrasher gibi parçalar hem onlara daha çok yakışacaktır, hem de bizi EVILE dinlemeye daha çok itecektir.

VINTERSORG yeni albüm adını açıkladı

Tuesday, October 5th, 2010

VINTERSORG yeni albüm adını açıkladı.

Şu sıralarda mastering’i yapılan albümün adı “Jordpuls” olacakmış. Henüz kesin bir çıkış tarihi yokmuş.

Not: Haber için Onur Altınay’a teşekkür ederiz.

ATHEIST’ten stüdyo videosu

Tuesday, October 5th, 2010

ATHEIST davulcusu Steve Flynn, 8 Kasım’da çıkacak olan “Jupiter“den “Fictitious Glide” adlı şarkının davul bölümlerine dair bir video yayınlamış.

Not: Haber için Exorsexist’e teşekkür ederiz.

OCEANO’dan albüm trailer’ı

Monday, October 4th, 2010

Deathcore grubu OCEANO yeni albümü “Contagion“ın trailer’ını yayınladı.

SKYFORGER – Kurbads

Monday, October 4th, 2010

Ömer Kuş

Aslında bu albümü çok daha erken yazmayı planlamıştım ama çeşitli sebeplerden ötürü bayağı bir gecikti. Yine de geç olsun güç olmasın diyor ve yazıya giriyoruz.

Albüm çıkmadan kısa bir süre önce grubun 2003 yılında çıkan son albümü “Perkonkalve”yi incelemiştim. Yedi senelik bir aradan sonra grup nihayet “Kurbads” isimli konsept albümüyle geri döndü.

Bu arada büyük plak şirketi Metal Blade’e kapağı atmayı da başardılar. Bu da birtakım soruları beraberinde getirdi tabi. Grup davayı satacak mıydı? Daha büyük bir kitleye ulaşmak uğruna soundlarını değiştirecekler miydi? Her ne kadar grup geçenlerde tam hatırlamadığım bir vesileyle (bir belgeseldi yamulmuyorsam) BBC’ye bile çıkmış olsa da, bu sorulara “hayır” şeklinde cevap vermek mümkün. Hatta bir deneyeyim: Hayır. Vallahi mümkünmüş.

Albüme şöyle bir baktığımızda karşılaşacağımız ilk şey berbat albüm kapağı. “Bir albüm kapağını ne kadar kötü çizebilirim?” adlı bir çalışma yürüten gitarist Martins bayağı kötü bir kapakla bu kulvarda yarışanlara gözdağı vermiş. Diğer kısımları yine kabul edilebilir olsa da o ejderhamsı şeyin suratı nedir arkadaş? Neyse bu kapak mevzusunu hemen geçelim en iyisi.

Albümün konsept bir çalışma olduğunu söylemiştik. Tüm sözler Letonca olsa da ve İngilizce sözlere hiçbir yerde ulaşamamış olsam da sizler için araştırdım ve buldum sevgili okurlar. Özet geçecek olursam, Kurbads Letonya’nın efsanevi halk kahramanlarından biri. Cadıların, ejderhaların, devlerin, bilimum kötü yaratıkların cirit attığı bir zamanda, dul bir kadın bir çocuk sahibi olmak için dua ediyor. Büyülü bir balık bir anda ortaya çıkarak “Beni yersen çocuğun olur, ama sakın başka kimseye verme darılırım ha” diyor. Kadın balığı pişirip afiyetle mideye indiriyor, ama kadının hizmetçisi de bir kısmını yiyor, hatta bağırsaklarını da kısrağa veriyorlar. Sonuçta üçü de doğum yapıyor ve kısrağın evladı da bizim tıfıl Kurbads oluyor işte. Bu eleman her gün bir yıl geçirmiş gibi büyüyor ve kısa zamanda böyle öküzümsü, hayvanımsı bir şeye dönüşüyor, sonra da kötülüklerle savaşmak için yola çıkıyor. İşte albümde de bu arkadaşın doğumu ve maceraları anlatılıyor. Öyle sanıyorum yani, hepimizi yemiş de olabilirler. Belki de kırlangıçların nereye göç ettiklerinden filan bahsediyordur.

Müzikal açıdan ise albümün beni ilk başta hayal kırıklığına uğrattığını söylemeliyim. Ama hemen bir yargıya varmak istemedim ve albüme zaman tanımaya karar verdim. Kritik de o yüzden gecikti zaten (yersen). Ama gerçekten de albümü biraz daha dinleyince ilk zamanlara oranla daha çok keyif aldığımı söyleyebilirim. Biraz daha detaya inelim.

Albümü açan şarkı Curse of the Witch SKYFORGER’dan hiç beklemediğim tipte bir çalışma ve bence albümün en vasat şarkısı. Fakat albümün geri kalanı ve grubun yeni soundu açısından da bir fikir veriyor. Grup black metal köklerini tamamen bırakarak thrash/heavy metal ağırlıklı rifleri kullanmış. Bu rifler, maalesef ilk şarkıda olduğu gibi folk etkisinin neredeyse hiç olmadığı şarkıları kurtarabilecek kadar iyi değil. Daha önce yüzbin kere dinlediğimiz heavy metal şarkılarına benziyorlar. SKYFORGER’dan daha iyisini bekliyordum açıkçası, özellikle yedi yıllık bir aradan sonra. Tabi albümdeki tüm riflerin vasat olduğunu falan düşünmeyin, zaman zaman gayet akılda kalıcı ve melodik rifler bulmuşlar. Ama genel olarak baktığımızda ortalama riflerin ağırlıkta olduğu açık. Bu yüzden bana göre albümü dinlenebilir kılan ana unsurlar yerel enstrümanlar.

Gayda, flüt gibi çeşitli enstrümanlar kullanmış abiler. Albüm çıkmadan ortama sunulan ve defalarca dinleyip beklentilerimi arttırmama yol açmış “Son of the Mare” albümün en iyi şarkısıymış zaten. Özellikle sonlara doğru yerel enstrümanlar artı çift gitar melodileri albümün en keyifli anlarını yaşatıyorlar. Bunun dışında yine folk etkisinin kendini belli ettiği In the Underworld, Black Rider ve The Devilslayer bana göre albümün öne çıkan parçaları. Diğer şarkılar da kötü olmasalar da albümü baştan sona dinlemeye kalktığınızda sıkılmanız gayet muhtemel. Bir de albümü adını veren son şarkıyı dinlediğimde “Ulan albüme bu kadar alakasız, bu kadar boktan bir kapanış yapılabilir mi be?” diye kendi kendime soruyordum, zira şarkı 80’lerden fırlamış, albümle hiç alakası olmayan bir hard rock şarkısı gibiydi. Sonradan öğrendim ki gibisi fazlaymış. Meğerse Letonyalı OPUS PRO adlı eski bir hard rock grubunun şarkısını coverlamışlar. Bu da böyle kayıtlara geçsin.

Vokaller bildiğimiz SKYFORGER vokali, yani alışması zor, vokalist abimizin bağırarak söylediği bir tarz. Hikayeyi yansıtmak için brutal, temiz vokal gibi çeşitli vokaller de kullanılmış. Eğer sözleri anlayabilseydik bu vokaller daha çok anlam ifade edebilirdi ama zaten pek de karşınıza çıkmıyorlar. İlk bahsettiğim tarz ağırlıkta.

Sonuç olarak bu albümün dinlemeye değer olduğunu söylemekle birlikte SKYFORGER’dan beklediğim kalitede olmadığını da ekliyorum. Benim için hafif bir hayal kırıklığı oldu denebilir. 2010 yılı albümlerinde Baltik derbisini gayet şık “Äiö” albümüyle METSATÖLL’ün aldığını düşünüyorum. O albümü de yakında buralarda bulabileceksiniz inşallah. Selametle.

PROTEST THE HERO stüdyo videosu kavramına boyut atlatmaya devam ediyor

Monday, October 4th, 2010

Daha önceki stüdyo videosuyla milyonları kahkahaya boğan PROTEST THE HERO, yeni bir video daha yayınladı.

Bu seferki konumuz grubun gitaristlerinin basketbol becerileri ve diğer birtakım saçmalıklar. Videoyu izleyemiyorsanız sorun (ne yazık ki) bizden değil, zira bilindiği gibi video paylaşım sitesi vimeo da kısa süre önce ülkemizdeki yaklaşık 7000 yasaklı site arasına katıldı. Emeği geçenlere saygılarımızı sunuyoruz, onları tebrik ediyoruz (haberde sosyal mesaj verme çabası).

DAVE MUSTAINE, KERRY KING ve SCOTT IAN’dan karşılıklı methiyeler

Monday, October 4th, 2010

SPIN.com geçtiğimiz günlerde Big Four’un METALLICA dışındaki gruplarının gitaristleriyle bir röportaj yapmış. Dave Mustaine, Kerry King ve Scott Ian cevaplarında birbirlerini öven ifadeler kullanmışlar. Buyrun.

SPIN.com: Turnede sahnesi en iyi olan grup hangisi?

Mustaine: Hayatımda tanık olduğum en iyi sahne SLAYER’ınki. Yaydıkları enerji muazzam. Biz de her şeyimizi ortaya koyuyoruz, ancak yayılan enerji anlamında bugüne dek Kerry’nin ve SLAYER’ın yaptığının aynısını yapabilen kimseyi görmedim.

King: Hepimiz farklı yönlerden iyiyiz. Ben MEGADETH’i daha çok “inek metal” olarak görüyorum, olumsuz anlamda demiyorum tabii ki, ama onlar gitar konusuna bize oranla çok daha meraklı tipler. Seyirciler arasındaki gitar meraklılarının aklını alıyorlar. Yaptıkları işte çok başarılılar. Sonra sahneye biz çıktığımızda gitar manyakları bize bakıp “Evet, müzik sert tamam da gitarda teknik bir şeyler yapsanız?” diye düşünüyorlar. Yapmayın çocuklar, bu MEGADETH’in işi. Biz sadece kızgınlığımızı ve vahşetimizi ortaya koyuyoruz. Big Four’daki dört grup da aynı yerden çıkıp farklı yönlere giden, dört başlı tek bir canavar gibi aslında. Yani birbirinden farklı dört tarz söz konusu.

Mustaine: Aynı vücut, dört farklı baş. Çok iyi bir saptama.

SPIN.com: Turnedeki en iyi gitarist kim?

King: Dave ya da Chris Broderick.

Ian: Evet bence de ya Dave, ya da bizim gruptan Rob Caggiano. Teknik anlamda bu ikisi tek kelimeyle aşmış gitaristler. Şahsen hayatta öğrenemeyeceğim bir gitar diliyle konuşuyorlar.

Mustaine: Herkes son derece yetenekli. Kerry’nin sağ eli aşırı derecede hızlı ve güçlü. Scott’ın melodileri çok güzel. Herkesin kendi artıları var. Broderick benden daha iyi bir gitarist çünkü o okullu ve eğitimli. Bahsettiği o ölçüleri, nota bileşimlerini falan hiç bilmiyorum mesela. Ben kendi başıma öğrendim, bu yüzden de sahip olduğum belli bir çiğlik var. Kerry’yle birlikte çaldığımız zamanları hatırlıyorum; biz bir gitarist bulamadığımızda Kerry bir süreliğine MEGADETH’te çalmıştı. İkimizin birlikte çalması çok güzeldi. İkimiz de farklı tarzlardayız ama ortak bir payda yaratmayı da becerebilmiştik. Daha en baştan belliydi. Kerry’nin bize yardım ettiği o konserler efsanevidir. YouTube’dan izleyebilirsiniz. Çekimler berbat ama konserler efsaneydi.

Ian: Bu turnedeki tüm gitaristlerin benzersiz sağ el teknikleri var. Hepimiz çok güçlü ritim gitar becerilerine sahibiz.

Mustaine’in bahsettiği Kerry King’li MEGADETH günlerine dair bir video da aşağıdan görülebilir.

Röportajın tümü de şuradan okunabilir.

EPISODE 13 yeni albümünü halka açtı

Sunday, October 3rd, 2010

EPISODE 13 yeni albümü “Death Reclaims The Earth“ün tamamını kullanıma açtı. Albüm kapağından ulaşmak mümkün.

01. Ars Moriendi
02. Physical Comatose & Mental Overdose
03. Unmensch
04. Ignorance Is Bliss
05. Ultimate Sterilization
06. Worthless
07. Spread His Word

ORIGIN – Antithesis

Sunday, October 3rd, 2010

Çalması hatırı sayılır bir kabiliyet gerektirdiği, popülaritesi zayıf olduğu, dinlemesi alışkanlık ve tecrübe istediği için technical death metal, metal müziğin piyasası takip edilmeyen, analizi yapılmayan, belli başlı gruplar dışında pek dikkat çekmeyen bir janrı olmuştur her zaman. Bu janrda tıpkı diğerlerinde olduğu gibi hatalı anlayışlar, alışkanlıklar, yaklaşımlar olduğunu söylemek mümkündür. Konserlerde seyirciler arasına karışıp gruplar hakkında neler söylendiğine kulak misafiri olmakla, internet satış sitelerinin albüm yorumları için ayrılmış kısımlarına göz atmakla, çeşitli kritikleri okumakla bu hatalı anlayışların neler olduğuna tanık olunabilir. Pek çok kez grup elemanlarının enstrüman çalma kabiliyetlerinin ne kadar ustalıklı, tekniksel ve hızlı olduğu söylenir. Ama bu türde çalan her grup zaten ustalıklı, tekniksel ve hızlı çalmaz mı? Zaten bu bir olmazsa olmaz değil midir? İrdelenmeyi asıl gerektiren şey, bu tekniklerin ve kabiliyetlerin nasıl kullanıldığı, müziğe nasıl oturtulduğu, müziği başarılı kılıp zaten göz önünde olan şeylerin gerisinde kalan asıl sırrı bulmak olmalıdır. Ama bunun farkına henüz varmadıkları için, grubu överken aslında türün niteliklerinde olan kelimeleri sıralamaktan fazlasını yapmazlar. Dolayısıyla grubun başarını sağlayan asıl nedene dair bir varsayım okumamız, üzerinde düşünmemiz, tahlil etmemiz, tartışmamız mümkün olmaz.

Fakat bu yaklaşımın hatalı olduğu bir gün anlaşılır. Dinleyici, bu müziği dinlerken aldığı keyfin, kendi ifade ettiği üzere, grubun enstrüman üzerindeki kabiliyetten gelmediğini bir gün, yani tech death yapan ama gayet vasat tech death yapan başarısız bir grubu dinlediği gün kavrayacaktır. Bir gün öyle bir grup dinler ki, ne kadar hızlı zaman ölçüleri değiştiriyor olsa da, ne kadar hızlı shredding yapsa da, akıl almaz bir sweep ile arpej üzerine arpej sıralasa da, dinleyicinin beğenisini kazanmakta başarılı olamaz. O zaman övülen şeylerin formül gibi hep aynı sonucu vermeyeceği anlaşılır.

Hatalı diye eleştirdiğimiz bu anlayış, maalesef bazı dinleyicilerde daha sonra farkına varılacak bir sezgi gibi değil, gerçekten doğru gibi gözüken bir mantıkçılıkla benimsenir. Dinlememelerine rağmen bu tür grupları övenler, yani anlamsız ve bağıntısız rifleri sindirilemez bir hızda ve bollukta fırlatan, şarkı yazımını dikkate almadan teknikselliği en uç noktaya götürmekle yetinen, ne kadar sert ve hızlı olduğuyla şaşırtmak dışında bir etki yapamayan grupları övenler, ne yazık ki mevcuttur. Dolayısıyla bu gruplar şöyle ya da böyle varlıklarını sürdürmeye olanak kazanırlar. (Bunları uydurmuyorum, böyle gruplar hakikaten mevcuttur. Hatta bu gruplar, virtüözcülükle bestekârlığı bile ayırt edemeyen dinleyiciyi lağım kanalında altın madeni bulmuş gibi sevindirdiği, kendine benzer öbür grupları da daha tekniksel çalmaya zorladıkları için son birkaç senedir piyasanın bir kısmında kendilerine tuhaf, gülünç bir yer edinmişlerdir. Kendi penisinin arkadaşının penisinden işlevsel yönden daha yalıtılmış ve yalnız olduğunu bilen ama bir gün bir tesadüf sonucu kendi penisinin daha uzun olduğunu sevinçle öğrendiğinde avundurucu bir üstünlük hissine kapılan ergenleri anımsatan bu grupların en bilindik örneği, hiç kuşkusuz, Brain Drill olacaktır).

Uzun bir süredir, kimi technical death metal seçkincilerinin kötülediği, kiminin de ısınamadıklarını söylediği, ama bu kimselerden geri kalan büyük çoğunluğun onayladığı Origin’i seviyorum derken kuşkulu, güvensiz ve tartışmacı bir ruh hali içinde oldum. Çünkü bir grubu sevdiğimizi söylemek o grubun yöntemlerini takdir ettiğimiz, onayladığımız, savunduğumuz anlamına gelmez. Origin albümlerini her bir rifi, her bir soloyu, her bir böğürtüyü ezberleyene kadar o kadar sık dinledim ki, müziğine duyduğum sevgiyle yöntemine duyduğum kuşku hem çatıştı, hem güçlendi. Ama uzun bir süre sonra, yöntemine ve sanatsallığına dair bir kuşkum kalmadı. Çünkü bu müzik türüne yeni girdiğimde ilk tanıştığım gruplardan biri olduğu ve o sıralar yalnızca teknikselliği, şarkı yapılarının yazımını, zaman ölçülerini en uç noktalara götüren grupların daha iyi olabileceğini zannettiğim için, Origin’in de basit ve eğlendirici, ama kalitesiz bir müzik yaptığı yanılgısındaydım. Bunları şimdi aştığıma inanıyorum. Çünkü mmüzikte çoğumuzun iyi dediği albümler, dinleyiciyi yalnızca sanatsal tahayyüller üzerinden kompleks niteliklerle hayran bırakmak için değil, oyalamak ve eğlendirmek için de yazılır. Müzik kompleks olmak zorunda değildir, abartılı olmak, ekstrem olmak zorunda değildir. Tekrarlamalı malzeme kıt ve kısır kalmazsa basit de olabilir, hatta bu basitlik daha çarpıcı bir etki yaratabilir.

Origin’in albümlerini, özellikle “Antithesis” albümünü, seçkinciler tarafından küçük görülen albümler durumuna sokan karakteristikler, gücünü ve çarpıcılığını aldığı asıl karakteristiklerdir. Technical death metal gruplarının sık sık alışılmadık zaman ölçüleri kullandığı, rifleri tekrarlayıcı pasajlardan kaçındığı, karmaşık davul vuruş motiflerini tercih ettiği bir muhitte aynı türde çalıp bunların tam tersini yapan bir gruptur Origin. Birbirlerinden ufak tefek farklılıklar taşıyan her albümlerini bu anlayışla yapan grup, nihayet “Antithesis” albümünde zirvelerine ulaşmıştır. Stillerini değiştirmezlerse bu albümden daha iyi bir albüm nasıl yazarlar bilmiyorum, hayalgücüm buna izin vermiyor, ama her seferinde aynı stille bir öncekinden daha ustalıklısını ve başarılısını sundukları için fazla endişeli de değilim.

“Antithesis”de bütün enstrüman müzikleri formülatiktir; enstrümanların birbirlerine sağladıkları uyum belirleyici, sistematik, kapsayıcı bir müzik tasavvuru üzerinden oluşturulur. Bu müzik tasavvuru ritmik, ölçülü, düzenli pasajlar yazmayı öngörür. Hız, üzerinde odaklanılan öğelerden biridir ve çoğu zaman yüksek hız tercih edilir. Caz müzik elementlerini, progresif öğeleri yadsıyıp çoğunlukla hikayeci olmakla birlikte nakaratları tamamen dışlamayan şarkı yapılarını benimsedikleri için müzik ilk dinleyişlerde monoton, yavan ve birbirinin aynı gibi görünse de daha sonra ödüllendirici olacaktır; çünkü müzikleri her şeyden önce kolay alışılabilir, eğlendirici, ilgi çekici niteliktedir. Bu nitelikleri sağlayan en temel öğeler, albüm boyunca özellikle bir basit zaman ölçüsünü, özellikle pop müzikte yaygın 4/4 ölçüsünü kullanmaları ve hemen hemen her 4/4lük barda birbirinin aynı dört notaya çok hızlı, çoğunlukla tremolo tutmalı vurmaları ve pasajları ilk dinleyişte bile kısa bir alışkanlık sağlayacak kadar tekrarlamaları ve daima pasajların çift gitarla eşzamanlı ve eşnotalı çalınmasıdır. (4/4 ölçüsünü tercih etmeleri ve daha deneysel zaman ölçülerini pas geçtikleri için seçkincilerin eleştirilerine, ‘popçu bunlar!’ tarzı yakıştırmalara uğramışlardır). Ama tekrarlama malzemeyi kıt, sınırlı ve fakir bırakacak kadar uzun değildir ve malzemenin zaten genel olarak bol olması albümün çabuk tükenebilirliğini önler.

Sırf kabiliyet gösterisi olsun diye değil, gerçekten müzikalitesi olan ve kendi içinde aynı tekrarlamacı formülatiği barındıran sololar, pinch armonileri ve arpejler, müziğin tek yönlü, monoton, tahmin edilebilir gitmesini önleyip ona çeşitlilik kazandırır. Bu albümü önceki albümlerinden ayıran ufak tefek farklılıklardan biri de ürkütücü, uğursuz, esrarengiz bir tınısı olan arpejlerin bu albümde daha sık kullanılmasıdır; bir pasajda aynı arpejin üst üste yalnızca farklı bir iki nota çeşitliliğiyle çalındığına tanık olurken pasajın tamamına ve bu ucubik arpejlere hakim olup kulağımızın bundan hoşlandığına şaşkınlıkla şahit olabiliriz. Vuruşlar Meshuggah’ı aratmayacak kadar dakiktir; bunu söylemekle, albümleri övmeyip yalnız niteliklerini sıralayan acemileri eleştirdiğim şeyle aynı şeyi yapmış oluyorum, ama yine de grup elemanlarının yalnız kendilerine has olmayan bu ustalıklarına hayranlığımı belirtmeden edemedim. Rifler sert, vahşi ve headbang kışkırtan death metal riflerinin dengeli, oturaklı, mükemmel kurgulanmış , basitleştirilmiş, başdöndürücü harmanlamalarıdır; üstelik “Antithesis”deki bazı parçalarda Nile’ın tercih ettiği, doğulu diyebileceğimiz rifler mevcuttur; Wrath of Vishnu ve Finite bu riflerin en belirgin numuneleridir.

Davul motifleri de bu müziği başarılı kılan asıl formüle bağlı kalacak şekilde davul setinin tekil elemanlarına üst üste aynı tekrarlayıcı vuruşlarla, karmaşıklıktan olabildiğince uzak duran basit izleklerle ve kulak aşinası blast beatlerle sağlanır. Hayli uzun süre hırlayabilen ve parçaların arasına girip ritmik bir çeşitlilik kazandırabilen vokaller zaman zaman çığlıklarla süslenir. Albümlerin prodüksiyonunda tını çok dengelidir, bir enstrüman diğerlerinin önüne geçecek şekilde daha berrak değildir, hepsi aynı berraklıktadır, bu her ne kadar ilk dinlediğimizde müziğin üst üste binip enstrümanların birbirlerinden ayırt edilmesini zorlaştırsa da (albümün adıyla aynı olan kapanış parçası olan Antithesis’in 05:28 – 05:55’e kadar olan kısmında öncül gitar ve davul aşırı hızlı bir pasaj çalmaya başladığından aynı kısımda ritim gitarın çaldığı ilgi çekici rifi duymak gerçekten zor olabilir mesela, equaliser ayarlarınızla oynayın) her enstrümana eşit imkan tanır –belki en boğuk kalan vokaller hariç; bir bilimkurgu filminin afişini andıran albüm kapağı death metal için alışılmadıktır; şarkı sözleri ise nükleer silahların kullanımı (Antithesis parçasının girişindeki ‘Ben artık Ölüm oldum, dünyaların yok edicisi’ cümlesi kutsal kabul edilen bir Hindu yazıtındandır ve Manhattan Projesi’nin direktörü J. R. Oppenheimer tarafından nükleer silahlara atftederek alıntılanmıştır ve şarkı sözleri de nükleer silahlara atıf yapar), öfkeli hinduizm tanrısı Vişnu, modern dünyanın salgın virüsleri, savaş gibi içerikleri insanların birbirlerini yok etme zaaflarını merkez alan apokaliptik, antihümanistik temalar üzerinden yazılmış olup, albümü bir konsept albüm sınıfına sokar. Üstelik albümde iddia edilenin aksine çeşitlilikler mevcuttur: epik ve majestik doğu ezgileriyle diğer şarkılardan ayrılan Wrath of Vishnu, Consuming Misery ve Finite şarkıları; Origin için alışılmadık bir şekilde biraz progresif bir şarkı yapısı yazımını barındıran Antithesis şarkısı; kara deliklerin zamansız korkutuculuğunu ima eden kısa, yankılı bir efekt interlüdü; farklı şarklı uzunlukları, bunlara örnek gösterilebilir.

Tınısını, tekrarlamalı ve hikayeci şarkı yapılarını, basit ama çarpıcı ve güçlü rif dalgalarıyla dolu tuhaf pasajlarını, beyninizi duyarsız bırakacak enerjik sertliğini sevmeyi tercih ederseniz, Origin, her zaman sırtınızı güvenle dayayıp dinleyeceğiniz ve her albümlerini bağımlılık derecesinde dinleyeceğiniz gruplardan biri olacaktır. Eğer hiçbir albümlerini dinlemediyseniz, stillerini en keskinleştirdikleri, mükemmelleştirdikleri bu son albümlerini, “Antithesis”i tavsiye ediyorum. Umarım sizi yanıltmam.

Ertuna YAVUZ

SINISTER’dan yeni albüm detayları

Sunday, October 3rd, 2010

Hollandalı death metal grubu SINISTER yeni albüm detaylarını açıkladı.

Legacy of Ashes” adlı albümü kapağı şöyle:

Albüm 10 Aralık’ta piyasa olacak.

DIMMU BORGIR “Dimmu Borgir”in orkestral icrasını yayınladı

Saturday, October 2nd, 2010

DIMMU BORGIR “Abrahadabra“nın mesajlarla dolu şarkısı “Dimmu Borgir”in orkestral halini yayınladı. Albüm kapağına tıklamak suretiyle 40 MB’lık bu dosyayı bilgisayarınıza indirmeniz mümkün.

Grup daha önce de “Gateways”in orkestral icrasını yayınlamıştı.

“Dimmu Borgir”in göndermelerle dolu sözlerini şuradan okumak mümkün.

AGATHOCLES’dan yeni albüm detayları

Saturday, October 2nd, 2010

Belçikalı kült mincecore grubu AGATHOCLES yeni albüm detaylarını açıkladı. “This is Not a Threat, It’s a Promise” adlı albümün olayı şöyle:

01. Black Tea
02. Houses Of Fraud
03. Straight Lane
04. Bits And Chips
05. Reduce The Pain, Refuse The Gain
06. People’s Property
07. Gaszilla
08. Soap And Joke
09. Hyvää Paivää
10. Financial Cris-Ass
11. Motherfucker (Swing That Axe)
12. Go With A Blow
13. Monkey Business
14. Troops Of Rhumania
15. Cut Off
16. God Save The Real Green Crocodile
17. Fangs Feasting On Funds
18. Cleptocracy
19. De Kiezer Heeft Nooit Gelijk
20. Aside
21. Ulkopuolinen
22. Stuck@Dumb.Com
23. More Patches Than Brains
24. Gallows Eve
25. After The Battle
26. Will Gone, Lobotomy Done
27. Manipulotiek

JAMES LABRIE – Static Impulse

Saturday, October 2nd, 2010

James LaBrie ilginç bir adam. Metal kamuoyunu geçtim, DREAM THEATER hayranlarından oluşan devasa ordu içerisinde bile tam anlamıyla benimsenememiş, sevmeyeni seveninden muhtemelen daha fazla olan bir vokalist. “Train of Thought” başta olmak üzere vokal tarzında yaptığı kimi değişiklikler, “sert adam” vokalleri, hırçın tatlar, çoğunlukla küçümsenmiş, kötü bulunmuş bir müzisyen. LaBrie’nin o tarz sert vokallerini sevmeyen bir insan olarak, yine de kendisinin daha sert şeyler söylemek istediği yönünde bir izlenimim her zaman vardı.

MULLMUZZLER’ın iki albümünü şöyle böyle seven, LaBrie’nin son albümü “Elements of Persuasion”ı ise bayık bulan biri olarak, “Static Impulse”a dair bir beklentim yoktu. Hatta dinler miydim o konuda bile şüpheliydim. Zira DREAM THEATER’ın son döneminden bayağı tiksinmekte ve LaBrie’ye de bir vokalist olarak ayrı bir hayranlık beslememekteydim.

Ancak beklenen olmadı. Ters köşeye yatırmak tabirinin ansiklopedik karşılıklarından biriyle vurdu James LaBrie. DREAM THEATER ve James LaBrie’yi bilip de, albümden ilk yayınlanan şarkı olan One More Time’ı duyduğunda şaşırmayan, öyle ya da böyle dumura uğramayan herhangi biri olduğunu zannetmiyorum. Bildiğin DARKANE veya SOILWORK tadında anlar barındıran şarkı, eminim ki herkese bir “Nooluyo lan?” dedirtmiştir. Sonradan yayınlanan ikinci ve üçüncü şarkılar da bu yönde olunca, bizlerde oluşan bu şaşırma ve sevinme perçinlenerek albüme yönelik merakımızı arttırdı.

Albüme dair yapılması gereken başlıca yorum, “Static Impulse”ın James LaBrie’nin imza attığı en sert iş olduğu yönünde. Burası kesin. Blast beat’ten tutun da, düşük akordlu gitarlara, brutal vokallere kadar James LaBrie adıyla bağdaştırmanın güç olduğu pek çok detay var albümde.

İlk söylemem gereken şu ki, bence James LaBrie albümden önce bir karar vermiş. Sert bir müzik yapmak istemesi bir yana, bu sertliğe uyacak vokali kendisinin değil de bir başkasının yapmasını istemiş olması albümün bence en büyük artısı. Bir vokalistin solo albümünde bir başka konuk vokalist barındırması çok da sık görülen bir şey değil, ancak belli ki LaBrie ortaya “Bakın DREAM THEATER’da bana kullandırtmadıkları sesim aslında ne kadar güzel, bir de kendi yazdığım vokal melodilerini görün hele” diye değil, “iyi şarkılar” yapmak üzere girmiş. Tıpkı solo albümünde gösteriş yapmaktan ziyade şarkı yazmayı amaç edinen Warrel Dane gibi. Bu noktada “Static Impulse” iki önemli rol üstleniyor.

Birincisi ve en önemlisi, “Static Impulse” James LaBrie için tam bir prestij albümü. Albüm öyle güzel noktalara dokunuyor ki, metal kamuoyunca nasıl görüldüğü ortada olan LaBrie bir anda artı puanlar topluyor. Bu tür müziği gerçekten seviyor olsun ya da olmasın, sırf son yıllarda yükselen bir trend olduğu için yapsın ya da yapmasın, “Static Impulse” LaBrie’nin tüm kariyeri içerisinde gayet önemli yer tutan bir iş diye düşünüyorum. Öyle ki, bu önem müzikâliteden ziyade tavır ve vizyon anlamında öne çıkıyor. Ancak albümün boş olmamasının nedeni sadece bu değil. Zira “Static Impulse” göstermelik bir sertlikle LaBrie düşmanlarının nabzına göre şerbet verme amacı da taşımıyor. “Madem DREAM THEATER’daki vokallerimi beğenmiyorlar, beni dev müzisyenler arasındaki daha az yetenekli adam olarak görüyorlar, ben de onların dilinden konuşayım” tarzı göstermelik bir göz boyama da söz konusu değil.

LaBrie bu yolculuğunda yalnız değil elbet. Bir kere, tüm promo foroğraflarından görüleceği üzere DALI’S DILEMMA insanı Matt Guillory’yle ortak bir çalışma yürütülmüş. Şarkıların yazımını da LaBrie’yle paylaşan, hatta vokal melodileri dışında muhtemelen albümün büyük kısmını yazan Guillory, klavyeler başında enfes bir iş çıkarmış. Bununla da kalınmamış, HALFORD basçısı Ray Riendeau ve manyak davulcu John Macaluso’yla (mesela ARK) çalışmışlığı olan gitarist Marco Sfogli da James LaBrie’nin yeni yüzünü yaratan insanlar arasına alınmış. Bu dörtlü dışında bir de kişisel kahramanlarımdan Peter Wildöer’in (DARKANE) davul başında oluşu, olayı bir anda farklı boyutlara taşımış. Farklı boyut derken, üstün insan Mike Mangini’ye saygıda kusur etmiyorum elbet; ancak albümün kaydığı tür gereğince, zaten hayvanoğluhayvan bir davulcu olan Wildöer “Static Impulse”a çok şey katmış. Zaten İsveç’te ne türde deneysel projelere dahil olduğunu (klasik müzik orkestrasıyla çalmak gibi) bilenler, performansına ve yavaş şarkılara da ne derece güzel uyduğuna şaşırmayacaklardır. Albümdeki brutal vokallerden sorumlu kişi de yine Wildöer. Tüm bu yeni tarzı en iyi kotaracak kişi olarak Jens Bogren gibi bir masa başı üstadının seçilmiş oluşu da, albümdeki Avrupai sound’un pekişmesindeki önemli sebeplerden.

Şarkılarda bu “modern metal” havası hep olsa da, yavaş şarkılar da yok değil elbet. Ancak onlar bile, LaBrie’nin DREAM THEATER’daki tekdüzeliğinin yanında gayet güzel işler olarak karşımıza çıkıyorlar. Bu da demek oluyor ki, James LaBrie DREAM THEATER’da kendisine çizilen (müsade edilen) yoldan daha fazlasını, daha varyasyonlusunu yapabilecek kapasitede bir insan. Sadece Just Watch Me ve I Tried’a bakınca bile, LaBrie’nin bu albümde başka bir motivasyonla, başka bir tutkuyla müzik yaptığını görmek mümkün. Adı DREAM THEATER gibi bir markayla özdeşleşmiş bir metal ikonunun “Ben “Mislead” diye bağırırken arkadan brutal vokaller girsin, bir yandan gitar sweep’lerle dolu bir solo atarken aynı anda davul da blast beat’in dibine abansın” türünden bir şey düşünmesi ve bunu gerçeğe dönüştürmesi, çok sık rastlayacağımız bir şey değil sanırım.

Uzun bir yazı oldu, ancak James LaBrie gibi yetenekli olmasına rağmen sürekli eleştirilen birinin bu tarz tutkulu (ya da en azından öyle gözüken) bir iş yapması hoşuma gitti. Kendisinin hayranı olmayan ancak DREAM THEATER’da teşkil ettiği yer ve aldığı -bence ve çoğunlukla- haksız eleştiriye karşı LaBrie’ye bir nebze olsun empatiyle bakabilen biri olarak, bu tercihinden dolayı onu takdir ediyorum. Lakin atıldığı bu yeni tarzın sevdiğim bir müzikâl yön oluşundan ziyade, sahip olduğu vizyon, ekibine kattığı müzisyen tercihleri ve öyle ya da böyle bir meydan okumaya giriştiğinden ötürü bir takdir bu.

Onu hep yetersiz gören ve “Ne yapalım, olduğu kadar” şeklinde yorumlayanların, muhtemelen bu albümü dinledikten sonraki hayretlerini hafif bir tebessüm altına gizlemek suretiyle diyecekleri gibi, “Helal be LaBrie” demeyi de görev biliyorum.

Adetim değildir ama, durumu özetler nitelikteki Just Watch Me’nin bir kısım sözüyle yazıyı noktalayayım.

This time I’ll do things differently
This time I will do it
Just watch me

EXODUS yeni albümünden üç şarkıya klip çektiğini ve üçünün de aşşşırı iyi olduğunu açıkladı
Bursalı hard rock grubu KARAMESAİ yeni şarkılarını sundu
Pasif Agresif, bir Wordpress marifetidir.