Seksenlerin sonlarında kurulan yüzlerce ABD’li grup, acayip bir ilham ve gazla 1988-1992 arasını manyaklık düzeyinde üretken ve yaratıcı bir döneme çevirmiş ve metal tarihinin yazılmasına katkıda bulunmuştu.
Bu gruplardan biri de ilk iki albümüyle doksanlar başındaki death metale, thrash metalden death metale geçişe büyük katkılar sunan MALEVOLENT CREATION’dı.
Mükemmel bir grup ismi, efsanevi Dan Seagrave imzası taşıyan etkileyici kapaklar, acımasız bir müzikal anlayış, harika bir ilk albüm olan “The Ten Commandments” ve ardından gelen “Retribution” ile grup bir anda çok hızlı bir giriş yapmış ve o yıllara imzasını atan isimlerden biri olmayı başarmıştı.
“The Ten Commandments”ı MALEVOLENT CREATION açısından ilginç kılan bazı durumlar var. Bunlardan biri gitarist Jeff Juszkiewicz’in sadece bu albümde çalıp gruptan ayrılması. Daha tuhaf olan, davulcu Mark Simpson’ın görünüşe göre tüm hayatı boyunca sadece bu albümde çalmış olması. Gayet de taş gibi bir davulculuk içeren “The Ten Commandments”ın ardından hiçbir gruba girmemiş, hiçbir albümde çalmamış ve metal defterini kapatmış gözüküyor.
Kasım 2015’te GRAVE’le birlikte çaldıkları İstanbul konserinde izledikten üç yıl sonra aramızdan ayrılan vokalist Brett Hoffmann’ın çok agresif bir performansa attığı albümde, sonradan adı çeşitli sansasyonlara karışan ve pek de sağlam ayakkabı olmadığını düşündürtecek işler yapan gitarist Phil Fasciana da elbette ki “The Ten Commandments”ın diğer bir ağır topu durumunda.
Albümü özel kılan unsurlardan biri bir yandan thrash metal ile death metal arasında seyreden, ancak nihayetinde death metal tarihinin en önemli klasiklerinden biri olmasını sağlayan çok atarlı, agresif yapısı. Grubun en büyük klasiklerinden biri olan “Premature Burial” başta olmak üzere albümdeki şarkıların genelinde çok ne yaptığını bilir bir anlayış var. Bunun oluşmasını sağlayan unsurlardan biri de Scott Burns elinden çıkan ve o dönemin klasik albümlerinin pek çoğunda gördüğümüz prodüksiyon. Grubun aceleci, agresif müziği bu prodüksiyon sayesinde daha da parlama ve öne çıkma şansı buluyor.
Tüm bunlar bir yana, “The Ten Commandments”ı önemli yapan ve albüme değer katan konulardan biri de “The Ten Commandments”ın çok çaktırmasa da temasal olarak bir konsept içerisinde ilerlemesi. Açılışı yapan “Memorial Arrangements”ta olaya özet geçen bir konuşma duyuyoruz ve ilgili kişinin çok lanetli bir biçimde son yolculuğuna uğurlandığını görüyoruz. Sonraki “Premature Burial”da bu kişinin henüz ölmeden gömüldüğünü, hatta vokallerin birinci tekil şahıs olarak verildiğini görüyoruz. Akabindeki “Remnants of Withered Decay”de ölüm sonrası yaşanan iç çalkantılar, arada “where is the Lord?” diyerek verilen çaresizlik gibi duygularla albüm kasıtlı olarak olmasa da bu şekilde yorumlanabilecek bir tema dâhilinde ilerliyor; en azından bir yere kadar.
Müzikal olarak MALEVOLENT CREATION bu albümde o dönemde yeşeren DEICIDE, MONSTROSITY, SINISTER gibi isimlerle bir kümede anılabilecek bir müzik yapıyor, ancak bir şekilde kendi kimliğini yansıtan bir dolu fikri de içinde barındırıyor. Misal “Injected Sufferage”a baktığınız zaman şarkının kendi içinde bir devinim içinde olduğunu, farklı fikirleri değişken ancak tutarlı bir üslupla yansıtabildiğini görüyoruz. Baştan sona sürükleyici, dinlemesi çok zevkli bir şarkı.
Bu gibi zekâ parıltılarının yanına eklenen türlü türlü hayvanlıklar, üst düzey müzisyenlik ve bir de Scott Burns imzalı prodüksiyonla “The Ten Commandments” death metal tarihinin en önemli 38 dakikalarından birine dönüşüyor. Death metal külliyatı, seksenlerin ortalarından günümüze uzanan 40 yıla yakın süreç ve türün evrimi düşünüldüğünde, “The Ten Commandments” kesinlikle adı anılması gereken, death metal tarihi dendiğinde bahsedilmeden geçilmeyecek işlerden biri.
En sevdiğim albümleri, bir de davulda Dave Culross olsaydı tadından yenmezdi.
İlk dinlediğimde Bursa Kız Lisesi önünde bekliyordum, dün gibi hatırlıyorum… walkman e kaseti taktım, öncesinde Unleashed – Where No life Dwells durakta ve belediye otobüsünde 2 defa baştan sona dinlemiştim. Çantamda Massacra – Enjoy the Violence da vardı ama buna elim gitti. Premature Burial’a kendimi öyle bir kaptırmışım ki baktım geçen kızlar gülüp duruyorlar. Kızı beklemekten de vazgeçtim bir anda, çıktım yokuştan ta yukarı taraflara, Temenyeri parkı diye bir yer, oturdum bir banka, akşama kadar çevirip çevirip dinledim.
@Scream Bloody Gore, anı gibi anı. Albümlerin böyle birkaç saatlik bir süreçle bile özdeşleşip yıllar sonra bile akla o anları getirmesini çok seviyorum. Benim de var böyle bir sürü an. Hatta spesifik tek bir yerdeki birkaç saniyelik anlar bile var.
Mesela Death – Pull the Plug = 2001 yılında Stockholm’deki parkta ağaçların altından güneşe baktığım tek bir an ahah. Ne zaman dinlesem dalların yaprakların arasından güneşe baktığım birkaç saniyelik bir an aklıma geliyor.
@Ahmet Saraçoğlu, sağolasın… 90′lardaki anılar çok net bende, ama askerlikten itibaren beynim küçüldü sanki, ondan itibaren çok net değil nedense.
En hassas anım Dismember – Like an Ever Flowing Stream kasetinin Tünay Akdeniz’den elime ulaşıp teybe taktığım zaman. Death Metal’e aşık olduğum andı, hemen gitarda çıkarmaya çalıştım. Death Project’in ölen bateristi Serhan’a dinlettiğimde o da aşığı olmuştu, Overrride the Overture stüdyoda prova ettiğimiz an ölümsüz benim için. Daha ne anılar, 90′ları çok özlüyorum, yandı içim, bir bira açayım.
İnceleme yayımlandığından beri düşünüyorum ama bu (katıldığım) espriyi kimin yaptığını, nereden duyduğumu hatırlayamadım. Kendisinden özür dileyerek kaynaksız biçimde aktarıyorum: “Bu heriflerin taktiğini anladım: Albümlerinin ilk üç parçası o kadar hayvani oluyor ki, geri kalanların Femalevolent Creation’a bağlamasını umursamadan dinliyorsun.”
En sevdiğim albümleri, bir de davulda Dave Culross olsaydı tadından yenmezdi.
İlk dinlediğimde Bursa Kız Lisesi önünde bekliyordum, dün gibi hatırlıyorum… walkman e kaseti taktım, öncesinde Unleashed – Where No life Dwells durakta ve belediye otobüsünde 2 defa baştan sona dinlemiştim. Çantamda Massacra – Enjoy the Violence da vardı ama buna elim gitti. Premature Burial’a kendimi öyle bir kaptırmışım ki baktım geçen kızlar gülüp duruyorlar. Kızı beklemekten de vazgeçtim bir anda, çıktım yokuştan ta yukarı taraflara, Temenyeri parkı diye bir yer, oturdum bir banka, akşama kadar çevirip çevirip dinledim.
28.01.2025
@Scream Bloody Gore, anı gibi anı. Albümlerin böyle birkaç saatlik bir süreçle bile özdeşleşip yıllar sonra bile akla o anları getirmesini çok seviyorum. Benim de var böyle bir sürü an. Hatta spesifik tek bir yerdeki birkaç saniyelik anlar bile var.
Mesela Death – Pull the Plug = 2001 yılında Stockholm’deki parkta ağaçların altından güneşe baktığım tek bir an ahah. Ne zaman dinlesem dalların yaprakların arasından güneşe baktığım birkaç saniyelik bir an aklıma geliyor.
28.01.2025
@Ahmet Saraçoğlu, sağolasın… 90′lardaki anılar çok net bende, ama askerlikten itibaren beynim küçüldü sanki, ondan itibaren çok net değil nedense.
En hassas anım Dismember – Like an Ever Flowing Stream kasetinin Tünay Akdeniz’den elime ulaşıp teybe taktığım zaman. Death Metal’e aşık olduğum andı, hemen gitarda çıkarmaya çalıştım. Death Project’in ölen bateristi Serhan’a dinlettiğimde o da aşığı olmuştu, Overrride the Overture stüdyoda prova ettiğimiz an ölümsüz benim için. Daha ne anılar, 90′ları çok özlüyorum, yandı içim, bir bira açayım.
İnceleme yayımlandığından beri düşünüyorum ama bu (katıldığım) espriyi kimin yaptığını, nereden duyduğumu hatırlayamadım. Kendisinden özür dileyerek kaynaksız biçimde aktarıyorum: “Bu heriflerin taktiğini anladım: Albümlerinin ilk üç parçası o kadar hayvani oluyor ki, geri kalanların Femalevolent Creation’a bağlamasını umursamadan dinliyorsun.”
28.01.2025
@Seyfettin Dursun, metalde baba şakalarının yeri ve önemi.
29.01.2025
@Ahmet Saraçoğlu, haha baba ve homofobik:)