# - A - B - C - D - E - F - G - H - I - J - K - L - M - N - O - P - Q - R - S - T - U - V - W - X - Y - Z

Archive for 2010

Yeni RUSH single’ından ilk tınılar

Tuesday, June 1st, 2010

RUSH, şuradan duyurduğumuz yeni çift single’ı “Caravan / BU2B“deki iki şarkının tadımlıklarını halka açtı.

Caravan

BU2B

NEVERMORE – The Obsidian Conspiracy

Tuesday, June 1st, 2010

Zor olacak.

Muhtemelen daha önceki yazılarda da demişliğim vardır, ama yine diyeyim. Dinlediğimiz müziği en genel anlamda düşündüğümüzde, bir müzik türü olarak heavy metalden bahsettiğimizde, bence yeryüzündeki en üstün grup NEVERMORE’dur.

Metal dünyası sayısız muhteşem grupla doludur. İçinde brutal vokallilerden blast beat’lilere, koro vokallilerden yerel enstrümanlılara kadar envayi çeşit grup ve bu grupların oluşturduğu çeşitli fraksiyonlar vardır. İşte tüm bu zenginlikleri barındıran bu müziğin, alfabetik anlamdaki karşılayıcıları arasından, diğer tüm gruplardan üstün gördüğüm tek grup, NEVERMORE’dur.

NEVERMORE hayatta en sevdiğim grup değil. Zaten “En sevdiğim grup şudur!” diyebileceğim bir favori grubum da yok. Ancak biri bana gelse ve “Heavy metal diye bir şey hakkında en ufak bir bilgim yok, bana bir şey dinlet” dese, ona dinleteceğim grup büyük olasılıkla NEVERMORE olur.

Kısacası NEVERMORE; taptığım, sırf parçalarını çalabilmek uğruna 7 telli gitar aldığım, albümlerini baş köşeye koyduğum, her şarkısını sayısız kere dinlediğim, bir ay sonraki konserde de muhtemelen zevkten kendimi kaybedeceğim bir gruptur.

Ancak hayat her zaman istediğimiz gibi değildir.

Gelmiş geçmiş en görmezden gelinen gruplardan biri olarak gördüğüm NEVERMORE, artık kendi suçları mıdır yoksa Century Media’nın yetersizliğinden midir bilmem, bence hak ettiği değeri hiçbir zaman görmemiş bir gruptur. Beş yıl önceki “This Godless Endeavor”a dek, grubu dinleyen insan bulduğunuzda sevinecek kadar az takdir gören NEVERMORE, o albümle birlikte biraz olsun kilidini kırmış, daha bilinir olmuş, ancak elbette ki festivallerin güneşli saatlerinde sahne alma durumunu değiştirememişti.

Beş yıllık aranın ardından karşımıza çıkan “The Obsidian Conspiracy”den beğenimize sunulan ilk klipler, gerçekten de çok acayip bir şeyin geldiğini bize gösterir nitelikteydiler. Yine başka gruplarda duyamayacağınız türde hayvan rifler, Warrel’ın yeri yerinden oynatan nakaratları, bana göre metal dünyasının tartışmasız en iyi gitaristi olan Jeff Loomis’in parmaklarından çıkan akıl almaz sololar, hepsi kısa bir süre sonra elimizin altında olacak, aylar, yıllar boyunca kulaklarımızı işgâl edeceklerdi.

Peki ya sonuç?

“The Obsidian Conspiracy”, isteyenle yarışabilecek düzeyde sevdiğim ve bildiğim NEVERMORE’un, son on küsür yıldaki muhtemelen en ortalama albümü.

Bunun sebeplerini düşünmek istersek, garip bir durumla karşılaşıyoruz. Öncelikle bir önceki albümden bu yana geçen süre düşünüldüğünde, grubun “The Obsidian Conspiracy”yi aceleye getirme gibi bir durumunun olmadığı açık. Her ne kadar arada Loomis ve Dane’in solo albümleri çıkmışsa da, “The Obsidian Conspiracy”nin büyük kısmının muhtemelen çok önceden hazır olduğunu sanıyorum. Albümdeki şarkılara bakınca, NEVERMORE’dan alışık olduğumuz şeylerin yanı sıra, gruptan pek duymadığımız şeyler de karşımıza çıkıyor. Bu sebepten dolayı albüm, kimi dinleyicilerin ölüp biteceği, kimilerininse hiç hoşlanmayacağı anlar, hatta parçalar barındırıyor.

Önce olumsuz kısımlardan başlayarak, albümü ortalama buluşumun altyapısını hazırlayayım. Bir kere NEVERMORE, çok güçlü, çok zengin ve çok sert bir müzik yapıyor. Güçlü prodüksiyonla birleştiğinde ölümcül olan bu sound, ilk dinlemelerde, gazınızı alana kadar olan süreçte size eksikleri görmekten alıkoyan bir duvar örüyor ve albüm boyunca “Ohaaa!”, “Yuuuuh!” gibi coşma, gazdan gaza koşma emareleri gösteriyorsunuz. Bu balayı süreci bittiğinde ise, bazı şeyler yerine oturmaya başlıyor ve “The Obsidian Conspiracy”deki eksikler dikkatinizi çekmeye başlıyor. İki önceki açılış şarkısı Enemies of Reality ve bir önceki Born’da yaşadığınız kudurmayı, The Termination Proclamation’da yaşamadığınızı, bunun adı geçen diğer iki şarkı gibi yıllar sonra bile unutulmayacak bir NEVERMORE klasiği olmadığını anlıyorsunuz. Hâlâ sert, hâlâ her şeyiyle “NEVERMORE”, ama o dibinizi düşüren NEVERMORE müzikalitesini “o kadar da” yansıtamayan bir parça. Şarkılar ilerledikçe, eğer grubu tam anlamıyla sindirmişseniz ve sevginizi bastırıp objektif yorum yapabiliyorsanız, albümün bir NEVERMORE klasiği olmadığına, sadece gayet iyi bir albüm olduğuna dair düşünceleriniz de belirginleşiyor. Nakaratlar akılda kalıcılıklarını, rifler ve sololar özgünlüklerini sürdürseler de, bestelerin önceki birkaç albümle kıyaslandıklarında o denli güçlü olmadıklarını fark ediyorsunuz.

NEVERMORE diye kendini yırtan biri için bunlar kurulması zor cümleler olsalar da, ne yazık ki duygusal davranmanın yeri değil.

Dediğim gibi “The Obsidian Conspiracy”de hem çok sevilebilecek, hem de rahatsız edebilecek şarkılar var. Daha şimdiden And the Maiden Spoke’a ölüp biten insanlarla karşılaştığım gibi, şarkıyı dayanılmaz bulan ve dinlemeden geçen insanların yorumlarını da okudum. Aynı şekilde klip parçası Emptiness Unobstructed’ı grubun yazdığı en güzel şarkı olarak görenler olduğu gibi, parçayı NEVERMORE’un kitlesini arttırmak için yaptığı bir deneme olarak yorumlayanlar da var.

Bu gibi şeyler, “The Obsidian Conspiracy”yi önceki pek çok albüm gibi üzerinde uzlaşılan, “Tamam hacı bu albüm olmuş” dedirten bir iş olarak görmemizi engelliyor. Böyle bir uzlaşı olmadıkça, o albümün grubun kariyerindeki bir mihenk taşı olduğundan söz etmemiz de mümkün olmuyor.

“The Obsidian Conspiracy”nin iyi kısımlarına baktığımızda da karşımıza epey fazla şey çıkıyor. Bir kere albümdeki müzisyenlik tek kelimeyle kusursuz. Loomis’in taklit edilemez tarzı, kattığı birtakım başka etkilenimlerle (mesela Your Poison Throne’un enfes solosu) daha da bir tadından yenmez hale gelmiş. Warrel Dane’in yıllandıkça tanrılaşan sesi ve eşsiz yorumu, her zamanki gibi grubun tüm kimliğini yansıtır nitelikte. Dane her zamanki gibi, sesine hem bilgeliği, hem psikopatiyi, hem de şizofreniyi katabilen belki de yegâne vokalist. Bir YouTube yorumunda da dendiği gibi: “Beynim bana kötü şeyler yapmamı emrettiğinde, bunları bana Warrel Dane’in sesiyle söylüyor”. Konuya dair bundan daha güzel bir betimleme olabileceğini sanmıyorum.

Grubun görev adamı hüviyetindeki Jim Sheppard ve hep geri plana itilmesine rağmen bence metal dünyasının sayılı davulcularından olan Van Williams da müzisyenlik adına kusursuz performanslar sergiliyorlar.

Enfes de bir paketle gelen albümün genel havasına baktığımızda da karşımızda gayet karanlık bir tablo görüyoruz. The Day You Built the Wall’un kimi yorumlarda eleştirilse de bence muhteşem olan nakaratından, The Blue Marble and the New Soul’un “…Stare into the sky with newborn perfect eyes…” kısmındaki enfes vokal yorumuna, albüm gayet karanlık melodilerle dolu. Diğer yandan hayatımda duyduğum en iyi köprülerden birine sahip olan Emptiness Unobstructed’ın “…And I will say once more, the world is still a spinning ball of confusion that no one understands; within the cold absolute, the cold brutal truth, there is a pained angel” kısmındaki damar ötesi yorumundan, She Comes in Colors’ın “o rifine” kadar, albüm daha ilk dinlemeden gülümseten, coşturan, delirten anlara da sahip.

Biraz uzun oldu ama böylesine sevdiği bir grubun yeni albümünü yorumlama şansı, insanın eline her zaman geçmiyor. Sonuç olarak, diğer pek çok grupla kıyaslandığında önüne gelen albümü ezebilecek güçteki “The Obsidian Conspiracy”, konu NEVERMORE’un kendi portföyü olduğunda, bence bu puanı hak ediyor. NEVERMORE, istese de kötü albüm yapamayacak gruplar birliğinin önde gelenlerinden biri olarak, “The Obsidian Conspiracy”de de kötü bir iş çıkarmamış, ancak kapasitesinin ve önceki başyapıtlarının gerisinde kalan bir ürün ortaya koymuş diye düşünüyorum.

Dediğim gibi, bir NEVERMORE klasiğini yorumluyor olabilmeyi inanın çok isterdim, ancak yazının ilk paragrafı göz önünde bulundurulduğunda, yapabileceğim en objektif yorum bu.

DIO’nun cenaze töreni

Tuesday, June 1st, 2010

İki hafta önce kaybettiğimiz, heavy metal tarihinin en önemli vokalistlerinden RONNIE JAMES DIO’nun cenaze töreninden ilk fotoğraflar yayınlandı.

Törene, DIO’nun yakınları ve müzik çevreleri dışında 1.200 müziksever katılmış, daha fazlası da törenin yapıldığı mekanın dışına kurulan monitörlerden töreni izlemiş.

Törende aynı zamanda Geoff Tate (QUEENSRŸCHE), Glenn Hughes (BLACK SABBATH, DEEP PURPLE), Paul Shortino (QUIET RIOT, ROUGH CUTT), Joey Belladonna (ANTHRAX), John Payne (ASIA), Oni Logan (LYNCH MOB), Claude Schnell (DIO) ve Scott Warren (HEAVEN & HELL, DIO) gibi birçok ünlü isim de performanslar sergilemiş.

Diğer yandan, tören sırasında beklenen olmuş ve aşırı dinci Westboro Baptist Church (WBC) törene gelerek provokatif söylemleriyle törene katılanları taciz etmeye çalışmış. “Dio Cehennemde”, “Tanrı Buradaki İbnelerden Nefret Ediyor”, “Tanrı Amerika’dan Nefret Ediyor”, “Ölüye Tapmayın” ve “Cehenneme Gideceksiniz” gibi pankartlar taşıyan grup, DIO’nun eşi Wendy’nin de hayranlardan rica ettiği üzere fiziksel bir tepkiyle karşılaşmamış.

Bunun yerine, hayranlar da gruba “Thor Sizin Tanrınızı Müslüman Cehenneminde Öldürecek” ve “Gnome’lar WBC’den Nefret Ediyor’” gibi esprili pankartlarla karşılık vermişler.

DAN SWANÖ – Moontower

Monday, May 31st, 2010

Dan Swanö. Metal dünyasının durmak bilmeyen müzisyeni. Durmuyor arkadaş. Hakikaten durmuyor. Müzisyen veya yapımcı olarak yer aldığı proje sayısı gerçekten de korkutucu boyutlarda bir insan. Aynı gün içerisinde yedi farklı proje başlatabilen, her türlü enstrümanı yeterli şekilde çalabilen, yer aldığı her projeye bir şekilde kendinden bir şeyler katabilen bir insan.

Bu yazıyı kısa tutma niyetindeyim, zira albüm… Neyse devam edelim, niyesi görülür az sonra.

Sadece şirket kaktırması sonucunda saçma sapan bir şekilde çıkarılan Dan Swanö’lü son EDGE OF SANITY albümü “Infernal”ın ardından gruptan ayırlan Swanö, kendi ayakları üstünde durmaya başladığı bu ilk ve tek ürününü 1999′da çıkarmıştı.

Öncelikle albümdeki müzisyenlerden bahsetmek istiyorum. Gitarlarda ve davullarda ve baslarda ve klavyelerde ve vokallerde Dan Swanö son derece iyi bir performans sergiliyor.

Biraz da prodüksiyondan söz edelim. Dan Swanö’nün evinde kaydedilen albümde, tüm kayıtlardan sorumlu olan Dan Swanö, gayet başarılı bir iş çıkarmış.

Bunu da hallettikten sonra, albüm kapağına değinmek istiyorum. Gayet güzel ve akılda kalıcı bu kapakta, Dan Swanö’nün gözü, bir hayli iyi bir performans sergilemiş.

Şimdi olaya girelim. “Moontower” için şöyle diyor Swanö: “RUSH yetmişlerde death metal çalsaydı, herhalde böyle bir şey olurdu.” Katılmamak elde değil. Özellikle klavye tonlarıyla sağlanan yetmişler sound’u ve bu şekilde yakalanan progresif rock atmosferi, “Moontower”ın muhtemelen duyduğunuz her şeyden farklı bir hava barındırmasını sağlıyor. Distortion’ları çıkarılsa gayet progresif rock olabilecek rifler, Swanö’nün her türlü vokalde devleştiği performansıyla birleşince, ortaya çok özgün bir müzik çıkıyor.

İçeriğine indiğimizde, Swanö’nün yeteneklerini bize birer birer döktüğü şarkılarla karşılaşıyoruz. “Moontower”ın en güzel tarafı, bir solo proje olmasına rağmen içinde en ufak bir kendini gösterme veya ego tatmini barındırmaması. Tüm albüm boyunca, sadece birbirinden güzel şarkılar dinliyor, Swanö’nün müzikâl birikimine bire bir tanık oluyorsunuz. Müzisyenlik namına hiçbir eksiği olmayan albümde, Swanö’den en ufak bir öne çıkış, en ufak bir “Bak nası çalıcam şimdi iyi dinle” görmüyorsunuz. Hafız oturmuş, bestelerini yapmış, sonra da belli ki kayıt masası başında keyfine göre şarkılar üzerinde oynadıkça oynamış. Sonuçta da ortaya, üstadın bu müziği ne kadar iyi bildiğini gösterircesine, bir an bile sırıtmayan, şahane bir albüm çıkmış.

Dediğim gibi bu sefer çok uzatmak niyetinde değilim. Zira bu albüm ne bir amaç için yapılmış, ne bir kendini ispat çabası barındırıyor, ne şarkı sözlerinde bir konuya dair eleştirel bir hedef barındırıyor, ne de hayran ve basından gelen yorumlardan etkilenerek yapılmış bir müzik barındırıyor. “Moontower” Dan Swanö’nün bundan on küsür yıl önceki saf yaratısını, içindeki müzikâl birikimini ve dehasını, en katıksız haliyle sunduğu, yüzde yüz samimi, yüzde yüz “gerçek” bir albüm.

Dinleyin.

ATHEIST’ten sevindirici haber

Monday, May 31st, 2010

Teknik death metalin efsanevi ismi ATHEIST nihayet işe koyuluyor.

Grup yaptığı açıklamada, merakla beklenen dördüncü ATHEIST albümü için Temmuz ayında stüdyoya gireceklerini ve her ne kadar grubun eski hayranları buna inanmayacaksa da, yeni albümün ATHEIST’in şimdiye kadarki en güçlü ve önemli albümü olacağını söylemiş.

Hadi hayırlısı.

PRIMAL FEAR’dan DVD

Sunday, May 30th, 2010

Alman power metal/heavy metal grubu PRIMAL FEAR yeni bir DVD çıkarıyormuş.

2 Haziran’da piyasaya çıkacak olan “16.6 – All Over The World”ün detayları şöyle:


* Before The Devil Knows You’re Dead
* Under The Radar
* Battalions Of Hate
* Killbound
* Nuclear Fire
* Six Times Dead (16.6)
* Angel In Black
* Sign Of Fear
* Fighting The Darkness (a. Fighting The Darkness; b. The Darkness; c. Reprise)
* Riding The Eagle
* Final Embrace
* Metal Is Forever
* Hands Of Time
* Seven Seals (DVD only)
* Chainbreaker

DVD Bonus:

- Killbound
- Sign Of Fear
- Fighting The Darkness
- Six Times Dead (16.6)
- Metal Is Forever

DVD’den bir tadımlığa, DVD kapağından ulaşılabiliyor.

SOILWORK – Natural Born Chaos

Sunday, May 30th, 2010

SOILWORK’ün kırılma noktasından merhaba. İsveçli grubun melodik death metalden çıkıp da sonradan “modern metal” gibi gudik isimlerle anılacak yeni yolculuğuna başladığı albüm, grupla haşır neşir olan herkesin bildiği gibi “Natural Born Chaos”tu. Çıktığı dönemde pek çok dergiden/siteden yüksek puanlar alan ve ayın/yılın albümü seçilen bu tatlı şey, SOILWORK’ün ilhâm vereceği grup skalasını genişleteceği ve klonlarının oluştuğunu göreceğimiz geleceğinin de habercisiydi.

“Natural Born Chaos”un grubun kariyerindeki, en iyi olmasa da en önemli albüm olmasının arkasında, kel kafalı gözlüklü bir ibiş yatıyor. Kanada’nın metal dünyasına kazandırdığı sayılı isimlerden biri olan Devin Townsend, pek çok grubun olduğu gibi SOILWORK’ün de elinden tutmuş, onlara aslında ne yapabileceklerini, sandıklarından daha fazlasına sahip olabileceklerini göstermişti.

Bence kariyerlerinin en iyi albümü olan “A Predator’s Portrait”te kendini belli eden güçlü nakarat yazabilme becerisi, Townsend’in elinde SOILWORK’ün en büyük kozu haline gelmiş; SOILWORK, “iyi nakaratlar yazabilen bir grup” olmaktan çıkıp, “tüm şarkılarını nakarat üzerine kuran bir grup” halini almıştı. Elbette şarkıların nakarat haricinde de birer kimlikleri, içerikleri vardı, ancak ortada bariz şekilde hissedilen bir “şarkının başından itibaren o büyük nakarata hazırlık” durumu söz konusuydu. Bu durum, grubun sonradan eleştirilere hedef olacağı formülizelik ve aşırı planlı şarkı yapılarının da habercisiydi.

“Natural Born Chaos”ta kusursuz bir hal alan kayıt ve prodüksiyonun bir yansıması olarak, SOILWORK son derece steril ve kimi yorumlarda suni bulunan bir sound’a kavuşmuştu. Bu sound, Townsend’in gruba benimsettiği benzer türde şarkı yapılarıyla da örtüşünce, ortaya günümüze dek süregelen SOILWORK sound’u çıkmıştı.

Albüme şöyle bir baktığımızda, hedeflenen ve başarılı da olunan bir hit şarkı yazma çabası görüyoruz. Şarkılar, nakaratlarındaki clean vokallerin akılda kalıcı oluşları sayesinde duyulduğu anda akla kazınıyor ve bu sayede “Natural Born Chaos”u daha ilk dinlemenizde dahi sindirebiliyor, favori şarkılarınızı seçebiliyorsunuz. Grubun halihazırdaki klavyecisi Sven Karlsson’un da gruba katıldığı albüm olan “Natural Born Chaos”, klavyeyle arası gayet iyi olan Devin Townsend’in yönlendirmeleri dahilinde bu enstrümanın o güne kadarki en etkin kullanıldığı SOILWORK albümü olarak da öne çıkıyor.

Aynı yıl çıktığı ve amaçladığı benzer hedefler düşünüldüğünde açık ara solladığını düşündüğüm “Reroute to Remain”de yapılmak istenen kimi şeyleri, istemekle kalmayıp yapan “Natural Born Chaos”, 2000′lerin başlarından günümüze dek fışkırırcasına artan nakarata abanmalı grup akımının da hem en iyi uygulandığı, hem de en çok önem taşıyan albümlerinden biriydi. İsim versem en azından yedi tanesini söylemeden geçemeyeceğim düzeyde başarılı şarkılar içeren albümü, grubun önceki ve sonraki işleri arasındaki keskin ayraç olması, en çok övülen ve açık ara en çok satan ürünü olması sebebiyle, METALLICA’nın siyah albümüne benzetebiliriz. Yine benzer şekilde grubun Devin Townsend’la çalışmaya başlaması da, METALLICA’nın siyah albümle birlikte mutluluğu Bob Rock’ta aramasına atfedilebilir.

Çoğunluğun aksine “Figure Number Five”ı seven bir kişi olarak, bu iki albümü de farklı açılardan birbirine denk görüyorum. Ekstrem durumlar haricinde grupların sound’larında yumuşama yapmasını davayı satmak olarak görmeyen biri olarak, “Natural Born Chaos”u da, grubun bir daha geçemeyeceğini düşündüğüm “A Predator’s Portrait”in arkasından gelen bir satış olarak görmüyorum. Şu anki konumuna bakıldığında, SOILWORK’ün böylesi bir yola kayma kararı, muhakkak ki doğru bir seçimdi ve zaten grubun nerelerden nerelere geldiğini de hepimiz biliyoruz.

Melodik death metal ve bu tür altındaki grupların death metalden uzaklaşması sonucunda yaratılan “modern metal” tabirinin anlam bulduğu, adımlarını attığı albümlerden biri olan “Natural Born Chaos”u, grubun yıllar içindeki değişimini görmek ve eski ile yeni SOILWORK arasındaki köprüyü algılamak adına, grubun karakterini en iyi yansıtan albüm olarak nitelemekte sakınca görmüyorum.

BLEEDING THROUGH’dan yeni klip

Sunday, May 30th, 2010

Kendi adını taşıyan yeni albümünü kısa bir süre önce çıkaran metalcore grubu BLEEDING THROUGH, albümden “Anti-Hero” adlı parçaya çektiği klibi yayınladı.


Başka bir şey olmadı.

İki önemli müzisyenden ortak proje

Saturday, May 29th, 2010

Sağlık sorunları nedeniyle OPETH`ten ayrılmak zorunda kalan eski OPETH davulcusu MARTIN LOPEZ ile metal dünyasının en önemli bas gitaristlerinden STEVE DIGIORGIO, yeni bir proje başlatıyorlarmış.

SOEN adlı proje için şarkı yazımına başlayan ikili, SOEN`un melodik, sert, değişken ve başka kimseye benzemeyen bir müzik yapacağını söylemiş.

SOEN`un vokalisti WILLOWTREE grubundan Joel Ekelöf, gitaristi ise Kim Platbarzdis adlı bir müzisyenmiş.

Bekleyelim görelim.

FIREWIND yeni albüm ismini açıkladı

Saturday, May 29th, 2010

Yunanistan’ın power metaldeki gururu FIREWIND, bu sonbaharda çıkacak yeni albümünün adını “Days Of Defiance” olarak açıkladı.

Bilindiği gibi grubun gitaristi GUS G., bir süredir OZZY OSBOURNE gitaristi olarak da görev yapıyor. Bilmiyorduysanız da hiçbir şey için geç değil.

1349 – Demonoir

Saturday, May 29th, 2010

Demon… Noir… Kara Şeytan.

Şeytan denen şu keçi kılıklı arkadaş ne renk bilmiyorum, ama 1349′un, adını almasına vesile olan veba kadar “kara” olduğunu çekinmeden söyleyebilirim.

Albüm çıkarmaya başladıkları 2003′ten beri adları süratle, kaosla, karanlıkla anılan 1349, Norveç black metalinin hem underground kilidini kıran, hem de ayakta kalan ve tehditkârlığını koruyan sayılı oluşumlarından biri olarak göze çarpıyor. Himayesinde oldukları Tom G. Warrior (eski-CELTIC FROST, TRIPTYKON) elinden çıkma albümleriyle, her seferinde Amerika’lara kadar gitmeyi ve kitlelerini genişletmeyi başarıyorlar.

2005 çıkışlı “Hellfire”la kendi kariyerindeki ilk kilometre taşını döşeyen grup, “Hellfire”ın ekmeğini yeterince yedikten sonra, farklı tepkiler alan ve çoğunlukla yerden yere vurulan dark ambient soslu “Revelations of the Black Flame”i çıkarmıştı. Farklı mecralara akma yolundaki bir deneme olan bu albüm, bazılarına göre amaçladığı farklı yapıyı gayet iyi yansıtıyor, kimileri içinse alışık olunan 1349′a uymadığı için başarısız bir deney olmaktan öteye gidemiyordu.

1349 gelen tepkileri önemsemiş olacak ki, “Revelations of the Black Flame”in çıkışından bu yana bir yıl dahi olmamışken, “Demonoir”ı sürdü piyasaya.

“Abi bi öncekinde fena sıçtık baksana millet tiskindi albümden, acilen köklere dönmemiz lazım ne diyosun hacı tamam mı hadi yapıyoruz bu işi” türevinde bir diyalog geçti mi bilmem, bu yüzlerinden nur akan sevgi ve iyi niyet gönüllüleri arasında. Ancak grubun “Revelations of the Black Flame”deki uçarılığı törpülediği ve kendini aslen sevdirdiği mecralara geri döndüğü de hemen fark ediliyor. Black metal aleminin icrası en zor müziklerinden birini yapan 1349, “Demonoir”da da bu özelliğinden taviz vermemiş ve başta Frost’un insan üstü davulları olmak üzere harika bir müzisyenlik sergilemiş.

Albümde göze çarpan ilk şey, grubun hayran ve basın baskısı sonucunda tam bir geri adım atmamış olması. “Revelations of the Black Flame”de grubun sıkı hayranlarınca eleştirilen atmosferik pasajlar, kapkaranlık ses yığınları, “Demonoir”da da var. Ancak bu kez, şarkılar bu ambiyans parçacıklarından nasiplerini almamış, bilâkis bu pasajlar her bir şarkının arasına giren ufak intro’cuklara dönüşmüşler. Bir intro bir şarkı formülüyle ilerleyen albümde, bu intro’ları arka arkaya koyup dinlediğinizde, adeta sesle yaratılmış on dakikalık bir karanlık elde ediyorsunuz. Sıkılan bu intro’ları geçer elbet, ancak Tunnel of Set başlığı altındaki bu yedi pasaj, gerçekten de insanın içini üşüten anlar barındırıyor.

Şarkılara baktığımızda grubun tam anlamıyla kaosun müziğini yapmaya çalıştığını hissediyorsunuz. Çoğu black metal grubunda alışık olmadığımız türde progresif ve değişken bir yapı benimseyen şarkılar, amaçlanan kaotik havayı beslemek adına bir hayli farklı denemelere girmekten kaçmıyorlar. Misal Ravn’ın soğuk nefesiyle açılan Atomic Chapel’ın ortasındaki atonal piyanolar, bunun en güzel örneklerinden biri. Çalan müzikten bağımsız olarak giren ve bir melodiden ziyade gergin bir partisyonla zaten var olan kaosu daha da arttıran piyano, yanmakta olan kadife bir kumaş gibi, şarkıyı adeta dramatik anlamda besliyor. Kısa, ancak akıllarda yer eden bir fikir.

Frost’un el ve ayak bileklerini epey aşındıran blast beat’lerin gırla gittiği albümde tür içerisinde yer alan binlerce grubun sırf “soğuk olsun diye yazılmış” türde klasik black metal melodilerini, partisyonlarını görmek pek mümkün değil. Daha ziyade, ortada hoşa gitme, beğenilme gibi bir derdi olmayan, tek amacı yıkmaya, yok etmeye gelmiş gibi hissettiren bir güç, bir manifesto var. “Demonoir” 1349′un en iyi işi mi tam emin değilim, ancak karşımızda bu yılın en özenilmiş, büyük emek sarf edilmiş albümlerinden biri olduğu da açık.

Sizi bilmem ama, en genel anlamda metalin, “sanat eseri” kimliğine en çok yaklaştığı tür olarak black metali görürüm. Elbette her türün kendine göre sanatsal, görkemli anları vardır. Ancak black metalin, içinde beni bu tarz düşünmeye ittiği sanılabilecek senfonik yapılar, klavyeler, orkestralar barındırmadığında dahi sahip olduğu bir sanatsallık; kaosla, çirkinlikle boyanmış bir imgelem barındırdığını düşünürüm hep. Siz de bu tarz bir meydan okuma, notalarla örülmüş bir zifir arayışındaysanız, yazının başından beri tasvir etmeye çalıştığım kaosun fikrinden bile hoşlanıyorsanız, bu Kara Şeytan’a bir şans tanıyın derim.

NEUROSIS de eskileri anıyor

Friday, May 28th, 2010

Amerikalı acayip insanlar topluluğu NEUROSIS, 25. kuruluş yılı çerçevesinde, 1993 çıkışlı albümü “Enemy Of The Sun”ı yeni bir kapakla tekrardan piyasaya sürüyor.

01. Lost
02. Raze The Stray
03. Burning Flesh In Year Of Pig
04. Cold Ascending
05. Lexicon
06. Enemy OF The Sun
07. The Time Of The Beast
08. Cleanse
09. Takehnase (demo)
10. Cleanse II (Canlı)

Albümden bir de şarkı verelim.

HELSTAR geçmişi geri getiriyor

Friday, May 28th, 2010

Amerikalı power/speed/thrash/heavy metal grubu HELSTAR, bir box-set çıkarıyor.

“Rising From The Grave” adlı set, grubun “A Distant Thunder” ve “Nosferatu” albümlerinin remastered hallerinin yanı sıra, bir de “Twas The Night Of A Hellish Xmas” adlı DVD’yi içerecekmiş.

HELSTAR’ın özellikle “Nosferatu” albümü, metal çevrelerince kült olarak kabul ediliyor. O çevreler kim bilmiyoruz, ama açıkçası biz de öyle kabul ediyoruz.

RUSH’tan yeni albüm adı ve single detayları

Friday, May 28th, 2010

RUSH, merakla beklenen yeni albümünün adının “Clockwork Angels” olacağını açıkladı.

Grup yakında albümden “Caravan” adlı parçayı da single olarak piyasaya sürecekmiş.

Single’da ayrıca yine yeni albümden “BU2B” adlı bir şarkı daha olacakmış. R2D2 gibi bir şey olsa gerek.

KoЯn – KoЯn

Thursday, May 27th, 2010

İki metal müziksever bir araya geldi mi -kaçınılmazdır metal muhabbeti alır başını gider.

Bu muhabbetlerin olmazsa olmazı da çeşitli klişe laflardır. “Metalika, and justice for all’dan sonra bitti yaea”, “Abii judass.. kırallar yaa!”, “Opeth’i seviyorum, ama slow’larını”, “Abi cavalera gittikten sonra sepultura bitti zaten”, “Brutal vokal ne yaa iyreenç”. Bunun gibi klişe cümleleri sonsuza dek uzatabiliriz. Hepsi öznel olan bu cümleler -ilginçtir karşıtlarıyla birlikte bu klişelerde yerini alır.

Korn da kıyısından köşesinden girdiği heavy metal kültürü içinde bu klişe laflarda kontrastı en yüksek olan gruplardan biridir. Metal müziği yozlaştırması, estetik yoksunu olması vs. gibi olumsuz eleştirilerin yanı sıra bir tür yaratan gruptur Korn; Kendinden sonra gelen, sevdiğimiz ya da sevmediğimiz bir çok gruba farklı şekillerde ilham kaynağı olmuş bir grup. Peki nedir bu grubu bu kadar özel yapan? Harika gitar melodileri ya da sololar mı? Muhteşem davullar mı? Şahane şarkı sözleri mi yazıyorlardı? Hayır, bunların hiç biri Korn’a ait özellikler değil. Korn demek bir bakıma Jonathan Davis demektir. Onun çocuksu nefreti, değişken, garip-orijinal vokali ve şarkılarında anlatmaktan bıkmadığı hikayesi Korn’u Korn yapan bazı şeylerden bir kaçıdır.

Grubun müzikal karakteristiğini oluşturan albüm, içinde metal, grunge ve hip-hop öğeleri taşımakla birlikte 2000′lerin başına kadar grubun yaptığı müziğin temelini oluşturuyor. Şarkılarda, kimi zaman enstrümanlarda ama çoğu zaman vokallerde ilginç olaylar var. Shoots and ladders’taki gayda kullanımı, bazı şarkılarda Jonathan Davis’in kendine has -gavurların “gibberish” dediği vokal tarzı, yine vokaldeki içi içine sığmayan benim şahsen samimi bulduğum öfkeli nüanslar, gitarların ve tabi bass gitarın garip tonları, tüm bunlar müziği daha ilginç hale getiriyor.

Albümde 13 şarkı var, ilk bakışta bazı şarkılar birbirini tekrar ediyor gibi görünse de az önce bahsettiğim nüanslardan dolayı farklarını ortaya koyuyorlar. Bu sebeple de hit diyebileceğimiz çokça şarkı var.

İlk şarkı Blind, fanlar arasında klasik kabul edilen, genelde konserlerde açılış şarkısı olan bir parça. “Are you ready?” diyerek büyük bir gazla başlıyor ve Jonathan Davis’in değişken vokalleriyle devam ediyor. Ardından gelen Ball Tongue hakikaten çok orijinal, insanüstü bir parça. Az önce bahsettiğim “gibberish” vokallerin ilk yapıldığı parça olmakla birlikte çok değişken kaotik bir atmosferi var. Ardından gelen Need to kimi zaman ağlamaklı kimi zaman içi içine sığmayan öfke dolu bir vokalle gazı hiç azaltmadan deva ettiriyor. Dördüncü sıradaki Clown, Faget ile birlikte Jonathan Davis’in ileride yazacağı bir çok şarkının ana teması olan konuları içeriyor.

Tüm şarkılardan tek tek bahsetmeyeceğim ama Shoots and Ladder’ın biraz üstünde durayım. Genelde dinleyici kitlesinin yaş aralığından dolayı Blind ve Faget bu albümde önde tutulsa da albümdeki iki favorimden biri Shoots and Ladders (diğeri Ball Tongue). Şarkı, albümdeki en farklı olan parça. Gayda ile başlaması, çocuk şarkısı gibi devam etmesi (çocuksu olması albüme bağlılığı artırıyor), tekrar eden öfkeli kısımlar, gibberish vokal ile içinde en çok varyasyonu barındıran şarkı diyebiliriz.

Son olarak Daddy sadece albümün değil grubun karakteristik şarkılarından biri. Yine bu albümde başlayan Clown-Faget ekolü gibi grubun kendi içinde oluşturduğu bir ekol. Bu şarkı da ileriki albümlerde Kill You, Dead Bodies Everywhere, Falling Away From Me gibi şarkıların habericisi oluyor.

Bitirirken (Sitede linç yemeden önce) şunları söyleyeyim. Korn tabii ki insanı irite edebilecek bir çok fana sahip (bkz: Munky’yi dünyanın en iyi gitaristi sanan kız) ve bunun gibi şimdi burada bahsetmeye gerek olmayan bir kaç şey var. Ama albümü sadece müzikal olarak değerlendirirsek orijinal, metal müzikte bazı kapıları açan, çeşitli yenilikler getiren bir albüm.

Enver YILMAZ

OZZY korkuttu

Thursday, May 27th, 2010

OZZY OSBOURNE, yeni albümü “Scream“in promosyonları kapsamında, ünlü balmumu müzesi Madame Tussauds’nun New York şubesinde bir korkutma aktivitesine girişmiş. Hep birlikte izliyoruz.

KILLSWITCH ENGAGE’den sevimli klip

Thursday, May 27th, 2010

KILLSWITCH ENGAGE, kendi adını taşıyan son albümünden “Save Me” adlı parçaya kilden bir klip çekmiş.

Klip, grubun vokalisti Howard Jones’un geçtiğimiz aylarda bir süreliğine ortadan kaybolmasına atıfta bulunuyor ve olayın perde arkasını gözler önüne seriyor.

KEEP OF KALESSIN – Reptilian

Wednesday, May 26th, 2010

Modern televizyonun en retro eğlencesi Eurovision’un bu topraklarda taşımaya devam ettiği değer hepimizin malûmu. Popüler müziğe olan katkıları herkesçe bilinen İngiltere’nin bile dalgasına katıldığı bu yarışma, ülkemiz için halen bir “konu” olmayı sürdürüyor. Malta’dan gelen halk oylarını açıklayan sunucu abinin gözlüğü bile bir konuşma konusu olabiliyor.

Yazının en gereksiz ama bahsedilmeden de edilemeyecek konusunu baştan vereyim de, sonradan araya girmesin. KEEP OF KALESSIN bu yılki Eurovision’da Norveç’i temsil etmek için yarıştı biliyorsunuz. LORDI’yle başlayan bu uçarılığın uzantılarından biri olarak, KEEP OF KALESSIN ve parçası The Dragontower, elemelerde gayet iyi bir oyla üçüncü olarak Norveç’i temsil etme şansını yitirdi, ancak Indie ile Nuclear Blast’ın götlerini yırtsalar yapamayacakları promosyonu da birkaç hafta içinde yapmış oldular. “Reptilian” ilk haftasında Norveç albüm listelerine 2 numaradan girdi; bu, listeye hep 1 numaradan giren DIMMU BORGIR’den sonra Norveç’te bir metal grubunun en iyi liste başarısıymış.

Eurovision olayı, grubun sıkı takipçileri ve metal savaşçıları tarafından aşağılama ve hakaretlerle karşılandı elbet. Black metal adı altında anılan bir grup nasıl olur da böyle rezil bir şey yapardı?

cCc PopChuLaR DıShaRı aq!!!!! cCc

Kimi yorumlara bakıyorum da, iyi bir albüm olduğu her halinden belli olan”Reptilian”ı sırf bu Eurovision olayı üzerine inşa ettikleri saçma sapan şekillerde eleştirebilmek için millet şekilden şekle girmiş.

Biz önümüzdeki maça bakalım. Başarılı olarak gördüğüm “Armada”nın ardından gelen “Kolossus”ta, aynen Güzide’nin dediği türde bir iş ortaya koyan ve kısmen de olsa epikliğini konuşturan KEEP OF KALESSIN, içinde doğruluk payı da barındıran bir tavırla hep hafif siklet olarak anıldı bugüne dek. Bunun asıl sebebini bilmiyorum, ancak en muhtemel sebep grubun patlama yapacak düzeyde ilgi çekici besteler yapmakta zorlanıyor oluşu olabilir. Grubun black metal ana başlığı altında melodik öğeleri de, thrash metal elementlerini de, death metale göz kırpan dokuları da, epiklik peşindeki vokal aranjmanlarını da bünyesinde barındırıyor oluşu, “KEEP OF KALESSIN sound’u” diye bir şeyle henüz tam anlamıyla karşılaşmamış oluşumuzun sebeplerinden biri olarak göze çarpıyor…

…du.

“Reptilian” bence KEEP OF KALESSIN’in “Armada”yı geçtiği bir albüm diyerek başlayalım. Grup sadece “ekstrem metal” olarak nitelenecek şekilde bir sıfatsızlık, bir sınıflanamazlık sergiliyor, fantazi dünyasıyla haşır neşir bu albümde. Thrash metalden hard rock’a, progresif metalden klasik müzik etkilenimlerine, dakikalarca süren blast beat’lerden sizi savaşa uğurlayan epik korolara, “Reptilian” içinde çok fazla şey olan bir albüm. Çok fazla şey barındırmak elbette ki iyi olmayı gerektirmeyen, hatta akıllıca yapılmazsa çok kötü yerlere gidebilecek bir durum, bunu biliyoruz. Ancak “Reptilian”ın bence iyi olmasının sebebi de bu dengeyi gayet iyi kurmuş ve kendi formülleri içinde kaybolmamış olması. Grubun lideri gitarist Obsidian Claw’un besteler üzerinde çok uğraştığı, albümdeki her şarkıdan okunuyor.

Hafif siklet dedik, dünkü çocuk dedik, kısa pantolonla dolaşırdı dedik. “Reptilian”da bu durum da biraz değişiyor. KEEP OF KALESSIN, tam anlamıyla başarmış diyemesek de, “Reptilian”la büyükler liginin kapısından içeri şöyle bir bakıyor. Elbet bir DIMMU BORGIR kademesine gelmeleri zor, ancak bu albüm için şu sıralarda turladıkları/turlayacakları Amerika’ya da ayak basmalarıyla birlikte, işler yavaş yavaş KEEP OF KALESSIN’in istediği yöne doğru dönecektir diye düşünüyorum.

Albümdeki müzisyenliklerden bahsedersek, iki elemanın çılgınca parladığını görüyoruz. İlki, grubun tüm müziğini yazan ve çok iyi bir gitarist olduğunu düşündüğüm Obsidian C. Kendisi, en yarma black metal akorlarından, ortamı seksenler sonu Bay Area’sına çeviren yırtıcı thrash riflerine, oradan PINK FLOYD’u anımsatan damar sololara, oradan da ucu Bach’a kadar dokunan klasik müzik göndermelerine kadar her şeyi gayet cillop bir şekilde yapıyor. Az önce bahsettiğim “çok şey yapma” olayının işe yarar olmasının sebebi de, yine Obsidian C’nin bu albümde ne istediğini kafasında çok iyi kurmuş olmasında yatıyor.

Bahsedilecek diğer eleman ise, ilk duyduğum andan beri hayvanlığını idrak etmeme rağmen nedense fazla adı anılmayan davulcu Vyl. Bodos anlarda BEHEMOTH’tan Inferno’ya benzer bir tat veren Vyl, “Reptilian”daki atraksiyonlu bölümlerde, ekstremliğin bir anda düştüğü kısımlarda da ne yaptığını bilir bir performans sergilemiş. Özellikle süratli kısımlardaki ataklarda ve blast beat değişimlerinde tam bir öküz kendisi.

Şarkı öne çıkarmayı çok sevmesem de, ilk iki ve son iki şarkıyı diğerlerine oranla daha çok seviyorum. Yaratıcılık bakımından da bu dört parça bence KEEP OF KALESSIN’in bugüne dek yazdığı en iyi şarkılar arasında.

Çok bir beklentim olmadan dinlediğimden midir, yoksa Eurovision şarkısı The Dragontower’ı sevmemiş olduğumdan mıdır bilmem, “Reptilian”a gayet meraksız ve beklentisiz yaklaştım. Bu şekilde yaklaştığınız albümler beklediğinizden çok daha iyi çıktığında, daha ilk andan verdiğiniz bir “Oha” vardır ya; işte “Reptilian” bende o etkiyi yarattı. Şarkılar ilerledikçe kafamda dolaşan “Vay be”ler de arttı. Elbette baştan sona bir şaheser değil, ancak içi çok iyi birleştirilmiş bir sürü şeyle dolu, gayet zengin bir albüm. Umarım KEEP OF KALESSIN bu albümle hak ettiği övgüyü alır ve o gazla da kalitesini arttırmayı sürdürür.

IN FLAMES’den büyük çaplı düet

Wednesday, May 26th, 2010

IN FLAMES, Avustralyalı drum n bass grubu PENDULUM’un yeni albümü “Immersion”daki “Self vs Self” adlı şarkıya konuk olmuş.

Aslında konuk olmuş demek biraz hafif kaçıyor, zira şarkı şu haliyle IN FLAMES elinden çıkmışa benziyor. Parçada vokallerde Anders Friden, basta Peter Iwers ve gitarda da Björn Gelotte, PENDULUM’a eşlik etmişler.

Buyrun.

PENDULUM’un normal şarkılarından biri için de aşağıya alalım.

MURAT İLKAN PENTAGRAM’dan ayrılıyor

Tuesday, May 25th, 2010

1995′ten beri PENTAGRAM vokalistliğini sürdürmekte olan MURAT İLKAN, sağlık sorunları nedeniyle gruba veda ediyor.

İLKAN’ın açıklaması şöyle:

“Bundan ikibuçuk yıl önce fiziksel hareketlerimde farkettiğim bazı rahatsızlıklar sebebiyle doktora gittim.
Yapılan tetkikler sonucu MS (Multiple Sklerosis) teşhisi konuldu. MS doğası gereği, zaman zaman geçirilen ataklarla, kişiden kişiye değişen bir seyir izler. Bende rastlanan türü agresif olmadığı için şanslıyım.

Şimdiye kadar Pentagram’la çalışmalarımı aksatmadan sürdürdüm. Ancak grup olmak birlikte hareket etmeyi gerektirir. Rahatsızlığım nadiren de olsa bunu engellemekte.

Bu sebeple, Pentagram’a ve dinleyicilerine olan saygımdan ötürü, gruptan ayrılmanın en doğrusu olduğuna karar verdim ve grup arkadaşlarımla da kararımı bir süre önce paylaştım.

Yönünü kendim çizebileceğim, kararları kendim alabileceğim bir oluşum içine girdim ve ilk olarak “Murat İlkan Akustik” projesini oluşturdum. Bu projeyle ilgili gelişmeleri www.muratilkan.com ve Facebook’taki Murat Ilkan – Official Page ‘ den takip edebilirsiniz.

25 Haziran 2010 tarihinde İnönü Stadyumu’nda gerçekleşecek olan Sonisphere festivalinde Pentagram’la son kez sahne alacağım.

Sonuç olarak hastalığım, şarkı söylememi engelleyen bir rahatsızlık değil. Sadece şartlar ve etkinlik tarihihleri gibi ayrıntıların bana göre şekil alacağı yeni bir oluşumda müzik yaşamıma devam edeceğim.”

MURAT İLKAN

pasifagresif olarak kendisine geçmiş olsun diyor, bunca yıldır yaptıkları için de teşekkür ediyoruz.

EXODUS yeni albümünden üç şarkıya klip çektiğini ve üçünün de aşşşırı iyi olduğunu açıkladı
Bursalı hard rock grubu KARAMESAİ yeni şarkılarını sundu
Pasif Agresif, bir Wordpress marifetidir.