DEVIN TOWNSEND, “Ki” ve “Addicted“la başladığı dörtlü albüm serisinin son iki albümüne dair haber saldı.
TOWNSEND, twitter’ından yaptığı açıklamada “Ghost“u ve “Deconstruction“ı Mart ayı gibi çıkarmak istediğini söyledi.
TOWNSEND ayrıca büyük sükse yapan konsept albümü “Ziltoid the Omniscient“ın devamını da “Z2” adı altında çıkaracağını ve “Z2“nun bir metal müzikali olacağını açıkladı.
ANNEKE VAN GIERSBERGEN 15 Ekim’de “Live in Europe” adlı bir konser albümü çıkartıyor. Detaylar şöyle:
01. Intro
02. The World
03. My Girl
04. Who I Am
05. Day After Yesterday
06. Hey Okay!
07. Fury
08. Beautiful One
09. Adore
10. I Want
11. Laugh It Out
12. Witnesses
13. Shrink
Albüm kapağındaki fotoğraf Mehmet Turgut tarafından çekilmiş, kapak tasarımı da Arda Aktaş tarafından yapılmış.
Bir başka black/thrash incelemesiyle daha karşınızdayım. Son yazdıklarımdan sonra black/thrash’çi falan zannediliyor olabilirim ama valla denk geliyor lan. Bu sefer de Relapse’in promolardan tombala usulü çıkardım bu abileri. Bildiğimiz, hakkında destanlar yazılmayacak, uzun uzun anlatılması gereksiz ama gene de ilginç noktaları olan bir albüm “Triumvirate”.
Albüm Mark Mendoza’nın (Twisted Sister gitaristi) Long Island, New York’taki stüdyosunda George Fullan (Dream Theater, Rolling Stones) ile kaydedilmiş. Bu yaz çıkacak olan albümün promosunu Relapse bize yolladı, ben de ne incelesem derken bu abileri seçmişim meğer.
Albümün geneli black/thrash dinleyen insanların garipsemeyeceği, şaşırtmayacağı bir yapıda. Tek farklılık olarak riflerin daha bir akılda kalıcı olduğu söylenebilir, bunun nedeni de aslında gayet basit. Grup üyelerinin önceki grupları Kill Your Idols adında bir NYHC grubu. Hardcore geçmişlerinin tek yansıması ise riflerin akılda kalıcı olması. Karartılmış rifler pek yok albümde. Geri kalanı ise bildiğimiz black/thrash. Beklentinizden daha fazla bir eğlencelilik sağlayabileceği kadar, bir anda “Bu ne lan?” da dedirtebilir bir albüm yani, öyle bir durum mevzubahis.
Ha bu müziğe nasıl yansıyor; bir black/thrash grubundan beklenmeyecek kadar az “çiğleşmiş” riflere sahip bir albüm “Triumvirate”. Hafif seyreltilmiş bir doz söz konusu yani. Tabii burada grubun Norveçli değil de ABD’li, hatta NYC’li olmasının da payı var tabii hardcore tabana ek olarak. Amerika – Norveç arası black metalin “kvlt” olması olmaması tartışması zaten hakkında sempozyumlar düzenlenebilecek kadar büyük bir tartışma (dermişim). Şaka bir yana bu black metal dalgasını kırda bayırda yapmakla metropol ortasında yapmak elbet fark ettirecek, birini dinleyene öbürü böyle bir garip gelecek.
Gruptaki bir diğer olay da her zaman çok ilginç bulduğum “bateristin backvokal yapması” durumu. Davul çalarken zorlasa gerek. Artık pek çok grup yapıyor bunu (main vokalin davul çaldığı gruplar bile var) ama şaşırtıcı geliyor bana ısrarla.
Elimdeki düşük kalite olduğu söylenen promonun “düşürülmüş” kalitesine rağmen prodüksiyon hiç fena değil. Her enstrüman rahatlıkla duyuluyor, davul tonları da gitar tonları da yerinde, keza bas da öyle. Bu noktada tek sallayabileceğim nokta vokalin azıcık efekt kullanıyormuş gibi gelmesi bana, ama rahatsız edici bir detay da diyemem, çünkü adamın efekt “basmaması” böğüremediğinden değil, efektlerin albümün genel havasından dolayı erimiş olması diyebiliriz. Bunu söylememin tek sebebi de brutal vokalde efekti pek sevmemem, objektif bakarsak puan kıracak bir durum da değil.
Grubun üç üyesinin de yapmakta oldukları işe hakim adamlar oldukları belli. Tabanları hardcore olmasına rağmen sevdikleri ve yalayıp yutmuş oldukları belli olan bir tarzı, müzisyenliklerini de işin içine güzelce yedirerek gayet iyi icra etmişler. Ama “Norveç’in bağrından kopmadıysa ve kvlt değilse bana böyle şeylerle gelmeyin” kafasında bir adam olsaydım “Güzelmiş iyiymiş hoşmuş da pek olmamış yahu” da diyebilirdim. Bu kısmı Amerika’daki black metal ile ilgili görüşlerinizle paralel olacaktır.
Kısacası birtakım albümler yollamış Relapse, rastgele bir tanesine baktım, Amerikan bilek metali çıktı. Kvlt değilmiş ama güzelmiş, dinlenebilirmiş, keyifliymiş.
NEVERMORE gitaristi JEFF LOOMIS yeni solo albümü üzerinde çalıştığını açıkladı.
Henüz ayrıntıları belli olmayan albüm 2011 başında piyasada olacakmış. LOOMIS bu albümün ardından üçüncü bir albümü de birkaç sene içinde çıkaracağını sözlerine eklemiş.
JEFF LOOMIS, 2008 çıkışlı “Zero Order Phase“in ardından hak ettiği ilgiyi görmüş ve Avrupa’nın pek çok farklı şehrinde gitar klinikleri düzenlemişti.
“Sanırım biri beni öldürmeye çalışıyor” diye başlar bu albüm. 2000′ler sonrasının en önemli albümlerinden birinin, bir kere dinlendi mi unutulmayacak açılışı bu şekilde yapılır. “Balinayı gördüğünde ciğerlerini kanla ve şimşekle yar… Zıpkını tam alnının ortasına nişan aldığın sırada gözlerinin içine bak“.
MASTODON 2000′lerin başıyla birlikte nasıl patladı arkadaş. Önceki işleriyla başta ana kucağı Atlanta olmak üzere yerel ve üzeri başarılar elde eden ve bulunduğu çevrede adını duyuran MASTODON’un dünyaya malolması, 2004 yılındaki bu ispermeçet balinasıyla olmuştu. Bu albümün ardından neler çıkmadı ki; bire bire MASTODON müziği yapan onca grup mu dersiniz, MASTODON’un işlediği bu Moby Dick temasını genel grup konseptine bağlayan gruplar mı dersiniz… MASTODON bir şekilde çıktı, yumruğunu masaya koydu ve 2000′lerin ilk standart belirleyen gruplarından biri oldu.
Öncelikle bahsedilmesi gereken, MASTODON’u farklı kılan ve bu sayede diğer sayısız gruptan ayrılmasını sağlayan kimi unsurlar var. Bir kere grup çok süper müzisyenlerden oluşuyor. Her eleman enstrümanına gayet hakim ve bu sayede enstrümanları üstünde pek fazla grubun ayak basmadığı mecralarda gezinebiliyorlar. Gruba özgü kimi farklı nota bileşimleri, MASTODON’un kendine özgü sound’unun yaratılmasına ön ayak oluyor ve ilk andan “Aha da MASTODON” dedirtebiliyorlar. İkincisi, grubun etkilenimlerini çok iyi seçmiş oluşu. MASTODON müziğinde METALLICA’yı duymak da mümkün, MOTÖRHEAD’i de, MELVINS’i de, NEUROSIS’i de. Gerektiği zaman daha atmosfer bazlı işler yapıyorlar, gerektiğinde duygunun dibine vurup, gerektiğinde de hikayenin geçtiği okyanus gibi dalgalanıyor, esip gürlüyorlar.
MASTODON teknik elementleri olması gerektiği kadar kastırıp hep şarkıya hizmet etme yoluna gittiğinden, parçalar hiçbir zaman nereye doğru gittiği bilmeyen avare bir ruh haline bürünmüyorlar. Bu da MASTODON’un her zaman için ne yaptığının farkında olarak görülmesini sağlıyor.
Şimdiye kadarki dört albümünde dört farklı elementi konu eden grup (“Remission”: Ateş, “Leviathan: Su, “Blood Mountain”: Toprak, “Crack the Skye: Hava), “Leviathan”da bu su atmosferini bir şekilde vermeyi başarıyor. Daha dumanlı kafayla yazıldığının belli olduğu kısımlarda, sözlerde anlatılan hikayeyi bir şekilde hissediyorsunuz. Okyanusun ortasındaki yalnızlığı, o çileli bekleyişi tadıyorsunuz.
Albümde birçok MASTODON klasiği var elbet. Blood and Thunder zaten yeni milenyumun en önemli ve bilinen metal klasiklerinden biri olmayı kısa sürede başardı. Onun dışında I am Ahab, Seabeast ve Iron Tusk da albümden single olarak çıkan diğer parçalar. Ancak albümde parça ayırmayı imkânsız kılacak bir gövde gösterisi olduğu da hepimizin malûmu.
Albümü zengin kılan daha bir çok element var. Dailor’ın tüm boşlukları dolduran mükemmel davulculuğu; albümdeki dinamizmi, çeşitliliği besleyen farklı tarzda vokaller; sludge kavramını olduğundan bambaşa boyutlara taşıyan bir progresif anlayış; ve hepsinden önemlisi gruptaki benzersiz şarkı yazma becerisi. Hepsi, “Leviathan”ın nasıl böyle önemli bir albüm olduğu sorusuna cevap niteliğinde unsurlar.
MASTODON’un özellikle bu albümle çıkan önemine de azıcık değinip sona yaklaşalım. Bilindiği gibi sludge metalin asıl temellerinin atıldığı yer Kuzey Amerika. Seksenlerde türü icra eden pek çok grup, hep buradan çıktı ve Amerika country müziğinden, blues’dan ve southern rock’tan etkiler barındıran, kısacası her şeyiyle A.B.D.’yi hissettiren bir heavy metal yaptılar.
Bence MASTODON’un bu denli tutulmasının ve özellikle Kuzey Amerika’da böylesi benimsenmesinin nedenlerinden başlıcası, grubun kendi toprağından bir müzik yapıyor oluşu. Hem her şeyiyle Amerika’ya ait gibi gelen, hem içindeki progresif öğelerle çılgınlarcasına zenginleşen, hem de barındırdığı üstün müzisyenlikle yanına yaklaşılmaz gözüken MASTODON, tüm bu öğeleri harika bir konseptle desteklediği bu albümüyle zincirlerini kırdı ve yeni milenyumun en önemli birkaç metal grubundan biri olmayı başardı, Warner Bros.’la anlaşacak, Hollywood filmlerine müzik yapacak kadar büyüdü.
Metal dinleyip de bu zamana kadar bu albümü, en azından albümden bazı şarkıları duymamış insanlar elbette ki vardır; ancak onlar bilirler mi ki çok yanlışlardadırlar, onlar bilirler mi ki metal tarihinde yer eden bir şeyi kaçırmaktadırlar.
“Yılın Albümü” (Kerrang!)
“Yılın Albümü” (Revolver)
“Yılın Albümü” (Terrorizer)
“Yılın En İyi 2. Albümü (Metal Hammer)
“Son 20 yılın en önemli 3. albümü” (Metal Hammer)
“Blood and Thunder: Son 10 Yılın En Önemli 50 şarkısından Biri” (NPR)
INTRONAUT, muhtemelen mizahi bir yaklaşımla “tarihte yapılmış en iyi müzik” olarak nitelediği yeni albümü “Valley of Smoke“tan “Elegy” adlı şarkıyı alttaki grup fotoğrafına koydu.
OZZY OSBOURNE’a, 2005 yılındaki Ozzfest’te yaşanan Sharon Osbourne – IRON MAIDEN savaşı sorulmuş. Hatırlanacağı üzere OZZY’nin eşi ve menajeri Sharon Osbourne, IRON MAIDEN sahnedeyken gruba yumurta attırmış ve festival sonrasında da iki tarafın ağız dalaşı sürmüştü.
OZZY OSBOURNE konuya dair düşüncelerini ilk kez bu derece sert ortaya koymuş.
“BRUCE DICKINSON benim haberim olmadan her gece sahneye çıkıp benim hakkımda atıp tutuyormuş. Bu hiç de adil değil. Turneden hoşlanmıyorsan “Ben bu turneden çıkıyorum” der defolur gidersin; ancak sahneye çıkıp hiçbir neden yokken arkamdan kötü konuşmak… Benim ona karşı en ufak bir şey söylemişliğim yok. Basçıları (Steve Harris) son geceki konserde yanıma geldi ve “Bruce konusunda özür dilerim” dedi. Ben de “Sen neden bahsediyorsun?” diye cevap verdim. Çünkü kimse bana Bruce’un bu konuşmalarından söz etmemişti. O yüzden ben de ona “Neden bahsettiğini bilmiyorum” dedim.”
“Demek ki Sharon sinirlenmiş. Olayın benimle bir ilgisi yoktu. Karımı ne pahasına olursa olsun savunurum ama olayın ne olduğunu bilmiyordum bile. IRON MAIDEN Ozzfest’ten fena para almıyordu. Eğer hakkımda söyleyeceğin bir şey varsa, çıkıp adam gibi karşıma geç ve “Bence sen pisliğin tekisin” de. Bir salak gibi arkamdan konuşma. Bu çok çocukça.”
“Maalesef IRON MAIDEN’ın geri kalan kısmı da bu olaydan zarar gördü. Sanırım onlar da Bruce’a karşı kızgındılar. Bu yanlış bir şey. Benim onunla bir kez olsun konuşmuşluğum yok…
Bugüne kadar da sorunun ne olduğunu anlayabilmiş değilim. Anlayamıyorum. Ozzfest’e katılıp insanlara bok atmak, bu delilik. Bence Bruce’un kahrolası bir psikiyatriste ihtiyacı var, böyle bir şey yapan bir insan delirmiş olmalı. Ne kadar sorumsuzca bir şey. Sharon da bu yüzden bu a…cığa sinirlenmiş, hepsi bu.”
Not: Bu haber pasifagresif tarafından tercüme edilmiştir, kullanırken kaynak gösterirseniz seviniriz.
Yıllardır şikayet edip duruyoruz, hor görüyoruz, aşağılıyoruz, vokallerine gey diyoruz, yerden yere vuruyoruz ve haksız da sayılmayız. Bir müzik türü bu kadar mı batağa saplanır, bu kadar mı kısır döngüden kurtulamaz, bu kadar mı yıllarca aynı şeyi yapar durur? Hakikaten de bir alt tür, metalin olmazsa olmaz kurallarından olan heyecan vericilikten bu kadar uzak kalmamalıydı doğrusu. Artık orjinal bir şeylerin üretilmesinin ve bu tarzın tekrar uyandırılmasının zamanı gelmişti de geçiyordu bile. Evet, power metal’den bahsediyorum.
Çok şükür bizimle aynı şeyleri düşünen birileri varmış da duruma el atmış. Futbola olduğu kadar metale de olan yetenekleriyle artık iyice göze batmaya başlayan Brezilya’nın gururu Angra, inanılmaz bir prog/power ziyafetiyle 2004 yılına damgasını vurdu diyebilirim. Bu müziğe git gide daha çok yakışmaya başlayan etnik enstrumanlarıyla, görkemli orkestral düzeniyle, standartın çok çok üzerinde enstruman hakimiyetleriyle, harika vokalleriyle, ön planda olan fakat hiçbir şekilde suyu çıkmayan progresifliğiyle ve nefis şarkı yazım yeteneğiyle “Temple of Shadows”, bizi olağandışı bir albümün beklediğini daha ilk notasıyla müjdeleyen kusursuz bir çalışma.
Bir kere öncelikle şunu söylemek istiyorum ki, power metal yapısı itibariyle görkemli, yeni bilenmiş ve cilalanmış bir kılıç gibi parıl parıl parlayan, ihtişamlı bir tür olduğu için bu türe konsept hikayeler çok yakışıyor ve ben bu tip albümleri daha çok seviyorum. “Temple of Shadows”ta da kulaklara layık güzel bir konsept hikaye var. Gitarist Rafael Bittencourt tarafından yazılmış olan bu hikaye 11. yüzyılda yaşamış bir Haçlı’nın kiliseyle ters düşmesi, gerçek kaderini öğrenmesi ve bu uğurda yeni bir inancı yaymaya çalışmasını anlatıyor. Hikaye için yarı kurgusal, yarı gerçek diyebiliriz. Zira hikayenin kahramanı olan Shadow Hunter hayal ürünü olsa da, o zaman içinde yaşanmış olan gerçek olaylara ve kişilere hikaye içinde rastlamak mümkün.
Örneğin, Shadow Hunter bir şarkıda Drakon Muharebesi ve Xerigordon Kuşatması’nda Kılıç Arslan’ın kuvvetlerine karşı çarpışırken, başka bir şarkıda Ölü Deniz Parşömenleri’nden bahsedebiliyor, bir diğer şarkıda ise Haçlılar’ın 1099 yılında Kudüs’ü kuşatması sonucu Müslüman olan eşi ve iki çocuğunu kaybedebiliyor. Açıkçası baştan sona ejderhalarla ve ucubik yaratıklarla dolu yüzde yüz fantastik bir hikayedense, bunun gibi gerçeğe daha yakın hikayeleri tercih ediyorum.
Gelelim hikayenin en büyük destekçisi olan müzisyenliğe. Şöyle söyleyeyim, uzun yıllardır herhangi bir albümde böylesi güzel bir söz/müzik uyumunun yakalandığını görmemiştim. Hikayedeki kahramanın duygularına göre müzik o kadar güzel değişiyor ki, şarkı sözlerinden bihaber olsanız bile duyduğunuz müziğe göre o an ne anlatılıyor, kahraman hüzünlü mü yoksa şu anda bir zafere mi koşuyor, rahatlıkla anlayabiliyorsunuz. Mesela No Pain For The Dead şarkısının ilk bölümünde Shadow Hunter’ın ölen karısını ve çocuklarını gömmeye hazırlanırken yaşadığı hüznü derinden hissederken, şarkının ikinci yarısında Shadow Hunter’ın karısı ve çocuklarının bundan böyle daha fazla acı çekmeyeceğini anladığı anda hissettiği o buruk huzuru da grup dinleyiciye en iyi şekilde yansıtmayı başarıyor. Bu sadece tek bir örnek. Albümde bunun gibi daha pek çok tüyler ürpertici anı yaşamak mümkün. Bu bakımdan Angra dinleyiciye hissettirmek istedikleri konusunda muazzam bir başarı yakalamış.
Tabii bu başarının tek sorumlusu enstrumanlar değil. Vokalist Eduardo Falaschi’nin de bu başarıdaki katkısı büyük. Olabildiğince geniş perdeli seslere power metal’de rastlamaya zaten alışkınız fakat bu arkadaşın sesinin ciddi bir karakteri var. Grubun önceki vokalisti (aynı zamanda Avantasia’nın da konuk kadrosunda bulunan) Andre Matos’un da çok iyi bir vokalist olduğunu düşünmeme rağmen Eduardo Falaschi’nin Angra’ya daha çok yakıştığını düşünüyorum. Şöyle ki, Andre Matos’un sesi daha metal ve yüksek notalarda dolaşabiliyorken, Eduardo Falaschi’nin sesi daha kadife ve daha hisli olabiliyor, bu durum da kendisini “Temple of Shadows” gibi duygu patlaması olan bir albüme daha uygun kılıyor. Kısaca, Andre Matos fantastik öykülerin sesiyken, Falaschi daha gerçek ve duygulu öykülerin sesi bana göre.
Albümde Falaschi’ye eşlik edenlerin de ayrı ayrı efsane olduğunu belirtmekte fayda var. Helloween efsanesinin sorumlularından ve bana göre gayet karakteristik bir sesi olan Kai Hansen ve ALEMLERİN YARATICISI Hansi Kürsch birer şarkıda Falaschi’nin partnerleri oluyorlar. Özellikle Hansi’nin sesi yine dağları delerken Kai Hansen de sivri ve yırtıcı vokaliyle atmosfere sağlam katkıda bulunuyor. Brezilya’nın önemli isimlerinden Milton Nascimento da (itiraf ediyorum ben de bu ismi ilk defa duydum) Portekizce vokaliyle son şarkıya ayrı bir yorum getirirken Avusturyalı senfonik grubu Edenbridge’in hatun vokali Sabine Edelsbacher de No Pain For The Dead şarkısında birkaç paragraf önce bahsettiğim o “buruk huzur” hissinin sorumlularından oluyor. Bu arada bu Edenbridge grubunu daha önce hiç dinlememiştim ve bu konuk vokallik mevzusundan sonra hanım kızımıza karşı hafif bir sempati beslemeye başlamıştım fakat Edenbridge ile aşağıdaki klibi yayınladıktan sonra kendisinden inceden tiksinmedim değil. Bu ne lan kaşı gözü durmuyo.
Hemen hemen her albüm kritiğimde kullandığım “bonus paragraf” hakkını bu albümde davulcu Aquiles Priester ve basçı Felipe Andreoli için kullanmak istiyorum. Önce Aquiles. Albümün progresif yükünü en çok çekenlerden biri işte bu arkadaş. Muazzam tekniği ve çalış stiliyle tüm albümü sayesinde ağzım açık dinliyorum. Özellikle Waiting Silence’da coştuğu bazı yerler var ki, pek az davulcunun sahip olduğu bir hayal gücünün ürünü olduğu apaçık belli. Aynı şarkıda Felipe Andreoli’nin de “vaaoov o da neydi öyle ha beybi” dedirttiği bazı yerler de var, ki bu cümleden artık Waiting Silence’a özellikle dikkat etmeniz gerektiğini anlamışsınızdır herhalde. Diğer şarkılara da dikkatle kulak kesilirseniz Andreoli’nin delirdiği diğer anları da yakalamanız gayet olası.
Albümün prodüksiyonu için hangi övgü kelimesini kullanacağıma karar veremedim fakat şurası kesin ki bu kadar yoğun ve katmanlı bir müziğin bu kadar net ve rahat duyulabilmesi büyük emek isteyen bir iş. Klasik vokal, gitar, bas, davul dörtlüsüne Brezilya’nın binbir çeşit etnik enstrumanın ve orkestral düzenin eklendiğini düşünürsek, prodüksiyonun hakikaten de inanılmaz olduğunu söylemeliyim. Bu bakımdan prodüktör Dennis Ward’ı kutlamak gerek. Ders niteliğinde, mükemmel bir çalışma.
Yavaş yavaş kapamak gerekiyor, toparlayayım. “Temple of Shadows”, birkaç istisna dışında yıllardır kayda değer bir işin çıkmadığı power metal türü için camları açmış, odaya oksijen girmesini sağlamış ve nicelerine ilham verme potansiyeline sahip şahane bir albüm. Şarkı yazımıyla, enstruman hakimiyetiyle, hikayesiyle, prodüksiyonuyla, kısaca her şeyiyle insanı böylesi bir doyum noktasına ulaştıran gerçekten az power metal albümü var.
Yanlış anlamayın, bir power metal gurusu sayılmam fakat bu müzikten az çok anlıyorsam, “Temple of Shadows”un bu yoğunluyla bir gün mutlaka kült albüm statüsüne yükseleceğini düşünüyorum. Bu sebeple bu albümün değerini bilin ve kendinizi şanslı sayın. Çünkü Angra isminden halen bihaber olan o kadar çok insan var ki.
Eski STRATOVARIUS gitaristi TIMO TOLKKI, iki yıl önce kurduğu ve iki albüm çıkardığı yeni grubu REVOLUTION RENAISSANCE’ı, gruba karşı yeterli ilgi olmadığı gerekçesiyle noktaladığını açıkladı.
TOLKKI, “Kuruluşumuzdan beri konser vermek, turlamak istedik ancak bizimle ilgilenen organizatör olmadı. Bir grubun hayatta kalması için hayranlarıyla birlikte olması lazım, bunu da yapamayınca ben de mecburen grubu sonlandırma kararı aldım” demiş.
REVOLUTION RENAISSANCE kaydı biten son albümü “Trinity“yi Sonbahar’da çıkarıp faaliyetlerini sonlandıracakmış.
LARS ULRICH, METALLICA’nın her şeyini gözler önüne seren 2004 belgeseli “Some Kind of Monster” hakkında konuşmuş.
ULRICH şöyle demiş: “O belgeseldeki kimi cümlelerimi hâlâ benle dalga geçmek için söyleyen arkadaşlarım var. Üç yıl boyunca o belgeselin ceremesini çektim. Tüm belgesel fikri her şeyiyle bir saçmalıktı. Biliyorum ki bir sürü müzisyen bizim yaşadığımız şeye benzer şeyler yaşamıştır, ama görülüyor ki hiçbiri bunu filme çekip tüm dünyayla paylaşacak kadar salak değil.”
ULRICH ayrıca “Yeni METALLICA albümü için bir yıldan kısa süre içinde çalışmalara başlayacağımızı sanıyorum” diye de eklemiş.
GOJIRA, on gün önceki Vieilles Charrues Festivali’ndeki konserini olduğu gibi internete koymuş (ya da birileri koymuş artık bilemiyoruz). GOJIRA’ya sitede mümkün olduğunca fazla yer vermek istediğimizden, bu 72 dakikalık profesyonel çekim konseri de sizlerle paylaşalım dedik.
Yeni NILE albümü bilgisayarın masaüstünde durmaktadır. Evden çıkmam gerekmektedir, ancak albümü de hayvan gibi merak ediyorumdur. Her neyse, olmayacak bir şey yaparım:
Monolog:Ulan çıkmadan şuna bi bakiym iki dakka. (Play’e basarım, The Blessed Dead başlar) Hassiktir lan nooluyo. Oha. Oy aman aman bunu adam gibi dinlemek lazım (30 saniye olmadan kapatıp tıpış tıpış evden çıkarım).
İddialı Açılış I: “In Their Darkened Shrines” en iyi NILE albümüdür.
Evet bu böyledir. Bunun bence birkaç sebebi var. Bunlardan ilki için:
İddialı Açılış II: Bir NILE albümündeki en iyi davul performansı, Tony Leureano’nun bu albümdeki performansıdır.
Evet bu da böyledir. Bunun bir açıklaması yok. Böyledir, nokta.
Yazıya böyle terbiyesiz gibi girdiysem de, bu dediklerimde hiçbir abartı olmadığını düşünüyorum.
“In Their Darkened Shrines”, NILE’ın her bir şeyine kurban olduğum “Black Seeds of Vengeance” hayvanlığının üzerine en bir kaotik, en bir danasal taşları koyarak inşa ettiği, boylu boyunca kuma uzanan Sfenks’e arkadan doggy style daldığı, ortalıkta piramit firavun bırakmadığı bir öküzlük, hayvanoğlu hayvanlık ve diğer sayısız death metal grubunun aciz köpekler gibi algılanmasını sağlayan bir haysiyetsizlik örneğidir.
Usulca dalalım.
Benim için NILE, böylesine brutal bir müziği bu denli zekice icra eden bir numaralı gruptur. Hem bu kadar kompleks, hem de sertlikten hiç taviz vermeyen NILE, bu müziğin sınırlarını neredeyse tek başına belirleyecek düzeyde yoğun ve içi dolu bir müzik icra ediyor. Şarkılar sizi ensenizden tutup binlerce yıllık devasa taşların arasında ezse de, boğazınızdan aşağı avuç avuç kum döküp nefesinizi kesse de, barındırdıkları zeka parıltılarını, üzerlerine harcanan düşünsel emeği hissetmeden edemiyorsunuz. NILE’ın üstünlüğü de buradan geliyor zaten. Karşınızda ellerine enstrüman almış üç-dört adamdan çok daha fazlasının olduğunu düşünüyorsunuz. NILE öyle dolu bir güç ortaya koyuyor ki, bahsettikleri o eski tanrıların, yüz binlerce kölenin, kum fırtınalarının da grubun arkasından sizi gözetlediğini hissediyorsunuz.
“In Their Darkened Shrines”, NILE’ın ilk iki albümündeki kaosu en iyi şekilde törpüleyerek, “Annihilation of the Wicked“ın sinyallerini veren daha steril ve klasik death metal formatlı şarkılarla yoğurduğu ve tam bir saatlik bir mental yolculuğa dönüştürdüğü bir eser. Albümleri için “eser” tabirini kullanmakta beis görmediğim grup, son iki albümünü çok da beğenmediğimi de varsayarsak, “Black Seeds of Vengeance” ile “Annihilation of the Wicked” arasındaki üç albümlük bu altın çağının zirvesine bu albümle ulaşmıştı.
Tony Leureano’nun cezalandırmadan farksız davul işçiliği, grubun çoklu vokal saldırısının yarattığı coşkunluk, üflemeliler ve yaylılarla yaratılan savaş atmosferi, bence “In Their Darkened Shrines”ı grubun en epik çalışması yapmaya yetiyor. The Blessed Dead’le hoyratlığın, havyanlığın kitabını yazan, Sarcophagus’ta hayatında hiç death metal dinlememiş birini muhtemelen altına sıçırtacak bir görkem ortaya koyan, Unas Slayer of the Gods’da CANDLEMASS’e saygı duruşunda bulunan, Wind of Horus’ta dinleyiciyi adeta köpeği yapan albüm, dört şarkılık In Their Darkened Shrines sagasıyla sona eriyor.
Yazsam her şarkıya ayrı kritik yazacağımdan, fazla uzatmadan yazıyı nihayetlendirme niyetindeyim. Bence NILE death metalde yeni kapılar açan, olmayanı yapan belki de son büyük gruptur. Elbet onların da etkilenimleri, ilhâm kaynakları var; ancak bir grubun bir anda ortaya çıkıp bu denli patentli bir sound’u yaratabilmiş olması bile, önlerinde saygıyla eğilmek için yeter de artar bile.
İddialı Kapanış I: Beethoven bugün yaşasa kesin NILE dinlerdi (yok lan şaka).
“Cowboys From Hell” logolu içki matarası
Kemer tokası şeklinde şişe açacağı
“Cowboys From Hell” tişörtü
Dört adet pena
“Cowboys From Hell” 20. yıl özel sürümü CD’si
Tüm bunlar Texas şeklinde dizayn edilmiş bir kutuda gelecekmiş.
CD’nin farklı sürümleri de şöyle:
Disk 1 – Ultimate, Deluxe ve Expanded:
01. Cowboys From Hell
02. Primal Concrete Sledge
03. Psycho Holiday
04. Heresy
05. Cemetery Gates
06. Domination
07. Shattered
08. Clash With Reality
09. Medicine Man
10. Message In Blood
11. The Sleep
12. The Art Of Shredding
Disk 2 – Ultimate, Deluxe ve Expanded
01. Domination (live) *
02. Psycho Holiday (live) *
03. The Art Of Shredding (live) *
04. Cowboys From Hell (live) *
05. Cemetery Gates (live) *
06. Primal Concrete Sledge (live) *
07. Heresy (live) *
08. Domination (live, “Alive And Hostile” EP) †
09. Primal Concrete Sledge (live, “Alive And Hostile” EP) †
10. Cowboys From Hell (live, “Alive And Hostile” EP) †
11. Heresy (live, “Alive And Hostile” EP) †
12. Psycho Holiday (live, “Alive And Hostile” EP) †
Disk 3 – Ultimate ve Deluxe
01. The Will To Survive *
02. Shattered (demo) *
03. Cowboys From Hell (demo) *
04. Heresy (demo) *
05. Cemetery Gates (demo) *
06. Psycho Holiday (demo) *
07. Medicine Man (demo) *
08. Message In Blood (demo) *
09. Domination (demo) *
10. The Sleep (demo) *
11. The Art Of Shredding (demo) *
* Daha önce hiç yayımlanmamış
† Sadece A.B.D.’de yayımlanmış
01. The Mirror And The Ripper
02. Heaven Nor Hell
03. Who They Are
04. Fallen
05. A Better Believer
06. 7 Shots
07. A New Day
08. 16 Dollars
09. A Warrior’s Call
10. Magic Zone
11. Evelyn
12. Being 1
13. Thanks
Diğer yandan, yeni albümündeki konuklarıyla halkta paniğe yol açan VOLBEAT, bu konuklardan daha bir gürültücü olanının kayıt aşamalarını sevenleriyle paylaştı.
Müzik hayatını Japonya’da sürdüren MARTY FRIEDMAN, 25 Ağustos’ta yeni bir albüm çıkarıyor.
“Bad D.N.A.” adlı albümün detayları şöyle:
01. Specimen
02. Bad D.N.A.
03. Weapons Of Ecstacy
04. Hatejoke
05. Glorious Accident
06. Random Star
07. Picture
08. Battle Scars
09. School Spirit Delinquent
10. Exorcism Parade
11. Time To Say Goodbye (bonus)
Albümle aynı adı taşıyan şarkıyı da verelim:
Not: Kapak için thefakefloydian’a teşekkür ederiz.
Genelde öküz grupların adresi olarak bildiğimiz Relapse Records’dan gelen promolar arasında en çok dikkat çekenlerden biri, kesinlikle bu basit kapaklı albüm değildi. Onca renk cümbüşü albüm kapağı arasında, dikkatli bakılmadığı takdirde ne olduğu anlaşılmayan bir figür barındıran bu sade kapaklı albüm, diğer promoların arasında öylecene duruyordu.
Jenks Miller adlı arkadaşın pek çok projesinden biri HORSEBACK. Kendisi farklı isimler altında pek çok farklı türde müzik yapan ve çok sayıda enstrüman çalabilen, gayet yetenekli bir arkadaş. HORSEBACK’in bizlere sunduğu şeyler nicelik olarak kısıtlı, ancak nitelik olarak epey fazla olduğundan, çok uzatmadan bu albümü tanıtıp inime çekilmeyi düşünüyorum.
HORSEBACK, post-rock, psychodelic, black metal, drone, doom metal, trance, 70′ler rock’ı gibi çeşitli referansları bir potada eriten, ancak bunu birinden diğerine atlamadan, aynı anda yapabilmeyi başaran bir proje. Dört şarkının yer aldığı “The Invisible Mountain”, otuz küsür dakikalık süresi boyunca size kendi içinde su gibi akan bir duygular bütünü sunuyor.
Öncelikle bahsedilmesi gereken şey, HORSEBACK’in mutlaka özen isteyen bir grup oluşu. Şarkıları baştan sona, kendinizi vererek dinlemedikçe, verilmek isteneni alabileceğinizi sanmıyorum. Buhranlı gitar melodileri ve arkalarında devam eden akorlar, hep aynı kederli havaya hizmet etmek için yazılmışlar. Distortion’lı bas gitar ve çoğunlukla hep aynı rifi çalan gitarlar, şarkıları etkileyici, olumlu bir monotonluğa sürüklüyorlar ve bu da amaçlanan trans duygusunu alttan alttan besliyor.
Drone tabirini görüp gruptan ilk andan soğuyanlar da gönüllerini ferah tutsunlar. Ortada bir drone etkilenimi olsa da, örneğin bir SUNN O))) veya EARTH benzeri bir ağırlık, ezici düzeyde bir iç karartma yok. HORSEBACK onlara oranla daha müzikal bir içerik sunuyor.
SUMMONING/BURZUM tarzı bir black metal vokalinin yer aldığı “The Invisible Mountain”, dinleyici perspektifini de bu noktada belirleyecektir diye düşünüyorum. Her ne kadar bu black metal vokalleri ta derinlerden ve bir hayli boğuk gelseler de, THE DOORS’u dahi akıllara getiren müzikal yapının arkasında, kimileri için rahatsız edici olabilirler. Aksi takdirde müziğe son derece başarılı yedirildiklerini söyleyebilirim.
Albümdeki dört şarkıdan öne çıkanlar, açılışı yapan Invokation ve albümle aynı isimdeki üçüncü parça. Invokation, trance/psychodelic tarzındaki kendini tekrar eden yapısıyla, nasıl bir albümle karşı karşıya olduğunuzu size ilk andan gösteriyor. Zira yedi dakika civarındaki bu parça sadece iki adet farklı gitar bölümü barındırıyor ve ilk rif beş dakikadan uzun süre boyunca neredeyse hiç değişmeden devam ediyor. Akıllara Varg Vikernes’i de getiren parça, bas gitar, klavye ve bilhassa güçlü kaydedilmiş davullarla etkileyici bir hal alıyor.
Ancak albümün tavan yaptığı ve HORSEBACK’i sevip sevmeyeceğinizi anlamanıza yarayacak şarkı, muhakkak ki albümle aynı addaki parça. HORSEBACK ileride adı daha çok anılan bir grup olursa, bu şarkı illâ ki grubun klasikleri arasında sayılacaktır diye düşünüyorum. Zira HORSEBACK’e dair ne varsa bu şarkıda bulmak mümkün. Dinleyin kararınızı verin.
Sonda ise on altı dakikalık davulsuz bassız bir sesler yığını var. Hatecloud Dissolving into Nothing adlı bu parça, albümün dumanlı anlarının belki de en yoğununu yaşatmasının dışında, albümdeki en deneysel çalışma olarak da nitelendirilebilir. Yine de Invokation ve The Invisible Mountain’ın ardından çok da bayıldığımı söyleyemem.
Velhasıl kelam, HORSEBACK bu ikinci albümüyle güzel bir iş yapmış. Türü adına son zamanlarda dinlediğim iyi albümlerden biri olan “The Invisible Mountain”ı, fırsat bulursanız yalnız başınıza, bir şeyle meşgul değilken, içine girmeye çalışarak dinleyin. Ben işlerin yoğunluğundan öyle yapamadım, ancak yapılsa kesin çok daha tatlı bir hale gelecektir; bunu da müziğin her detayından anlamak mümkün.