# - A - B - C - D - E - F - G - H - I - J - K - L - M - N - O - P - Q - R - S - T - U - V - W - X - Y - Z

Archive for November, 2010

PASİFAGRESİF’in Facebook ve Twitter hesapları açıldı!!!1!

Saturday, November 6th, 2010

PaSifaGrEsİf kuRuLushuNdaN 1,5 yıl sOnrA FaCebOok ve twiTteR’da dAhA eTkiN olMaya qarar veRdi. :))))

Bu seBePten şu heSapLarı açtıq. ;)

Facebook: http://www.facebook.com/profile.php?id=100001754297263

Facebook hayran sayfası: http://www.facebook.com/pages/PasifAgresif-Webzine/174329845911496

Twitter: http://twitter.com/pasif_agresif

Friendfeed adresimiz zaten her zaman olduğu gibi kullanımda: http://www.friendfeed.com/pasifagresif

BunLara aNasaYfaNın eN alTınDaKi ikOnlaRDan da ulAsHmAk mümKüN.

Artıq tüM gÜnCelLemEleri bu aDrEsleRden de taqip edEbilecEqsinİz!!!!!1!!bir

Tşk, kib.

THRESHOLD yeni albüm kaydına başladı

Saturday, November 6th, 2010

İngiliz progresif metal grubu THRESHOLD yeni albüm kaydına başladığını açıkladı.

Başka da bir bilgi yok şimdilik.

BELPHEGOR yeni albüm kapağını sundu

Friday, November 5th, 2010

Hastalıklı grup BELPHEGOR yeni albümü “Blood Magick Necromance”in kapağını dünya çocuklarıyla paylaştı.

Grup bu albüm için Avatar ile Şirinler arası bir imaj yakalamaya çalıştıklarını söylemiş.

Yalan tabii.

HAIL OF BULLETS – On Divine Winds

Friday, November 5th, 2010

İlk albümleri olan “Of Frost and War” ile tüm kritiklerden tam puan almış, tüm yıl turlamış, büyük festivallere katılmış ve gayet de iyi bir satış rakamı yakalamış olan Hollanda death metalinin all-star grubu diyebileceğimiz Hail of Bullets’ın yeni albümüne nihayet kavuştuk. Aynı Bloodbath’in kuruluş hikayesi gibi Hail of Bullets elemanları da bir gün barda toplanıp içerken araya metal muhabbetinin girmesi ve birinin “Olm bence grup kuralım süper olur” diye gazlamasıyla soluğu Dan Swanö’nun stüdyosunda almışlar.

Bu kritiği yazabilmek için neredeyse bir aydır bekliyorum. Nedeni ise internete düşen versiyonunun çok düşük katitede olması ve bunu baz alarak yazmak istememem. Sonra çıkanla arasında fark edilir derecede ses kalitesi farkı olduğunu fark ettiğimden, iyi ki ilk haliyle yazmamışım diyorum.

Fazla uzatmadan albüme geçmek istiyorum. Bu yılın beklediğim albümlerinden biri olduğundan kısa kestirip atacağım. Geçen sefer 2. Dünya Savaşı’nın Doğu Cephesi’ni (Rusya – Almanya) konsept olarak kullanan grubumuzun bu seferki konusu ise Pearl Harbour saldırısı (Operation Z) ile start verilen Pasifik Savaşı’yla başlıyor. Ve ardından sırasıyla Japonya – Çin çatışması (The Mukden Incident, Full Scale War), Amerika’nın Guadalcanal Savaşı, Mercan denizindeki Japonlar’ın, ABD destroyerlerini batırması (On Choral Shores), Kore Savaşı (Unsung Heroes), Tokyo’nun bombalanması (Tokyo Napalm Holocaust), Japonlar’ın karşılık olarak intihar bombası ile karşılığı (Kamikaze), Okinawa Savaşı (Sugar Loaf Hill) ve en son Hiroşima ve Nagasaki’ye atom bombası atılmasıyla savaşın sona ermesi (To Bear The Unbearable) ile bitiyor.

“Of Frost and War”u dinleyenler hatırlayacaktır, giriş parçası olan Before the Storm ile orkestral bir açılış ardından, üzerinizden tank geçercesine başlayan hayvani parça Ordered Eastward ile devam ediyordu. “On Divine Winds” de aynı formül ile başlıyor. The Eve of Battle ile orkestral bir açılış yapıp Operation Z ile bodoslama dalıyorlar. Ardından tempoyu çok az düşürüp, ara ara melodikleşen lead’leriyle The Mukden Incident ve Strategy Of Attrition geliyor. Artık biraz yavaşlayalım diyorlar ve girişi hafiften doom/death’i andıran Full Scale War geliyor. Tekrar hızlanıp Inferno at the Carpathian Mountains’ı andıran girişiyle Guadalcanal’a başlıyorlar. Albümün geneli böyle devam ediyor. Bir hızlanıp bir yavaşlıyorlar. Ve son parça olarak To Bear The Unbearable isimli epik bir şaheser geliyor. Bu şarkı albümdeki favorim olup, bence Hail of Bullets’ın kalitesini de ortaya koymuş.

“Of Frost and War”da daha farklı bir atmosfer vardı. İnsanı savaşın içindeymiş yada Call of Duty: Modern Warfare oynuyormuş gibi hissetiriyodu. Eğer karşılaştıracak olursak, iki albümdeki havayı da çok farklı bulmuyorum. İkisinde de yer yer iyi, yer yer ise fazla doom bölümler var. “Of Frost and War”da Red Wolves of Stalin, Ordered Eastward, Stalingrad gibi çok ön plana çıkıp gerçekten fena halde coşturan şarkılar varken, “On Divine Winds”de Operation Z, To Bear the Unbearable, Kamikaze gibi durumu eşitleyen parçalar var.

Kritiği bitirmeye yakın prodüksiyona da değinmek istiyorum. İlk albümle hemen hemen aynı tarz kayıt olmasına rağmen, “Of Frost and War”da tüm enstrümanları domine eden çok yüksek desibelde kayıt edilmiş gitar tonları burada biraz törpülenmiş, daha anlaşılabilir hale getirilmiş. Bu da iyi bir şey, çünkü davulun monotonluğunu azaltıp daha ön plana çıkmasını sağlamış. Martin Van Drunnen’e değinmeye gerek bile duymuyorum. John Tardy’nin son 10 – 15 yıldır doğru düzgün vokal yapamadığını düşünürsek, Chuck rahmetli olduktan sonra bence şu anda dünyadaki en önemli ve en efsane old school death metal vokalisti. Neredeyse 45 yaşında olup böyle performans sergileyebiliyorsa bir insan daha ne denilebilir ki…

Diyeceğim o ki, “On Divine Winds” yılın önem taşıyan albümlerinden birisi. Son yıllarda bu kadar kaliteli işler yapan gruplar az bulunuyor. Kaçırmamanızı tavsiye ederim.

Exorsexist

VOLBEAT’ten yeni klip

Friday, November 5th, 2010

VOLBEAT yeni albümü “Beyond Hell/Above Heaven“dan “Heaven Nor Hell”e çektiği klibi yayınladı.

Albümün kritiğinin de kısa zamanda buralarda olacağını sanıyoruz.

Not: Hatırlatma için ismail vilehand’e teşekkür ederiz.

DIE APOKALYPTISCHEN REITER’dan yeni albüm

Friday, November 5th, 2010

Almanya’nın çılgın grubu DIE APOKALYPTISCHEN REITER yeni albüm haberini verdi.

“Moral Wahnsinn” adlı albüm 25 Şubat’ta çıkıyormuş.

OCEANO’dan klip

Friday, November 5th, 2010

OCEANO yeni albümü “Contagion“dan “Weaponized”a çektiği klibi yayınladı.

Klip albümün bulaşıcı hastalık temalı hikayesini anlatıyor.

BEHEMOTH’tan üçüncü DVD trailer’ı

Friday, November 5th, 2010

BEHEMOTH yeni DVD’si “Evangelia Heretika“nın üçüncü trailer’ını alttaki kapaktan ulaşılabilen sayfaya koydu.

İlk trailer için 1‘e, ikinci trailer içinse 2‘ye basınız. Operatöre bağlanmak için lütfen bekleyiniz.

Ünlü isimleri bir araya getiren yeni bir heavy metal grubu

Friday, November 5th, 2010

MIKE VESCERA PROJECT gitaristi Ango Tasso, yanına metal dünyasının hatırı sayılır üç ismini de alarak yeni bir proje başlatmış.

AIR FORCE adlı oluşumun kadrosu şöyle:

Mark Boals (eski-YNGWIE MALMSTEEN, ROYAL HUNT): Vokal
Ango Tasso (MIKE VESCERA PROJECT): Gitar
Mike LePond (SYMPHONY X): Bas
Rhino (eski-MANOWAR): Davul

Alttaki resimden grubun myspace’ine ulaşmak mümkün.

NOVEMBERS DOOM’dan albüm haberi

Thursday, November 4th, 2010

Amerikalı doom metal grubu NOVEMBERS DOOM yeni albüm haberini verdi.

İlkbaharda çıkacak albümün adı “Aphotic” olacakmış. Albümün masa başı işlerinden sorumlu kişi, her zaman olduğu gibi DAN SWANÖ.

Diğer yandan grup 2000 yılında çıkardığı ve bir süredir basılmayan albümü “The Knowing”i tekrardan piyasaya sürüyor. Farklı bir kapakla çıkacak olan “The Knowing 2010″un detayları şöyle:

“The Knowing” (2010) – CD1

01. Awaken
02. Harmony Divine
03. Shadows of Light
04. Intervene
05. Silent Tomorrow
06. In Faith
07. Searching the Betrayal
08. Last God
09. In Memories Past
10. The Day I Return
11. Aura Blue

“The Knowing” (2000) – CD2

01. Awaken
02. Harmony Divine
03. Shadows of Light
04. Intervene
05. Silent Tomorrow
06. In Faith
07. Searching the Betrayal
08. Last God
09. In Memories Past
10. The Day I Return
11. Aura Blue
12. Silent Tomorrow (dark edit)

DIMEBAG DARRELL’ın hiç yayınlanmamış görüntüleri

Thursday, November 4th, 2010

DIMEBAG DARRELL’ın DAMAGEPLAN’le birlikte PANTERA klasiği “This Love”ı çaldığı bir prova videosu bugün ilk kez yayınlandı.

2004 yılına ait video, DIMEBAG’in evindeki stüdyoda kaydedilmiş.

ALL THAT REMAINS – …For We Are Many

Thursday, November 4th, 2010

Bundan yıllar önceki ALL THAT REMAINS, yetenekli bir gitariste sahip, iyi olma sinyalleri veren, gayet güzel şarkılar yazabilen bir gruptu.

Bugün baktığımızda bunlardan sadece yetenekli bir gitaristlerinin oluşu geçerliliğini koruyor.

Diğer tüm vasıfları albümden albüme kaybolan değerler olarak göze ve kulağa çarpıyorlar.

Neden böyle oldu peki?

2004′te “This Darkened Heart” çıktığında gayet yaratıcı şarkılar yapabileceği gün gibi belli olan bir grup bulduğuma sevinmişken, “The Fall of Ideals”la ALL THAT REMAINS’in farklı hedefleri olduğunu kavramıştım.

Albüm iyiydi, ancak grubun eninde sonunda kekremsi tatlar bırakacak bir noktayı hedeflediğini de hissettiriyordu.

Overcome” ise her yanından sıradanlık akan, grubun tek amacının daha geniş kitle olduğunu hissettiren, gayet bayık bir albümdü.

Şimdi baktığımızdaysa karşmızda “…For We Are Many”yi görüyoruz.

Albümü uzun süredir yapmadığım bir tarzda, artılar ve eksiler şeklinde yazacağım.

Ama önce çarpmalar ve bölmeler.

“…For We Are Many” grubun beşinci albümü. ALL THAT REMAINS’le ilgili övülecek bir nokta varsa, o da grubun bir şekilde kitlesini genişletmeyi başarıyor ve bu devirde albümden albüme satışlarını arttırıyor oluşu. “…For We Are Many” ilk haftasında 29.000 olmak üzere şimdiye dek 45.000 civarı satmış. Elbette ki piyasalaştıkça satışlar artar, ancak grubun bir şekilde -hâlâ- “metal” başlığı altında anılan bir müzik yaptığı düşünüldüğünde, ALL THAT REMAINS’in ticari anlamda doğru işler yaptığı ortada. Lâkin biz satışları pek sallamadığımızdan, gelin olayın müzikal kısmına geçelim.

- Grubun solo gitaristi Oliver Herbert cidden iyi bir gitarist. Sololarına çok özen gösterdiğini her halinden belli ediyor ve çoğunlukla her solosuna bir öne çıkarlık sokmayı başarıyor.

- Grup güzel rifler yazmayı sürdürüyor. Bazı rifler herhangi bir death metal grubunun albümünde kullanılabilecek kadar death metalden kök alan tatlar taşıyorlar. Misal Some of the People All of the Time ve özellikle de Dead Wrong güzel anlara sahipler. İyi şarkı olmanın eşiğinden dönen yapıtlar.

- Metalcore başlığı altında düşünüldüğünde ve türün kabuğunu kırması gerektiği konusunda düşünceleriniz yoksa, metalcore’un tüm kurallarına uyan, formülden şaşmayan, “Overcome”dan daha yaratıcı anlar barındıran bir albüm.

- Grupta bir kadın olmasına rağmen, grup bu yanını öne çıkarmaya çalışmıyor. Gerçi çalışsa da ne denli yarar görür, orası da şüpheli; zira Jeanne Sagan, adı Steve olan herhangi bir oğlandan farksız takılmakta.

- Travis Smith imzalı kapak bence güzel gözüküyor.

- “…For We Are Many”nin en büyük eksisi, artılarının yukarıdaki kadar olması.

- ALL THAT REMAINS’i bazıları için zamanla dinlenemez kılan şey, elbette ki Phil Labonte’nin vokalleri. Hırçın vokallerde tür için gayet yeterli olan Labonte, clean vokallerde olayı vıcıklaştırıyor. İşin kötüsü, Labonte’nin kendine özgü gibi duran bağırmalı vokallerinin bence ALL THAT REMAINS’i fazlasıyla tektipleştiriyor olması.

- Güzel olacak gibi giden şarkıların başarıya ulaşmasını engelleyen ana etmen de bu vokaller. Bilhassa da nakaratlarda. Grubun “The Fall of Ideals”daki kadar iyi nakarat yazamıyor oluşu bir yana, Labonte’nin nakaratlardaki vokal melodileri de eskiye oranla çok daha az akılda kalıyor. Dahası, özellikle de Labonte’nin canlı performanslarını duymuşsanız dikkatinizi çekeceği gibi, bazı vokallerde autotune kullanılmış oluşu. Labonte birtakım dijital yardımlarla, normalde asla çıkaramayacağı sesleri, asla söyleyemeyeceği temizlikte söylüyor. Albümdeki kimi şarkıların canlı performansları bunu görmek için yetiyor da artıyor bile.

- Şarkıların öne çıkması gereken yer olan nakaratları bir kenara bıraktığımızda da feci bir görüntüyle karşılaşıyoruz. Zira Labonte mısra kısımlarını neredeyse hep aynı şekilde söylüyor. Melodi, vurgular, vokal tarzı; ALL THAT REMAINS şarkıları son iki albümde birbirlerine çok benzer mısra kısımlarına sahipler. Öyle ki, Labonte konserde bir şarkının mısra kısmını unutsa, bir sonraki şarkının mısrasını söyleyerek dahi yırtabilir. Bu kısımlar birbirlerine bu denli fazla benziyorlar.

- Yine bir şekilde, Labonte’nin clean vokalleri SOILWORK, SCAR SYMMETRY ve IN FLAMES gibi grupaların nakaratlarından daha kirli olsa da, bu grupların pamuk gibi yumuşak nakarat vokallerinin yanında bile daha sulandırılmış, daha planlanıp formülize edilmiş şekilde şarkı söylediğini hissettiriyor.

- Görüldüğü gibi, vokaller ALL THAT REMAINS müziğini fazlasıyla domine ettiğinden, olayı bu kısmı yok sayarak değerlendirmek epey zor. Zira arkada gitar ve davul ne kadar güzel işler çevirseler de, grubun en çok vurguladığı olayı vokaller, vokaller, vokaller. İyi gitar işçiliği de olmasa, bilmiyorum nasıl katlanılır.

Dört işlemin sonuna geldiğimizde, “…For We Are Many” sıradan bir metalcore albümü. Türe bir şey vermeyecek, grubun diskografisindeki herhangi bir albüm.

Bence bir türün ne kadar uzun ömürlü ve heyecan verici olacağı, o tür içinde çıkarılan ve “başyapıt” olarak anılan albümlerin sayısıyla doğru orantılıdır. Günümüzde pek çok tür içerisinde bu tarz albümlere rastlıyoruz. Progresif metalden black metale, death metalden thrash metale, doom metale, pek çok türde tam not alabilen, bir grubun türe imzasını attığı albüm olarak anılacak işlerle karşılaşıyoruz. Yani, o tür içerisinde daha yapılabilecek, o ana dek akıl edilmemiş şeyler olduğunu anlıyoruz. Metalcore bence bu türlerden biri değil. Türe karşı bir garezim olmamasına, sevdiğim tonla metalcore şarkısı olmasına rağmen, metalcore’un kafeslerini kırmaya çalışan grupların çoğunluk içerisinde epey az olduğunu, hatta az biraz deneysel takılan grupların hemen başka sıfatlarla anılmaya başlandığını görüyoruz. Metalcore janrı altında kendini geliştirme çalışan gruplar yok mu, elbette var. Onları ayrı tutuyorum.

Bu sebeple de, süregelen bu ortalamalığın ve alışılanı yapmanın verdiği huzurun rahat kucağından çevreye bakınma gayretinde dahi olmayan grupların ömürlerinin çok da uzun olmayacağını düşünüyor, en azından umuyorum.

Bu durum da albümün ismiyle müsemma bir şekilde karşımızda duruyor zaten.

Evet “çoksunuz”. Maalesef çoksunuz.

THE BLAME vokalist arıyor

Thursday, November 4th, 2010

İstanbullu grup THE BLAME bir açıklama yayınladı.

Yaklaşık 2 senedir uğraştığımız debut albümümüzü tamamlayıp şirketlerle görüşme aşamasına gelmişken, şarkılara sesiyle hayat veren Aykut Özen müzikal farklılıklar ve zaman ayıramama problemlerinden dolayı THE BLAME’den ayrılmıştır. Gruplardaki en büyük yanılgılardan biri, vokalistlerin şarkı söylemekten başka yükümlülükleri olmafığı algısıdır. Biz, the Blame olarak sahneye hakim olabilecek, şimdiden tamamlanmış olan 2. albüm şarkılarını söylemeye can atan ve grubu için elinden geleni ardına koymayacak, karakterli bir sesi olan bir vokalist arıyoruz. Bizim için öncelik ne kadar yüksek notalara çıkabildiği değil, ne kadar sahneye hakim ve ne kadar fark yaratabilen biri olduğudur. Yalnızca brutal vokal yapan biri THE BLAME’in müziğine uygun olmayacağından tercih etmemekteyiz. Umarız önümüzdeki uzun yolun başında bu sorunu çözebiliriz. İlginize teşekkür ederiz.

İlgilenenler için iletişim adresi: theblamemetal@gmail.com

THE BLAME’in nasıl bir müzik yaptığını henüz duymadıysanız, sizi grubun myspace‘ine alalım.

HOPE TO FIND yeni vokalistini buldu

Thursday, November 4th, 2010

Eskişehirli progresif rock grubu HOPE TO FIND bir süredir devam ettiği vokalist arayışını Mert ERDEM’i gruba alarak sonlandırdı.

Gruba dair neler olup bitiyor şuradan her ayrıntısıyla görmek mümkün.

HOPE TO FIND

Thursday, November 4th, 2010

Öncelikle, birbirinizi nasıl buldunuz? Grubun temelleri nasıl atıldı?

Zafer: Seçkin’den başlamak gerekirse farklı liselere devam eden ama ortak arkadaşımız olan Ahmet Küçükaslan tarafından tanıştırıldık. Tanıştırılma amacımız ise, ki sene 1998, grup kurmak ve kendi müziğimizi yapmaktı. Seçkin ile tanıştıktan sonra gel zaman git zaman her türlü grupta birlikte çaldık. 2003 yılında da Hope To Find’ı kurduktan sonra işler bu yönde ilerlemeye devam etti. Kronolojik ve kişisel olarak Alper ile tanışmam daha önceye, belki de hemen hemen Orkun ile de tanıştığım dönemlere uzanıyor. Orkun ile Hope To Find’dan önce bir grupta birlikte çalmıştık ama o zaman tarzımız çok farklı idi. Alper ile de yine ortak arkadaşlar vasıtası ile tanışmıştık, hatta birkaç ikili çalışmamız olmuştu. 2008 yılında Eskişehir’e geri dönüşüm ile birlikte Erdem ile tanıştık ki bu da onun Orkun’un iş arkadaşı olması sebebiyle oldu. Bu şekilde birbirleri ile Eskişehir’de zaten teması az ya da çok olmuş olan insanlar kendi müziklerini yapmak ve bu konuda özgün olmak gibi kaygılar ile bir araya gelmeye ikna olunca, bu serüven bizi bu günlere kadar getirdi.

Alper: Zafer ile yaklaşık on sene öncesine dayanmakta dostluğumuz var. Erdem’le de yine o sıralarda tanışmıştık. Orkun ve Seçkin ile de yine 2008′de bir araya geldik

Still Constant” ismi neyi ifade ediyor?

Zafer: Mezun olduktan sonra Erzurum’un Tortum İlçesi’nin Bağbaşı Beldesi’nde görev yaptım. Orada görev yaptığım süre içerisinde müzik yapmak fikri hiç aklımdan çıkmadı, belki de beni en diri tutan şeylerden biriydi ve onca güçlüğe, zorluğa ve yokluğa rağmen ayakta durmamı sağlayan şey oldu. Dolayısı ile bunu kendime bir söz, bir motivasyon aracı olarak kullanarak “Still constant, still hoping to find” şeklinde bir slogana dönüştürdüm; hatta myspace’ten o tarihlerde paylaşmışlığım da vardır. Gel zaman git zaman promosyon CD’mizin çıkışı için bir isim ararken ve onca seçenek varken ve hepimizin de geçmişlerini şöyle bir göz önünde bulundurunca, her türlü olumsuzluğa, imkânsızlığa ve önyargılara rağmen bir şeyler yapabilmenin, ortaya koyabilmenin ifadesini yansıtması amacıyla, “Still Constant” ismi promosyon CD’mizin ve ilk çıkışımızın adı oldu.

Alper: Grupta ki herkes için çok özel şeyler ifade ettiği kesin. Yoğun ve Sürekli bir tutku. Kişisel bir cevap verebilir miyim?! Grup müziği altında, 1997 ilkbaharında Eskişehir’de Kerem İlhan ve Serkan Işıklar ile birlikte “Liris” isimli bir grup kurmuştuk; ağırlıklı olarak Dream Theater, Savatage cover’ları yapıyorduk yine bu süreç içerisinde “Glass Visionary” adı altında 16 dakikalık bir “demo” çıkarmıştık. Çıkardığımız demoyu o sıralarda Doğu Yücel ve Güven Erkin Erkal’a göndermiştik, hatta Doğu’dan güzel bir dönüş de almıştık.

Grup üyelerinin zamanla öncelik ve beklentilerinin değişmesi sonucu müzikal birliktelik anlamında maalesef yollarımız ayrılmış oldu. Geçen beş sene içerisinde, birlikte çokca eğlendiğimiz, güzel hayeller kurduğumuz ve çok şey öğrendiğimiz, çok şeye tepki duyduğumuz aklımda kaldı. Yine bu sıralarda Murat ve Canlar’ın kurduğu Episode 13 ile bir süre grubun o dönemde çıkaracağı iki albüm için kullanılacak parçalar üzerine çalışmalarımız oldu. Birlikte ilk albümden Forlorn Till Dawn için klip çekmiştik…

Sürekli arayışların ardından 2007 gibi Zafer’le birşeylerin doğru gitmediği üzerine konuşmaların ardından, “Dünyayı Ele Geçirme Üzerine Sayısız Planlar” yaptık. :) Sanırım bu sıralar zihin ve müzikal uyumlarımızın iyice iç içe geçtiği zamanlardı. Nihayet 2008 yılında Zafer, Orkun, Erdem ve Seçkin ile birlikte “Progresif Rock” çatısı altında yeni bir oluşuma girdik. Hope To Find benim için Liris ten sonra İkinci Bilinçaltı Yolculuğu için bir bilet oldu açıkçası… Duygusal anlamda da öyle…
Dolayısıyla ortaya çıkan “şey”: “enerji”, Still Constant” yani birşeyi istediğin sürece yapabileceğinin ifadesi oldu.

Sevgili Ahmet bildiğin gibi değil, böyle derin sorular için yanlış adam sanırım :))

EP’nin mastering’ini Avustralya’da yaptırma sebebiniz neydi? Özellikle Rick O’Neill’ı istediğiniz için mi oraya yolladınız?

Zafer: Öncelikli sebep kayıtları birlikte yaptığımız Volkan Yırtıcı’nın tavsiyesi idi ki böylelikle mix-mastering korelasyonu sağlanabilecekti. Ek olarak böyle bir tecrübeyi yaşamayı heves ettik de diyebilirim, ki bu işlerin çok uzak olmadığını bire bir yaşayarak gördük. Turtle Rock Mastering stüdyolarında hali hazırda çalışan üç ses mühendisi var. Bizim Rick’i seçme sebebimiz oranın en tecrübeli ismi olmasından kaynaklıydı.

Alper: Kayıt, miks ve edit’lerde bize yardımcı olan Volkan Yırtıcı’ nın önerisi üzerine gelişen bir süreçti.

Müziğinizdeki coşkulu anlarda dahi hissedilen bir hüzün havası var. Bu hissiyatın grubun adıyla olan kontrastını nasıl açıklarsınız?

Zafer: Ümit etmenin bizdeki hüzünlü hissi olsa gerek. Tabii ümit ediyorum ilerleyen işlerimizdeki gidişat da tavrımızı, tarzımızı daha iyi yansıtacaktır gibime geliyor.

Erdem: Hayatımızda yer alan unsurların bize hissettirdiği bir burukluk, kırgınlık durumu var. Dolayısıyla, bunun şarkılara yansıması gayet normal.

Alper: Öncelikle bilinçli yapılmış bir şey olmadığını söyleyebilirim, biraz duygusalız galiba. Belki de o dönemde bireysel olarak yaşadıklarımızla ilgili olabilir, bilemiyorum. Ancak şunu söyleyebilirim, bu durum albüm için başladığımız yeni bestelerde de kendini gösteriyor, kişilik özelliklerimiz bu algıya neden oluyor sanırım.

HOPE TO FIND müziğinde, tıpkı PORCUPINE TREE ve RIVERSIDE’da hissedilen türde bir “kent müziği” havası var. Yaşadığınız yer, sosyal çevre, yazdığınız müziği nasıl etkiliyor? Eskişehir’de değil de İzmir’de veya Rize’de yaşıyor olsaydınız sizce farklı bir sound’unuz olur muydu?

Zafer: Muhtemelen etkilerdi. Eskişehir’deki değişimin biraz da bizlere olan yansıması olabilir. Ancak aidiyet/aidiyetsizlik kavramı üzerine kurulu olmasından ziyade her düzlemde konuşulup tartışılabilir bir konumda olmayı tercih ederim. Bu sözümden şunu kastediyorum; evrensel bir düzlem üzerinde olduğumuzdan, yerel etkilenimlere kulak tıkamanın pek mümkün olacağını sanmıyorum.

Alper: Mutlaka, Eskişehir’in bir büyüsü olduğu kesin. Başka kentlerde yaşasaydık City Soul diye bir parça yapar mıydık bilmiyorum; yaşamak, etkilenmek ve özümsemek lazım. Bu açıdan Eskişehir’de olmamız bir şans aslında. Tabii ki, bu duruşu salt bir bölgecilik, şehircilik söylemi gibi konumlandırmamakta fayda var.

Grubu kuran iki kişiden biri olan Zafer’e sormak istiyorum. “Ben progresif rock yapmalıyım” düşüncesini sana ilk hissettiren grup hangisiydi? Rock/metal dinlemeye ilk başladığında da bu türe mi yatkındın yoksa yapmak istediğin müzik zaman içinde mi şekillendi?

Zafer : Pain Of Salvation, hatta özellikle de People Passing By şarkısının yapısıdır beni bu denli hayran bıraktıran kendine. Bu türe yatkındım diyemem, ancak zaman içerisinde arayış ve beklenti beni ister istemez buraya getirdi. Buradan nereye götürür, umarım hep birlikte göreceğiz :)

Albüm çalışmaları nasıl gidiyor? “Still Constant”ı internetten ücretsiz indirilebilir şekilde yayınladınız, yeni albümünüz için yerli ya da yabancı bir şirketle görüşme durumunuz var mı?

Zafer: Albüm çalışmaları hali hazırda kadromuzun revize edilmesi sonrasında besteleme çalışmaları şeklinde devam ediyor. Albüm için elde biraz daha somut veriler olunca, herhangi bir plak şirketi ile anlaşma yapmak adına daha somut adımlar atabileceğimizi düşünüyorum. Ancak hali hazırda da “Still Constant” için güzel yorumlar aldığımız ve irtibatta olduğumuz yerler var.

Alper: Albüm çalışmalarına henüz başladık, geçen süre içerisinde tanıtım, konserler ve yeni kadromuzu şekillendirme süreçlerini yaşadık diyebiliriz. Dolayısıyla bu süreçlerde gerek yurt içi, gerek yurt dışından epey olumlu geri bildirimler almaktayız.

Yurt dışında artan bir dalga da, grupların bir şirketle anlaşmadan albüm yapmaları ve bunu kaliteli şekilde, kapağıyla, şarkı sözleriyle birlikte internetten bedava indirilebilir halde sunmaları. Albüm satışlarının durumu düşünüldüğünde, turlamak ve bir şirketle anlaşmak isteyen gruplar adına mantıklı bir hareket olarak göze çarpıyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Sizce de “albüm” kavramı önemini kaybetmedi mi? Ya da en azından amaçtan ziyade araç haline gelmedi mi?

Zafer: “Albüm anlamını yitirdi mi?” sorusu bizim gibi audiofiller için pek geçerli olmayacaktır ama genel olarak öyle bir eğilim var. Genelde her şeyi grup yapıyor, sadece dağıtım ve turne hizmetlerini şirketler karşılıyor gibi kabaca bir organizasyon düzeni söylemek mümkün. Tabii dağtım ağına girebilmek ancak şirketlerin ellerinde, o da zaten kitlelere ulaşabilmek adına en gerekli şeylerden bir tanesi. İnternet bu ulaşım olayını çok rahatlatmış olsa da hali hazırda piyasa diye tabir ettiğimiz ortam bu evrimleşme hızından yeteri derecede nasibini almış gözükmüyor.

Erdem: Albüm belki de bir yönüyle prestij haline geldi. Ancak, yine de CD’den müzik dinlemekten aldığımız zevk farklı ve bunu hem kendimiz hem de bizim gibi düşünen insanları da değerlendirerek basılı formatta yapmanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Elbette sanal araçlar kullanarak indirilebilir olmasını tercih ederiz. Öte yandan, bir plak şirketiyle dağıtım ve promosyon gibi konularda anlaşırsak onlar buna pek sıcak bakmayabilirler. Yine de, albüm satışından elde edilecek gelire çok da bel bağlamadan konser, merchandise ve sponsorluk gibi alternatif finansman yollarına gidilebilir.

Alper: Evet, baya doğru, ancak yapılan müziğin türüne göre, bu konuda “az ya da çok etkili” gibi dereceler olabilir. Sanırım “albüm” kavramı ile bahsettiğimiz durum, sayıca biraz daha az ve seçici olan ve bu türden müziğe meraklı olan kitle için belki de ülke pazarının talebine göre şekillenmekte. Son yıllarda kayıt ve düzenleme imkanlarının gelişmesiyle birlikte pek çok grubun “Porcupine Tree, King Crimson, Pink Floyd, No Sound, Jeff Beck” vb. gibi 5.1 olarak “remaster” yapılan albümleri de satılmakta. Ya da bu grupların albümlerinin Japonya gibi ülkelerde 24 bit’lik audio seçenekleri de pazara sunulmakta. Bu durum “albüm kavramının” başka bir şekilde, hatta daha nitelikli olarak devam ettiğinin bir göstergesi de olabilir aslında.

Şarkı yazım süreçleriniz nasıl ilerliyor? Yazdığınız şeyleri internetten birbirinize göndererek grup halinde mi beste yapıyorsunuz yoksa asıl müziği belli birisi mi yazıyor?

Zafer: “Still Constant” için bu süreç her türlüsünden ilerledi. Yani birisi belli bir fikir ile geldi ve o fikir geliştirilip düzenlendi. Hep birlikte her şeyiyle sıfırdan yazdığımız da oldu. Bu süreç biraz akış meselesi galiba, kişisel duygulanımlara bağlı olarak ortaya çıkan anlatım biçimi bu süreçleri değiştiriyor kanımca.

Alper: Parçaları yazım süreçlerini mümkün olduğunca hep birlikte gerçekleştiriyoruz. Ama tabii ki her ilham her an bizi birlikte yakalamıyor. :) Dolayısıyla bireysel olarak bulduğumuz fikirleri ya ilk buluşmalarda, ya da çeşitli arayüz programları ile notalara dökerek netten paylaşıyoruz.

Prova yapabileceğiniz bir yeriniz var mı? Okuyan ve çalışan insanlar olarak düzenli bir prova takviminiz var mı? Eskişehir’deki stüdyo sayısı ve kalitesi ne düzeyde?

Zafer: Prova yapabileceğimiz bir yer var: Erdemler’in evi. :) Ama umuyorum bu röportaj yayınlandığı sıralarda bu durumu benim eve taşımış olacağız. Esasen ihtiyaçlarımızı karşılayabilecek düzeyde, kendimize ait bir stüdyo arayışındayız; ama bu süreçler sekteye uğrayan ve ciddi emek harcayan yatırımlar olarak karşımıza çıkmakta. Onun yerine çözümümüz şu şekilde ilerliyor: Eskişehir’de provalarımızı aldığımız FMS stüdyoları var. Bizleri çok tatmin etmese de kendimizi en rahat hissettiğimiz yer burası. Eskişehir’de 4-5 adet stüdyo mevcut bildiğimiz kadarı ile ancak kalite düzeyi istenen ve beklenen düzeyde değil. Umarım ilerleyen dönemlerde kendimize ait bir düzen ile daha verimli ve daha gerçekçi provalar yapabiliriz, ki bu müziğimizin gelişmesinde en önemli etkenlerden bir tanesi olacaktır. Çalışma düzenine gelirsek, hepimiz çalışan kişiler olarak genellikle haftasonları bir araya gelip prova alıyoruz. “Still Constant” çalışma sürecinde haftada bir kez ev ve bir kez stüdyo çalışması yaparak ilerlettik süreçleri.

Erdem: Provaları Zafer’in eve taşıdığımızda o çok rahat edecek. :) Evde mümkün olduğunca kişisel çalışma kısmını halledip bir araya geldiğimizde –kısıtlı zaman da olsa- mümkün olduğunca verimli olmasına çalışıyoruz. Aksi taktirde, yapmamak için çok “bahane” var zaten. Ancak en iyisi prova ve mümkünse şimdilik pilot kayıtlarımızı alabileceğimiz kendimize ait bir mekan olması.

Alper: Şimdilik bu konuda elimizin altında bulunan stüdyolardan faydalanıyoruz. Tabii ki toplu olarak yaptığımız ev çalışmaları dışında. Düzenli prova takvimimiz olduğunu söyleyebiliriz. Ancak kendi sonuçlarımızı alabileceğimiz bir düzen için de arayışlarımız mevcut. Umuyoruz ki kısa süre içerisinde kendimize ait bir stüdyo düzenine geçeriz.

Bildiğimiz gibi metal büyük oranda “öylesine” dinlenen bir müzik değil. Bu müziği dinleyen insanlar genelde hep daha fazla grup bulmaya çalışıyor, duydukları güzel şeyleri bu müziği dinleyen diğer insanlarla da paylaşmaya çalışıyorlar. Metalin sadece “sevdiğim müzik türü” şeklinde kalmayıp insanları bu şekilde etkilemesini neye bağlıyorsunuz?

Zafer: Anlattığı felsefik bakış açıları ile değil. Çünkü bu tarzda ortada sadece bir müzik yok; fazladan bir dert var; onun paylaşılması, anlaşılması, ifadesi var. Dolayısı ile diğer bir çok tarzdan ayıran sadece müzik için değil altında yatan başka kaygılardan dolayı da bu müziğin yapılıyor olması ve onun da benzer bir tutku ile takip ediliyor olması şeklinde geliyor bana.

Erdem: Müzik yapıyor olsun veya olmasın çoğu kişi için kendini ifade etmenin yollarından biri olduğunu düşünüyorum. Bir de yıllardır kişisel gelişimimiz içinde müziğin de yer alıyor olması, artık onu bir parçamız gibi görmeye neden oluyor zamanla. Zaten dinleyici olarak en keyifli yönlerden bazıları da grup keşfetmek, türlerin derinlerine gitmek, bunu çeşitli yollarla çevremizdeki insanlarla paylaşmak bana kalırsa. Diğer tarafta ise hissedilenleri aktarılması için müzik başlı başına güçlü bir enstrüman.

Alper: Metal veya rock kesinlikle hayranları olan müzik türleri. Hayranların bu müzik türlerini aynı zamanda yaşam tarzı haline getirmeleri sanırım ait olma kavramı ile ilgili, dolayısıyla paylaşılma nedenlerinin en önemlilerinden biri de bu olmalı. Herkesin bir şeye ait olma çabası içerisinde olduğu bir gerçek.

Yerli grupların albümlerine dair yorumlarda karşılaştığımız bir durum var. Yorumu yapan kişiler grubun yaptıklarını bir şekilde yabancı bir muadili ile örneklendirmeye çalışıyorlar. “Şurası x gibi olmuş”, “burada x’vari bir şey yapmaya çalışmışlar” şeklinde gelişen ve müziği yapan tarafın muhtemelen canını sıkan benzetmeler bunlar. Siz bunu nasıl görüyorsunuz? Belki de hiç dinlemediğiniz bir gruba benzetildiğiniz, onlardan etkilendiğinizin söylendiği bir yorum okudunuz mu?

Zafer: Bu şekilde yorumlar olması gayet normal aslında çünkü ilk yaratıcı olay zaten taklitten türeyerek özgünlüğüne kavuşmuştur. Kendini bulmak deyimini müzik ile örtüştürerek örnek vermek gerekirse dinlenilen onca grup, tarz; okunan onca şarkı sözü, hepsi bir dimağda toplanıyor ve orada değerlendirme yaptıktan sonra son haline getiriliyor. Dolayısı ile insan algısındaki dört süzgeç fonksiyon görerek en son bir öğütülmüş ürün ortaya çıkarıyor. Bunun da dinlenilen, sevilen gruplardan bir şeyler yansıtması çok da beklenmedik bir sonuç değil. Ancak tabii değerlendirmeleri yapan kişilerin değerlendirme kapasitesini de yansıtan bir durum olduğundan dem vurmadan da geçemeyeceğim. Mesela bu bizim ilk çalışmamız. Bunun göz önünde bulundurularak değerlendirilmesi. herhangi bir önceki yapımın benzerliğine yakın olması kadar doğal bir sonuç yoktur diye düşünüyorum.

Erdem: Aslında sadece yerli gruplarda değil, baktığınızda pek çok yabancı gruba ait inceleme yazıları veya forumlarda da “x’e benziyor”, “y’nin klonu”, “a ile b’nin karışımı” gibi ifadeler görüyoruz. Yerli gruplar için söylendiğinde biraz daha farklı bir ifadesi olsa da, eğer yola çıktığınız nokta x gibi müzik yapmak değilse bile yolda bazı x ve y’lerle kesişebilirsiniz. Bu çok normal, ancak normal olmayan “Şurayı x gibi yapalım”, “Burayı y gibi yapalım” şeklinde olması, yani samimiyet konusu. Öte yandan, Zafer’in de söylediği gibi, dinleyicinin kapasitesi ile de ilgili bu. Çok zaman görüyoruz ki belli bir türde bilinen 2-3 grubun adı çevresinde değerlendirmeler yapanlar da oluyor. Çok takılmamak lâzım bence buna.

Alper: Evet algılar ile ilgili bir durum bu, çok da önüne geçilesi değil aslında. Dolayısıyla özgün olma sürecinde belki de yaşanması gereken şeyler bunlar. Hope to Find olarak biraz böyle bakıyoruz. Dolayısıyla çok da fazla takılıp kalmamak lazım

Kişisel olarak City Soul keyboard partisyonlarında Nur Yoldaş’ın “Sultaniyegah” adlı parçasında Ergüder Yoldaş tarafından yazılmış muhteşem keyboard solosunun ya da Status Quo “In the Army Now” ile esinlenme ilişkisi kurulabilir mi? Bilemiyorum :)

Sorunun ikinci kısmına gelirsek, “Still Constant” ile ilgili çıkan yazılarda sanıyorum biraz da klavye tonları ve orta tempolu bölümlerden dolayı çeşitli neo-prog gruplarına benzetenler oldu. Benzer şekilde vokalleri bazen hiç aklımıza gelmeyen kişilere benzetenler de oldu. Aslında tüm bunlar bir yanıyla güzel, müziği yaparken görülemeyen bazı şeylerin de görülmesini sağlıyorlar.

Üstteki soruya devam edersek, ülkemizde “x gibi” şeklinde özetlenemeyen, özgün bir sound oluşturmayı başarmış grup sayısının azlığını neye bağlıyorsunuz?

Zafer: Doğru temel müzik bilgisinin aktarılamamasına. Okullarda flüt çalmaya çalışarak müzik kültürünün aşılandığı bir kesime dahiliz. Ona rağmen çok şanslıyız; arada farkı fark edebilenlerimiz çıkabiliyor.

Erdem: Eğitim büyük oranda etkili olsa da, insanların kendilerini geliştirmemeleri de rol oynuyor bence. Piyasa müziği bir kenara bırakırsak, ki orası çöplük zaten, rock içerisinde de formüllerin başarı getirdiği düşüncesinin hakim olmasından kaynaklı özgün olamamak. Olmaya çalışan grupları da çeşitli tuzaklar bekliyor, bunları önceki güzel başlayan örneklerden gözlemledik. Bir de tabii ülke çapındaki kültür düzeyiyle de ilişkisi var bunun. Sadece müzikte değil, neredeyse tüm sanat dallarında bir ekolden, anlayıştan ziyade kişisel çabalara dayalı işler ortaya koyuluyor. Bunun aslında özgünlük getirmesi gerektiği düşünülebilir ancak böyle olunca da genelde insanlar ‘akıllı adamın yapacağı iş değil’ gibi bir bakış açısına sahip olabiliyorlar.

Alper: Sürekliliğin olmaması en önemli neden olabilir, gruplar maalesef kendi özgünlük ve ifadelerini oluşturamadan dağılıyorlar.

Yerli grupların turlamak konusundaki sıkıntılarının (vizeler, maddi sıkıntılar, okul, vb) yabancı şirketlerin Türk gruplara olan ilgisini sınırlandırdığını düşünüyor musunuz? Albüm satışlarının durumu ortadayken, yabancı büyük bir şirketin, turlayıp ürün satamayacak, kitlesini genişletemeyecek bir Türk grubuyla ilgilenmesi sizce ne derece mümkün?

Zafer: Çok doğru bir nokta. Yaptığınız işin kalitesine inanıldığı (başta yapan tarafından) takdirde hepsi geride kalan ayrıntılar olacaktır. Yaptığınız iş kaliteli ise vize de kolay çıkar, para da kolay bulunur, vs. Öncelikli nokta “kaliteli iş”.

Erdem: Elbette Türk gruplarının bu konuda oyuna 1-0 yenik başladığı bir gerçek ancak yapılan işin kalitesinin ve takibinin handikapları ortadan kaldırabileceğine inanıyorum.

Alper: işleri zorlaştırdığı kesin, sonuç olarak şirket açısından bakıldığında albümlerin kazanç amaçlı olmaları doğaları gereği, ancak bu duruma aşılamaz diye yaklaşmak da yanlış olacaktır.

Progresif rock konserlerinin konserden ziyade “coşkulu bir dinleti” olarak geçmesi, sahneden bakıldığında nasıl bir his uyandırıyor?

Zafer: Çok mükemmel bir his uyandırıyor. :) Ben konserlere “eargasm” için gidiyorum.

Erdem: Bir de “eyegasm” boyutu var. ;) Şaka bir yana çok keyifli gerçekten, tüm sıkıntılara rağmen o “coşkulu dinletinin” havasına girdiğinizde tarifsiz güzellikte hisler ve duygular içinde oluyorsunuz.

Alper: Son sahnemiz aklıma geldi. :) Hope to Find olarak, bir “metal festivalinde” iseniz, ilk birkaç şarkıda, şarkıların süresi, düşüş ve çıkışları dolayısıyla seyircinin coşkuya dahil olma sürecinde zorluklar çıkardığı kesin. Ancak samimi olarak şunu söyleyebiliriz ki grup olarak sahnedeki enerjiyi yakaladığımız anda işler farklılaşıyor, çok ama çok eğleniyoruz. Dolayısıyla bu da seyirciye yansıyor. Genellikle her performans sonunda bizlerle iletişime geçen ya da grubun yaptığı işleri takip etmeye başlayan “izleyici” kitlesi artıyor. Henuz çok yeniyiz. Bu süreç sanırım zamanla farklı bir boyuta taşınacaktır.

En son izlediğiniz ve “Adamlar yapmış” dediğiniz, takdir ettiğiniz sahne performansları kimlere aitti?

Zafer: Porcupine Tree – “Arriving Somewhere” DVD’si.

Erdem: “Arriving Somewhere” çok iyiydi gerçekten. Onun dışında yakın zamanda yayınlanmış Rush – “Working Men” şaşırtmadı (iyi anlamda), güzeldi. Quidam’ın “Strong Together” fena değildi. Amorphis zengin içerikli DVD’si ile sevindirdi. Bugünlerde ben Transatlantic’i bekliyorum, o da iyi olacaktır eminim yine. ;)

Alper: “Arriving Somewhere”. Gerçekten yapmış adamlar.

Eskişehir’in dışarıdan bakıldığında gayet olumlu bir yansıması var. Orada yaşayan insanlar olarak Yılmaz Büyükerşen gerçekten de göründüğü kadar başarılı mı? Aslen Eskişehirli misiniz, yoksa sadece orada okuyor/çalışıyor musunuz bilmiyorum, ama Eskişehir’in gelişiminden, orada yaşamaktan memnun musunuz?

Zafer: Yılmaz Büyükerşen’in gerçekten başarılı olduğunu düşünüyorum. Ben Eskişehirli’yim. Hep burada idim. Belli dönemler Eskişehir dışında oldum ve o dönemler gerçekten Eskişehir’in sosyal dinamizmini çok aradım. Eskişehir’de yaşamaktan son derece mutluyum ve bu gelişimin ilerleyeceğine de inanıyorum.

Erdem: Eskişehir’in son yıllardaki “görünüşü” gayet olumlu. İçeriden bakıldığında da genel olarak olumlu şeyler hissettiriyor. Çeşitli zamanlarda yaşadığımız ya da zaman geçirdiğimiz pek çok yerden daha rahat hissettiğimi söyleyebilirim. Burada yaşadığımız için de iyi hissediyoruz, ancak ben gelecek için Zafer kadar umutlu değilim. Yapılan güzel şeyleri görmezden gelmek mümkün değil tabii. Öte yandan, ne olursa olsun burası bir Orta Anadolu şehri ve kozmetik değişimler sadece rüzgarın estiği yönle bile yerle bir olabilir. Önemli olan genel bakışı, kültürü ve anlayışı daha ileriye taşımak olmalı. Bu yönde gerçekten çok güzel çabalar var ama bana kalırsa henüz yeterli değil.

Alper: Eskişehirli’yim, yerel yönetim anlamında, şehirde yaşayanlar olarak inanılmaz şanslı olduğumuzu düşünüyorum. Dolayısıyla “Göründüğü kadar başarılı mı?” sorusuna, pek çok olumsuzluğa, bürokrasiye rağmen “göründüğü kadar başarılı” diyebiliyorum. Hayatımızı bu şehir ekseninde şekillendiriyoruz diyebilirim.

Eskişehirspor’un başına Bülent Uygun’un geçirilmesi HOPE TO FIND’ın müzikal gelişimini nasıl etkileyecek?

Zafer: İşte tam konuya parmak bastın. Ben ciddi manada es-es taraftarıyım. Her türlü lisanslı ürün ve sezonluk kombine kartım ile her daim takımımın yanındayım. Benim hiç büyük takımım (o da ne demek ise) olmadı. Hep es-es’liyim. :) Yalnız Bülent Uygun’un geliş şekli pek şık olmadı, o kısmı içime sinmedi gerçekten. İki haftadır galibiyet alıyor olmamız sevindirici, umarım ilerleyen haftalarda daha iyi yerlere geliriz. Artık önümüzdeki maçlara bakacağız. :)

Alper: Etik davrandığımız sürece hiçbir etkisi olmayacaktır. :)

(Not: Röportaj yayına hazırlandığı sırada Bülent Uygun yaptığı çeşitli yaramazlıklardan dolayı PFDK’ya sevk edildi.)

Bu kadardı, samimi müziğiniz için teşekkür ediyor, HOPE TO FIND’a tüm müzikal girişimlerinde bol şans diliyoruz.

Zafer: Teşekkürler, biz teşekkür ederiz; bizlere destek verdiğiniz için.

Alper: Sevgili Ahmet, bizlere zaman ayırdığın için asıl biz teşekkür ederiz. Herkese sevgiler.

Erdem: Desteğiniz için biz teşekkür ederiz. Bu arada hatırlatmak isteriz ki grupla ilgili tüm gelişmelere www.myspace.com/hopetofind ile çok yakında yayına girecek olan www.hopetofind.net adreslerinden ve lastfm, facebook, tweeter sayfalarımızdan ulaşabilirsiniz.

Röportaj
Ahmet SARAÇOĞLU

ORPHANED LAND’den konuklu DVD

Thursday, November 4th, 2010

ORPHANED LAND 9 ve 10 Aralık’ta Tel Aviv’de vereceği konserleri 20. kuruluş yılları şerefine çıkacak DVD’leri için kaydedeceğini açıkladı.

Konserlerde sahnede gruba üç isim eşlik edecek. Bunlar, PORCUPINE TREE insanı Steven Wilson, PARADISE LOST gitaristi Greg Mackintosh ve grubun ORPHANED LAND ismini bir şarkısının sözlerinden aldığı İsrailli şarkıcı Yehuda Poliker.

KYUSS tekrardan faaliyette

Thursday, November 4th, 2010

Stoner rock’ın en önemli isimlerinden KYUSS, Josh Homme dışındaki kadrosuyla KYUSS LIVES adı altında birleşti.

Şimdilik sadece 20 konserlik bir Avrupa turnesi için birleşen grubun daha sonra ne yapacağı ise belli değilmiş.

AXL ROSE’un sahne arkası istek listesi

Wednesday, November 3rd, 2010

AXL ROSE’un turne sırasında sahne arkasındaki odası için istedikleri açıklandı.

ROSE, geçen ayki Belgrad konserinde, diğer tüm konserlerde de olduğu gibi sahne arkasının tümüyle siyah döşenmesini istemiş. Ayrıca odada şunlar olmalıymış:

18′er adet taze kırmızı ve beyaz gül
Şampanya
Vodka
Tekila
Bira
Kırmızı şarap
Yatak
Divan
Sehpa
6 adet lamba
Kilim
Siyah peçeteler
Blender
Meyve suyu sıkacağı
Kettle
Kağıt mendil
18 adet şampanya bardağı
15 adet viski bardağı
40 adet kağıt pardak
6 adet çatal bıçak takımı
2 tirbuşon
Bir büyük, iki küçük ekmek bıçağı

Alttan da grubun Sweden Rock Festival sırasında çekilen sahne arkası görüntüleri izlenebilir.

Pena bulamayan gitaristlere gün doğdu

Wednesday, November 3rd, 2010

Gitar çalan kişilerin başına mutlaka gelmiştir. Bir yerlerde bir gitar bulursunuz ancak yanınızda pena yoktur. Bu acılı durumun çözümü Pick Punch‘tan geliyor.

Tek ihtiyacınız olan süresi geçmiş bir kredi kartı veya yeterli sertlikte bir plastik.

Yaptığımız amme hizmetinin haddi hesabı yok.

MARDUK – Panzer Division Marduk

Wednesday, November 3rd, 2010

Aslında black metal hassas bir konu. En başta tüm metal türleri arasında en içine kapanık olanı. Seveni fanatizm seviyesinde severken, sevmeyeni ise hunharca dalga geçmekte. Abartıya kaçırmadan sevip, takip edeni ise baya az.

Diğer bir özelliği de işin müzikal kısmından çok magazinsel ve söylemsel tarafıyla daha ön planda olmasıdır. Müzikal anlamda pek bir şey yapmadan, aykırı siyasi ya da toplumsal söylemler, uçuk sahne şovları ve bilimum aşırılık ile black metal camiasında yer edinmek çok kolaydır. Nedense aynı formül death metal ve thrash metal gibi black metale yakın diğer türlerde pek işe yaramaz, anında çürük domatesi kafaya çakıp indirirler sahneden. Tüm bunlara rağmen black metal candır diyerek asıl konumuza geçelim.

Evet, asıl konumuz Marduk. Black metalde bir fenomen. Bu türde akla ilk gelen gruplardan biri. Her şeyden önce yaptığı icraatlarla her türlü platformda tartışılan, hem pozitif hem de negatif şekilde eleştireni bolca bulunan, ama en önemlisi her zaman yaptığı müzikle gündemde olan bir grup. Diğer yandan ise Marduk her daim kadrosunda İsveç metal camiasının saygıdeğer elemanlarını barındırmış ve bunun yanında camiaya önemli müzisyenlerde kazandırmış bir grup. Farklı tarzlarda bu müzisyenlerin birçoğunu dinledik ve dinlemeye de devam ediyoruz. Bence sırf bu açıdan bile Marduk fazlasıyla saygıyı hak eden bir gruptur.

Marduk’un 6. stüdyo albümü olan “Panzer Division Marduk” aynı zamanda da en çok konuşulan Marduk albümü. Kanımca black metalin “Reign In Blood“ı olan bu albüm, toplam 30 dakikalık ve 8 şarkılık bir şaheser. Albümü “Reign In Blood”a benzetmemin asıl sebebi her grubun en iyi albümüne yapılan bir yakıştırmayı tekrarlamak değil. Asıl olay albümün tıpkı “Reign In Blood” gibi çok kısa ve çok etkili oluşu. Şahsen hiç hatırlamam bu albümü oturup sadece tek posta dinlediğimi. En kötü 2, 3 tur dönmüştür hep. Tıpkı “Tomb Of The Mutilated” ya da “Vulgar Display Of Power” gibi insanın müzik zevkini derinden etkileyen bu albüm, belki de hala black metalle ilgilenmemin en büyük sebebidir.

Albüm tam anlamıyla bir pure black metal eseri olsa da ekstrem müzik seven her bünyeye hitap edebilecek bir yapıya sahip. Fredrik Anderson’un haplanmışçasına çaldığı davullar ve Legion’ın yüz ekşiten çirkef vokalleri dinleyiciye gergin anlar yaşatırken, Morgan Hakansson’un akıllara kazınan rifleri bu camiada tek olduğunu bize gösteriyor. Death metalde Karl Sanders, thrash metalde Scott Ian neyse black metalde Morgan Hakansson odur demek pek yanlış olmaz herhalde.

Albümdeki şarkılara tek tek değinme gereği duymuyorum. Adana adliyesi çıkışındaki meydan dayaklarına soundtrack olabilecek kalitede 8 adet şarkı sizi bekliyor.

Black metal tarihindeki en etkili albümlerden biri olan “Panzer Division Marduk”, ekstrem müzikten hoşlanan her ademoğlunun kulak kabartması gereken bir eser.

ismail vilehand

EXODUS yeni albümünden üç şarkıya klip çektiğini ve üçünün de aşşşırı iyi olduğunu açıkladı
Bursalı hard rock grubu KARAMESAİ yeni şarkılarını sundu
Pasif Agresif, bir Wordpress marifetidir.