Fin epik/folk metal grubu BATTLELORE, yeni albümleri “Doombound”un detaylarını açıkladı. Grubun ilk konsept çalışması olacak olan albüm, J.R.R. Tolkien’ın ünlü karakterlerinden “Túrin Turambar”ın hikayesini konu alacak.
Albümün şarkı listesi ve kapağı ise şöyle:
01. Bloodstained
02. Iron of Death
03. Bow and Helm
04. Enchanted
05. Kärmessurma
06. Olden Gods
07. Fate of the Betrayed
08. Men as Wolves
09. Last of the Lords
10. Doombound
11. Kielo (enstrümantal)
Albüm Avrupa’da 28 Ocak, Amerika’da ise 8 Şubat tarihinde raflarda yerini alacak.
Bir gün acımasız Wind-Up Records’un ellerinde son bulmasından korktuğum (tıpkı Submersed, Creed, Big Dismal gibi) ve bana göre son dönemlerin en sağlam alternatif rock gruplarından olan 12 Stones’un yeni albümü, pardon, daha doğrusu Wind-Up’ın zorlamasıyla 5 şarkılık EP olarak piyasaya sürülen “The Only Easy Day Was” Yesterday huzurlarınızda!
12 Stones, kendi adlarını taşıyan ilk albümlerinden bu yana baya fazla mesafe kat etti. “Potter’s Field”la ilk albümdeki ergen elektriğinden kurtulduklarını ispatlayıp, “Anthem For The Underdog”la da artık tamamen olgunlaştıklarını cümle aleme ispatladılar; ki eğer o albüm için single olarak World So Cold ve Hey Love parçaları seçilseydi, elde edilen başarı kat ve kat daha fazla olurdu bana sorarsanız. Ah şu prodüktörler yok mu…
EP, grubun kurucu üyelerinden Aaron Gainer’ın gruptan ayrılıp, eski basçıları Kevin Dorr’un geri döndüğü zaman dilimine rastlamış. Bu sebeple bambaşka olmasa da önceki 12 Stones albümlerinden az daha farklı bir tarza sahip. Post-Grunge tadındaki çoğu parça “Anthem For The Underdog”a oranla daha tempolu ve sert. Bunu özellikle açılış parçası Welcome To The End’te görmek mümkün. Paul McCoy çığlıkları ile bezenmiş parça, hemen havaya sokuyor insanı.
Albümün ilk single’i We Are One, “catchy” olarak adlandırdığımız, gayet kısa sürede sevilen ve akla kazınan bir tarza sahip. Daha çok bir marş tadında olan parça ne yazık ki kısa sürede bir bağlılık öyküsünden ziyade Amerikan vatanseverliği destanı haline getirildi; ki albüm adı olarak seçilen “The Only Easy Day Was Yesterday” deyiminin, Amerikan Deniz Kuvvetleri’nin antreman sloganı olduğu düşünülürse, grubun ne kadar basit bir pazarlama stratejisi içinde olduğunu görmek ve parçadan kısa sürede soğumak mümkün.
Tabii bunda bu aldümde tamamen yatmış olan Eric Weaver’ın da katkısı var şüphesiz. 2002 yılında en iyi yeni-genç gitarist seçilen Weaver’ın albümde tek bir solo bile çalmaması, sadece bazı ritimlerin arasına ufak çıkışlar yedirmesi umarım albümün sadece aceleye getirilmesine bağlıdır.
Üçüncü parça olan Disappear bana göre albümün en iyi parçası. Sahip olduğu tempo, Paul McCoy’un etkileyici vokali ve sonlarındaki karmaşa duygusu parçayı kısa sürede albümün en iyisi yapmış. Diğer parçalara gelirsek, Tomorrow Comes Today “Albüm slow parçasız kalmasın” felsefesiyle yapılmış teen-rock parçalara benzerken, Enemy ise çığlıklarla dolu biraz ucuz bir Back-Up klonu gibi, ama her iki parça için de geçer not verebiliriz kolaylıkla.
12 Stones’un şu an tekrar stüdyoda olduğunu hatırlatırsak bu albümün sadece fanları oyalamak ve ceplerindeki birkaç doları almak için yapılmış olduğunu söylemek yanlış olmaz. Ama gene de başlı başına, baya hoş bir EP “The Only Easy Day Was Yesterday”. Yine de şimdilik sadece 12 Stones hayranlarına tavsiye edilir, yeni albümlerinde umarız yine “Anthem For The Underdog” gibi harika bir iş çıkarırlar.
Şefin Tavsiyeleri: Disappear, Welcome To The End Şefin Çöpe Döktüğü: We Are One
MOTÖRHEAD’in efsane ismi LEMMY KILMISTER yıllardır sesinin değişmemesini yorumlamış.
“Sigara içmeyi bıraksaydım sesim asla böyle kalamazdı” diyen LEMMY, meşhur “1000 kadınla birlikte olma” olayını da “22 yaşında ne kadar kolaydıysa, 64′ünde de o kadar kolay. Geçen zamana bakınca, haftada bir ortalamayla oynuyorum, hiç de fena değil” şeklinde konuşmuş.
Sentenced, 2005 senesinde grubun baş müzik yazarı Miika Tenkula’nın yazdığı karamsar ve iç burkan müzikler kadar kasvetli hayatının uzun süreli alkol kullanımının neden olduğu bir kalp kriziyle bitene kadar gothic rock türünü ilk icra ettikleri albümleri “Frozen”dan sonra bir iki sıkı parça besteleyip üstüne doldurma şarkılar ekleyerek üç albüm çıkarmayı başaran bir grup oldu. Otuz dört yaşında ölen müzisyenin görece daha kaliteli ve kararlı şarkılar yazabildiğini kanıtlayan “Frozen” albümünden sonraki albümleri maalesef o kadar parlak olmadı. Her ne kadar son üç albümlerinin her biri sıkı parçalar ya da pasajlar barındırsa da albümün tamamına göz atıldığında orantılı bir istikrar olmadığı gözle görülüyordu. Müzisyenin öldüğü yıl yayınlanan son albümleri “The Funeral Album” grubun en sıkıcı albümü oldu.
Sentenced’ın hayranlarının albümlerden ziyade yalnız popüler olmayı başarmış birkaç şarkıdan söz etmeleri de grubun eşit ölçüde güçlü şarkılar yazmadığını gösteren açık bir işaret oldu her zaman. “The Cold White Light” albümü de maalesef bu albümlerden biri. Her ne kadar albümdeki şarkılar müzik yazmayı bilen deneyimli müzisyenler tarafından yazılmış olsa da, her bir şarkının etkileyici ve çarpıcı potansiyelinin en incelikli, en ustalıklı biçimlerde ortaya çıkması sağlanmış olsa da soloların ve nakarat melodilerinin basit ve ayrıntısız olması, çok kısa sürede tükenmesi, pek şaşırtmaması, kısaca diğer ‘hit’ şarkılarda görüldüğü üzere ‘yarıp geçmemesi’ nedeniyle bizi duygusal curcunaların tam içine fırlatan, kafa uçuklatan, şişmiş gözlerimizle sabaha kadar kulağımızda kulaklıklarla oturup dinlememize sebep olacak kadar iyi bir albüm yapmaktan alıkoydu kendisini.
Tipik kıta/nakarat şarkı yazımı dinleyiciyi samimiyetle, duyguyla, hatta aşkla kendisine bağlayabilecek sıkı notalardan kurulmuş çarpıcı akord bileşimlerinden oluştuğunda son derece başarılı olur ama tam tersi olursa son derece sıkıcı, bilindik, alışıldık bir izlenim verip bize popüler müziğin ne kadar zayıf, ne kadar geçici, ne kadar vıcık vıcık olabileceğini anımsatan bir numune olmaktan fazla uzağa gitmez. “The Cold White Light” albümü, şarkıların tamamına kıyasla birkaç iyi şarkı barındırıyor, ama bunların sayısı fazla olmadığından ne yazık ki bu tür kötü bir numuneyi anımsatıyor. Bu iyi şarkılar hiç kuşkusuz Cross My Heart and Hope to Die, Excuse Me While I Kill Myself, You are The One ve No One There olacaktır. Ama bu şarkılar Frozen albümündeki güçlü parçalar kadar bile güçlü değil maalesef.
Mesela Cross My Heart and Hope to Die parçası fazla tipik, fazla basit, çok kısa sürede sıkıcı olmayı garantileyen bir melodiyle başlayıp ilerliyor. Ama bu ilerleme albümün çoğunda mevcut olmayan olağanüstü duygusallıkta bir öncü gitar pasajıyla sonlanıyor. Bu öncü gitar pasajı o kadar vurucu ki ister bir zamanlar aynı dünyayı paylaşmanın verdiği cemaat duygusuyla yalnızlığımızı azaltmış ama artık göçüp giderek bizi yalnız bırakan bir kimseyi bize hatırlatsın, ister birlikte yaşadığımız bütün o güzel ve güçlü hatıraları bizleri terk ederek aynı güçle zehirleyen hüsran ve yıkıntı dolu uzun haftalar bahşeden eski bir sevgilimizi hatırlatsın, ister bütün yakın ilişkilerimize, kurduğumuz arkadaşlıklara ve aile bağlarımıza rağmen bir gün yalnız başımıza öleceğimiz gerçeğini hatırlatsın, kafamızı duvarlara vura vura eğlence dolu bir fantezi yapma fırsatını sağlıyor hepimize. Tabii bu kalp burkan etkileyici ve güçlü pasajları, ne yazık ki albümün çoğunluğuna yayılacak bollukta bulamıyoruz.
Büyük kitlelere hitap etme ihtiyacı şarkı temalarının seçiminde avamlığı gerektirdiğinden kültürü daha zevkli kimi dinleyiciler popüler müziğin şarkı sözlerinin sululuğundan yakınır ama piyasacılık bu kadar kaliteli ve eğlenceli melodileri getime imkanı tanıdığı için fazla seslerini yükseltmeden her şeyi olduğu gibi kabullenirler. Dolayısıyla şarkı sözlerinin ne kadar cıvık olduğuna dair gözlü görülür bir tartışmaya girişmek kolay olacağı gibi gereksiz de olacaktır çünkü herkes hemfikir olmasına rağmen geleneğin böyle olması gerektiği düşüncesine karşı çıkmayacaktır. Ama buna rağmen bu anlayıştan ısrarla ve inatla yakınmayı sürdüren kimi dinleyicileri tatmin etmek adına bir kritik yazarı olarak bir zorunluluk mantıkçılığı üzerinden şarkı sözlerinin ne kadar bayık olduğunu belirtmem gerekiyor sanırım. Şarkı sözleri gotikhande15f, ILOVEYOU666 ve iÇiMaCıYoRSeNiGöRDüĞüMDe gibi MSN nickleri seçen kişilere hitap ediyor diyerek bu konuyu zeki bir haylazlık yaptığını zanneden küçük bir çocuğun kaçamaklı ve aceleci tavrıyla hemen kapıyorum.
Renkli bir müzikal kariyeri olan Sentenced’in sonraki dönem hayranları ya da popla sulandırılmış gothic rock seven dinleyicileri hayal kırıklığına uğratmayacak “The Cold White Light” albümü, içinde herkese hitap edebilen sıkı dakikalarıyla ortalamanın üstünde olduğunu düşündüğüm, ama bu dakikaların fazla olmamasından ötürü harika diyemeyeceğim bir albümdür benim için. Bu müziği benden daha çok seven kimselerdenseniz düşük bir puan verdiğim için bana kızmayın. Duygusal müzik yapmak gibi en meşakatli işlerden birine kalkışan yüzlerce sabun köpüğü grubunu en berbat şarkılarından biriyle bile rahatlıkla ezip geçecek kalitede bir grup olan Sentenced, Tenkula’nın kendi potansiyelinden sonuna kadar yararlanmadığını düşündüğüm için gerektiği kadar etkilememiştir beni. Bu puanı, bu türün çoğunluğunu oluşturan gruplarla kıyaslamadan, sadece Tenkula’nın yapmayı başarmış olabileceği potansiyeli çıta alarak veriyorum.
Pasifagresif yazar ve okurlarından kurulu yeni grup THROWN TO THE SUN artık beş kişi.
İkinci gitarist boşluğunu THE BLAME‘den Bahadır Sarp’ı alarak dolduran THROWN TO THE SUN, bundan böyle yoluna beş kişi devam edecek. THROWN TO THE SUN’ın kayıt anlamındaki tüm yükünü de üstlenen Sarp, THE BLAME ile olan çalışmalarına da aynen devam edecek.
THROWN TO THE SUN ilk şarkısı “Ravenous Sun”ı da bir hafta sonra yayınlayacak.
Almanya’nın göbekli thrash’çileri TANKARD, yeni albüm detaylarını açıkladı.
17 Aralık’ta piyasaya çıkacak albümün adı “Vol(l)ume 14″ ve olayı da şöyle:
01. Time Warp
02. Rules For Fools
03. Fat Snatchers (The Hippo Effect)
04. Black Plague (BP)
05. Somewhere In Nowhere
06. The Agency
07. Brain Piercing Öf Death
08. Beck’s In The City
09. Condemnation
10. Weekend Warriors
Teknik death metalin zirvesinde benim için (Death’i ayrı tutarak) zamandan bağımsız olarak hep 3 grup yer almıştır; Atheist, Cynic ve Pestilence. Zaten türün (ve hatta jazz death kavramının) yaratıcıları olarak anılan bu grupları, üçü de dağıldıktan sonraki yıllarda da aşabilen bir grup geldiğine inanmıyorum.
Atheist, Cynic ve Pestilence’ın üçünün de uzun yıllar sonra tekrar bir araya geleceğini duyduğumuda, ne yalan söyleyeyim, beni en çok heyecanlandıran Atheist olmuştu. Çoğu kişinin aksine en sevdiği Atheist albümü “Elements” olan birisi olarak, o albümden sonra dağılmalarının bende onulmaz yaralar açtığını söylemeliyim. Sonra tabii Cynic öyle bir albüm çıkarttı ki heyecan skalamı kaydırdı epeyce. Neyse konu bu değil.
Birleştiklerini duyduğumdan beri Türkiye’ye gelsinler diye beynini yediğim Kelly Shaefer’ın (çok başarılı değilim gibi), albüm yazma sürecindeyken Tony Choy’un albümde çalmayacağını açıklaması baya büyük bir hayal kırıklığı oldu gerçi. Roger Patterson denen ilahın ölümünden sonra bence harika bir seçimdi. Gel gör ki anlaşılan pek de iyi ayrılmadılar grupla, en azından Shaefer’la. Eleman konusunda albümdeki en önemli noktanın ise Steve Flynn denen azmanın geri dönmesi olduğunu düşünen az değildir sanırım. Gerçekten inanılmaz bir performansla dönmüş, bahsedeceğiz bu konudan.
“Jupiter”, Atheist’in “Elements”de eriştiğini düşündüğüm olgunluk seviyesinden, albümün genelinde daha çiğ ve direkt bir forma dönüş yapmış. Öyle Latin jazz falan yok albümde yani eheh. Daha farklı bir yöntem izlemiş, bası idareten Jonathan Thompson’ın çalmasıyla, müziklerinin odağını buradan kaydırmış grup.
Albümde gitarları üstlenen üçlü (Shaefer, Thompson ve Baker) adeta bir çılgınlık içindeler. Her biri inanılmaz işler çıkarmış, neredeyse The Dillinger Escape Plan’in yaptıklarını bile efendi gösterecek melodiler kullanmışlar. Fictitious Glide solosu örneğin, neredeyse Necrophagist soloları tadında. Bu arada bir “Jupiter” kritiğinde The Dillinger Escape Plan grubunun isminin geçmesi de aslında tesadüf değil; albümde yer yer gerçekten de The Dillinger Escape Plan esintileri duyulabiliyor. Second to Sun’ın son bir dakikası bence albüm içinde bu esintilerin en net duyulabildiği yerler. Teknik jazz-death’in yanında bu math havasını da almak, Atheist’in yıllar içinde müziklerine yeni bir tat kattıklarını görmek gerçekten güzel.
Shaefer’ın vokalleri açıkçası beni en çok şaşırtan nokta oldu. Çok bir şey beklemediğim Shaefer, brutalımsı vokallerin yanında, huysuz mırıldanmalar (başka şekilde tanımlayamadım valla), nefret dolu fısıltılarla bezeli, geniş sayılabilecek bir yelpazede kullanmış sesini. Şimdiye kadarki en hırçın vokallerini duyuyoruz kendisinin, ve bence albüme çok yakışmış.
Davullarda ise, daha önce bahsettiğim gibi Flynn harikalar yaratmış. Zaten çok yetenekli olduğunu bildiğimiz bu arkadaş, gitarların mükemmel uyumuna rağmen her şarkıda en ön planda kendini dinletecek bir performans göstermiş, adeta bağırıyor arkadan “bakın ben burada çok acaip işler yapıyorum bana kulak verin” diye.
Basları sona bıraktım, çünkü çok hayal kırıklığına uğrattı bu albümde beni. Albümü ilk dinlediğimde kalitesiz bir rip dinlediğim için mp3′lere bok atmıştım basların duyulmaması konusunda ama kayıpsız formatta da dinledikten sonra bir çıkış yolum kalmadı. Atheist müziğinde gitarlar kadar, belki de daha fazla yer kapladığını düşündüğüm baslar, iyice geri plana itilmiş, kendinizi zorlayarak duyabildiğiniz anlarda bile yaratıcı çok az şey sunuyor. Sheafer her ne kadar Choy’un müzik yazma sürecinde bir katkısı olmadığını iddia etse bile, Patterson’ın ve Choy’un çaldığı albümlerden sonra Jupiter’i dinlemek, bastan inip eşeğe binmeye benziyor.
Albümde en çok öne çıkan şarkı olarak When the Beast’i görüyorum. Niyeyse Meshuggah’ı andıran akortsuzluğu, kısa ama etkileyici solosu, basların diğer şarkılara nazaran daha önplanda olmasıyla albümü dinlerken iple çektiğim bir şarkı. İpi uzun süre çekmeye de gerek kalmıyor zaten, zira 32 dakikalık kısacık bir albümle döndü maalesef Atheist. Bunca yıldan sonra insan istiyor ki saatlerce sürsün saatlerce dinleyelim ama kendi standardını korumuş grup; “Elements” dışındaki 3. albümün de süresi 32 dakika oldu böylece.
When the Beast dışında Fictitious Glide, Fraudulent Cloth ve Faux King Christ da bağımlılık yapabilme olasılığı yüksek şarkılar.
Sonuç olarak Atheist çoğu insan için beklentileri karşılayan, gayet sağlam bir albümle döndü. Bu çoğu insana ben de dahilim; ama yakın zamanda bir albüm daha istiyorum, haberleri olsun.
Jesus – Fucking – Christ.
Bilgi: Aşağıdaki ilk 24 yorum, ATHEIST’in “Second to Sun”ı yayınlama haberine aittir; yorumları dağıtmamak için o haber çaktırmadan albüm kritiğine dönüştürülmüştür, “Ne diyo la bunlar?” diye düşünülmesindir
ANTHRAX, Jagermeister Turnesi kapsamında yaptığı bir röportajda, yeni albüm ile ilgili açıklamalar yaptı. Yeni albümün 2011 yılında piyasaya sürüleceğini belirten Scott Ian, yeni materyallerin bazılarının hazır olduğunu söyledi.
Power metalde ortalamanın üstündeki gruplardan biri, hemen dibimizde faaliyet gösteren FIREWIND. Elbet çığırlar açmayan, ancak power metalin güzel yapıldı mı tadından yenmeyen cayır cayır, saf halini pek bir güzel icra eden bu komşi grup, son albümü “Days of Defiance”ı da kısa bir süre önce çıkardı.
Gus G. OZZY’nin gitaristi olunca albümün baya bir gecikeceğini düşünüyordum ama Gus FIREWIND’i boşlamadı ve şu an patlayan şöhretinden de yararlanmak adına albümü çıkardı. Gus G.’nin şu an dünyada adı en çok anılan birkaç gitaristten biri olduğu düşünüldüğünde, FIREWIND’in kariyeri adına, albüm daha iyi bir zamanda çıkamazdı.
Ne dedik; cayır cayır, taptaze power metal iyi yapıldı mı pek leziz olan bir şey. İyi yapılmadı mı nasıl bayık oluyor, hepimizin/çoğumuzun malûmu. FIREWIND’in bu iyi gruplar tarafında olmasını sağlayan tarafı, power metali sadece melodi ve arkasındaki düz rifler olarak değil, bir bütün halinde görüyor olması. Melodi dersen var, dıgıdıgıdıgı çift kroslar da var, ama üstüne boş geçilmeyen bir rif yazımı da var. Bu sayede albüm sıkıcı power metal gruplarında hissedilen “midi” havasından, “cep telefonu melodisi metal” tadındaki tekdüzelikten kurtulmuş oluyor.
Ateist sözlerle coşan ve ikinci single olarak klip çekilmeyi bekleyen The Ark of Lies’la açılan albüm, bence en güzel şarkısını daha en baştan vermiş oluyor. Çok güzel bir nakarata sahip olan parça, ümitleri ilk andan yükseltiyor. Neyse ki iyi bir albüm dinlediğimizin farkına varmamız uzun sürmüyor. Arada İtalyanlar’ın pek sevdiği klasik power metal türü şarkılara da rastlasak da, genel olarak heavy metal ve hard rock’tan beslenen bir power metalle haşır neşir oluyoruz albüm süresince. Bazı şarkıların nakaratları duyulduğu anda öne çıkarken, bazılarıysa zaman istiyorlar.
Albümün iyi taraflarından biri, Gus G.’nin solo olayını abartmaması ve her şeyi dozunda tutması. Grubun DREAM THEATER’cılık oynadığı ve Gus G. ile klavyeci Bob Katsionis’in karşılıklı atıştığı pek güzel şarkı SKG dışında albümde bir “bakın nasıl çalıyoruz” teması yok. Gus G.’nin soloları hem teknik, hem de duygu olarak gayet olgun; blues’dan neo-klasiğe, rock gitarının pek çok yansımasını Gus G.’nin sololarında bulmak mümkün. Bir dönem NIGHTRAGE’de beraber çaldığı Marios Iliopoulos’un çok kendine özgü melodi paternlerini dahi bazı sololara yedirilmiş halde duyabiliyoruz. Tabii Marios gizli şekilde bir konuk solo kaydetmediyse.
Tertemiz kaydı ve artık SPIRITUAL BEGGARS’da da boy gösteren vokalist Apollo Papathanasio’nun Coverdale/Lande ekolünden gelen yorumunun da bir hayli yükseklere taşıdığı albüm, iyi power metal dinlemek istiyorsanız bu yılki mutlak seçimlerinizden biri olmalı. İlk dinlemelerde sonlara doğru biraz ağırlık çöker gibi olsa da, birkaç dinleme sonunda albümü tam anlamıyla kavrıyor ve hiçbir şarkının öylesine yapılmadığını görebiliyorsunuz.
Egeli bu güzel arkadaşları bu başarılı atlayışlarından dolayı kutluyor ve “Days of Defiance”ı da kendi çapımda şimdiye kadarki en olgun FIREWIND albümü seçiyorum.
1980 yılında kurulan ve metal tarihine damgasını vuran pek çok gruba ev sahipliği yapmış Amerikalı müzik şirketi ROADRUNNER RECORS’un tüm hakları, dünyanın en büyük dört müzik şirketinden biri olan WARNER MUSIC GROUP tarafından satın alındı.
Daha önce de bir kısmı WARNER MUSIC GROUP’a satılan şirket, özellikle son yıllarda daha piyasa isimlere yönelmesi dolayısıyla eleştirilmiş, birçok önemli isim ya kendi istekleriyle şirketten çıkmış, ya da şirket tarafından çıkarılmıştı. Son olarak DAVE MUSTAINE, “Endgame“in çıkışı sırasında bağlı olduğu ROADRUNNER’ı kasten albümün promosyonunu yapmamakla suçlamıştı.
Normalde Fransa denince akla Eiffel kulesine karşı şarap içip birbirlerine bol mayonezli patates kızartması yediren tipler gelir. Nedendir tam bilinmez ama Fransızlar romantik ve entel dantel şeylerle uğraşan sıkıcı tipler olarak akıllarda kalmışlardır. Neyse ki Gojira, Benighted, Yyrkoon, Hacride, Klone ve az sonra bahsedeceğim Mistaken Element gibi gruplar sayesinde insanın aklındaki Fransa ve Fransız modeli bir nebze de olsa düzelebiliyor.
Meshuggah, Tool ve Opeth gibi grupların müziğinden beslenen zilyon adet modern progresif metal grubunun arasından kendine özgü havası ile rahatça sıyrılmış bir grup Mistaken Element. Hatta çoğu zaman post-thrash ve groove metal etkilerini kullanarak, içinde bolca teknik terim geçen kasıntı progresif metalci muhabbetlerine meze olmak yerine dinleyiciye headbang yaptırabilen bir grup olması ise büyük bir artı.
Grubun kadrosuna gelecek olursak Fransız metal camiasından tanıdık simaları göze çarpıyor. Aynı zamanda Klone vokalisti olan Yann Ligner burada da yine vokal görevini üstlenmekte. Ancak Klone’daki vokal stiline göre Mistaken Element’teki vokali çok daha düz kalıyor. Ve bence böylesi daha iyi. Gitarda ise bekli de Gojira’dan sonra Fransa’nın en büyük metal grubu olan Hacride vokalisti Samuel Bourreau bulunmakta. Mistaken Element’ın çoğunlukla Hacride’ın alt grubu olarak turladığını ve Samuel’in iki grupla da sürekli sahnede aktif olduğunu düşünürsek işini seven, enerjik bir eleman olduğunu direk anlayabiliriz.
Albüm Lost ve hemen peşinden gelen Mind Over Matter ile tam gaz bir açılış yapıyor. Özellikle Mind Over Matter tam bir modern thrash/groove ziyafeti. Gaz bir açılışın ardından albümün temposunu aşağı çekip progresif yönünü öne çıkaran parça ise The Chosen One. Buradan sonra albüm akıllara kazınacak hitlerini bize sunmaya başlıyor. Save Me bunlardan ilki. Kesinlikle albümün en akılda kalıcı parçası. Benim kişisel favorim olan My Chapter Ends, aynı zamanda bu paragrafı yazmaya başlamamın sebebidir. Bir metalci muhabbeti klasiği olan “Bu şarkı bile tek başına yeter” teriminin cuk oturduğu bu parça, son yıllarda duyduğum en etkileyici eserlerden biri. Karamsar atmosferi ile insanı içine çekiyor, yiyip bitiriyor adeta. No Sound Distrubs The Silence ise ilk duyduğunuzda playliste Opeth şarkısı karışmış hissi yaratsa da albümdeki diğer bir hoş çalışma.
Tam bir kategoriye ve akıma sokulamayan kendine has havası ile son yılların en özel gruplarından biri olan Mistaken Element, farklı tarzlardan hoşlanan birçok dinleyiciyi tatmin edecek bir albüm sunmuş. Bize düşen kısmı ise bir şekilde edinip, sadece dinlemek.
Fin folk metal grubu KORPIKLAANI, yeni albümlerinin adını “Ukon Wacka” olarak açıkladı. 2011 yılının başlarında çıkması planlanan albümün ismi, özel yapım bir biranın bolca tüketildiği antik bir festivalden geliyor. Albümün tamamının Fince olacağı, 10 şarkı barındıracağı ve bu şarkılardan birinin adının da “Tequila” olacağı açıklananlar arasında.
Bildiğiniz üzere grup, bu yaz Unirock kapsamında ülkemize gelmiş ve konserde ziyadesiyle neşeli anlar yaşanmıştı.