# - A - B - C - D - E - F - G - H - I - J - K - L - M - N - O - P - Q - R - S - T - U - V - W - X - Y - Z

Archive for 2010

OPETH yeni parçasını yayınladı

Wednesday, March 3rd, 2010

Şu haberde TRIVIUM için görülen olayın OPETH kısmını içeren “Throat of Winter” adlı şarkı internete kondu.

Sonlarındaki Fredrik Akesson imzalı flamenko solosu hariç tümü Mikael Akerfeldt ürünü olan parça, OPETH’in Doğu etkilenimlerinin yanına Latin tınıları da eklediği belki de ilk parça olarak dikkat çekiyor.

Bir klip de TRIVIUM’dan

Wednesday, March 3rd, 2010

TRIVIUM, “God of War: Blood & Metal” için yazdığı “Shattering the Skies Above”a çektiği klibi yayınladı.

Geçtiğimiz haftalarda davulcu değişikliğine de giden grup, “Shattering the Skies Above”un TRIVIUM’un yeni gidişatını özetleyen bir parça olduğunu söylemişti.

“God of War: Blood & Metal”in şarkı listesi de şöyleydi:

01. KILLSWITCH ENGAGE – “My Obsession”
02. TRIVIUM – “Shattering The Skies Above”
03. DREAM THEATER – “Raw Dog”
04. TAKING DAWN – “This Is Madness”
05. OPETH – “The Throat Of Winter”
06. MUTINY WITHIN – “The End”

KALMAH da yeni klibini yayınladı

Wednesday, March 3rd, 2010

KALMAH, bugün piyasaya çıkan yeni albümü “12 Gauge“dan, albümün isim parçasına çektiği eğlenceli klibi yayınladı.

“12 Gauge”un ne olduğunu merak edenler için geliyor.

AVANTASIA’dan yeni şarkı

Wednesday, March 3rd, 2010

AVANTASIA, yakında çıkacak ikili albümü “The Wicked Symphony” / “Angel Of Babylon“dan “Dying For An Angel” adlı parçayı yayınladı.

Şarkıda konuk olarak SCORPIONS vokalisti Klaus Meine de Tobias Sammet’e eşlik ediyor.

Haberlerimiz bunlarla da bitmiyor!

Aslında bitiyor.

KATATONIA yeni klibini yayınladı

Tuesday, March 2nd, 2010

KATATONIA, son albümü “Night is the New Day”den “The Longest Year”a çektiği klibi az önce yayınladı.

Hatırlanacağı gibi grup iki hafta sonra da aynı isimli EP’sini çıkaracak ve özellikle tüketim çılgını sevenlerine çifte bayram yaşatacak, zira 15 Mart Dünya Tüketiciler Günü.

Alâkaya çay demle.

BAD RELIGION yeni albüm haberini verdi

Tuesday, March 2nd, 2010

Punk rock’ın 30 yıllık efsane ismi BAD RELIGION, on beşinci stüdyo albümünü önümüzdeki sonbaharda çıkaracağını açıkladı.

BAD RELIGION punk rock’ın en zeki tavırlı ve en ilhâm verici gruplarından biri olarak biliniyor (BAD RELIGION’ı da açıklama gereği duymasaydık iyiydi).

SOILWORK – Figure Number Five

Tuesday, March 2nd, 2010

Aynılaşan melodik death metal grubu sendromundan muzdarip grubumuz SOILWORK’ün belki de en farklı reaksiyonlarla karşılanan albümüydü “Figure Number Five”. Grubun en başından beri dikkat ettiği nakaratlarının “A Predator’s Portrait”le clean vokal kullanımına da açılması, SOILWORK’ün “trademark” denen olayı haline gelmiş ve grup bu sayede çok daha geniş bir kitleye hitap eder olmuştu bildiğimiz gibi.

Speed tarafından “daha iyi olabilirdi” şeklinde yorumlanan albüm, genel yorumlarda da biraz aceleye getirilmiş havasında değerlendirilmişti. Şarkıların hep aynı formülü izlemesi ve aynı kalıba dökülmüş farklı çeşitte kekler gibi tat vermeleri (evet açım şu an), pek çok kişinin tadını kaçırmış, albüme yüksek not veren yazılar pek bir azınlıkta kalmıştı.

Şöyle bir bakıldığında gerçekten de öyleydi. Şarkılar hep benzer tür bir giriş, ardından gelen stakato gitarlı bir verse kısmı ve öncesinden hazırlandığımız türde bir nakaratla devam ediyor, solo ve nakarat tekrarlarıyla son buluyordu. Nakaratların böylesi öne çıkarılması, şarkıların özellikle verse kısımlarını adeta bekleme evrelerine çeviriyor, parçaların köprü kısmına gelene kadarki bölümleri, sanki yer değiştirilse sırıtmayacak düzeyde formülize geliyordu.

Klavyeci Sven Karlsson’un şarkı yazımına ilk kez bu denli müdahil olduğu albüm, azalan gitar melodileri ve artan klavye ve clean vokalleriyle de SOILWORK sound’unda bir milat olarak görülebilir. Her ne kadar grubun en büyük patlaması olan “Natural Born Chaos”ta bunların hepsi yapılmıştıysa da, olay “Figure Number Five”daki kadar matematiksel değildi. Bu açıdan, “Figure Number Five”ı grubun en düz, en az varyasyonlu ve en tek tip albümü olarak görebiliriz.

Ben bu albümü çok seviyorum. Yukarıda saydığım ve hepsi de gerçek olan tüm bu olumsuzluklara rağmen, “Figure Number Five”da kaç şarkı varsa, neredeyse o kadar sayıda hit şarkı olduğunu, SOILWORK’ün yazdığı en akılda kalıcı nakaratların çoğunun bu albümde olduğunu düşünüyorum. Buna katılan da var, katılmayan, hatta albümü çok kötü bulan da var, biliyorum. Ama şöyle bir baktığımda, neredeyse bire bir aynı beste formülünü kullanan ama bunda son derece başarılı olan, gayet yaratıcı bir albüm görüyorum.

Misal bir Rejection Role; bence her anıyla nefis bir parça. Tüm vokalleri, grupla son kaydını yapan Henry Ranta’nın çok iyi davulları, düzenlemesi… Bu şarkıyı arabada yalnızken kaç sefer anıra anıra müzikle birlikte söylemişimdir bilmiyorum. Veya bence yine grubun yazdığı en iyi şarkılardan olan The Mindmaker, Figure Number Five ve Cranking the Sirens. Ama biz duyan olmamış olabilir diye bir bonus parça koyalım.

Bu noktada olaya girmek istiyorum. Her ne kadar albüm son derece akılda kalıcı, gaza getirici ve eşlik edilesi olursa olsun, SOILWORK’ün bir stüdyo grubu olduğu gerçeği şarkıların uzun ömürlü olmalarına sekte vuran bir durum. Grubu canlı izlemiş biri olarak, SOILWORK’ün konserlerde albümdeki etkisine asla yaklaşamadığını söylemem gerekiyor. Neden? Çünkü Devin Townsend.

Bu albümde bir iş yapmayan Townsend’in “Natural Born Chaos”ta grubu himayesine alıp SOILWORK’ü herhangi bir grup olmaktan çıkarması, onlara hiç akıllarına gelmeyecek büyüklükte şeyler öğretmesi, vizyon kazandırması, grubu teknolojik imkânlar dahilinde dev bir gruba dönüştürdüyse de, SOILWORK’ün canlı performansta bu ölçüde büyük bir iş yapması mümkün değil. Aşağıdaki Rejection Role’e bakın. Speed’in nasıl zorlandığını, nefesini ayarlamak için nasıl kastığını görün. Bence bu onun bir ayıbı ya da kabiliyetsizliği değil, stüdyodayken canlı çalındığında çok zorlayacak işlere girmesidir. Yine de grubu çoğu pop şarkıcısı gibi %99 stüdyo mucizesi gibi de görmeyelim, sadece albümdekinin aynısını canlı yapmaları mümkün değil diyelim yetsin.

İlginç -ve gıcık- olan, SOILWORK’ü bu albümle bir janr altına sokmanın anlamsızlığı ve imkânsızlığı. Death metal olmadığı kesin. Heavy metal desek o da fazla klasik kaçıyor. Diğer yandan nu metal olmadığı gibi, core özellikler taşımadığı için metalcore da değil. O yüzden, IN FLAMES’in son dönemine de ithaf edilen saçmalar saçması “modern metal” kalıbını reddediyor ve aşağıdaki tag kısmında tür kısmını boş bırakıyorum. Melodik diyelim yetsin.

Kapatırken, “Figure Number Five”a dair bir fikir birliği sağlamanın ve çeşitli mantıksal gerekçeler sunarak albümü beğenmeyenlerin fikirlerini değiştirmenin mümkün olduğunu sanmıyorum, bunun da pek bir önemi yok zaten. Bana göre “Figure Number Five”, sonradan IN FLAMES’in de öykündüğü ve kanımca çoğu son dönem albümünde aynı oranda başarılı olamadığı “şarkıyı sağlam bir nakarat üzerine kurma” fikrinin en iyi işlediği albümdür. Evet, tek olayı budur, ama onu da mükemmel yapmaktadır.

THE DILLINGER ESCAPE PLAN’den yeni klip

Tuesday, March 2nd, 2010

THE DILLINGER “ESC” PLAN, ayrıntıları şurada duran yeni albümü “Option Paralysis“ten “Farewell, Mona Lisa”ya çektiği klibi yayınladı.

“Option Paralysis”, Relapse Records’dan ayrılan grubun yeni firması Season of Mist’le çıkaracağı ilk albüm olacak.

THEATRE OF TRAGEDY dağılıyor

Monday, March 1st, 2010

Norveçli gotik rock/metal grubu THEATRE OF TRAGEDY, geçtiğimiz Eylül ayında çıkardığı “Forever Is the World” albümünün kayıtları sırasında verdiği bir kararla, 2 Ekim 2010′da müzik hayatını noktalayacağını açıkladı.

17 yıldır müzik yapan grup, tam olarak kuruldukları güne denk gelmesi dolayısıyla 2 Ekim’i seçmiş. Kariyerine death/doom metal olarak başlayan THEATER OF TRAGEDY, türe kadın vokalleri ilk getiren birkaç gruptan biri olarak biliniyor.

IHSAHN – After

Monday, March 1st, 2010

IHSAHN’ın külliyatına şurada değinmeye çalıştığımdan, bu yazı sadece “After”a odaklanan bir yazı olsun istiyorum. İstemekle de kalmıyorum, girişiyorum.

“The Adversary”nin ardından, gelişiminin bir basamağı olarak gördüğüm ve “The Adversary”den daha zor alışılır ve daha yoğun bir yapı barındıran “AngL”ı çıkaran IHSAHN, kimi yerlerde “OPETH taklidi bir grup” olarak özetlense de, bu elbette müzisyen Ihsahn’ın geçmişinden, yaptıklarından bihaber kişilerin yorumuydu. EMPEROR’layken hiç takip etmeyen, hep liderlik eden Ihsahn, IHSAHN’la da farklı bir yerde duracağını ve gelecekte de metal dünyasının sayılı müzik adamlarından biri olacağını, daha ikinci albümüyle kanıtlamıştı. “The Adversary” ve “AngL” arasında “şu daha iyi” şeklinde bir konsensus sağlanamasa da, belli olan tek şey iki albümün de iyi olduğuydu.

Müzik yaratmak dışındaki yaşamı, yaşadığı şehirde müzik dersleri vermek olan IHSAHN, yeni şeyler yazmaya bir hayli fazla zaman buluyor olacak ki, üçüncü albümünü de gecikmeden bizlere sundu. Yavaştan olaya girelim.

“After” IHSAHN’ın, daha çok sürprizler barındıracağını anladığımız solo kariyerinde yaptığı en olgun albüm diye düşünüyorum. Uzayan şarkı sürelerini anlamlı kılan ve her anına deli gibi emek sarf edildiğini belli eden şarkı yazımı, IHSAHN’ın henüz bir veletken kanıtlamış olduğu beste yeteneğinin doruğa çıktığı düzenlemeleri ve içine katılan kimi iyi kullanılmış yeniliklerle “After” gerçekten saygı duyulası bir işe dönüşmüş. Her şarkı, dengelenmiş sert ve yumuşak kısımların mükemmel birleştirilmesi sonucunda kendine özgü bir karaktere bürünmüş ve bu sayede şarkıların içindeki ani değişimler bile eğreti durmamış. Her şarkı aynı anda pek çok farklı duyguya dokunsa da, bu gerçekten son derece kaygan ve berrak şekilde yapıldığından, dinlediğiniz sırada siz de ani duygu değişimleri yaşamadan, müziğin sizi istediği yere götürmesine müsade ederek dinliyorsunuz.

Teknik anlamda bakıldığında “After” tek kelimeyle mükemmel bir müzisyenlik barındırıyor. Asgeir Mickelson’un alışık olduğumuz yaratıcılıktaki davullarından, Lars K. Norberg’in kurban olunası perdesiz baslarına, “After”ı “After” yapan en önemli unsurlardan Jorgen Munkeby’nin (Norveçli SHINING’de vokal yapıyor, gitar ve saksafon çalıyor) saksafonuna, IHSAHN’ın artık kanıksadığımız üstün vokal ve gitarist vasıflarına, albüm gerçekten de derslerle dolu bir sanat eseri havası taşıyor.

Ekstrem progresif metal olarak anılan bu türde, içinde “progresif” sıfatı geçen her müzikte olduğu gibi bir açılım yapma, bir katılacak yeni şeylerle olayın değerini arttırma çabası var bildiğimiz gibi. Ancak kimi -çoğu- zaman bu geri teper ve gruplar müziklerini zenginleştirmek adına akıllarına gelen her türlü yeni fikri bir anda kullanma yoluna giderler, farklı enstrüman kullanımları veya gruba yeni elemanlar alarak geliştiklerini zannederler. Halbuki bunun böyle olmadığını hepimiz biliriz. Akustik gitar çalan tek bir müzisyen bile, içinde iki gitarist, iki vokalist, klavyeci, davulcu, basçı, arkasında koro, aklınıza ne gelirse olan bir gruptan çok daha progresif olabilir. Zira progresif olmak sürekli değişen ve dinleyicinin beklemediği şeyler içeren bir müzik yapmaktan ibaret değildir aslında.

IHSAHN, bunu hepimizden iyi biliyor olacak ki, “A” üçlemesini kapatan “After” için bir konuk enstrümanı, saksafonu gözüne kestirmiş. SOLEFALD gibi avangard olarak anılan gruplardan aşina olduğumuz bu enstrüman, belli ki iyi kullanıldığında bu müziğe gayet hoş nüanslar katabilmekte. Ancak IHSAHN saksafonun bu tamamlayıcı rolüyle yetinmemiş ve olayı “aaa saksafon kullanmış bak yenilik yapmış, çok da hoş olmuş”tan daha ilerilere götürmüş. “After”ı sindirdikten sonra görülüyor ki, IHSAHN saksafonu sanki olayın anlatıcısı konumuna getirmiş. Yeri geliyor Ihsahn’ın yeni kullanmaya başladığı sekiz telli gitarı ezici bir rifle bir anda kapkara bir portre çiziyor, sonra bir anda devreye giren saksofon olayın kaos boyutunu yukarılara taşıyor, ortama bir panik havası zerk ediyor (A Grave Inversed) veya Ihsahn’ın o insanın içini üşüten sesi inletiyor ortalığı ve ardından saksafon devreye girip “tamam abi buraya kadar güzelce dinledin, şimdi ağzına sıçmaya geliyorum” dercesine dizginleri eline alıyor.

Hem de ne almak. Bir Undercurrent’a bakın mesela. Yürek parçalayıcı mı dersiniz ne dersiniz bilmem, ama saksafon “After”da gerçekten de insanın içini acıtan bir silaha dönüşmüş durumda. Ya da On the Shores’u deneyin. İçinden hava geçen pirinç bir boru, resmen ağlıyor, yırtınıyor. Ihsahn bu yeni enstrümanı ne denli etkin ve yerinde kullanacağını önceden öyle güzel planlamış ki, ortada kelebekleri ve atların cinsel organlarını akla getirecek en ufak bir unsur bulunmuyor.

“After”da yine IHSAHN’ın gelişimini devam ettiren kimi öğelerle karşılaşıyoruz. Şahsen bunlardan en belirgin olanının, içinde TOOL’umsu öğeler de taşıyan ve bu progresif rock yanının öne çıkması açısından son dönem ENSLAVED’i akla getiren bir yapıyla karşılaşmamız olduğunu düşünüyorum. Özellikle After ve Austere adlı parçaların ikinci kısımlarında, “Isa” ve sonrası ENSLAVED’inin sahip olduğu o yarı optimist yarı hayalci garip saykodelik havayla karşılaşıyoruz.

Son kelâmlara geldiğimizde “After”, Ihsahn’ın ekstrem metal içerisindeki belki de en başarılı solo kariyerlerden birine doğru yol aldığının bariz bir göstergesi olarak önümüze gelen, içerdiği onca dokuya ve farklı elemente rağmen nefis bir biçimde birleştirilmiş, duygusal anlamda da aşık olunacak düzeyde inişli çıkışlı ve etkileyici bir geri plana sahip çok başarılı bir albüm. Gerçek bir sanatçıyı, gerçekten yaratıcı bir kimseyi dinlediğinizi size hissettiren “After”, pek çok harika albüm dinleyeceğimize emin olduğum 2010′un muhakkak ki en iyi albümlerinden biri olarak göze çarpacak ve pek çok dinleyicinin yıl sonu listelerine girecektir.

SLASH’ten yeni şarkı

Monday, March 1st, 2010

SLASH, detayları şurada saklanan solo albümünden, WOLFMOTHER vokalisti Andrew Stockdale’in konuk olduğu “By the Sword” parçasını halka açtı.

Albümün şarkı ve konuk listesi de şu şekildeydi:

01. Ghost (Ian Astbury, feat. Izzy Stradlin) (3:34)
02. Crucify The Dead (Ozzy Osbourne) (4:04)
03. Beautiful Dangerous (Fergie) (4:35)
04. Promise (Chris Cornell) (4:41)
05. By The Sword (Andrew Stockdale) (4:50)
06. Gotten (Adam Levine) (5:05)
07. Doctor Alibi (Lemmy) (3:07)
08. Watch This Dave (Dave Grohl, Duff McKagan) (3:46)
09. I Hold On (Kid Rock) (4:10)
10. Nothing To Say (M. Shadows) (5:27)
11. Starlight (Myles Kennedy) (5:35)
12. Saint Is A Sinner Too (Rocco De Luca) (3:28)
13. We’re All Gonna Die (Iggy Pop) (4:30)

Bonus:
14. Baby Can’t Drive (Alice Cooper, Nicole Scherzinger)
15. Paradise City (Fergie, Cypress Hill)


WOLFMOTHER demişken:

LAZARUS A.D.’den yeni klip

Sunday, February 28th, 2010

Yeni nesil thrash metalin taze gruplarından LAZARUS A.D., 2009 çıkışlı albümü “The Onslaught“tan “Absolute Power”a, bol dayaklı bir klip çekti.

lazarus_klip_1

Mastering’inde James Murphy imzası bulunan “The Onslaught” sonrasında LAZARUS A.D. pek çok büyük grupla turladı ve yavaş yavaş kitlesini oluşturmaya başladı.

ELUVEITIE – Everything Remains – As It Never Was

Sunday, February 28th, 2010

Ömer Kuş

İsviçre’nin metal dünyasına kazandırdığı ve popülaritesi günden güne artan (bu açıdan da bazı sevenlerini endişelendiren) ELUVEITIE, birçok kişinin heyecanla beklediği son albümü “Everything Remains – As It Never Was”ı geçtiğimiz günlerde ortamlara saldı. Bildiğimiz gibi son albümleri bundan yaklaşık bir yıl önce piyasaya çıkmıştı. İki albüm arasındaki zamanın bu kadar kısa olması beni tabii ki düşüncelere itti. Sağda solda “ELUVEITIE’yi de kaybettik yeaea” gibi denyo yorumlar da yapmış olabilirim hatta. Bu albüm ise bir yandan laflarımı ağzıma tıkarken, bir yandan da grubun geleceği için soru işaretleri bıraktı kafamda. Bunları ileride dillendireceğim, şimdi elimizdeki albüme geçelim.

Albümü tabii ki “The Arcane Dominion”dan ziyade, “Slania”nın devamı olarak görmek gerek. “The Arcane Dominion”’da deneysel işlere girerek tamamıyla akustik bir albüm yapan grup, bu albümde alıştığımız sound’una geri dönerek folk/melodik death metal türünde bir esere imza atmış. Albümü dinledikçe görüyoruz ki, grup pek yeni işlere kalkışmadan, işe yaradığı kanıtlanmış formülü bozmayarak güvenli sularda yüzmeyi tercih etmiş. Neydi bu formül? Basit ve sıradan Göteborg usulü riflerin üzerine, onların basitliğini görmezden geldirecek şekilde yedirilmiş folk melodileri. Bu folk melodileri flüt, gayda, hurdy gurdy gibi bilimum enstrümanla veriliyor ve ELUVEITIE müziğinin yapıtaşını oluşturuyor bildiğimiz gibi.

nothingremains_4

Kabul etmek lazım ki müziğin folk kısmını attığımız zaman geriye kalan şey vasat bir melodeath albümü oluyor. Zaman zaman AT THE GATES, DARK TRANQUILLITY etkili güzel rifler de bulmuyor değiller tabii, mesela bu albümdeki (Do)Minion ve Kingdom Come Undone bu açıdan bir nebze iyiler.

Albüm “Slania”ya oranla çok daha dinlenebilir olmuş. Bir kere “Slania”da şahsımı uyuz eden yapay davul soundu gitmiş, valla nasıl rahatladım anlatamam. Sırf o yüzden güzelim şarkılar heba olmuştu gözümde. Bu albümde insan gibi doğru düzgün iş yapmışlar, aferim çocuklara.

Bunun dışında “Slania”daki melodeath ağırlıklı şarkılar bir süre sonra bayıyordu, sürekli aynı tempoda dan dun gidiyorlardı. Eh, rifler de malumunuz ahım şahım olmayınca ben dayanamıyordum şahsen. Burada ise orta tempolu şarkılar ve başarılı nakaratların yanında Anna Murphy’nin vokal açısından daha fazla kendini göstermesiyle dinlemesi daha keyifli bir albüm çıkmış ortaya.

nothingremains_1

Bu saydığım ufak değişiklikler haricinde (o kadar da olsun yani) ise pek bir gelişme olduğu söylenemez. Olması gerekli miydi? Grup bu yaptığını kalitesini düşürmeden devam ettirdiği sürece, hayır (KORPIKLAANI ders çıkarsın bu cümleden). Sonuçta grup kendinden beklendiği gibi akılda kalıcı melodileri kullanarak biz folk müzik sevenleri memnun etmeyi bilmiş.

nothingremains_2

Albümün açılış ve kapanış şarkıları Braveheart’ın soundtrack’inden fırlamış gibi adeta. Daha ilk dinlemede William Wallace aklıma geldi ve “Freeeeedooooooom!” diye bağırırken buldum kendimi. “Nil” şarkısı hariç her parçadan keyif aldığımı söyleyebilirim. “Nil” ise daha giriş melodisiyle “lan ben bu melodiyi 150 kere dinledim sanki” hissiyatı oluşturdu, bayağı sıradan geldi bana. Tamam belki şarkı yazımında yenilik beklemiyoruz fazla ama bu kadar benzer melodiler de kullanmayın be yahu. Öne çıkan şarkıları saymak gerekirse akılda kalıcı melodisi ve kesik gitar rifleriyle Thousandfold, Anna’nın çok iyi performans gösterdiği ve dillere pelesenk olmaya müsait nakaratıyla Quoth the Raven, yukarıda saydığım rifleriyle öne çıkan iki parça ve bence albümün en iyisi Lugd’non. Lugd’non gerçekten “Ben farklıyım!” diye bağırıyor. Sözlerin ilk başladığı anda giren melodi o kadar güzel ki, anlatılmaz dinlenir. Eski bir halk şarkısının yeniden yorumlanmış hali gibi bir tat bıraktı bende, bilmiyorum ne kadar doğru. Öyle ya da değil, albüme süper bir kapanış olmuş ve diğer şarkılardan bir adım öne çıkıyor. Yeşil sahalarda görmek istediğimiz hareketler bunlar.

Albüm hakkında okuduğum birkaç yorumda bazı kişilerin enstrümantal şarkıları anlamsız bulduğunu ve sıkıldığını gördüm. Ben kesinlikle zıt görüşteyim. “The Arcane Dominion”dan fırlamış iki enstrümantal şarkı Isara ve Setlon insanın ruhunu okşayan melodilerle akıp gidiyor. Yani cennette eğer soundtrack varsa eminim ki ELUVEITIE’nin enstrümantal şarkıları en çok çalınanlarda başa oynar. Allahsızlar ya, ben o kadar konuşayım “bu grubun gittiği yol yol değil” falan diye, siz gidin iki melodiyle beni yumuşatın, aklımı çelin. Olacak iş değil.

Albüm ELUVEITIE sevenlerin beklentilerini karşılayacak nitelikte. “Slania”dan bir adım ötede bence, her ne kadar orada Inis Mona faktörü vardıysa da, tüm albümü kurtarmaya yetmiyor ne yazık ki. Genel olarak folk metal sevenlerin de kendileri için bir şeyler bulabileceğini düşünüyorum. Klasik olmaktan uzak fakat gayet keyifli bir albüm. Şimdi gruba son sözlerimi söyleyip huzurlarınızdan ayrılacağım. Anna, biliyorum zaten bütün yazılarımı takip ediyorsun, duyguların karşılıksız değil merak etme ama diyeceklerimi iyi dinle. Bak, senede bir albüm çıkarıp durmayın, KORPIKLAANI gibi olmayın, özletin biraz kendinizi. Bu arada gidin konser verin, turlara çıkın, bir hava alın, bahar da geliyor zaten mis gibi. Ticari başarı gözünüzü köreltmesin, sakin olun biraz. Ok? Öptüm kib, bye.

KIVIMETSÄN DRUIDI’den yeni albüm detayları

Sunday, February 28th, 2010

Fin senfonik folk metal grubu KIVIMETSÄN DRUIDI, 26 Nisan’da çıkacak yeni albümü “Betrayal, Justice, Revenge“in detaylarını açıkladı.

kivimetsan_album_2

01. Lament For The Fallen
02. Aesis Lilim
03. Seawitch And The Sorcerer
04. The Visitor
05. Manalan Vartija
06. Tuoppein’nostelulaulu
07. Chant Of The Winged One
08. Of Betrayal
09. Desolation: White Wolf

Grubun vokalist değişimi sonrasında önceki sirk havasından çıkması dikkat çekiyor.

Önce

kivimetsan_album_1

Sonra

kivimetsan_album_3

ANGRA’dan yeni albüme dair

Sunday, February 28th, 2010

Brezilyalı progresif/power metal grubu ANGRA, adı henüz konmamış yeni albümünün kayıt safhasına dair bir video yayınladı.

angra_albumhaber_1

Grup yaptığı açıklama albümün konsept yapıda olacağını ve on şarkıdan oluşacağını söylemiş.

ANGRA’nın yeni albüme dair “Şu ana kadar yaptığımız en iyi albüm” demek yerine “Şu ana kadar yaptığımız en iyi albümlerden biri” demesi ise tarafımızdan takdir gördü ve “samimi ol canımı ye” şeklinde karşılandı.

Sambacılar.

DARKTHRONE yeni tadımlıklarını sundu

Saturday, February 27th, 2010

Ayrıntıları şuradan görülebilecek yeni albümü “Circle of Wagons“ı yakında çıkarmaya hazırlanan DARKTHRONE, albümden bölümleri içeren kimi klipleri şu adrese koydu. Albümden “Eyes Burst at Dawn” adlı şarkıyı da aşağıdan dinleyebilirsiniz.

Başka da bir şey yok. Olsa dükkan sizin.

STEVE DiGIORGIO

Saturday, February 27th, 2010

Hepimiz biliyoruz ki bir çok müzik grubu mendil değiştirir gibi üye değiştirmekte fakat siz liseden beri berabersiniz. Ki bu da 25 yıllık bir kariyere denk geliyor. Bunu mümkün kılan nedir? Bu birlikteliği neye ya da kime borçlusunuz?

Sadus olarak lise zamanlarında bir grup kurma amacıyla bir araya gelmiştik. Bu amaç doğrultusundaki birlikteliğimiz bizi arkadaş olarak yakınlaştırdı. Yıllar süresince birbirimizin ailelerini tanıma fırsatına kavuştuk ve biz de kendi içimizde bir aile haline geldik. Yakın yerlerde yaşıyor olmamız da bizim sadece grup üyeleri olmanın ötesinde, arkadaş olarak beraber zaman geçirmemizi mümkün kıldı. Hayat planladığınızdan o kadar farklı gelişebiliyor ve bir grup olarak başarı kavramı o kadar belli belirsiz bir hedef ki, bir grup olmaktan önce arkadaş olabilmenin daha önemli olduğunu fark ettik. Kısacası biz, hobi olarak bir grupta çalan yakın bir arkadaş grubuyuz.

“A Vision of Misery”, grubun “Elements of Anger” ve özellikle” Out for Blood”da geçirmiş olduğu değişimlerin sinyalini önceden vermişti. Buna rağmen “Out for Blood”a gelen tepkiler pek de olumlu sayılmaz. Görünüşe göre “Out for Blood”ı sevenler Sadus fanları arasında bir azınlık teşkil etmekte. Bu konuda söylemek istediğin şeyler nelerdir?

Bakış açısına göre değişir. Şu an bilgisayarımda “Out for Blood” için yazılmış bir çok incelemenin bulunduğu bir klasör var ve yüzde 90’ından fazlası grubun müzikal ve liriksel değişimini destekler nitelikte. Birkaç tane olumsuz inceleme de yok değil ama eğer fikirlerinizi birkaç olumsuz incelemeyle sınırlandıracak olursanız, albüme burun kıvrılması şaşırılacak bir şey değil. Aslında, diğer albümler için de geçerli olduğu gibi, bütün incelemeler onları yazan insanlar kadar farklı. Herkesin bir albümden sevdiği ve sevmediği şeyleri bulması çok doğal. Örneğin elimde iki tane 10 üzerinden 9.9 verilmiş inceleme var ve bir tanesi Down adlı parçanın bu albümün mükemmel olmasının önündeki tek engel olduğunu belirtirken, diğeriyse Down gibi parçaların Sadus’un geleceğinde daha da büyük başarılara ulaşmasını sağlayacak olduğunu yazmış. İkisi de neredeyse mükemmel notlar fakat aynı şarkı adına tamamen zıt görüşler taşıyor. Gürültümüzü yaymaya başladığımız 1989 senesinden beri bu durumu bütün albümlerimiz hakkında gördüm. Biz istediğimizi becerimiz dahilinde en iyi şekilde ortaya koymaya çalışan bir grubuz. Fanlarımızın görüşlerine saygı duyuyoruz ve bizi dinlemelerini sağlayan öğelere sadık kalmaya çalışıyoruz fakat o ya da bu şekilde olmak adına bilinçli bir çaba sarf etmiyoruz. Sadus neyse odur.

steve_rop_4

Daha önceki işlerinize kıyasla, Elements of Anger ve Out for Blood daha fazla progresif unsurlar barındırıyor. Rob Moore’un ayrılığının bu değişimde bir etkisi var mı?

Evet aslında ayakkabındaki taşı çıkarmak gibi bir durumdu diyebilirim. Beste sürecinde, provalarda ve en önemlisi yolculuklarda daha rahat hareket etmemize imkan sağladı. Bayağı stresli biriydi ve bizi de etkiliyordu. Sadece üçümüz, Darren, Jon ve ben… Bir de tabii ki King Lewie (grubumuzu bir arada tutan kişi), olduğumuz zaman konserlere çıkar ve dünyayı gezerken gerçekten eğleniyoruz. Aslında Rob’un beste tarzı da progresifti ama o olmadan giriştiğimiz beste çalışmaları çok daha verimli oluyor. Rob ayrıldığındaki ilk düşüncemiz yerine birini almak oldu ama kısa bir süre sonra üçümüz olarak daha başarılı deneyimlere imza attığımızı fark ettik. Aynı zamanda bu durum, üçümüzün de güçten düşmemesi adına daha yoğun bir sound’a erişmemiz konusunda bizi kamçıladı.

Neden konserlerinizin büyük bir çoğunluğu Güney Amerika’da yapılmakta? Belirli bir sebebi var mı?

Evet. Orada, dünyanın hiçbir yerinde olmadığı kadar coşkuyla karşılanıyoruz. Çaldığımız şeyler insanların beklentileriyle tam olarak uyuşuyor. Oradaki insanlar sert ve agresif müziğe bayılıyorlar. Eğlenmeyi iyi biliyorlar ve hayatı seviyorlar. Son zamanlara kadar Güney Amerika konserler açısından dünyanın diğer yerlerinde olduğu kadar şanslı değildi dolayısıyla bu ani canlanmanın tadını çıkarıyorlar.

Daha önce Sebastian Bach ile Türkiye’de bulunmuştun. Türkiye’de bir Sadus konseri fikri kulağına nasıl geliyor? Böyle bir imkan var mı?

Gerçekleşeceğini sanmıyorum. Oralarda fazla ilgi almadığımız gibi herhangi bir organizatörden de böyle bir teklif gelmedi. Orada birkaç kere bulundum ve Türkiye’ye özel bir sevgi besliyorum. Oradaki kitlenin dünyanın en iyilerinden biri olduğunu ve müzik adına büyük bir coşku beslediklerini de biliyorum. Türkiye’de, az da olsa dinleme imkanı bulduğum, büyük bir müzik tarihi ve geleneği var. Yemekleri ve çevreyi de bayağı seviyorum. Gerek çalmak, gerekse ziyaret etme amaçlı olarak Türkiye’ye gelmeyi çok isterim ama ne yazık ki yakın tarihte bir Sadus konseri öngöremiyorum.

Hem Jon hem de sen (özellikle sen) bir çok farklı projelerde yer aldınız. Darren neden Dahlia Indaco haricinde bir projede boy göstermedi?

Darren’dır ne yapsa yeridir. Hepimiz enerjisi bol insanlarız ama Darren başka insanların müziklerini çalmaktansa başka şeylerle ilgilenmeyi tercih ediyor. Ben yapabildiğim kadar müzik yapmalıyım, başkasınınmış, kendiminmiş fark etmez. Galiba Jon da sürekli çalma ihtiyacı duyuyor ama sadece son yıllarda farklı projelerde yer almaya motive olmuş durumda. Darren ise sadece Sadus’a odaklanıyor olmaktan mutlu.

Yeni çalışmalarınız var mı yoksa bir dokuz yıl daha beklemek durumunda mıyız?

Bir ara daha verdik ki geçmişte görüldüğü üzere neredeyse 10 yıla kadar uzayabiliyor. Yeni bir şeyler yapma fikri ortaya atıldı ve benim kenarda konmuş bazı materyallerim var ama ben denklemin sadece üçte birini teşkil ediyorum. Ne kadar çalışırsam çalışayım tek başıma yapamam.

steve_rop_1

Sadus türünün önde gelenlerinden olarak anılmakta. İlk kurulduğunuzda ne tür bir “metal” yapmayı planlıyordunuz?

Delicesine hızlı. Özentilere ve homolara ölüm, hanım evlatlarının sesini kesen, herkesin ta bir tarafına koyayım tarzı bir müzik amaçlamıştık.

Daha “modern” metal gruplarını dinliyor musunuz? İlginizi çekenler var mı?

Çoğunlukla Judas Priest, Slayer, Sabbath, Sepultura gibi eski, klasik şeyleri dinliyoruz. Ama bireysel olarak, zevklerimiz bu konuda farklılaşsa da, hepimiz biraz yeni şeylerle ilgileniyoruz. Birimiz yeni bir grubu severken öbürümüz sevmeyebiliyor. Soilwork, A Perfect Circle, Obscura gibi şeyler mesela. Kimi zaman geliyor yeni şeyler keşfetmeye odaklanıyoruz, kimi zamansa stüdyoya kapanmış kendi müziğimizi yapıyoruz. Kısacası yeni şeyleri takdir etsek de her şeyi takip etmek çok zor.

Varolan bütün grupların yüzde doksanında boy göstermenle meşhursun. Peki bu Sadus için bir sorun teşkil etti mi?

Aslında hayır. Sadus tam zamanlı bir grup değil bu yüzden arada yeterince zamanımız oluyor. Yapabildiğim kadar müzik yapıyor olmaktan memnunum. Sadus’un esas itici gücü benim, dolayısıyla uzakta olduğum zamanları, mutlaka grubu devam ettirmeye ve albümlerimizi oluşturan şarkıların beste sürecine yatırdığım saatlerle telafi ediyorum.

steve_rop_6

Açık hava festivalleri ya da büyük konserler yerine bar performanslarını tercih ediyorsunuz. Neden?

Aslında bu bir tercih meselesi değil, yatkın olduğumuz şeyle alakalı. Son birkaç konserimiz Avrupa’da açık hava festivalleriydi. Çok güzel zaman geçirdik ve konser sahnelerinde tekrar çalmayı tabii ki isteriz, ama bizim açımızdan, yıllar yılı sahnelerden uzak kalmak bizi “öylesine” bir grupmuş gibi gösteriyor. Biz de, bize ne zaman, ne teklif edilirse kabul ediyoruz. Çoğunlukla bar veya klüp konserlerinde yer alıyoruz çünkü hiçbir sahne tasarımı olmayan üç kişilik bir grubuz. Oraya sadece müzik yapmaya ve insanları çıldırtmaya gidiyoruz.

“Out for Blood”daki Freedom adlı şarkıyı Chuck Schuldiner’e adadınız. Şahsi fikrimse yazdığın en iyi şarkılardan biri olduğu yönünde. Bir Death şarkısı cover’lamaktansa Chuck hakkında sıfırdan bir şarkı yazmanız bahse değer. Quo Vadis de aynı şeyi sen varken yapmıştı. Freedom’ın hikayesi nedir?

Chuck hastalığıyla iki yıldan uzun bir süre boyunca mücadele etti ve bazen biri ölümcül bir hastalığa karşı verdiği savaşı kaybedip de vefat ettiğinde “sonunda kurtuldu” (finally free) denir. Darren bu şarkının sözlerini büyükannesi öldüğünde yazmıştı. Çok da gizemli sayılmaz aslında, sadece hayatı dolu dolu yaşamak ve yaptıklarını en olumlu şekilde yapmaya dair bir şarkı. Stresli ve depresif zamanlarda da hatırlanması gereken bir özgürlük aslında. Şarkıyı yazdığımız zamanlarda Chuck’tan gitarları çalmasını istemiştik çünkü sağlam bir şarkıydı. O zamanlarda bu şarkıyı ona adamak aklıma bile gelmezdi. Çalmak için çok hevesliydi zaten Sadus’un sound’unu çok beğeniyor, bizi sonuna kadar destekliyordu. Ne yazık ki hastalığının artmasıyla gitar çalamaz hale geldi ve kaydı gerçekleştiremedik. Durum böyle olunca şarkıyı ona adamak mantıklı geldi.

Tarzlarının farklı olmasına rağmen bu sene Faust ve Future’s End ile beraber çalıştın. Her zamanki gibi baslarda senin bulunuyor olman da her iki albüm için beklentileri yükseltti. Tekrar, her zamanki gibi. Onlarla çalışmaya nasıl karar verdin?

Evet, ikisi de birbirinden çok farklı tarzlarda gruplar olduğu gibi, farklı şekillerde ilişkiye geçildi. Future’s End iki gitaristle yola çıkmış olan yerel bir grup. Marc’la zaten bir süredir beraber bir şeyler ortaya koymanın yollarını arıyorduk. Kendisi Christian’la gruplarını kurmak amacıyla bir araya geldiklerinde beni çağırdılar ve bir saniye bile düşünmeden katıldım. Faust’u ise daha önceden hiç duymamış ya da Aleister –grubun beyni- ile tanışmamıştım. Bana e-mail ile ulaştılar ve kayıt konusu orada açıldı. Milan’a uçup şarkıları öğrenmek için bir süre onda kaldım ve ardından Lake Como’da kayıtlara başladık. Şarkıları hızlıca öğrenip birkaç günde de kayıtları tamamladık. Kendi yerel grubumdaysa beste ve miksaj sürecinde de yer aldım. İşin aslı, hala beraberiz ve bir sonraki albüm üzerine çalışıyoruz.

Charred Walls of the Damned projesinin tamamlandığını duyduk. Bu Richard Christy ile yapmış olduğun üçüncü proje ve bu sefer vokallerde Tim Owens ve gitarlarda Jason Suecof var. Bu projeyle ilgili olarak bizi bilgilendirebilir misin?

Tabii, albüm Şubat ayında Metal Blade’den çıktı. Ghost Town adlı, iTunes’dan edinebileceğiniz bir single da çıkmış durumda ve myspace’de duymak isteyebileceğiniz bazı şeyler yayınlandı. Albümü Jason’ın Orlanda, Florida’daki stüdyosunda kaydettik. Ortamda şampanyanın eksik olmadığı, gördüğüm en rahat kayıt süreçlerinden bir tanesiydi. Önce Richard kendi parçalarını kaydetti, ardından gitarlar halledildi. Ben Temmuz’un ilk haftasında gittim ve Richard bize gözetmenlik yaparken Jason’la baslara çalıştık, bir de internette komik şeyler bulduk. Baslardan sonra gitarlar tamamlandı, ondan sonra da Tim gelip vokalleri halletti. Albümün sınırlı basımında “making of” DVD’si ve Ghost Town’ın klibi bulunacak.

İkinci Control Denied albümünden haber var mı peki?

Görünüşe göre sonunda kaydı bitirebileceğiz. Chuck’ın kardeşi Beth ile olan yasal mücadele, onun ve avukat Eric Greif’in de çalışmalarıyla çözüldü. Grup şu an işin lojistik kısmına kafa yoruyor. Albüm çalışmalarının başlaması üzerinden o kadar zaman geçti ki, tekrar aynı ruhu yakalamak bize kalıyor. Chuck’ın geride bıraktığı materyal oldukça zorlayıcı ve bence Death ile Control Denied arasında ideal bir karışım. Projenin tamamlanması için kesin bir plan ortaya konmadı ama gayrı resmi olarak diyebilirim ki gelecek yıl içinde albümün çıkışıyla ilgili haberler sızmaya başlayacaktır.

Camiadaki en sevdiğin basçıları sayabilir misin?

Jeroen Thesseling
Lars Norberg
Randy Coven
Barry Sparks
Tony Franklin
Mike Lepond
Roxanne Constantin
Anis Jouini

steve_rop_3

Hem normal hem de perdesiz bas çalmanla meşhursun. Bir projeye dahil olduğunda ne çalacağın sana mı bağlı yoksa katıldığın grup seni yönlendiriyor mu?

Hayır, birçok kişi benim sound’umu ve projeye neler katabileceğimi aşağı yukarı biliyor zaten ve herkes ne zaman neyi çalmam gerektiğini biliyor olmama güveniyor. İki bas arasında çok büyük bir fark yok zaten. Perdesiz basın sound’una hastayım, ama sonuçta ne çalarsam çalayım çalanın ben olduğumu bir şekilde belli ederim.

Şu ana kadar katıldığın projelerden en çok hangisi seni zorladı ve neden?

Söylemek zor. Kimi zor, kimi rahat. Ama hepsinin kendine özel bir stres ve müzikalite seviyesi var ki zorlayıcı olabiliyorlar. Net olmayan bir cevap olabilir ama dediğim gibi, birinin bir diğerine göre daha zorlayıcı olduğunu söylemek imkansız.

Ron Jarzombek ve Alex Webster’ın bulunduğu, Blotted Science gibi bir projede yer almak ilgili çeker miydi? Senin ve Bobby Jarzombek’in beraber yer aldığı bir işi dinlemek eğlenceli olabilirdi ne dersin?

Aslında zaten Bobby Jarzombek’le üçüncü olacak olan proje üzerine çalışıyorum. İlki Painmuseum albümüydü, ikincisi de Sebastian Bach ile yaptığımızdı. Biliyorum ikisi de soruda ima ettiğin tarzı karşılamıyor. İşin aslı Ron’un yazdığı müziği çalmayı çok isterim ve zaten beraber çaldığım birçok grup Blotted Science’tan sadece birazcık daha az delice yani neredeyse o seviyeye geldim.

Seninle birkaç yıl önce yapmış olduğum başka bir röportajda konusu geçmişti (-Ahmet) ve yanlış hatırlamıyorsam anne tarafın Norveç kökenliydi. Yine yanılmıyorsam Vintersorg’la yaptığın albümün bununla bir ilişkisi vardı. Kuzey’e dair başka bir proje ya da onun gibi bir şeyler var mı son zamanlarda?

Evet doğru, anne tarafım %100 Norveçli. Ama Norveç’ten çalıştığım kimsenin bununla bir alakası yok. Zaten Vintersorg İsveçli bir grup. Gerçi Lunaris’in bir albümünde ve Scariot’un son albümünde birer şarkılık bir performansım oldu. Çok sağlam, bir denemen lazım.

steve_rop_7

Tamam (sıçtım -Ahmet), hepsi bu kadardı, her konuda bol şanslar, görüşmek üzere.

Ben de zaman ayırdığın ve ilgilendiğin için teşekkür ederim, umarım yakın zamanda, herhangi bir grupla, Türkiye’de karşılaşırız.

Sorular:
Onur Altınay (Konuk)
Ahmet Saraçoğlu

SON OF AURELIUS – Myocardial Infarction

Saturday, February 27th, 2010

Bugün, henüz yeni keşfettiğim, muhtemelen çoğu dinleyicinin de ilk kez karşılaşacağı bir grup var menümüzde. SON OF AURELIUS, 2009 kurulumlu bir teknik death metal grubu. Kendi imkanlarıyla çıkardıkları “Myocardial Infarction”, grubun adını duyurmasına yetmiş ki, yine yeni bir oluşum olan Good Fight Entertainment daha 2009′da çıkan bu albümün ardından 13 Nisan’da da grubun yeni albümü “The Farthest Reaches”ı çıkartıyor.

Grup bir hayli genç ve yaptıkları müziği duyduğunuzda anlıyorsunuz ki, Amerika’daki müstakil ev kavramının ve ergen müzisyen adayları için evin altında yatan bir hazine konumundaki garaj olgusunun, dinlediğimiz bu müziğe olan etkisi bir hayli büyük. Eyyyy zalım yurdumun sırtında gitarla o stüdyo benim bu stüdyo senin gezen, amfi üzerindeki düğmelerin ne işe yaradığından bihaber stüdyo görevlilerinin cirit attığı, hiçbir jack’ın adam gibi ses vermediği stüdyolarında acılar içinde Wherever I May Roam çalmaya çalışan gitarist adayları… Eyyyy kick’lerinin davula uzaklığı eşitlenemeyen kroslarıyla, “St. Anger”daki trampet sound’unu öpüp başına koydurtacak kadar angut trampetleriyle, vurulduğunda “tık” diye ses çıkaran sıfır sustain’li zilleriyle gerçek bir ömür törpüsü olan davullarla baş etmeye çalışan geleceğin davulcuları… Eyyyy bu devirde hâlâ Wherever I May Roam çalan o az önce bahsettiğim gitarist adayları… Arkadaşım yeter. Hakikaten yeter. Ne verevırmış arkadaş…

Yine de isyanınızda haklısınız. Biri bana bir kürsü bir de mikrofon versin, tamam şimdi devam edebilirim (Bundan sonraki birkaç cümleyi kürsüden bağırarak söylüyorum ona göre).

myocardial_4

Öhöm… Türk metalinin gelişmemesi, zamanında şehir planlamaya gerekli önemi vermeyen, çarpık kentleşme ve kontrolsüz göç ile ülkemizde müstakil ev kavramını oturtamayan geçmiş hükümetlerin suçudur. Müstakil ev düzeni olsaydı, genç nüfusumuzu da arkamıza alarak, nice Dudullu melodik death metal scene’lerimiz, nice Yukarı Ayrancı crustcore scene’lerimiz, nice Bağcılar fantezi power metal scene’lerimiz, ve nice Ilgaz Anadolu’nun sen yüce bir dağısın temalı Kastamonu troo black metal scene’lerimiz olurdu. Değerli hemşehrilerim; o müstakil ev ki, evinizin altına bir stüdyo inşa etmeye fırsat kılan; okuldan döndüğünüzde, haftasonlarında garaja inip hunharca, doyasıya davul, gitar çalarak daha on sekiz yaşında sapık gibi albümler yapmanızı sağlayan, ah ne güzel bir şeydir o müstakil ev ve altındaki garaj konsepti yareppim.

myocardial_3

(Artık bağırmıyorum.)

myocardial_2

“Myocardial Infarction”a dönelim. Albüm adı aslında “kalp krizi” demek olsa da, grubun, isminden de anlaşılacağı gibi bir konsepti var. Metal-archives’da bile profili olmayacak kadar yeni olduklarından, grupla ilgili fazla detaylı bilgiye ulaşamadım, ancak SON OF AURELIUS adından ve şarkı isimlerinden de anlaşılacağı gibi grup sözel anlamda Roma imparatoru Mehmet Aurelio, aman Mehmet demişim, Marcus Aurelius temalı, içine mitolojik öğelerin de katıldığı bir yapıya sahip. Üstteki yeni albüm kapağından da bunu görebilirsiniz (İçinde Pan benzeri bir eleman var, Medusa var, Eros var, bir şeyler var).

Grubun müziğine baktığımızdaysa, bir şey göremiyoruz, çünkü müzik bu arkadaşım. Sesler, frekanslar var işin işinde. Neresine bakıyorsun? Müziği dinlediğimizdeyse, karşımızda ne yaptığının farkında olan bir grup görüyoruz. Gitarda ANIMOSITY’den alınan Chase Fraser ve basta da şu meşhur Berklee School of Music mezunu bir basçısıya sahip olan grup, içinde brutal ve melodik öğeleri de bir hayli etkin olan bir teknik death metal yapıyor. İlk akla gelen benzer grup “Akeldama” dönemi THE FACELESS’ı olsa da, SON OF AURELIUS’un THE FACELESS tarzı bir hit makinesi olduğu söylenemez, en azından şimdilik.

Grup kimi yerlerde tekniğin dibine yolculuk yapsa da, ortada sıkıntı veren bir “oğlum bak nası çalıyoruz” tecrübesizliği yok. Bu bağlamda grup kulağa hoş gelen, icraen yine zor, ancak bir sonra gelecek akor kalıbını falan tahmin edebileceğiniz tarzda gayet kolay dinlenen bölümlere de sahip -”chromatic” falan da diyeyim de kıroluğum ortaya çıksın- bir müzik yapıyor (Kolay dinlenirden kastım, yine “Akeldama” falan gibi). Bu yönüyle grup kimi zamanlar REVOCATION, NEURAXIS, ARSIS, AFTER THE BURIAL gibi kolay sindirilen gruplara benzeyebiliyor. Brutalleştiğinde aklıma ilk olarak ODIOUS MORTEM’i getiren grubun melodik yanında ise, İsveç’in o tertemiz havasını akla getirmesinden ötürü bir THE BLACK DAHLIA MURDER bodosluğu…. göze çarpmıyor, nereye çarpıyor? Kulağa, değil mi? Evet kulağa çarpıyor.

Albüm değerlendirmesi/grup tanıtma/geyik yapma üçgeninde bocalayan bu yazıyı daha fazla uzatmadan, SON OF AURELIUS’u türe meraklı arkadaşların en azından deneyebilecekleri bir grup olarak ifade edebiliriz. Kanımca en büyük hitleri Mercy for Today’i severseniz, SON OF AURELIUS’un nasıl bir grup olduğunu ve ilerde neler yapıp yapamayacağını da anlayabilirsiniz. Yok o şarkıyı da sevmezseniz, zaten grup size göre değildir demektir.

myocardial_1

Bu yazıdan çıkardığım ders, geyiğine bile olsa siyaset en pis duygunun işiymiş.

ATHEIST’ten yeni albüme dair

Saturday, February 27th, 2010

ATHEIST vokalisti Kelly Shaefer, yeni ATHEIST albümüne dair açıklamalarad bulunmuş.

atheist_album_1

Shaefer, “Yeni şarkılar kesinlikle akıl almaz ve bir yandan da aşırı derecede akılda kalıcı” şeklinde konuşurken, 2010 içerisinde pek çok büyük tur teklifi aldıklarını, ancak albüme odaklandıkları için sadece bazı festivallerde yer alacaklarını açıklamış.

Bu haberden önemli bir şey öğrendik mi? Pek sayılmaz.

WATAIN yeni albüm kaydını bitirdi

Saturday, February 27th, 2010

Son albümü “Sworn to the Dark”ı çıkaralı üç yıldan fazla olan İsveçli black metal grubu WATAIN, merakla beklenen yeni albümünün kaydını tamamladığını açıkladı.

watain_album1_1

WATAIN 7 Haziran’da çıkacak albümden önce, içinde BATHORY’nin “The Return of Darkness and Evil” cover’ını da bulunduracak “Reaping Death” single’ını çıkaracakmış.

EXODUS yeni albümünden üç şarkıya klip çektiğini ve üçünün de aşşşırı iyi olduğunu açıkladı
Bursalı hard rock grubu KARAMESAİ yeni şarkılarını sundu
Pasif Agresif, bir Wordpress marifetidir.