# - A - B - C - D - E - F - G - H - I - J - K - L - M - N - O - P - Q - R - S - T - U - V - W - X - Y - Z

Archive for 2010

SLASH ilk solo konserini verdi

Wednesday, April 14th, 2010

Yeni albümü “Slash“i geçen hafta çıkaran SLASH, solo grubuyla birlikte ilk konserini üç gün önce verdi.

SLASH’in hem GUNS N’ ROSES’dan, hem VELVET REVOLVER’dan, hem de solo albümünden parçalar çaldığı konserin büyük bir kısmı aşağıdan görülebilir.

“Slash” ilk haftasında 60.000 adet satarak Billboard listesine 3 numaradan girerken, “Chinese Democracy” ise ilk haftasında 250.000 satarak beklenenden az bir rakama ulaşmıştı.

MORS PRINCIPIUM EST’ten yeni albüm haberi

Wednesday, April 14th, 2010

Finlandiyalı melodik death metal grubu MORS PRINCIPIUM EST, bir süredir beklenen dördüncü albümüne dair bir açıklama yaptı.

Tüm bestecilerini yitiren ve vokalist, basçı ve davulcu hariç yeni bir kadroyla yola devam eden grup, yeni albümü için bir kısım materyal yazdığını, beş, altı şarkı yazdıktan sonra şirketlerle görüşmelere başlayacaklarını, her şey yolunda giderse 2010 sonunda, ama gerçekçi olmak gerekirse de 2011 içinde yeni albümlerini çıkarmayı umduklarını söyledi.

Bekleyelim görelim.

SLAYER yeni klibini yayınladı

Tuesday, April 13th, 2010

SLAYER, son albümü “World Painted Blood“dan “Beauty Through Order”a çektiği klibi az önce yayınladı. Ne var ki Sony, klibin YouTube ve benzeri ortamlarda yayınlanmasına henüz izin vermediğinden, videoyu izleyemeyebilirsiniz. O takdirde alttaki diğer bağlantıları deneyebilirsiniz. Bizimle baş edemezsin Sony!

İzleyemiyorum ne yapayım?

O da çalışmıyo.

Yok bu da olmadı başka ver.

Videonun yapım aşaması da aşağıdan görülebiliyor.

HAIL! yeni basçısını buldu

Tuesday, April 13th, 2010

Ünlüler kumpanyası HAIL!, MEGADETH’e katılan DAVID ELLEFSON’dan boşalan koltuğa, SLIPKNOT basçısı Paul Gray’in oturduğunu açıkladı.

Gray’in konserlere maskeyle çıkıp çıkmayacağı ise henüz bilinmiyormuş.

DAGOR DAGORATH – Yetzer Ha Ra

Tuesday, April 13th, 2010

Yeni bir kritikten daha herkese shalom. Bugünkü konuğumuz İsrail’den bizleri selamlayan senfonik black metal grubu DAGOR DAGORATH. Evet yine Tolkien referansı bir isim. Ne ekmek yendi arkadaş…

Albümlerini yazmam için attıkları mail’e kadar DAGOR DAGORATH diye bir gruptan haberim yoktu. Demek ki site yavaştan uluslararası boyutlara açılıyor. Bir de İngilizce olsak neler olacak kim bilir.

Her neyse, DAGOR DAGORATH bir hayli formülize ve kalıplar içerisinde bir senfonik black metal yapıyor. Ortalama süreleri yedi dakika olan yedi adet şarkıdan oluşan “Yetzer Ha Ra”, beş yıldır aktif olan grubun ilk albümü. “Yetzer Ha Ra”, daha iyi örneklerini yıllardır gördüğümüz bu türü, kısmen OLD MAN’S CHILD ve CRADLE OF FILTH’i anımsatan bir tarzda, ortalama düzeyde yapıyor. Şarkılar büyük oranda klavye egemenliğinde ilerliyorlar ve bu durumun yarattığı soruna az sonra değinmeye çalışacağım.

Grup bir hayli melodik olsa da, şarkılar çoğu zaman birbirlerine benzemekten kurtulamıyorlar. Aralara katıştırılan death metal etkilenimli rifler ve normalde scream/brutal arası olan vokal daha brutale kaydığında sert yüzü daha bir anlaşılan müzik, yine az sonra değineceğim temel sorun sebebiyle istediği etkileyiciliğe ulaşamıyor.

DAGOR DAGORATH çok yaratıcı besteler yapamamış olsa da, bazı güzel melodilerle beşinci altıncı dinlemeden sonra aklınıza kazınan kimi bölümler yazmayı da başarmış. Bunlar genelde gitarın ince tellerden çaldığı tarama melodiler oluyor ve bazıları hakikaten hoş. Üç kişiden oluşan DAGOR DAGORATH, “konserlerde bunun aynısını nasıl yapacaklar?” diye sordurtan katmanlılıkta bir müzik yapıyor. Vorog vokal ve gitarları üstlenirken, Getman Azach ise hem klavye çalıyor, hem de geri vokalleri yapıyor. Üçüncü cangomuz ise basçı Mizgir. Görüldüğü gibi grubun bir davulcusu yok. Konserlerde kendilerine yardım eden bir davulcu var tabii, ancak çoğu şarkının iki gitarlı ilerlediğini düşününce konserlerde nasıl bir yol izliyorlar merak ediyorum. Unutmadan, en tırt takma isim ödülü de grubun konserlerinde çalan davulcuya gidiyor. Arkadaşın ismi Psychopatia Sexualis.

Şimdi de asıl konuya gelelim. DAGOR DAGORATH’ın tür itibariyle ihtişamlı olması gereken müziğini böyle olmaktan alıkoyan şey, grubun sound’u. Bir kere hep aynı tondan çalan ve öne çıktığı anlarda cidden sırıtan klavye, zaman zaman müziğin tüm gücünü bir anda çekiyor. Klasik “Düğün klavyesi gibi ehueuhe” geyiği kadar değilse de, bir DIMMU BORGIR’in insanın içini tireten klavyelerinin yanında bayağı sönük bir klavye kullanımı var. Bu durumun olumsuzluğunu arttıran şey ise, dediğim gibi klavyenin albümde bir hayli etkin kullanılıyor oluşu. Diğer bir rahatsız edici unsur, daha ilk zil sesinden bilgisayarda yazıldığı anlaşılan davul. Her ne kadar sonradan alışılsa da, davulun programlanmış olduğunu sürekli biliyor olmak, kanla, terle icra edilen, gerçek bir “metal” dinlediğinizi hissetmek için ekstra çaba sarf etmenizi gerektiriyor ve bunda çok da başarılı olamıyorsunuz. Bunun dışında davulun çok iyi yazıldığını da söyleyemeyeceğim.

Böyle eleştirisel yaklaştıysam da, “Yetzer Ha Ra”da güzel anlar da elbet var. Heaven in Hell ve sondaki üç şarkı, albümün daha öne çıkan taraflarını oluşturuyor ve benim gibi yedi sekiz kez dinlediğiniz takdirde kendinizi bu şarkıların kimi melodilerini mırıldanırken bulabiliyorsunuz.

Sonuç olarak “Yetzer Ha Ra”, ortalama bir potansiyeli olan bir gruptan, fazla şaşırtıcılık ve etkileyicilik içermeyen, ancak dinlerken intihar etmeyi de düşünmediğiniz bir albüm. Eli yüzü düzgün, ancak sıradanlığı çok da aşamayan “Yetzer Ha Ra”yı, kolay dinlenen senfonik ekstrem metal sevenler pek bir beklenti taşımamak kaydıyla bir deneyebilirler.

Son olarak, şu resme bakıyorum da, insanın diz kapaklarında kuru kafa olsa ne kötü olur lan. Bayağı kötü olur yani. Aman aman evlerden uzak.

GOJIRA’dan yeni EP

Tuesday, April 13th, 2010

GOJIRA, yaz aylarında yani bir EP çıkaracağını açıkladı.

Sadece internetten satılacak olan 5 şarkılık EP’nin tüm geliri, Sea Shepherd adlı çevreci organizasyona gidecekmiş.

Sea Shepherd (Deniz Çobanı), balina avcılarının bulunduğu yerlerde dolaşıp balina avlayan gemileri rahatsız eden, avları kaçıran bir gemi ve ekibinden oluşuyor. Aşağıda grubun ve Sea Shepherd başkanının konuyla ilgili yorumlarını izleyebilirsiniz.

Hemen altta da Sea Shepherd bir balina avı gemisine saldırırken görülüyor.

NEVERMORE yeni albümünün tümünü tattırıyor

Tuesday, April 13th, 2010

NEVERMORE, yeni albümü “The Obsidian Conspiracy“deki tüm şarkılardan parçaların bulunduğu bir klip yayınladı.

Daha fazla bir şey demeyelim, dinleyelim, dinleyelim, bir daha dinleyelim.

JASON NEWSTED’den resim sergisi

Monday, April 12th, 2010

Resme merak salan müzisyenler akımına eski METALLICA basçısı JASON NEWSTED de katılmış.

NEWSTED, çocukluktan beri içinde yanıp tutuşan bir sanat ve yaratma aşkı olduğunu, bundan böyle bu yaratıcılığını renkli ve güçlü müzikler yapmaktan ziyade, renkli ve güçlü resimler yapmaya adayacağını söylemiş. İlk sergisini Mayıs başında San Francisco’da açacak olan NEWSTED’in resimlerinden bazılarını aşağıda görebiliyoruz.

NEWSTED’in birkaç gün önce yapılan bir röportajını da aşağıdan izlemek mümkün.

RUSH belgeselinden ilk görüntüler

Monday, April 12th, 2010

RUSH hakkında yapılan ilk belgesel olan “Rush: Beyond The Lighted Stage“den iki adet cici klip yayınlandı.





SKYFORGER – Perkonkalve

Monday, April 12th, 2010

Ömer Kuş

Evet bugünkü konuğumuz küçük ve şirin Baltik ülkesi Letonya’nın belki de en önemli müzikal ihraçlarından biri: SKYFORGER. Yedi yıl aradan sonra çıkaracakları beşinci stüdyo albümleri “Kurbads”a az bir süre kalmışken, grubun 2003’te çıkardığı son albümü “Perkonkalve”yi inceleyip ufak bir hazırlık yapayım dedim.

Aslında 2003 yılında “Zobena Dziesma (Kılıç Şarkısı)” adlı bir albüm daha yayınlamışlardı, tamamen akustik folk şarkılardan oluşan değişik ve başarılı bir çalışmaydı. “Perkonkalve” (Thunderforge) ise az sonra göreceğiniz gibi metal öğeleri ağırlıkta olan bir albüm.

Grupla tanışmamın hikayesi ilginçtir. Bundan yaklaşık iki sene önce gittiğim bir MÅNEGARM konseri ertesinde grubun canlı performanslarında boy gösteren davulcusu Jacob Hallegren hafif sarhoş bir şekilde (ilerleyen dakikalarda hafifliği kalmadı tabi) AMON AMARTH’ın Viking temasını basite indirgediğini, yüzeysel kullandığını ve samimi olduklarını düşünmediğini söylüyordu. “Hadi len oradan, adamlar ünlü oldu diye kıskanma. Ee madem onlar samimi değil, kim var bakalım camiada harbici pagan olan?” diye sorduğumda ise önce kendilerini örnek verdi, dövmesini gösterdi, Thor kalbimizde yaşıyor falan dedi, ardından da SKYFORGER’dan bahsetti. Onlar da iyi çocuklardır, severiz sayarız dedi. Ben de bunun üzerine grubu bulup dinlemeye başladım. Şarkı sözlerini biraz inceleyince adamların gerçekten inanılmaz özveri gösterdiğini gördüm. Yalnızca Letonya’nın efsanelerini, mitolojisini ve çeşitli masallarını değil, Birinci Dünya Savaşı’ndan tutun Letonya’nın Hristiyanlaştırılmasına karşı çıkan paganların direniş savaşlarını anlatan şarkılara kadar geniş bir yelpaze mevcut. www.li.lv, yani google’a Latvia yazınca çıkan ilk sitelerden biri olan, ülkeyi genel olarak tanıtan sitede bile gruba yer verilmiş olması olayın boyutunu anlamanıza yardımcı olacaktır.

Grubun websitesinde şarkı sözlerinin İngilizce ve Almanca versiyonlarının yanında “Stories” kısmı altında şarkılarında değindikleri konseptlere daha genişçe yer vermesi grubun bu işi ne kadar ciddiye aldığının bir diğer kanıtı. Sırf bu özellikleriyle bile saygıyı hak ediyorlar.

Şimdi albüme ve genel olarak grubun sound’una gelelim. SKYFORGER müzikal kariyerinin ilk kısmında, özellikle 1998’de çıkan ilk albümde aşağı yukarı sıradan bir black metal yapıyordu. Folk enstrümanlar yok denecek kadar azdı ve agresiflik ön plandaydı. Zaman ilerledikçe grup black metal etkisini azaltacak ve geleneksel heavy metal ile güzel bir harmanlama yoluna gidecekti. Bunun yanında folk enstrümanların (gayda, kokle (Finlerin kantelesine benzer bir Letonya çalgısı) flüt vb.) oynadığı rol de artmıştı. Fakat burada hemen belirtelim “Perkonkalve” her ne kadar bu yerel enstrümanların en çok rol oynadığı albüm olsa da, temeli oluşturan ve sound’a ağırlığını koyan kısım hala klasik heavy metal. Bunun dışında zaman zaman grubun black metal geçmişinden fırlamış rifleri de albümde duymak mümkün.

Grup ayrıca flütle veya gaydayla çaldığı geleneksel ezgileri gitarla da çalma yöntemine başvuruyor ki, bildiğin hastasıyım, ihya oluyorum. Gümbür gümbür duyulan baslar ve ağırlıklı olarak çift kros tekniğinin kullanıldığı basit ama etkili davul kullanımı da albümün karakteristikleri arasında.

Daha önce de dediğim gibi grubun yerel enstrümanlara bel bağlamaması ve bunların neredeyse hiç kullanılmadığı şarkılarda bile başarılı işler ortaya çıkarması onları diğer folk gruplarından ayıran özelliklerden biri. Zaten “Latvian Riflemen (Letonyalı Mehmetçikler)” albümüyle bunu bir albüm boyunca yapabileceklerini de göstermişlerdi. Grupla ilgili sevdiğim bir nokta da bu. Konsepti hakikaten ciddiye almaları ve şarkıları da ona göre şekillendirmeleri. Birinci Dünya Savaşı’nı anlatan bir albüm yapıp da “hayde gençler oturmaya mı geldik, hobaaa” tarzında neşeli folk melodileriyle bezeli bir albüm yapsalardı çok abes kaçardı. Onlar da bunun farkında ki savaşları anlatan ilk iki albümleri çok daha agresif ve bodos metal tarzında. “Perkonkalve” ve yakında çıkacak “Kurbads” ise efsanelere ve masallara yoğunlaştığı için (“Kurbads”ın konseptini de onun kritiğinde yazacağım, bunun için Letonyalı halka sorup soruşturma bile yaptım, emeğe saygı +rep) kimi zaman oldukça neşeli ve eğlendirici bir kimliğe bürünürken, kimi zaman da “Oy sisler, oy dağlar, hay gözünü yediğimin kuzusu, ben geldim kucak açın” tarzında pastoral bir havaya da girebiliyor.

Vokallere baktığımızda ise ilk başta garip gelen ve alışması zor olabilecek bir vokal stili görüyoruz, ya da duyuyoruz. Ben görebiliyorum da ama. Neyse, vokalist amca Peters ilk albümde kullandığı black metal screamlerini ikinci albümden itibaren bırakıp bir nevi bağırarak şarkı söylemeye başladı. Rahatsız edici değil ama alışması zaman alabilir, değişik.

Albümde dinlenmeden geçilmemesi gereken şarkılar olarak Kad Usins Jaj, Gada Isaka Nakts, Garais Dancis ve Migla Migla, Rasa Rasa’yı söylemek istiyorum fakat bu tamamen kişiye bağlı aslında. Bahsi geçmeyen şarkılar folk etkisinin daha az olduğu ve geleneksel heavy metalin daha ağır bastığı şarkılar, yerel enstrümanlardan hoşlanmayan bünyeler bu şarkıları daha çok sevebilirler. Enstrümantal Garais Dancis herhalde albümdeki en “folk” şarkı, şahane. Migla Migla Rasa Rasa da birçok kişinin favorisi olan, akustik başlayan ve sonradan coşan bir şarkı. Benim kişisel favorim ise, dayanamıyorum saniye vereceğim, 0:52’de sağ kulaklıktan gelen rifine öldüğüm, bittiğim, her seferinde orgazm olduğum Gada Isaka Nakts. İçimdeki Letonyalı’yı mı canlandırıyor ne yapıyor bilmiyorum ama öyle böyle değil, seviyorum zalımca.

“Perkonkalve”, folk/pagan metali seven biri için kesinlikle kaçırılmaması gereken, hak ettiği ilgiyi göremeyen bir gruptan çıkmış şahane bir albümdür. Ayrıca geleneksel heavy metal riflerinin Letonya’nın yerel müziğiyle birleşmesi fikrini ilginç bulanlar da bir deneyebilir. Heavy/black metal daha ağırlıkta olsun, gelemem öyle değişik enstrümanlara diyorsanız ise, sizi grubun ilk albümü “Kauja Pie Saules”e yönlendiriyorum. “Kurbads” kritiğinde görüşmek üzere.

AEON’dan yeni albüm detayları ve tadımlık

Monday, April 12th, 2010

AEON, şuradan duyurduğumuz yeni albümü “Path of Fire“ın kapağını ve şarkı listesini açıkladı.

01. Forgiveness Denied
02. Kill Them All
03. Inheritance
04. Abomination To God
05. Total Kristus Inversus
06. Of Fire
07. I Will Burn
08. Suffer The Soul
09. The Sacrament
10. Liar In The Name Of God
11. God Of War

Grup ayrıca “Path of Fire“ın kayıt aşamasını gösteren kısa bir video yayınladı.

THE OFFSPRING – Ixnay on the Hombre

Sunday, April 11th, 2010

Punk rock sıklıkla dinlediğim bir tür değildir. Türün derinliklerine dair bilgim, tecrübem kısıtlıdır. Şu an bu yazıyı okumakta olan ve tarza dair benden çok daha bilgili pek çok insan mutlaka vardır. Ama bu albüm, ilginç şekilde hayatta en çok sevdiğim albümlerden biridir. Yazıyı okumaya devam edecekler için söyleyeyim, az sonra punk rock’ı çok az bilen birinden bir punk rock yazısı okuyacaksınız. Haydi rastgele.

İlk iki albümünde daha çiğ bir punk yapan THE OFFSPRING, türü takip eden herkesin başucu albümlerinden biri olan “Smash”le patlamıştı bildiğiniz gibi. Birden fazla ülkede multi platin plaklarla donatılan “Smash”, grubun ilk iki albümünden daha cilalı, daha “piyasa”, ancak “davayı satmayan” bir albümdü. İçinde türün marşları haline gelen pek çok şarkı bulunduran “Smash”in ardından THE OFFSPRING’in ne yapacağı merak ediliyordu, zira türün özellikleri gereği, deneyler yapılacak, beklenmedik etkilenimlerle zenginleşecek bir müzik yapmıyordu THE OFFSPRING.

“Ixnay on the Hombre”yi 1998 yılında, üniversite sınavına hazırlandığım zamanlarda duydum ilk olarak. Sebebini bilmediğim bir şekilde albüme aşık oldum ve o yıl boyunca neredeyse her gün dinledim. Dershane-ev-okul-özel hoca dörtlüsü arasında gidip gelirken kulağımda hep bu albüm vardı. “Ixnay on the Hombre” kasedinin olduğu walkman’in pil kapağından içeri sürekli yeni şeyler girip çıktı, ancak kasedin koyulduğu kapakta duran şey hiç değişmedi.

“Ixnay on the Hombre”, birbirinden akılda kalıcı parçalarla dolu bir albüm. Olabildiğine sevilesi vokal melodileri ve gitar rifleriyle dolu, ancak olayı sadece enerjik olalım zıplayalımla özetlemeyen, bayağı sağlam duygu da barındıran bir çalışma. DEAD KENNEDYS insanı Jello Biafra’nın “uyarı” konuşmasıyla açılan albüm, içinde grunge’ın umutsuz havasına göz kırpan Gone Away ve Amazed gibi, neredeyse bir VAN HALEN şarkısı gibi başlayan I Choose gibi, eğlencenin doruklarında gezen ska tadındaki Don’t Pick It Up gibi farklı yapılarda pek çok şarkı barındırıyor. Dexter Holland’ın gerçekten de okumaya değer sözleriyle dolu olan albüm, Noodles’ın yazdığı zeki riflerin dışında gayet ön planda olan bas gitar kullanımıyla da dopdolu bir havaya bürünüyor.

Grubun en büyük hitlerinden olan All I Want, duyulduğu anda eşlik etmeye başlayacağınız Me & My Old Lady, kasten aptalca yazılmış söyleriyle albümün en gaz parçalarından olan Cool to Hate, hepsi dinlemesi birbirinden zevkli, çaldığınız ortamı bir anda panayır yerine döndüren şarkılar.

Görüldüğü gibi fazla birikimim olmayan bir konudan, çok da doyurucu olmayan bir şekilde bahsetmeye çalıştım. Olayın Black Flag’lere, Bad Religion’lara varan yönlerinden falan bahsetmeyi de isterdim, ancak tesis yetersizliğinden dolayı bu kadarıyla yetiniyoruz. Olsa dükkan sizin. Şöyle bir bakıldığında, “Ixnay on the Hombre” THE OFFSPRING’in “Smash” ile “Americana” arasında yapabileceği en iyi geçiş albümü olarak görülebilir. THE OFFSPRING dendiğinde adı en son anılan albümlerden biri olsa da, elbette ki “Smash” kadar önem taşımasa da, bu albümü çok seviyorum. Grubun “Americana” ve sonrasındaki haliyle karşılaşmış ve hoşlanmamış olanlara, -sadece bir müzik sever olarak- “Smash”le birlikte bu adı az anılan albümü de dinlemelerini öneririm.

Zor oldu ama yazdım. Hata ettiysek, saçmaladıysak affola.

GOROD’dan stüdyo videosu

Sunday, April 11th, 2010

GOROD yakında çıkacak yeni EP‘sinin kayıt sürecini gösteren videolar serisinin ilkini yayınladı



Bir bilgilendirme notu olarak hatırlatalım ki, GOROD candır.

EDENBRIDGE’den yeni albüm

Sunday, April 11th, 2010

Avusturya’nın meşhur gruplarından senfonik power metal grubu EDENBRIDGE, yeni albümü “Solitaire“i 30 Haziran’da çıkaracağını açıkladı.

Albümün detayları şöyle:

01. Entree Unique
02. Solitaire
03. Higher
04. Skyline’s End
05. Bon Voyage Vagabond
06. Come Undone
07. Out Of This World
08. Further Afield
09. A Virtual Dream?
10. Brothers On Diamir
11. Exit Unique

…değil tabii, şöyle:

Pek de komiğiz.

STAR ONE’dan albüm

Saturday, April 10th, 2010

AYREON ve başka bir çok projenin içinde yer alan müzik adamı Arjen Lucassen’in üzerinde önemle durduğu projelerinden STAR ONE, yeni albümünü bitirmek üzereymiş.

Aşağıda, yeni STAR ONE albümününde yer alacak materyal için düzenlenen dinleme toplantısına dair bir video görebilirsiniz.

STAR ONE, ilk albümü “Space Metal” ile progresif metal dünyasından bir hayli övgü almıştı.

AMON AMARTH – The Avenger

Saturday, April 10th, 2010

Günümüzün en aktif gruplarından biri olan AMON AMARTH, çoğumuzun kariyerlerini bire bir görme şansı bulduğu grupların başında geliyor. Zamanında, hatta çok da eski olmayan bir zamanda, hatta hatta “With Oden on Our Side“ın hemen öncesinde, Johann Hegg bir röportajında “Günün birinde sadece müzik yaparak yaşayabilmeyi istiyoruz” diyordu. Bundan iki albüm sonra, AMON AMARTH metal dinleyen neredeyse herkese adını ezberletmiş, o dönemlerdeki açılış grubu hüviyetini bir kenara bırakmış, mazur görün, “ağır top” kimliğini kazanmışti bile.

Ülkemizde de çok sevilen AMON AMARTH’ın, gidip satın aldığım ilk albümüdür “The Avenger”. Viking döneminin çetrefilli yaşamını günümüze taşıyan, “MANOWAR’un death metal yapanı” yaftalarına konu olacak düzeyde kendi formülünü uygulamalarına rağmen hep hoşa giden şeyler yapmayı başaran grup, “Once Sent From the Golden Hall”da başlattığı kendine özgü havayı, bu albümle daha bir olgunlaştırmıştı.

AMON AMARTH’la ilgili şikâyeti olan kişilerin en klasik yorumu “Eğer bir AMON AMARTH şarkısı dinlerseniz, büyük oranda hepsini dinlemiş sayılırsınız” oluyor. Bu, anlaşılacağı üzere grubun birbirine benzer şarkı yapıları üzerinden ilerlemesine dair bir eleştiri. Baş parmağımı işaret ve orta parmaklarım arasından geçirip elimi yumruk yapıyor ve devam ediyorum.

“The Avenger”, benim “With Oden on Our Side”dan sonra en sevdiğim AMON AMARTH albümüdür. Neden, çünkü kapaktaki alevlerin aksine, buz gibi fırtınalar, fyordlara çarpan okyanus dalgaları gibidir. Çarpışan, vuruşan, içinde güç ve öfke barındıran bir şeyler belirir gözünüzün önünde. Sonrasında gelecek albümlerde olduğu gibi çok sert gitar tonuyla anlam bulan bu güç hissi, AMON AMARTH’ın en büyük karakteristik özelliklerinden biri. Neredeyse tüm melodileri, rifleri az çok hüzün barındıran bir grubun böylesi sert tonlarla bunu başarıyor olması, AMON AMARTH’ın en büyük farklılıklarından biri diye düşünüyorum. Aynı şarkıda hem güçle yanıp tutuşan (With Strength I Burn) riflerle gaza geliyor, hem de bir sonrasındaki melodiyle atın beni denizlere olabiliyorsunuz. Bu da grubun dinleyici kitlesini genişletmesi açısından yararlı bir şey olsa gerek, zira ortada bir şeyler hissettiren, anlamlı bir gaz var. Death metalini daha bodos sevenler için belki tat kaçıran bir durum olsa da, geniş çerçevede baktığımızda AMON AMARTH’ın adıyla özdeşleşmiş bir sound yaratılmış olduğu ortada.

Albüme dair bahsedilmeye değer diğer bir konu, “The Avenger”ın bir daha hiç bozulmayan AMON AMARTH kadrosunun ilk oturduğu albüm oluşu. Martin Lopez’in OPETH tarafından kapılmasıyla boşalan yere gelen A CANOROUS QUINTET davulcusu Fredrik Andersson, grubun markası olmuş gümbür gümbür davullarını ilk bu albümde bizlerle paylaşmıştı (Grup adında link’li şarkıyı tavsiye ederim).

İçeriğine baktığımızda, “The Avenger”da grubun ta bugüne dek yazdığı en iyi şarkılardan bazıları var. Başta, en sevdiğim AMON AMARTH şarkısı olan Last With Pagan Blood olmak üzere, insanın kafasına kafasına vuran God, His Son and Holy Whore, epik tattaki Legend of a Banished Man ve Avenger ile AMON AMARTH sound’unun bir özeti şeklindeki Bleed for Ancient Gods, grubu seven herkes tarafından el üstünde tutulan eserler.

“The Avenger”la ilgili şikâyet edebileceğim belki de tek nokta, albümün yalnızca otuz altı dakika sürüyor oluşu. Grubun en kısa albümü olan “The Avenger”, sizi yükseğe taşıya taşıya ilerliyor, ancak daha tam doyamadan bir anda bitiyor. Sonrasındaki albümlerin kırk iki-kırk sekiz dakikalık süreleri düşünüldüğünde, “The Avenger”a iki kısa ya da bir uzun şarkı daha eklenebilirmiş. Bunun dışında, albüm grubun o anki hali düşünüldüğünde gerçekten de çok başarılı bir çalışma. “Once Sent From the Golden Hall”la belli bir kesimde “Önemli bir grup geliyor” hissini yaratmış olmalarının arkasından yapabilecekleri en iyi albüm olarak görüyorum “The Avenger”ı. Her anıyla metal, özgün ve ciksliğe kaçmayan ve kolay dinlenirlik amaçlamayan bir death metal için fazlasıyla akılda kalıcı.

“The Avnger”, albümden albüme büyüyen ve an itibariyle de gerçek, saf melodik death metalin baş köşesinde oturan AMON AMARTH’ın takdir edilesi bir istikrar ve başarıyla dolu kariyerinin en iyi işlerinden biri. Grubu bilmeyen birileri artık pek yoktur herhalde, ancak varsa da AMON AMARTH’ın daha çiğ ve hırçın yüzünü görmek için bu albüme bir kulak vermeniz salık verilir.

HEAVEN SHALL BURN’den yeni şarkı

Saturday, April 10th, 2010

HEAVEN SHALL BURN, detayları aşağıda görülen yeni albümü “Invictus“tan “The Omen” adlı parçayı myspace’ine koydu. Albüm kapağından ulaşabilirsiniz.

01. Intro
02. The Omen
03. Combat
04. I Was I Am I Shall Be
05. Buried In Forgotten Grounds
06. Sevastopol
07. The Lie You Bleed For
08. Return To Sanity
09. Against Bridge Burners
10. Of Forsaken Poets
11. Given In Death
12. Outro

Invictus“un konusu monusu falan da şurada beklemekte.

MEGADETH yeni klibini yayınladı

Saturday, April 10th, 2010

MEGADETH, “Endgame“den çektiği ikinci klip olan “The Right to Go Insane”in klibini yayınladı.

Klip 1995′te Amerika’da gerçekleşen meşhur tank kaçırma olayını konu ediyor.

EXODUS alternatif yeni kapağını açıkladı

Saturday, April 10th, 2010

Nuclear Blast, 7 Mayıs’ta çıkacak yeni EXODUS albümü “Exhibit B: The Human Condition“ın Kuzey Amerika’da farklı bir kapakla çıkacağını açıkladı.

Şöyle bir şey:

Bu versiyonda ayrıca “Devil’s Teeth” adlı bir de bonus parça olacakmış.

Exhibit B: The Human Condition“ın dünya genelindeki içeriği de şöyleydi hatırlayacağınız gibi:

01. The Ballad Of Leonard And Charles
02. Beyond The Pale
03. Hammer And Life
04. Class Dismissed (A Hate Primer)

05. Downfall
06. March Of The Sycophants
07. Nanking
08. Burn, Hollywood, Burn
09. Democide
10. The Sun Is My Destroyer
11. A Perpetual State Of Indifference
12. Good Riddance

Üstteki şarkı listesindeki renkli şarkıları, üzerlerine tıklamak suretiyle dinleyebiliyoruz.

BARONESS – Blue Record

Friday, April 9th, 2010

Bugünkü konuğumuz, daha ikinci albümünden adını günümüz metalinin önemli grupları arasına yazdırmış, kendine has sound’larıyla duyulduğu anda kendilerini belli eden Amerikalı sludge grubu BARONESS.

Aslında sludge grubu diyerek biraz fazla yüzeysel geçmiş olduk, zira BARONESS müziği, tıpkı albüm kapağında olduğu gibi çeşit çeşit ayrıntıyla dolu. İngilizce’de hem mavi, hem de hüzün anlamına gelen blue’nun farklı tonlarını gördüğümüz kapak gibi, müzik de içinde nefis bir hüzün-coşku kombinasyonu barındırıyor. Güneyli olduklarını her notalarından belli eden rifler, başka çok az grupta duyacağınız türde melodiler ve her ne kadar akla gelmeden duramayan bir MASTODON ilhamı olsa da, BARONESS gerçekten de çok özel, özgün bir sound oturtmayı başarmış.

Amerikan yol filmleri olur. İçinde cahil, yoksul, ancak hayatı seven mutlu köylüler olan bir kamyonet, olanca ciciliğiyle Georgia’daki o çayırların, bozkırların arasındaki yollardan ilerler güneş kıpkırmızı batarken. “Blue Album” o tebessümlü hüznünü işte bu tattan alıyor. Çoşkusunu ise, kızdılar mı ellerinde meşalelerle kapıya dayanıp “Arazimizi terk et” diyen o muhafazâkar redneck köylülerinin sinirinden. Böyle tuhaf ancak leziz bir sentez var ortamda. George Clooney’nin ünlü filmi “Oh Brother, Where Art Thou?” var ya, işte bu albüm o filmin metalik soundtrack’i gibi. Kimi yorumlarda gruptan progresif sludge metal olarak bahsediliyor, ancak bana bunlarla gelmeyin.

Albümde çok iyi bir müzisyenlik ve bu müzisyenlikleri ayrı ayrı öne çıkaran harika bir prodüksiyon var. Gitarlar tam olması gerektiği çamurlulukta, her notası mükemmel olarak duyulan bas gitar olsun, böylesi “atmosferli” müzikler için çok önemli olduğunu düşündüğüm davulun trampet sound’u olsun, her şey “Daha iyi kotarılamazmış” denecek cinsten. BARONESS’in ve diğer kimi meşhur grupların tüm görsellerini yapan vokalist gitarist John Baizley’in sesi de tüm bu enfes altyapıyı tamamlayan bir yapıda. Bilen varsa TORCHE vokalisti Steve Brooks’un daha bir kırçıllısı diyebilirim.

“Blue Record” müzikal olarak, bir önceki “Red Album”da hissedilen “Bir şeyler geliyor, bu adamlar bir şeyler yapacak” fikirlerini boşa çıkarmayan bir gelişimle dolu. “Red Album”e göre daha olgun olduğunu düşündüğüm, sludge metal sınırlarını zorlayarak bazı anlarda bir hayli progresifleşen, ancak bunu en olumlu anlamda yapan albüm, birbirinden yaratıcı şarkılarla dolu. Hatta, albümde öylesine yapılmış hissi veren tek bir şarkı, tek bir aranjman yok.

Kafaları ne denli iyiyken yazdılar bilmiyorum, ama albümde cidden “İnsan böyle bir düzenlemeyi ayık kafayla kurgulayamaz” dedirten çok acayip yerler var. Kullanılan ustaca gitar efektleri sayesinde bu saykodeliğe göz kırpan ama sludge gücünü daima koruyan tatlar da daha bir öne çıkar, daha bir sevilir olmuş. Albümü bugüne kadar yüzden fazla kez dinledim ve şu an bu cümleyi yazarken dahi arkada çalan bazı bölümlerde “Nasıl güzel bir şey bu arkadaşım” diye düşündürüp “Ay bana bi haller oluyo” gibisinden ürperebiliyorum.

Son kelâmlarda belirtmeden geçemeyeceğim şey ise, hayatımda gördüklerimin en iyilerinden biri olan albüm kapağı. Aşmış detaylarıyla, ince işçiliğiyle, renk paletiyle, tek kelimeyle bir sanat eseri. John Baizley müzisyenlikte ne kadar iyiyse, ressamlıkta da bir o kadar iyi.

Decibel gibi kimi önemli metal dergileri tarafından 2009′un en iyi albümü seçilen “Blue Record”, benim de geçen seneden dinlediğim en iyi üç albümden biriydi. Kaliteli, içten, ölümüne özenilmiş ve daha da önemlisi zeki insanlar tarafından yaratıldığı her anından belli olan “Blue Record”u, müziğin dünyadaki en güzel şeylerden biri olduğunu düşünen herkese öneririm.

EXODUS yeni albümünden üç şarkıya klip çektiğini ve üçünün de aşşşırı iyi olduğunu açıkladı
Bursalı hard rock grubu KARAMESAİ yeni şarkılarını sundu
Pasif Agresif, bir Wordpress marifetidir.