# - A - B - C - D - E - F - G - H - I - J - K - L - M - N - O - P - Q - R - S - T - U - V - W - X - Y - Z

Archive for 2010

AMORPHIS – Silent Waters

Saturday, April 24th, 2010

Özgür Durakoğulları

Genellikle köklü grupların diskografilerine bakıldığında, ilk albümler her zaman ruhlu ama bazı yönlerden eksiklikler barındıran bir yapıdaymış şeklinde yorumlanırlar. Ama 20 yıllık Amorphis grubuna baktığımızda, böyle bir yorum pek yapılmaz. Neticede ilk albümleri melodik death metal dinleyenler dışında pek kimseye hitap edecek bir yapıda olmasa dahi, kendi janrında kusursuza yakın bir albümdür.

Aslında size tavsiyem bu kritiğin geri kalanını okumadan önce, eğer henüz okumadıysanız “Eclipse” ve “Skyforger” kritiklerini sırasıyla okumanız olacaktır. Neden mi? Bir kere gayet başarılı kritikler, ikinci olarak ise oralarda bahsedilen, grubun şarkı sözlerinde önemli bir yer tutan Kalevala Destanı’ndan veya birkaç genel detaydan bir kez daha bahsetmem yerinde olmayacaktır. Ek olarak da “Silent Waters” kritiği, bir nevi Tomi Joutsen isimli vokalistleriyle yeniden doğan grubun yeni dönemindeki diğer (sitede kritik edilen) iki albümle birleşerek bir üçlemeyi tamamlamış olacaktır.

Bu grup demiş olduğum gibi macerasına melodik death metal yaparak başlamıştır. Henüz ikinci albümleriyle de değişken bir yol izleyeceklerini müjdelemişlerdir aslında. Sonrasında ise bu ilk döneminin Duraklama Devri’ni “Elegy” isimli albümlerinden sonra yaşamışlardır. Aslında bu ben bu grubun her dönemini beğenen biriyim, ama grup akabinde çıkarttığı “Tuonela” albümleriyle çok fan kaybetmiştir, bu da bir gerçek. Çünkü özellikle üflemelilerle veya santur enstrümanıyla verdikleri oryantal armonideki melodilerle olsun, eski vokalistlerinin alternatif hatta grunge müziğe kayan kirli vokalleri olsun bu tarz detaylarla yenilikçi olmayan metal dinleyicileri tarafından adeta dışlanmışlardır. Ama grup bunlara pek aldırmamış olacak ki, sonraki kimi albümlerinde elektroniğe göz kırpan daha da alternatifleşen müzikal yapıları kullanmayı sürdürmüşlerdir.

Şimdi geldik Amorphis’in yeniden doğuşuna, ve kaliteli müzik yapılarak da mainstream olunabilir tezine bir kanıt oluşturdukları muhteşem üçlemelerine. (Dediğim gibi, diğer iki albümden bahsetmeyeceğim.) Pasi Koskinen isimli vokalist, bu grup için motivasyonunu kaybettiğini açıklayarak Amorphis’den ayrılmıştır ve komplo teorisyenleri anında “Amorphis artık bitmiştir” şeklinde spekülasyonlara başlamıştır. Ama grup öyle bir vokalist bulmuş ki, derin ve kalın brutalleri kadar iç titreten ve duygusal clean’leriyle de, metal tarihinin en yeri doldurulamaz adamlarından biri olarak adlandırılmaktadır şu anda Tomi Joutsen. Ayrıca 2000’lerin modern groovy sound’unu da başarıyla kullanan grup, son üç albümüyle alternatif etkileri de müziğinden çıkartarak metal dinleyicileriyle yeniden barışmıştır.

“Silent Waters” bana kalırsa kapağından müziğine kusursuza en yakın metal albümlerinden birisidir. Bu grup her zaman iyi beste yapıyordu, ama daha modern groovy bir sound ve yeni vokalistleriyle birlikte şimdi kafa da sallatabiliyor aynı zamanda. Bence eleştirilecek bir nokta değil, ama bu albümdekiler de dahil olmak üzere tüm Amorphis parçalarında genelde az melodi çok tekrar olur. Eleştirel bir gözle bakmak istemiyorum bu duruma, zira Amorphis’i Amorphis yapan şeylerden bir tanesi de bu olmuştur her zaman. Hangimiz bir My Kantele (Acoustic Reprise) parçasında bin defa tekrar edilen akustik gitarların her tekrarında daha da derinlerde hissetmedik kendimizi. Bu albümde de, progresif tatlar olsa da, çok fazla melodiye rastlamıyoruz. Ama bu adamların tek melodisi ormanda 10 aslan gücündedir, değil mi?

Albümdeki tüm parçalar ustaca yazılmış, ve müthiş bir şekilde çalınmış. Hangi birisinden bahsedeyim, en sevdiğim parça olan Black River ile başlayayım. Kendi eski bir yazımdan alıntı yapıyorum:

Aslında temposu biraz hızlı olsa girişteki melodi sanki Basil Poledouris’in Conan soundtrack’indeki epik melodiler gibi, en azından kimi yerleri. O yüzden depresif veya salt hüzünlü değil, melankolik bir parça olmuş. Hüznü bile tatlı, güzel yani. Bitmiş bir savaş, sona ermiş bir felaketten sonra hissedilen şeyler gibi. Hem kaybedilen ve yaşananlar için duyulan bir hüzün, hem de her şey sona erdiği için yaşanılan farklı bir rahatlama duygusu. En azından ben öyle hissediyorum…

I of Crimson Blood parçasındaki nefis piyanolar, ve sonra eser folklorik bir müziğe dönüştüğünde akustik gitarlarla piyanoların sevişmesi bile birçok şeyi anlatıyor aslında. Folklorik etkiler demişken, Shaman parçasından da bahsetmeden olmaz. Parçanın ortasında öyle bir kısım var ki, sanırım santur da kullanılmış orada. My Kantele’yi anımsatmasının yanında, üflemelilerin de girmesiyle parça bambaşka diyarlara veya zamanlara sürüklüyor bizi. Albümün klip parçası Silent Waters ise sade, ama çok ruhlu bir şarkı. Vokal melodileri harika, ve brutal vokal de yok bu parçada. İlk parça Weaving the Incantation ve The White Swan parçalarında bana göre rahatsız edici olmayan bir dozda Opeth etkisi var. Ama özellikle The White Swan parçasındaki klavyeler takdire şayan.

Tam kararında olan davullar ve baslar, Santeri Kallio’nun klavyeleri ve özellikle piyanoları, Esa Holopainen ve Tomi Koivusaari’nin tertemiz gitar sound’ları, ve progresif-rock’tan da beslenen yaratıcı gitarları, ve nihayet muteşem bir clean ve brutal vokalist (ikisi bir arada) Tomi Joutsen, ve inanılmaz vokal melodileri. Grubun bir diğer şansı ise, gitarist Koivusaari’nin eski albümlerde de bu görevi üstlenen çok iyi bir brutal vokalist olmasıdır, neticede canlıda yardımcı olabilmektedir ana vokaliste. “And the Oscar goes toooo….” Tıkanıp kalırım vallahi, ama hadi grupta yeni olduğu için vokaliste gitsin oskar. Belki bu yazımı okur da, google translate’den çevirtip “Ben neymişim be” falan der.

Neyse, böyle hüzünlü ve derin bir albümde bile geyik yapıyorum ya, vallahi kendimden utandım. Ama bu kritiği de albümü dinlerken, tıpkı eserin akıcılığı gibi hızla yazıyorum, fazla zeka kullanmadan, duyguların yoğunluğundan esinlenerek. Hüzün dedik değil mi, o zaman Her Alone parçasına dikkat çekmek istiyorum, hatta yemin ederim tam da o şarkıdayım şu anda. Albümün kapağında da son derece kasvetli bir doğada, yalnız başına boynunu bükmüş bir kuğu görüyoruz.

Bitirişte bir alıntı yapıyorum, üstüne de bir şey dersem ayıp olur:

* “Kuğular narindir evet. Onlar pek uçamazlar. Kanatları yok sanırsınız. Sanki kanatlarını gizlerler veya gizler gibi yaparlar. Onlar herkese ilhamlar verir, bir şaire, bir aşığa, bir sevgiliye sözler yazdırırlar… Çok uzaklara gidemezler, gitmek isteseler de gidemezler… Beyaz kuğudur üzgün olanları…

*Üstteki alıntı: Siyah Beyaz dergisi, Temmuz 2009 sayısı.

HATEBREED’den yeni klip

Saturday, April 24th, 2010

HATEBREED, son albümü “Hatebreed“den “Everyone Bleeds Now”a çektiği klibi yayınladı.

HATEBREED’in 2003 çıkışlı albümü “Rise Of Brutality” çıktığı hafta Amerika’da 32.000 satmış, 2006′da çıkan “Supremacy”de bu rakam 27.000′e gerilemişti. Geçen sene çıkan “Hatebreed”in açılışı ise 15.000 oldu. Durup bir düşünmek gerekiyor gibi.

Kuzey’in önemli gruplarından BATHORY’ye saygı projesi

Saturday, April 24th, 2010

Yirmi yıllık kariyerinin özellikle ilk yarısıyla İskandinav metal gruplarının büyük kısmının yolunu çizen ve günümüzde dinlediğimiz pek çok grubun sound’unun şekillenmesine vesile olan BATHORY için bir tribute grubu kurulmuş.

2004 yılında ölen QUORTHON’un anısını yaşatmaya karar veren ve TWILIGHT OF THE GODS adı altında birleşen grubumuz şu kadrodan oluşuyor:

Alan Nemtheanga (PRIMORDIAL)
Blasphemer (AVA INFERI, AURA NOIR, eski-MAYHEM)
Frode Glesnes (EINHERJER)
Nick Barker (BENEDICTION, eski-DIMMU BORGIR, CRADLE OF FILTH)
Patrik Lindgren (THYRFING)

Bu yaz festivalleri dolaşacak olan grubun bir materyal üretip üretmeyeceği henüz açıklanmamış. Aşağıdan grubun prova görüntüleri izlenebilir.

Bir de en epiğinden BATHORY verelim.

PROSTITUTE DISFIGUREMENT – Descendants of Depravity

Friday, April 23rd, 2010

Prostitute Disfigurement, bu albüm çıkana kadar çok da hazzetmediğim bir gruptu. Her ne kadar bir önceki albümleri “Left In Grisly Fashion”da Avrupa death metaliyle Amerikan gore grind’ını güzel harmanlayıp kendilerine özgü bir yapı yaratmayı başarsalar da, kendilerini geliştirmelerine rağmen “bürrrrr” vokalden vazgeçemeyişleri, tarzlarının önüne geçiyordu. “Bürrrrr” vokal de yeri gelir, en asil duygunun sesi olur (bkz. Rotting Away Is Beter Than Being Gay), fakat Prostitute Disfigurement’ın geldiği noktayla ismi haricinde pek bağdaşmadığını düşünüyordum.

Vokalist Niels Adams’ın Nox’un “Ixaxaar” albümünde mikrofonu bağırsaklarından çıkarıp şarkıları ağzıyla söylemeye başlamasıyla aldığı sonucu gören grup elemanları, bir süre başlarını taşlara vurmalarının da etkisiyle olacak, grubun müziğinde fark edilir bir değişikliğe gitmişler ki “Descendants Of Depravity”, grubun ilk üç albümüne oranla her açıdan çok daha başarılı bir iş olmuş.

İlk üç albüm hakkında benimle aynı fikirde olmayanların bir kısmı için hayal kırıklığı yaratsa da objektif olarak bakıldığında bu değişimlerin grubu hak ettiği yere taşıdığı bir gerçek. Önceki albümlere baktığımızda her yeni albümde guttural vokali biraz daha zor taşıyan şarkı yapıları dikkat çekiyordu. Nitekim gore grind’dan ziyade, Avrupa menşeli brutal death metal kategorisinde değerlendirilebilecek tarzları, 2000’lerden sonra patlayan modern ve teknik death metalden de etkilenmeye başlamıştı.

Yazının konusu olan albüme baktığımızda çok çeşitli rif yazımı görmek mümkün. Özellikle taramalarla oluşturulmuş, parçalara melodiklik kazandıran rifler, aynı zamanda şarkılara ve albüme de karakterini veriyor. Bunun yanında yer yer Psycroptic veya Spawn Of Possession tadı veren notalar da duymak olası. Grup, ara sıra teknik death metale göz kırpsa da genel olarak, zaman içinde geliştirdikleri rif yapılarına bağlı kalıyor. Riflerdeki çeşitlik şarkı yapılarına da boyut kazandırarak dinleyiciyi baştan sona canlı tutmayı sağlıyor. Modern death metal gruplarının standardını yakalayan, kıvamlı ve güçlü bir tona sahip olan gitarlarla ilgili dikkati çeken bir diğer nokta da sololar. Genelde karambol olmayan, nizami çalınmış fakat atonal sololar, özellikle bozulmuş akorlarla veya arpejleriyle birleşince hastalıklı anlar yaşatıyor. Bas gitar, her an duyulmasa da özellikle grubun başarılı olduğu geçişlerde iyi kullanılmış. Bunun dışında, yaklaşık kırk dakika boyunca durmak bilmeyen güçlü müzik için kroslarla birleşip sağlam bir altyapı oluşturacak şekilde tonlanmış.

Niels Adams’ın vokalini bağırsaklarından ciğerlerine doğru kaydırarak güçlü ve brutal bir hava kazandırdığı albümde aynı havaya katkıda bulunan davullara gelelim. Önceki albümlerdeki davulculuğunu da beğendiğim Michiel van der Plicht, bu albümde adam gibi trigger’lanmış davullarıyla baştan sona kafa sallatıyor. Trigger kullanılmış olmasına rağmen ne kroslar, ne de altolar yapay bir his uyandırıyor. Özellikle ayarında gerilmiş trampet ve türlü çaplardaki altolarla leziz ataklar geçerken, parlak tondaki zillerini de bu tip yerlerde verimli kullanıyor. Blast giderken ride’ın değişik yerlerine veya diğer zillere yaptığı dokunuşlar da ufak ama önemli ayrıntılar.

Bütün bu unsurlara, bir de başarılı şarkı yazımı eklenince, baştan sonra kendini dinleten ve akılda kalan bir albüm ortaya çıkmış. Vokalin tarz değiştirmesi de bruatliteden bir şey eksiltmemiş, aksine başarılı prodüksiyon, iyi tonlanmış bir ses sisteminde önceki albümlerden de daha brutal anlar yaşatıyor.

Zaten ilk albümlerinden bu yana kendilerini çok katı kalıplara sokmayarak gelişmeye çalışan grup, bu albümle beraber death metal adına çok orijinal işlere olmasa da, kendi adlarına büyük bir sıçramaya imza atmış. Bu albümün ardından dağılmalarına rağmen, geçtiğimiz ocak ayında tekrar toplanan grubun aynı ivmeyle devam etmesi halinde Hollanda death metal listelerinde daha üst sıralara çıkması da olası. Death metal camiası olarak geçirmekte olduğumuz bu zor dönemde, dinlemeyenlere ilaç gibi gelecek bir albüm. Kapak da Pär Olofsson’a ait, yanlış olmasın.

hysteresis

HYPOCRISY’den yeni klip

Friday, April 23rd, 2010

HYPOCRISY, son albümü “A Taste of Extreme Divinity“den “Weed Out the Weak”e çektiği klibi az önce yayınladı.

Hatırlanacağı üzere grup yakında, komşuda verdiği bir konseri de içeren bir DVD piyasaya sürecek.

GRAVE’den yeni albüm (Güncellendi)

Friday, April 23rd, 2010

İsveç death metalinin en uzun soluklu gruplarından GRAVE, yeni albümünü Haziran ayında çıkaracağını açıkladı.

Adı “Burial Ground” olan albümün detayları da şöyle:

01. Liberation
02. Semblance In Black
03. Dismembered Mind
04. Ridden With Belief
05. Conquerer
06. Outcast
07. Sexual Mutilation
08. Bloodtrail
09. Burial Ground

Yaklaşık çeyrek asırdır müzik yapmayı sürdüren GRAVE, eski tarz İsveç death metalinin bayraktarlarından biri olmayı inatla sürdürüyor.

VANDEN PLAS’dan yeni albüm detayları ve tadımlıklar

Thursday, April 22nd, 2010

Alman progresif metal grubu VANDEN PLAS, şuradan duyurduğumuz yeni albümü “The Seraphic Clockwork“ün detaylarını açıkladı.

01. Frequency
02. Holes In The Sky
03. Scar of an Angel
04. Sound of Blood
05. The Final Murder
06. Quicksilver
07. Rush of Silence
08. On My Way to Jerusalem

Bununla da kalmıyoruz, albümden 3 tane de sample veriyoruz.

“Holes In The Sky”:

“Scar of an Angel”:

“Quicksilver”:

KELDIAN – Journey of Souls

Thursday, April 22nd, 2010

Özgür Durakoğulları

Din ve tanrı muhabbetleri, tartışmaları genelde kaygan bir düzlemde olur, bu konularda çok dogmatik inançları olanlar, veya katiyetle inançsız olan kişiler genelde bu kaygan yapıda çok defa düşerler ama “acımadı ki” modunda çocukça argümanlarla düştüklerini kabul etmezler. Ama olay spiritüelizm olunca, biraz daha ayakları yere basan tartışmalara rastlamak mümkündür. Kimisi ölümsüz bir ruhtan, kimisi ise bir enerjiden bahseder. İleri derecede materyalist kişiler dışındakiler, bir biçimde farklı şekillerde de olsa bu ruhanilikten bahsetmekten çekinmezler. Neticede bilim henüz birçok gizemi çözmekte yetersiz, elbette ki “kanıtın yokluğu, yokluğun kanıtı değildir” sözü burada önemlidir, ama bir proton-nötron döngüsü ve güneş sistemi gibi şeylerdeki döngülerin bile paralellik göstermesi bizi yaratılış veya varoluş konularında spekülasyonlar yapmaya iten şeyler olabiliyorlar. En basitinden, 50 yıllık ağır teknolojisi olan insanlık varken, bir yanda da 6 milyardan fazla yaşında bir evren var. Yani bize uzak bir galakside 3 milyar yıllık bir teknoloji olabilir gayet de. O nerede, bizim zorlasanız 100 yıllık teknolojimiz nerede. Olaylara böyle bakınca, insanın aklına sayısız ihtimal geliyor, ve spiritüel birtakım ihtimalleri de “deli saçması” olarak görmemeye başlıyorsunuz bir zaman sonra. Burada astral seyahat, reenkarnasyon gibi şeylerden bahsetmek yersiz olur elbette, ama konuya spiritüel bir bakış açısıyla girdim, zira tanıtacağım albüm oldukça ruhani ve bünyede farklı bir boyutta gezinme hissi yaratan bir duygusal yoğunlukla yazılmış bestelerden oluşuyor.

İlk olarak gruptan biraz bahsedeyim. Bu abiler Norveçli 2 kişi. Chister Andresen ana vokalleri gitarları ve basları üstlenmiş. Arild Aardalen ise klavye ve geri vokalleri. Tahmin edileceği gibi, grubun iki albümünde de birçok konuk müzisyen var. Burada tanıtılan albümde mandolin, keman gibi enstrümanlar da yerli yerinde ve uygun dozajda kullanılmış. Ek olarak, bir hayli hoş kadın vokallere de rastlıyoruz “Journey of Souls”da. Grup henüz bir canlı performans göstermemiş, yakında da göstereceğinden bahsedilmiyor. Güzel bir haber ise, grubun yeni albümünün yakında çıkacağının duyurulması.

Öncelikle özet olarak bu albümden ne beklemeniz gerekebileceğinden bahsetmeye çalışayım. Grup 80’ler rock’ından, ve özellikle de AOR tarzı müzikten çok etkilenmiş. Ama bunu genel itibariyle bir power metal sound’u içinde sunuyor. Ama bunu yaparken, senfonik hatta yer yer folklorik müziklerden de faydalanıyor. Hatta ve hatta, daha da ileri gidilerek trance tarzı kimi klavyeler, veya direk sizi ritm tutmaya iten popvari atraksiyonlar da yapmışlar. Ama önemli olan şu ki, grubun kendi sound’u var. Ve cidden en maddeci adamı bile etkileyebilecek bir ruhaniliği var. Bu sitede biliyorum ki sert müzik dinleyen arkadaşlar çoğunlukta, hatta dünyada da genel trend bu yönde. Dream Theater gibi, Symphony X gibi, Shadow Gallery gibi, ilk dönemlerinde nispeten yumuşak sound’ları olan gruplar bile tarzlarını son derece sertleştiler son yıllarda. Burada dünyanın gitgide kakafonik bir yer haline gelmesi, ve medyanın veya diğer kitleleri etkileme araçlarının sürekli bizi bir şekle sokmaya çalışmalarından bunalan ruhlarımızın deşarj olması için belki de ihtiyaç duyuyoruz böyle şeylere. Tıpkı korku filmi izlemek, hatta bu filmlerdeki kötü karakterlere nedenini tam çözemediğimiz bir güdüyle sempati duymamız gibi; ya da bu benim yetersiz bir gözlemim de olabilir. Çok fazla temellendiremeyeceğim bu savımı.

Neyse, benim gibi siz de arada böyle pozitif de bir şeyler dinleyeyim diyen insanlardansanız bu albüm tam size göre. Ben de sert müzik dinlerim, yoğunlukla olmasa da. Tabii burada bir blues’un dünyeviliğini ve keyfini, veya bir kelt müziğinin sıcaklığını bulamayacaksınız, ama spiritüel bir yolculuğa çıkacağınızı garanti ederim. Bu ruhanilikte huzur ve melankoli iç içe geçmiş. Ama depresiflik yok diyebilirim, zaten sevmem fazla depresif müzikleri. Power metal dediğime bakmayın, aslında hiçbir şekilde kafa ütüleyen ve tek düzeliğiyle illallah dedirten bir power metallik yok bu müzikte. Hatta adamlar albümün en güzel şarkılarından birisi olan Lords of Polaris’de Gregoryan Chant’larına benzer atraksiyonlara bile girişmişler. Bu eser, grubun ikinci albümü. Yeni de bir grup sayılırlar zaten. Geçtiğimiz aylarda myspace’den gruba bir özel mesaj atmıştım, ilk albümlerindeki Beyond The Stars şarkısındaki gibi bir spiritüel havayı nasıl yakaladınız falan diye oldukça öznel içerikli bir soru sormuştum, grubun gitar-vokalisti Chris cevap attı, klavyeci Arild Aardalen yapmış parçayı tümüyle. Çok da teşekkür etmiş, o şarkıya özel bir yorum hiç almamıştım falan demiş sağ olsun. O parça maalesef ne myspace’lerinde var, ne de youtube’da; kaldı ki bu albümdeki bir parça olmadığı, ve Finlandiya power ekolünü fazlaca hatırlatan, çoğu kişinin pek de beğenmeyeceği bir parça olduğu için, burada sadece bahsetmek yeterli olacaktır.

“Journey of Souls”a geri dönersek, grup ilk albümüne göre daha akılda kalıcı besteler üretmiş diyebiliriz. İlk şarkı The Last Frontier, ikinci şarkı Lords of Polaris’in falan nakaratları direk dilinize dolanıyor. Vokaller çok başarılı. Hem Chris’in çok temiz bir İngilizce’si var, hem de çok iyi dramatik nüanslar veriyor sesiyle. Ayrıca back vokaller de profesyonelce kaydedilmiş, ek olarak kadın vokaller de az ama öz kullanılmış, başarıyla. Davullar ilk albüme göre daha iyi, ama yine de çok iyi diyemem. Program gibi tınlıyorlar. Ama ton dışında, miks ve mastering bakımından yine de iyiler. Gitarlar fena değil, ama fark ettiğiniz üzere vokaller dışında diğer şeyleri övemiyorum fazla. Çünkü albümdeki asıl başarı, yakalanan ruh bütünlüğü, kompozisyonlar ve düzenlemeler. Daha iyi bir gitar tonu olabilirmiş, veya davullar daha akustik tınlayabilirmiş bana kalırsa.

Birkaç şarkıdan bahsetmek gerekirse, ilk iki parçanın çok iyi ve öne çıkan parçalar olduklarını söylemiştim. Aslında albümde kötü şarkı yok bence, ama zayıf anlar var. Mesela Memento Mori’nin nakaratları, diğer kısımları kadar iyi değil. Ama şarkının diğer kısımları bu açığı kapatıyor. Hele şarkının girişi ve ilk vokal melodileri enfes ve ruh dolu. Parçadaki sözler de gayet etkileyici. Ya da bir Vinland parçasına baktığımızda çok dandik kısımlara da rastlıyoruz, ama özellikle synth ağırlıklı bir folklorik kısım var ki, sanırsınız Kafkas oyun havaları. Bu kısımdan hemen önceki ve sonraki bölümler de nefis. Ama o köprü kısımları çok garip olmuş şarkının, hani “cheesy” derler ya, öyle.

Bir yerde okumadım, ama bu grubun Iron Maiden’dan de etkilendiğini düşünüyorum; müzik hem birkaç yerde cidden anımsatıyor Maiden’ın stilini, hem de bu grup da distortion dozuna dikkat eden bir metal grubu. Gruba göre de, bana göre de, 80’lerde bir büyü vardı. Belki bir hippie dönemi gibi temelli, ayakları yere basan bir akım yoktu, ama bir ruhanilik vardı. Bir coşkunluk vardı. Sonra içi boşaltıldı tabii, ama hâlâ ortalıkta “I love 80’s” diye gezinen tonla insana rastlayabilirsiniz. İşte bu grup da, bu albümlerinde o 80’lerin ruhunu almış, bir “New Age” öğretisi gibi yeniden yorumlamış ve kendi aromasını da bu hamura başarıyla katmış.

Bu ara ilginçtir, hangi tarz olursa olsun Norveçli gruplar keşfediyorum ve hepsine de bayılıyorum. Hayır olsun, evet olmasın. Sonumuz hayır olsun. Hatta Savaşa Hayır Kurumu. (Bu kadar ruhanilik muhabbeti yap, yazıyı bitirişe bak. Cık cık cık.)

ONSLAUGHT’dan yeni albüm

Thursday, April 22nd, 2010

2007′deki “Killing Peace” ile metal arenasına hızlı bir dönüş yapan İngiliz thrash metal grubu ONSLAUGHT, yeni albümüne dair açıklamalarda bulundu.

Grup, albüme dair yaptığı açıklamada “Albümün adı belli, şarkı isimleri belli, çıkış tarihi belli, ama bunları şu anda söylemeyeceğiz. Sene sonuna doğru çıkacağını ve “Killing Peace 2″ gibi bir şey beklememeniz gerektiğini söyleyelim yeter” şeklinde konuşmuş. Bekliyoruz bakalım.

OBITUARY’den yeni albüm hazırlığı

Thursday, April 22nd, 2010

Bu yaz ilk kez ülkemizde ağırlayacağımız death metal grubu OBITUARY, yeni albüm çalışmalarına başladığını açıkladı.

Grup, “çok sert” birkaç şarkının şimdiden hazır olduğunu söylemiş. Bunun yanı sıra TARDY BROTHERS’ın yeni albüm çalışmalarının sürdüğü de açıklamada yer almış.

Aha da Obit:

Aha da Tardy:

DRACONIAN – Turning Season Within

Wednesday, April 21st, 2010

Draconian’ın varlığının farkına, kitaplığın raflarında bir süredir sürünmekte olan evvel zamandan kalma İTÜ gazetesinin son sayfasında bir metal grubuyla röportaj olduğunu görüp zaman geçirmek için okumamla vardım. Tesadüftür aynı dönemde My Dying Bride’ın “A Line Of Deathless Kings”iyle doom metali keşfetmiştim (!).

“A Line Of Deathless Kings”, sound’u, brutal vokalsiz olması, vs. sebeplerden dolayı grubun hayranları tarafından eleştirilse de, hem o deönemde kötü zamanlar geçirmem, hem de mevsimin sonbahar olmasından dolayı hayatımın o dönemi için güzel bir soundtrack olmuştu.

Röportajdan sonra aynı ruh hali/ortam şartları altında “Arcane Rain Fell”e geçiş yapmıştım. “Arcane Rain Fell”, Death Come Near Me şaheseri hariç hiçbir parçasının öne çıkmayıp, tamamı bütünlük gösteren ve bütün olarak dinlendiğinde bir hayli güzel olan albümlerdendi. Sonrasında grup üç yeni, üç eski şarkıdan, iki de cover’dan oluşan “The Burning Halo”yu çıkardı. Kaydı ve brutal vokal performansı ne kadar kötü olsa da, şarkıların Draconian klasikleri arasına rahatlıkla girebileceği bir albümdü.

İki senelik aradan sonra grubumuz bu yazının da konusu olan “Turning Season Within”i çıkardı. Albüm, yakalayıcı olan fakat gereksiz yere biraz fazlaca uzatılmış Seasons Apart’la açılıyor. Daha sakin ve hüzünlü intro’suyla Bloodflower ilk şarkı olarak tercih edilseymiş bence albüm için daha güzel bir açılış olurmuş. Eskilerine oranla daha sert ve biraz daha hızlı olan albümde Earthbound’da Opeth, albümün genelindeyse Novembers Doom ve Swallow the Sun gibi grupların etkileri göze çarpıyor. Albüm yayınlanmadan önceki bir röportajda da vokalist Anders, Morphine Cloud’da eski Anathema’dan, The Empty Stare’de ise albümün outro’su olan September Ashes’i seslendiren Paul Kuhr’lu Novembers Doom’dan esinlendiklerini belirtmişti.

Albüm temposu, sound’u itibariyle eski Draconian’dan daha doom/death bir Draconian’a evrilse de Draconian’ın karakteristik özelliklerinden olan basit ama esaslı ”Jacob gitarları” , Anders’in kusursuz kükremesi ve Lisa’nın dokunaklı sesi -bu albümde daha ön planda olmakla beraber- yerli yerinde. Doom severleri kolaylıkla etkisi altına alabilecek bir albüm. İlk defa Draconian dinleyecekler içinse ideal bir seçim.

Şimdiye kadarki en temiz Draconian kaydı olma özelliğini de taşıyan albümün kaydı ise Katatonia ve Opeth’in albümlerini kaydettikleri Fascination Street Studios’ta kaydedildi. Sözlerin yükü yine Anders’in, müziklerinkiyse Jacob’ın omuzlarında. Sözler demişken, eski albümlerdeki Lucifer takıntısı bu albümle son buluyor ve daha içsel ama yine aynı epik havasını sürdüren sözlere rastlıyoruz “Turning Season Within”de. Draconian’ın kariyerinin yeni dönemi için güzel bir başlangıç.

Son olarak da volkan patlamasından saçılan kül bulutunun Avrupa’daki tüm uçuşları etkilemesi sebebiyle konseri 8 Mayıs’a ertelenen grubun takipçileri için Kara Bulutları Kaldır Aradan gelsin. :)

thefakefloydian

1349 yeni albümünü halka açtı

Wednesday, April 21st, 2010

1349, yeni albümü “Demonoir“ın tümünü alttaki albüm kapağının içine koydu.


Aaa çok ayıp.

İşin aslı alttaki digipack kapağının içine koydu (valla).

LAMB OF GOD’dan yeni şarkı

Wednesday, April 21st, 2010

Bir aydan daha kısa bir süre sonra ülkemizde ağırlayacağımız LAMB OF GOD, yakında çıkacak “Iron Man 2: The Videogame” adlı yeni oyun için bir şarkı yazdı.

“Hit the Wall” adlı şarkının yapım aşamasını ve oyun içinde nasıl duyulduğunu aşağıdan duyabiliyoruz, duymakla da kalmıyor görebiliyoruz.

SOILWORK yeni albüm kapağını açıkladı

Tuesday, April 20th, 2010

SOILWORK, 2 Temmuz’da çıkaracağı yeni albümü “The Panic Broadcast“in kapağını açıkladı.

01. Late For The Kill, Early For The Slaughter
02. 2 Lives Worth Of Reckoning
03. The Thrill
04. Deliverance Is Mine
05. Night Comes Clean
06. King Of The Threshold
07. Let This River Flow
08. Epitome
09. The Akuma Afterglow
10. Enter Dog Of Pavlov

Kapak, albümün de genel konseptini oluşturan yanılsama, panik hali, birtakım kötü sanrılar gibi temaları yansıtıyormuş. Hadi bakalım.

NEURAXIS’ten albüm haberi

Tuesday, April 20th, 2010

Kanada’nın önde gelen teknik death metal gruplarından NEURAXIS, yeni albümü için Haziran’da stüdyoya gireceğini açıkladı.

Henüz hiçbir detayını bilmediğimiz albümün yıl sonuna yetişmesine çalışılacakmış.

IN FLAMES – The Jester Race

Tuesday, April 20th, 2010

Pasifagresif yazarlarının bir çoğunun IN FLAMES hastası olduğu düşünülünce, sitede IN FLAMES’in sadece bir yazısının olması ilginç bir durum (3,5 yıl sonraki edit: Bu durum zamanla baya bir değişti). Bu yüzden ben de bu konu üzerine eğilmeye karar verdim. Hazır eğilmişken de bari türün gelmiş geçmiş en önemli birkaç albümünden birini yazayım, yıllardır bıkmadan usanmadan ağzımızın suyunu akıtan bu başyapıta bir saygı suruşunda bulunayım dedim.

Efendim, çoğu yerde görmüşsünüzdür, bu melodik death metal denen şeyin üç atlısı vardır. Bunlar “Slaughter of the Soul“, “The Jester Race” ve “The Gallery”dir. Yoluna, suyuna, her bir şeyine kurban olduğum Göteborg’dan çıkan bu üç albüm, hepimizin bildiği gibi doksanların ortasından günümüze gelen binlerce grubun müziğinin şekillenmesine vesile olmuş, kilometre taşı dediğimiz yapıtlardır.

Uzatmadan olayın alevli kısmına geçelim. IN FLAMES’in “Lunar Strain” ve “Subterranean” gibi iki nefis (ama olgunlaşma adımı olduğu da belli) işten sonra ortaya çıkardığı “The Jester Race”in, öncesindeki işlerle kıyaslanması durumunda ortada ciddi anlamda hayran kalınası bir gelişim olduğu görülebilir. Olayı sadece melodilerin güzelliği, riflerin yaratıcılığıyla özetlemek, “The Jester Race”in önemini yeterince anlamamak olur diye düşünüyorum. “The Jester Race”in hem IN FLAMES, hem de melodik death metal adına en önemli unsurlarından biri, içindeki bestelerin, öncesinde çıkan tüm melodik death metal albümlerine oranla çok daha yenilikçi, gelişimci ve “standart belirleyici” olmalarıdır. Elbet hepimiz December Flower’ın solosunu yüz bin kere de duysak zevkten ayılıp bayılacağız, “Father, you are the dead god in me…”yle kendimizi duvarlara vurmak isteyeceğiz, ancak “The Jester Race”in “çok güzel şarkılar barındıran bir albümden” daha fazlası olduğunu unutmamak gerek.

Albüme şöyle bir yollanırsak, hem IN FLAMES, hem de melodik death metal klasiği sayısız parçayla karşılaşıyoruz. Türü sevip de bir Moonshield’la dağılmayan, Artifacts of the Black Rain’le coşum coşum coşmayan var mıdır? The Jester Race’in (here we go…) nakaratında, December Flower’ın o meşhur solosunda ayakları yerden kesilmeyen, Dead Eternity’nin o buz gibi havasından etkilenmeyen var mıdır? Kesin vardır tabii ama olmamalı.

“The Jester Race” kayıtsal anlamda çok kendine özgü bir atmosfere sahip. Doksanların ortasından geldiğini hissettiren havasının yanında, hem soğuk, hem bu soğukluğuna rağmen çok sevilesi bir sıcaklığı, sevimliliği olan, solo gitarın ve melodilerin çalındığı tonun nefis ayarlandığı bir sound’u var. “The Jester Race”de IN FLAMES’in oturmuş ilk kadrosunu da görüyoruz. Vokalde grupla ilk performansını sergileyen Anders Fridén ve davulda grubun ilk gerçek davulcusu olan Bjorn Gelotte, bu albümde tanıştığımız isimler. Her ikisi de çok iyi bir performans sergilese de, asıl üstünde durulması gereken kişi elbette ki gelişiyle birlikte grubun çehresini değiştiren Anders Fridén.

Bu tarza çok iyi uyan bir ses rengi olmasının dışında, Fridén yazdığı sözlerle de IN FLAMES konseptinin oluşmasının baş mimarlarından biri. Vokalist olduğundan daha iyi bir söz yazarı olan Fridén, yarattığı gelecek tasvirleri ve farklı referanslarla dolu (uzay, Fallout, post-apokaliptik tatlar, vs) sözleriyle, IN FLAMES’in en önemli kimliklerinden biri olan şarkı sözü olayına daha gelir gelmez boyut atlatmıştı. “Lunar Strain”de vokalleri yapan Mikael Stanne’in o albümde yazdığı uzaysal konuları devam etmektense, sözel anlamda konsept bir tarz seçen Fridén, çok tuhaf ve çekici bir atmosfer yaratmayı başarmış. Lakin albüm adının, bana daha mantıklı gelen “Şaklaban Irkı” mı, yoksa kapağın daha uygun gibi göründüğü “Şaklaban Yarışı”nı mı ifade ettiğini açıkçası bilmiyorum. Sözler her ikisine de yorulabiliyor. Sonrasında gelen IN FLAMES albümlerinde önemlerinin nasıl artacağını göreceğimiz nakaratlar konusunda da gayet başarılı olan Fridén, misal bir The Jester Race’in nakaratındaki kafiyeli ve vurgulu yorumuyla şarkının tüm kimliğini şekillendirmişti.

Şarkısal yorum yapma gereği duymuyorum, zaten grup da pek şarkı ayırmıyor olacak ki, “Jester’s Dance” dışında albümdeki -sanırım- her şarkının canlı çalınmışlığı var. Zaten “The Jester Race”i bilenler, “daha iyi olan şarkılar” şeklinde bir seçim yapmanın pek de kolay olmadığını biliyorlardır.

“The Jester Race”, kapaktaki albüm adının Comic Sans’la yazılmış olması dışında en ufak bir olumsuzluğu bulunmayan, sayısız yorumda gelmiş geçmiş en iyi ve en önemli üç melodik death metal albümünden biri olarak anılan, başyapıt sıfatını sonuna kadar hak eden bir albüm. İlk kez on yıl önce falan duyduğum bu albümü bu yazıyı yazdığım sırada da dinledim. Ve Moonshield’ın akustik girişinden sonra gelen o tek trampet vuruşuyla ürperen tüylerimin, kırk dakika boyunca, neredeyse her otuz saniyede bir ürpermesi bana gösteriyor ki, daha uzuuuun bir süre “The Jester Race”e tapınan kalabalıktan biri olmaya devam edeceğim.

Son olarak, evet, pek çok insanın düşündüğü şey benim için de geçerli. Hayatımda duyduğum en güzel solo.

AEON’dan yeni şarkı

Tuesday, April 20th, 2010

Yeni albümü “Path of Fire“ı çıkarmaya hazırlanan İsveçli death metal grubu AEON, albümden “Kill Them All” adlı şarkıyı aşağıdaki albüm kapağının içine koydu.

Albümün şarkı listesi de şöyle sevimli bir şey:

01. Forgiveness Denied
02. Kill Them All
03. Inheritance
04. Abomination To God
05. Total Kristus Inversus
06. Of Fire
07. I Will Burn
08. Suffer The Soul
09. The Sacrament
10. Liar In The Name Of God
11. God Of War

Her zaman olduğu gibi alâkasız şarkımızı koymayı da unutmayalım.

NACHTMYSTIUM yeni albüm teaser’ını yayınladı

Monday, April 19th, 2010

Yeni nesil Amerikan black metal gruplarının son yıllarda en çok öne çıkanlarından olan NACHTMYSTIUM, merakla beklenen yeni albümü “Addicts: Black Meddle Pt. II“nun teaser’ını yayınladı.

Haziran’da piyasaya çıkacak olan albümün ön incelemesini yapan kimi siteler, şimdiden “Addicts: Black Meddle Pt. II”nun 2010′un en önemli albümlerinden biri olacağını söylüyorlar.

SYMPHONY X – V: The New Mythology Suite

Monday, April 19th, 2010

Özgür Durakoğulları

Konu Symphony X olunca, birçok farklı ve negatif-pozitif eksenlerinden çok daha farklı açılımlara sahip yorumlara rastlamak mümkündür. Negatiflerden bir örnekle başlayalım. Gruba yapılan yaygın negatif eleştiri; grubun hiç de orijinal bir müzik yapmadığı, Dream Theater tarzı bir müziğin iskeleti üzerine ucuz power ve neo-klasik süsler ekleyerek bize dandik bir müziği yedirme çabasında olduğudur. Hatta bu fikirde olanlar, şu anda tanıtılan albümdeki The Death Of Balance/Lacrymosa parçasında ortalara doğru yapılmış olan, çok bilinen bir Dream Theater atraksiyonunun bir benzerinin varlığını gerekçe göstererek (kendilerince) haklı çıkmaktadırlar. Öyle birkaç örnek kuşkusuz vardır, ama bu albümde o kadar çok melodi var ki, aradan cımbızla birkaç kısım çekip, böyle şeyleri mütemadiyen yapılan, kronikleşmiş bir tavırmış gibi göstermek ne kadar doğrudur, tartışılır.

Bir diğer çok sık karşılaşılan negatif eleştiri ise, grubun gitaristi Michael Romeo’nun Malmsteen’in stilini kopyalayan “mindless shredder”lerden biri olduğu yönündedir. Bunlar çok fazla tartışılan şeyler, o bakımdan çok detaya girmek istemiyorum. Ama Romeo’nun asıl olayı kompozitörlüğü, dengeli egosu (bu, birçok röportajını okuduktan sonra oluşturduğum öznel bir çıkarımdır) ve yenilikçi bir müzisyen olmasıdır. Teknik olarak bakarsak ise, kendisi müthiş bir ritim gitaristtir. Solo gitarist olarak da bir hayli beğenilir, hızlıdır ve yarattığı her melodideki her nota kurgulanmış hissi verir; ne kadar hızlı çalarsa çalsın. Ki çok eskiden çıkardığı meşhur eğitim DVD’sinde, çaldığı cidden zor şeyleri yarı tempoya düşürerek son derece temiz çalması da, bu kurgusallığı bir nevi kanıtlamaktadır.

Madem kurgusallık dedik, “V: The New Mythology Suite” albümünün kritiğine geçerken, ilk anahtar kelimemiz de bu olsun. Grubun adı gibi, bu albümde de klasik senfonilerde rastladığımız tarz bir kurgusallık vardır. Albüm adeta bir bütündür ve metal tarafını bir tarafa bırakırsak, hem kimi meşhur klasik müzik bestecilerinden yapılan alıntılar, hem de grubun kendi yarattığı birtakım klasik müzik etkili melodiler farklı şekillerde varyasyonlanır. Örnek vermek gerekirse, 4. parça Transcendence’da klavyeyle verilen ana melodi, albümün kapanış şarkısında varyasyonlanarak vokal ile verilir. Alıntılardan bahsetmek gerekirse, albümün intro’su, bir Verdi – “Requiem” uyarlamasıdır.

9. parça The Death Of Balance/Lacrymosa’nın ikinci, yani Lacrymosa kısmı ise bir Mozart – “Requiem” yorumudur. 11. parça, yani A Fool’s Paradise’ın ortasını biraz geçince, Bach’ın “Re Minör Klavsen Konçertosu”nun bir kısmının yer aldığını görürüz. Grup aslında stüdyoda bu klasik müzik eserinin tamamını çalmıştır, ama albüme sadece kısa bir sürelik bölümü konmuştur. İşte tüm bu klasik müziklerden yapılan alıntılar ve John Williams gibi film müzisyenlerinin de etkileri bu albümde önemli yer tutar. Burada negatif bir durumdan bahsetmek yerinde olur, şöyle ki albümün kitapçığında klasik müzik alıntılarından hiç bahsedilmemiştir. Yani ben unuttuklarına inanıyorum, zira Romeo Dream Theater’dan, Yngwie Malmsteen’den falan etkilendiğini zaten her zaman söylemiştir. Böyle büyük eserlerden yaptığı alıntıların da nasıl olsa anlaşılacağı aşikardır ne de olsa.

Şimdi albümün metal kısmından bahsedelim. Bence bu albümdeki en güzel olay, ailevi sebeplerle “Twilight In Olympus” albümü öncesinde gruptan ayrılan davulcu Jason Rullo’nun gruba geri dönmesidir. Zira kendisi ilk dinleyişte biraz düz de gelse, aslında çok sağlam bir progresif metal davulcusudur. Daha 2. albümlerinde şarkı sonlarında yaptığı birkaç atraksiyonla bana “oha” dedirten bu adam, bu atraksiyonları bu albüme kadar pek kullanmamıştır. Aslında burada da bir tek The Death Of Balance parçasında göstermektedir hünerlerini kendisi. Ama ilk dinlemelerde pek dikkat edilmeyen birtakım atraksiyonları da yok değildir. Bir başka “yuh” dediğim olayı ise henüz albümün ikinci şarkısında yapmıştır. Intro’dan hemen sonraki bu şarkı, genel yapı itibariyle bir power metal şarkısıdır. Ama Rullo, girişte ve şarkının sonunda tekrar edilen ana gitar rifinin altında dümdüz bir power ritmini öyle bir aksatmaktadır ki, cidden başta fark etmezsiniz, veya kötü miksten kaynaklı bazı twin’lerin duyulmadığını sanırsınız. Aman dikkat!

Bu arada, “V”ın konsept bir albüm olduğunu da araya sıkıştırayım. Hemen hemen tüm şarkıların birbirleriyle akrabalık bağları vardır, bir parçadan diğerine geçiş genellikle uyumlu ve alakalı bir yapıdadır. O bakımdan, böyle doğaç hissi veren sololar, kafasına göre takılan gitarlar-klavyeler falan arıyorsanız bu albümden uzak durun.

Bu albüm şu yönden de ilginçtir benim gözümde: Önceki ve sonraki albümlerinde yaptığı gibi, grup bu albümde hit şarkı yapma yoluna pek gitmemiştir. Yani benim en beğendiğim Symphony X albümü budur, ama albüm, konsept olarak çarpıcıdır. Fallen ve Egypt dışında size hit şarkı sayamam. Ama bir “The Divine Wings of Tragedy” albümü derseniz, en az 6 tane hit şarkı sayarım. Lakin bu albüm hakkında kötü bir şey de söyleyemezken, Symphony X’in diğer tüm albümlerinden bir ton kötü şey sayabilirim size kendimce. İlle kötü bir şey aranıyorsa da, gitar sololarının vasat ile iyi arasında olmasını söyleyebilirim. Aslında bunu da diyemem, zira bir klasik müzik senfonisi gibidir bu albüm. Böyle olması benim için daha iyidir.

Yine de lafı açılmışken kötü olarak algılanan birkaç şeyden bahsedeyim, kendim pek katılmasam da. Bir kere vokaller biraz kısıktır. Bu eleştiriye sıkça rastlayabilirsiniz bu albüm hakkında bir yorum okurken. Bana sorulursa bu bilinçli yapılmıştır, zira vokal melodileri de adeta bir solo keman gibi yazılmıştır. Öne çıkmaması iyi olmuştur bu yönden. Bir “The Odyssey” albümlerini düşünün grubun, burada hem vokal melodileri hem de Russell Allen’in yorumu daha vahşidir, cayır cayır, yer yer thrash’e göz kırpan vokal melodileri vardır albümde.

Peki “V: The New Mythology Suite” albümünü özel kılan şeyler nelerdir? Bir kere albüm akıp gider. Genel yapı itibariyle defalarca dinlense de sıkmayacak bir zenginlik vardır bu akışta. Gitarist Romeo, gerçekten birçok armoniye hakim olduğunu direk gözümüzün içine sokar. Communion and the Oracle parçasındaki Dorian Modu’nu mu süper kullanmamıştır, veya Egypt parçasındaki oryantal armoni ve batı klasik armonisini mi müthiş sentezlememiştir. Ayrıca bundan önceki albümlerdeki kayıt problemleri de tamamen aşılmıştır bu kayıtta. Zaten prodüksiyonu da Michael Romeo yapmıştır. Ve onu tanıyanlar bilirler ki, bu adam kaç yaşına gelmesine rağmen hâlâ kendini teorik olarak kendini gelişmeye adamış, hâlâ tonlarca armoni kitapları çalışan ve ses tekniği konusunda da sürekli kendini geliştiren bir müzisyendir.

Albümün şarkı sözlerinden falan pek bahsetmedim, zira kolay anlaşılan ve arka plandaki hikayeyi okursanız kolaylıkla idrak edebileceğiniz temiz bir İngilizce ile yazılmıştır sözler, ve Atlantis efsanesi işlenmektedir konsept olarak. Albümde tüm müzisyenler enstrümanlarının hakkını vermiştir. Gruba yeni katılan basçı çok önde değildir, ama o da Egypt parçasında süper bir tapping gösterisi yapmıştır. Bu kaydın gruba bir diğer faydası ise, sayısız konser teklifi almalarına ön ayak olmasıdır. Bunun sonucu olarak grup, sonrasında çıkarttıkları “The Odyssey” albümünde konserlerde daha etkin olabilecek (gaz ve akılda kalıcı) beste yapılarına yönelmiştir. Kaldı ki, Symphony X bu albümden sonra uzun seneler yeni bir stüdyo albümü çıkaramamıştır. Gerçi buna rağmen, bir sonraki albümün turne dönemine kadar, Symphony X elemanları ek iş yapmak durumunda kalmışlardır. Örneğin gitarist Romeo bir gitar teknolojisi firmasında, klavyeci Pinnella ise Korg firmasında teknik bir kademede çalışmaktadırlar bu dönemde. Üzücü bir açıdan da grup, bu ve daha önceki albümlerinde yaptıkları gibi çok katmanlı, poliritm ve polifoni bakımından zengin parçaları konserlerde çok hakkıyla çalamamaları yüzündendir ki (sanırım), sonraki iki albümlerinde daha az sofistike ve konserde daha gaz olabilecek şarkı yapılarına doğru yelken açmıştır dediğim gibi.

Bu bakımdan da “V” albümü, grubun belki de ilk döneminin (stüdyo albümlerine daha konsantre olan, deli gibi turlanmayan dönem) son albümüdür. İlk dinlemede çok dikkatimi çekmeyen “V: The New Mythology Suite”, benim için şu anda en iyi progresif metal albümü konumundadır.

BLIND GUARDIAN’dan ikinci stüdyo videosu

Monday, April 19th, 2010

BLIND GUARDIAN, yeni albümünün kayıt aşamalarını içeren ikinci stüdyo videosunu yayınladı.

İlk stüdyo videosunu şuradan görebileceğiniz albümden, Haziran ayında da bir single çıkacağını hatırlatalım.

EXODUS yeni albümünden üç şarkıya klip çektiğini ve üçünün de aşşşırı iyi olduğunu açıkladı
Bursalı hard rock grubu KARAMESAİ yeni şarkılarını sundu
Pasif Agresif, bir Wordpress marifetidir.