Özellikle 1997′deki “Rain Without End” albümüyle birçok insanın duygusal dünyasını alt üst eden ve KATATONIA’nın yan grubu olarak da bilinen OCTOBER TIDE, geri dönüyor.
Şu anki kadrosu eski KATATONIA gitaristi Fredrik Norrman, IN MOURNING vokalisti Tobias Netzell ve eski AMARAN davulcusu Robin Bergh’den oluşan grup, bas gitarda da SCAR SYMMETRY ve birçok başka projeden tanıdığımız Jonas Kjellgren’den yardım alıyor.
Grubun 11 yıl aradan sonra çıkaracağı yeni albümü “A Thin Shell“, 28 Eylül’de piyasada olacakmış.
1. A Custodian Of Science
2. Deplorable Request
3. The Nighttime Project
4. Blackness Devours
5. The Dividing Line
6. Fragile
7. Scorned
Albümden yayınlanan yeni şarkı “Blackness Devours” da aşağıdan dinlenebilir.
Not: Hatırlatma için lefthandpath’e ve jarenk’e teşekkür ederiz.
Yeni albümü “Cursed“ü çıkarmaya hazırlanan ION DISSONANCE, albümden “After Everything That’s Happened, What Did You Expect” adlı şarkıyı alttaki albüm kapağına koydu.
Fin senfonik folk metal grubu KIVIMETSÄN DRUIDI, Nisan ayında çıkan son albümü “Betrayal, Justice, Revenge“den “Desolation: White Wolf”a çektiği klibi yayınladı.
Relapse’ten gelen promolar arasında dikkatimi en çok çeken şey, içinde CROWBAR’ın şişmanı Kirk Windstein ile HATEBREED’in isyankâr çocuğu Jamey Jasta’yı barındıran bu karanlık kapaklı KINGDOM OF SORROW albümüydü. Neden mi? Çünkü içinde meşhur vardı. İçinde meşhur olmadıktan sonra ne dinlenen müziğin, ne izlenen filmin anlamı vardır. Ünlüler, şöhretler, işte hayatın anlamı budur. Hastasıyım meşhurun. Boşuna mı günde 21 saat televizyon izliyorum.
CROWBAR’ı da HATEBREED’i de biraz seven bir insan olarak, grupla aynı isimli ilk albümü çok tutmamıştım. İlk albümü itibariyle KINGDOM OF SORROW, Kirk Windstein ile Jamey Jasta’nın ortak bir projesi olmaktan çok bu iki ismin kendi gruplarının aynı albüme sokulmaya çalışılmış hali gibiydi. KINGDOM OF SORROW’dan ziyade CROWBREED veya HATEBAR olarak adlandırılabilecek, Jamey’nin CROWBAR şarkıları söylemeye, Windstein’in de HATEBREED şarkıları çalmaya çalıştığı bir albüm gibiydi. Ama şimdi…
Neyse ki ikilimiz amaçladıkları mutasyonu bu kez geçirebilmişler ve ilk albümdeki ücubik yaratıktan ziyade tam anlamıyla bir mutant olmayı, “Sludge metal ve hardcore” yerine, “sludgecore” yapmayı başarmışlar.
Windstein’ın CROWBAR ve DOWN’dan alışık olduğumuz düşük tonlu çamur gitarlarının domine ettiği albümde, kimi şarkılarda sadece Jasta, kimilerinde sadece Windstein, kimilerinde de bu ikisinin düet takıldığını görüyoruz. Çamur gitarı sevmem ben cillobiyet ararım diyenler iki önceki cümleden korkmasın. Cümleden korkan adamdan hayır gelmez zaten. Albümde tertemiz bir prodüksiyon var ve bu sayede gitarlar, çamur olmaktan ziyade kişilikli bir kirliliğe sahipler. Şişman adam metalinin öncüsü CROWBAR’ı bilenler, zaten Windstein’in o kamyon egzosu gitar tonuna aşinadırlar. Her neyse, bu ikisinin “Kendi gruplarımızdan referans alarak iki grubu ortak paydada birleştiren şarkılar yapalım” zihniyetinden çıkarak “KINGDOM OF SORROW müziği yapalım” demiş olması hayırlı bir karar olmuş. Kısacası CROWBAR ve/veya HATEBREED’i seviyor olmanız KINGDOM OF SORROW’u da seveceğiniz anlamına gelmiyor.
Müziğin derinine indiğimizde en baştan söylemek lazım ki “Behind the Blackest Tears” bu sene dinlediğim iyi albümlerden biri. Albüme dair yorumlarda hep farklı şarkıların öne çıkarıldığını görüyorsunuz ki bu da albümde öylesine şarkı olmadığının bir göstergesi. Tür adına hit diyebileceğimiz türde parçaların yer aldığı “Behind the Blackest Tears”da, özellikle basın bülteninde de üstünde durulan God’s Law In the Devil’s Land ve From Heroes to Dust, tek kelimeyle enfes şarkılar. Onlar haricindeki şarkıları da şu daha iyi, bu biraz bayık şeklinde ayıramıyor, albümü her açışımda baştan sona dinliyorum; ki bu olayı şimdiye kadar elli altmış kezden fazla yapmış olduğumu söyleyebilirim.
Sırf meşhurları yüzünden dinlediğimi söylediğim bu grubun diğer elemanlarını da hevesli yancılar sanmayın. İkinci gitar ve basta yine CROWBAR üyeleri, davulda ise UNEARTH’ten Derek Kerswill var. Hepsi de gayet kütür kütür bir performans sergilemişler. Özellikle Kerwill’in kimi şarkılardaki parlak fikirleri, şarkılara fark ettirmeden de olsa ufak dinamiklikler katmış (mesela Sleeping Beast’in sonundaki floor tom kullanımı). Albümün gerçek yıldızı ise şüphesiz Kirk abim. Fotoğraflarına her baktığımda çok kral bi muhabbeti olduğunu düşündüğüm sakal insanı Windstein, “tecrübe akan bu gözler bilsen neler gördü” havasındaki yanık vokalleri ve hem Güneyli hem de çağdaşlığı aynı anda barındıran rifleriyle “Behind the Blackest Tears”da parıl parıl parlıyor. Özellikle az önce adını verdiğim ve hemen üstte dinleyebileceğiniz From Heroes to Dust’ta tüm içini, tüm kederini döküyor Windstein.
DOWN seviyorsanız, PANTERA seviyorsanız, CROWBAR seviyorsanız, buradaki müziği de sevmeniz olası. Ama bu gruplardan haz etmiyor olsanız bile albümdeki -en azından bazı- şarkıları sevmeniz muhtemel. İlk albümle birlikte pek bir şey olacağı yok bunun diye düşündüğüm grup, bu albümüyle beni kazanmış oldu ve üçüncü albümlerini merakla bekleyen bir insana çevirdi.
Yeni CROWBAR albümüne az kaldığına, DOWN da yeni albüm üzerinde çalışıldığını açıkladığına göre, boru sesli gitarlı ve sakallı günler bizi bekliyor diyebiliriz.
Basçısı ICS Vortex ile klavyecisi Mustis’i geçtiğimiz sene şutlayan DIMMU BORGIR’in yeni bas gitarist olarak THERION, DREAM EVIL, KING DIAMOND ve MERCYFUL FATE gibi gruplarda çalmışlığı olan ve çok sayıda enstrümanı çalabilen Snowy Shaw’ı kadrosuna katacağı söyleniyor. İsveç piyasasının tanınmış simalarından olan Shaw’ın birkaç gün önce dört yıldır vokalistliğini yaptığı THERION’dan ayrılmış olması da bu iddiaları güçlendiriyormuş. Hatırlanacağı üzere ICS Vortex de geçtiğimiz ay içinde BORKNAGAR’a geri dönmüştü.
Konuya dair kesin bir şey olunca tekrardan haberdar ederiz.
İsveçli thrash/death metal grubu CARNAL FORGE, 2011 yılında çıkacak yeni albümünden “Blood Wars” adlı parçaya klip çekmiş.
Son albümden bu yana vokalist, gitarist ve davulcusunu değiştiren grupta, yeni gitaristin tribünlere oynama çabası şarkının son solosu sırasında görülebilir.
Yeni albümü “Warp Riders“ı çıkarmaya hazırlanan THE SWORD, albümden “Tres Brujas” adlı şarkının canlı halini internete koydu. Aslında THE SWORD koymadı tabii, muhtemelen konserde bulunan bir dinleyici koymuştur da, biz THE SWORD koydu olarak bilelim.
bunalti.com sayesinde keşfetmiştim bu grubu. Pek bilinmeyen Kuzeyli progresif gruplardan biri Paatos (benzer bir diğeri de White Willow). Grup kısaca tanımlamak gerekirse hatun vokalli depresif prog-rock yapıyor (pek de kısa oldu).
Müziklerinde trip-hop, özellikle de Portishead (hastasıyımdır) etkileri barındırıyorlar. The Gathering (trip dönemleri), Björk benzetmeleri de yapılıyor grupla ilgili. Hemşoları Mikael Åkerfeldt ile önceki albümleri olan “Kallocain”in mixlerini yapmış olan Steven Wilson tarafından da desteklenen bir grup.
Dinlediğim ilk albümleri “Silence of Another Kind”, dolayısıyla dinlediğim ilk şarkıları da Shame’di. Mellotronun etkin şekilde kullanıldığı bu şarkı, hem albümün devamında hüzünlü bir atmosfer oluşturulmasına yardım ediyor, hem de albümün geneline göre daha yüksek bir tempo barındırıyor. Your Misery ile Falling de düşük tempolu oluşlarıyla benzerlik gösteriyorlar ve Paatos’un müziğini özetleyebilecek türde güzel örnekler. Still Standing, tıpkı Shame gibi daha rock bir şarkı. Ancak melankolisi ve eşlik edilesi nakaratlarıyla öne çıkan bu şarkıya kadar sorunsuz bir şekilde gelen albüm, bu noktadan sonra aynı başarıyı gösteremiyor.
Mesela, Is that all? Paatos ortalamasının da altında vasat bir şarkı. Procession of Fools ise biraz etnik biraz ambient kısacık bir enstrümantal. Albümün alakasız iki şarkısını bu ikisiyle tamamen alakasız bir şeylerle bağlayalım gibi bir düşünceyle mi yapılmış acaba diye düşündürüyor. There will be No Miracles ise farklı bir albümden alınıp koyulmuşçasına sırıtan bir pop-rock şarkısı. Kötü değil ama yeri bu albüm değil bence. Not a Sound da albümün başarılı şarkılarından biri. Özellikle şarkının son bölümündeki kemanlar gerçekten güzel. Son şarkı Silence of Another Kind ise dinleme zahmetine katlanmaya değmeyecek türde deneysel bir yapıt. Bu türde vasat ve gereksiz şarkılar olmasaymış 5 şarkı/30 dakikalık güzel bir albüm olacakmış aslında.
Grubun ve albümün pozitif yönleriyle yazıyı bağlamak istersek, grubun bu albümle ideal sound’unu bulduğunu söyleyebiliriz. Petronella’nın vokalleri önceki kayıtlara göre daha iyi. Şuradaki videodan da görebileceğiniz gibi prog-rock’ın gerektirdiği enstrüman hakimiyetine sahip bir davulcuları var ki bu bütün albümlerinde kendini gösteriyor. Kendisi aynı zamanda vokalistin eşi.
Tüm bunlara rağmen Paatos dinlemeye değer bir grup. Melankoli, prog-rock ve sakin şeyler sevenler bu albümün ilk yarısını ve diğer albümlerdeki hitleri dinleyerek grupla tanışabilirler.
Yetmişlerin ortalarında müzik kariyerine başlayan art rock grubu JAPAN’in basçılığını yapan ve sonrasında da pek çok farklı grupta müzisyenlik hayatını sürdüren Mick Karn’ın geçtiğimiz ay içerisinde kanser olduğunu açıklamasının ardından, müzisyenle çalışmışlığı bulunan gruplardan PORCUPINE TREE, sanatçıya yardım sağlamak amacıyla sadece download edilebilen bir konser albümü çıkarmış.
Tüm geliri Mick Karn’ın tedavisine gidecek olan “Atlanta” adlı albüm, 2 saatlik bir PORCUPINE TREE konserini içeriyormuş.
Portekiz Posta İdaresi (CTT, Correios de Portugal), ülkenin dış dünyadaki tanıtımına katkıda bulunduğu ve Portekiz müzik sektöründe önemli bir yer tuttuğu için MOONSPELL için özel pullar basmış.
Ülkedeki tüm postanelerde satılacak olan ve grubun 1995 tarihli meşhur “Wolfheart” albümünün görsellerini içeren pullar, ülke içi ve yurt dışında kullanılabilecekmiş. Grubun vokalisti Fernando, konuyla ilgili olarak “Müzik kariyerlerine başka metal dinleyicileriyle yazışarak ve kaset göndererek başlayan bizim gibi insanlar için bu çok hoş bir olay” demiş.
Diğer bir haber olarak, grup yeni albümünü 2011′de çıkaracakmış.
DIMMU BORGIR’in 2 gündür süresini uzatarak sürdürdüğü geri sayımın grubun yeni albüm kapağı için olduğu ortaya çıktı. Ancak grup olayı yeteri kadar kastırmadığını düşünmüş olmalı ki, albüm kapağını dört parça halinde ve birer gün arayla açıklayacakmış. Şimdilik iki parçamız hazır.
Bir değişiklik olmazsa Cuma akşamı elimizde nur topu gibi bir DIMMU BORGIR kapağımız olacak.
Brezilyalı grup ANGRA, şuradan duyurduğumuz yeni albümünün içeriğini açıkladı.
Adı “Aqua” olan ve 29 Eylül’de piyasaya çıkacak olan albümün olayı şöyle:
01. Viderunt Te Aquæ
02. Arising Thunder
03. Awake From Darkness
04. Lease Of Life
05. The Rage Of The Waters
06. Spirit Of The Air
07. Hollow
08. A Monster In Her Eyes
09. Weakness Of A Man
10. Ashes
Polonya ne kadar güzel, ne kadar tatlı bir memleket oldu farkında mısınız? Meşhur ettiği her grup harika müzik yaparken, bir o kadar başarılıları da yavaş yavaş meşhur olma yolunda ilerliyor. Behemoth’uyla, Vader’ıyla, Riverside’ıyla, Decapitated’ıyla zaten enfes işlere imza atan ülkeye yeni bir gurur kaynağı daha katılmak üzere. Virgin Snatch dört albümdür ortalamanın bir hayli üzerinde yaptığı işlerle Polonya birinci ligine katılmayı bence çoktan hak etti.
Virgin Snatch, metalde algısının henüz tam olarak oturmadığını düşündüğüm modernizmi kusursuz olarak müziğine yedirmiş olan bir death/thrash grubu. Ölümcül saldırganlıkta thrash rifleriyle genel olarak brutal vokali kullanan ancak zaman zaman farklı vokal oyunlarına da başvuran Virgin Snatch, ilginç bir şekilde inanılmaz derecede akılda kalıcı bir müzik ortaya koyuyor. Bu kadar sert bir müzik yaparak bu kadar kolay hazmedilen, şarkılarına direkt olarak eşlik etme isteği uyandıran kaç grup vardır bilemiyorum, ancak Virgin Snatch kesinlikle onlardan biri. Bu sert ve akılda kalıcı olma durumu bir zamanlar KoRn için de kullanılan bir tabirdi ancak şu anda okuduğunuz grup bir death/thrash grubu. Yani kolay hazmedilmeleri sizi yanıltmasın, sapına kadar metal ve saldırgan bir müzikten söz ediyorum.
State of Fear ile adeta hayvanlar gibi bir açılış yapıyor albüm. Şarkı o kadar saldırgan ki grup elemanlarının her birinin kayıtlara girmeden önce adrenalin iğnesi aldığını düşünüyorsunuz bir an. Sadece bu şarkıda değil, genel olarak tüm albümde bütün rifler birbirinden enerjik, birbirinden vahşi ve kana susamış. Böylesine medeniyetten uzakta kalmış gibi ölesiye saldıran bir grup nasıl oluyor da bu kadar düzenli bir kaos oluşturuyor, şaşırmamak ve hayranlık duymamak elde değil. Bir de bu hayranlığa albüme ismini veren şarkı gibi groove yüklü kısımlar da eklenince tadından yenmez bir ziyafete dönüşüyor Virgin Snatch’in müziği. Bu kadar genel anlatımdan sonra yavaş yavaş işi parçalara ayırıp öyle inceleyelim.
Gitarlar Virgin Snatch’in en büyük kozları diyebiliriz. Grzegorz Bryla ve Jacek Hiro adlı kopyala-yapıştır yapmadan isimlerini yazmamın zor olduğu bu iki çılgın albüm boyunca o kadar büyük bir vahşete sebebiyet veriyorlar ki modern thrash metal sınırları içerisinde icra edilebilecek en boyun düşmanı rifleri kazıyorlar diyebilirim. Hakikaten, evde bu albümü hiçbir işiniz yokken dinliyorsanız elinize air guitar’ı alıp kendinizi deli gibi kafa sallarken bulmanız hiç de zor değil. Eski usül thrash’i de iyi bildikleri konusunda hiçbir şüphem olmayan bu ikili klasik kalıplardan çıkıp farklı şeyler denemekten de çekinmiyorlar. Bir de bunlara arsız ve cezbedici sololarını ekledikleri zaman kendilerine tam not vermekten de başka bir şansım kalmıyor açıkçası.
Lukasz Zielinski, grubun vokal işlerinden sorumlu kişisi ve albüm boyunca her tarzda vokalini duymak mümkün. Gayet güçlü brutaliyle kudretli bir canavara dönüşürken daha düz söylediği zamanlarda ise çok az da olsa Chuck Billy’yi andırıyor. Vokal melodileri ise grubun müziğinin bu kadar akılda kalıcı olmasının başlıca sebeplerinden. Nerede, ne zaman söylemesi gerektiğinin gayet farkında olan bu kardeşimizin tek kusuru ise temiz vokallerde iyice ayyuka çıkan, İtalyanlar’la yarışabilir düzeyde kötü İngilizce aksanı. Peşin peşin söyleyeyim, You-Know-Where adlı şarkıda berbat aksanını ilk duyduğunuz an gülmemek için kendinizi zor tutabilir, hatta “niye tutuyosam a küu sanki babamın oğlu” diyip kahkahayı basabilirsiniz. Bunun dışında hiçbir sorunu olmayan harika bir vokalist kendisi.
Davulu albüm boyunca devam eden yıkım hissini dinleyiciye en iyi şekilde yansıtan unsur olarak görebiliriz çünkü Jacek Slawenski tam bir azman, tam bir davul derisi düşmanı. Tuşesi çok yüksek ve davulu çalmıyor, adeta dövüyor. Modern metalde sıkça rastladığımız üzere kendisinin de rif-kick senkronlu bir tarzı var ve bu grubun müziğine tam olarak uymuş. Özellikle Vote of No Confidence’da mükemmel rif-kick örnekleri görebiliyoruz. Bunun dışında atakları çok kuvvetli ve “bodos atak” dediğimiz, kimi thrash tutkunları tarafından çok sevilen tomlar arası dolaşarak icra edilen atakları mükemmel kullanıyor.
Baslar ise daha çok groove bölümlerde kendini gösteriyor. In the Name of Blood’ın başındaki klas intro’su dışında çok fazla bir numarasını göremiyoruz bas gitarın. Genel olarak ritm gitarla ve davul kick’leriyle takılan, çok nadir kafasını çıkarıp “Ben burdayım!” diyen, ancak göze batmayan cinsten. Yine de rahat duyumuyla ve tok çalımıyla nakavt etmese de arada bir yumruğu yapıştıyor diyebiliriz. Diğer tüm elemanların zar zor okunan ve yazılan isimleri varken basçı arkadaşın isminin direkt Aniol (soyadı bile yok adamın) olması bu durumun baş sorumlusu olabilir. Ya da olmayabilir de bilemiyorum.
Grup isminden bağımsız olarak liriksel olarak politik konuları işliyor (ya da metaforu ben çözemedim), ne de iyi yapıyor çünkü Polonya hükümetinin ne kadar dangalak insanlardan oluştuğu herkesçe bilinen bir gerçek (gerçi çoğu öldü ya şimdi, neyse). Şarkı sözlerinde sürekli bir hükümete gönderme, bir eleştiri var. Sözler dikkatli okunduğu zaman şikayetçi oldukları konuların bizim kendi ülkemizde şikayetçi olduğumuz konulardan hemen hemen hiçbir farkı olmadığını görüyoruz. E aynı dangalaklıklar, aynı şikayetler. Kapakta da Polonya’nın sağ görüşlü dördüncü hükümetine açık bir gönderme var.
Prodüksiyon ise müzikteki tüm bu modern fikirleri birleştirip elemanların tam olarak kafasındakini yansıtmasında çok başarılı bir görev üstlenmiş. Her şey o kadar güzel duyuluyor ki, işte modern bir metal albümü böyle olmalı diyorsunuz adeta. Gitar tonundan tutun tomlara, vokallerden tutun grubun ekmeğinden biraz bedavacı şekilde otlanan basa kadar her şey çok net, çok oturaklı. Grubun prodüktörlüğünden sorumlu Wiesławscy kardeşler, Polonya’nın hemen hemen tüm gruplarının prodüktörlüğünden de sorumlu aynı zamanda. Bir nevi “Beni Türk doktorlarına emanet edin” durumu söz konusu yani. Henüz dinlemedim ancak ülkemizde Deicide’ın altında çıkan Nervecell grubunun da prodüktörlüğünü bu kardeşler yapmış. Bir ara bakmak lazım.
Durum buyken bu sevgili okurlar. Virgin Snatch, Polonya’nın son dönem yıldızlarından ve artık ismi Behemoth ile, Vader ile, hadi hiç olmadı Decapitated ile anılmaya aday. Sadece Polonya ile sınırlandırmayalım, modern anlamda thrash ve death metali bu kadar başarılı birleştirebilen pek fazla grup yok etrafta. Bu bakımdan değerini bilin, eldeki dört albümü de bir şekilde edinmeye çalışın (ben de bir ara Act of Grace albümünü incelemeye çalışayım). Bu albümden de özellikle State of Fear, Vote of No Confidence ve In the Name of Blood’a dikkat diyor, huzurlarınızdan çekiliyorum. Haydi hayırlı metaller.
Kanada’nın yetiştirdiği en önemli metal figürlerinden DEVIN TOWNSEND, uzun bir süre önce duyurduğu Ziltoid konserini Cuma günü gerçekleştirdi.
Finlandiya’nın meşhur Tuska Festivali’nde gerçekleşen olayda TOWNSEND “Ziltoid the Omniscient” albümünü baştan sona çaldı. Ekranlardan verilen ve hikayenin anlatıldığı görsellerle de desteklenen konserde, OBITUARY ve TESTAMENT üyelerinden de sahneye çıkıp TOWNSEND’e eşlik edenler olmuş. OBITUARY’den kim hangi karakteri seslendirdi bilmiyoruz, ancak TESTAMENT’tan Chuck Billy’nin pelerinli Planet Smasher performansı aşağıdan görülebilir.
DAVE MUSTAINE, tarihe geçen Big Four olayının Amerika’ya taşınıp taşınmayacağına ilişkin konuşmuş.
Mustaine şöyle buyurmuş:
“Bu METALLICA’ya bağlı bir konu, zira tahmin edersiniz ki ben böyle bir şeye hayır demem. Aslında benim James ve Lars’la birlikte çalmam için illâ Big Four adı altında bir şey olmasına da gerek yok. Bence Big Four olayı Amerika’ya taşınmasa bile, bir METALLICA/MEGADETH turu harika olurdu. Belki başka konuk gruplar da olabilir.”
Mustaine, METALLICA ve MEGADETH’in neden bu kadar önemli olduğuna dair de şöyle konuşmuş:
“Big Four çok eğlenceliydi çünkü biz heavy metal içerisinde önemli birer yer teşkil eden gruplarız. James ve ben tüm bu thrash metal olayının “ağa babaları” sayılırız. İlk METALLICA teyplerini kaydederek her şeyin startını veren iki gitarist biziz. Şimdi geriye baktığımda, milyonlarca grubun James’le benim Kaliforniya’daki o odada yarattığımız şeylerden yola çıktığını görmek heyecan verici.”
Çok daha fazlasını alttaki videodan dinleyebilirsiniz.
Samimi not: Bu haber pasifagresif tarafından yukarıdaki videodaki röportaj dinlenerek çevrildi, alıp kullanırken kaynak gösterirseniz seviniriz.
DIMMU BORGIR, myspace‘inde bir geri sayım başlattı.
İlginç olansa, Pazar gecesi itibariyle bir gün gösteren ve Salı sabahı bitecek olan sayımın, Pazartesi sabahı itibariyle bir gün daha uzatılmış, onunla da kalınmayıp Pazartesi gecesi buna tekrardan bir 10 saat daha eklenmiş oluşu. Şu anki durumda Çarşamba gecesi bitecek olan geri sayımın yeni albüme dair kapsamlı bir açıklama yahut grubun yeni basçı ve klavyecisinin açıklanması olacağı sanılıyor.