# - A - B - C - D - E - F - G - H - I - J - K - L - M - N - O - P - Q - R - S - T - U - V - W - X - Y - Z

Archive for 2010

ALLEN / LANDE’den yeni albüm detayları ve klip

Thursday, September 23rd, 2010

SYMPHONY X vokalisti RUSSELL ALLEN ile JORN LANDE’yi buluşturan ALLEN / LANDE yeni albüm detaylarını açıkladı.

The Showdown” adlı albüm 5 Kasım’da çıkıyor ve içeriği de şöyle.

01. The Showdown
02. Judgement Day
03. Never Again
04. Turn All Into Gold
05. Bloodlines
06. Copernicus
07. We Will Rise Again
08. The Guardian
09. Maya
10. The Artist
11. Eternity
12. Alias (bonus)

Albümden “Judgement Day”e bir de klibimiz var.

DAVE MUSTAINE’in CANNIBAL CORPSE’la imtihanı

Thursday, September 23rd, 2010

DAVE MUSTAINE geçtiğimiz günlerde Exclaim! ile yaptığı bir röportajda metale bakış açısı ve günümüzdeki metal anlayışına dair bir yorum yapmış.

Exclaim!: Son dönemdeki kariyerinize baktığınızda ne görüyorsunuz?

Dave Mustaine: “Shawn Drover gruba katıldıktan sonra bu son albümü “MUSTAINE ve yardımcı müzisyenler” tadında çıkarıp ardından da solo kariyere başlayacaktım aslında. Ama düşününce, zaten MEGADETH benim METALLICA’dan ayrılıp solo kariyere başlamış halim olarak da görülebilir. MEGADETH’ten de sıyrılıp solo bir şey yapsam nasıl bir müzik yapabilirim ki? Daha mı sert olur? Daha mı melodik olur? MEGADETH benim yapabileceğim en sert müziktir. Solo bir şeyler yapmak istesem muhtemelen “Killing Is My Business…” ve “Risk” arasında gidip gelen bir şey olur, çünkü benim yazım tarzım bu şekilde. Günümüzde metal garip yerlere gidiyor. Gruplar gitarlarını o kadar düşük akorddan çalıyorlar ki, çalınan şey bir rif mi yoksa melodi mi anlamıyorsunuz bile. Çok düşük akordlu, üstüne bir sürü efekt bindirilmiş gitar sound’ları var artık. Bir ritim duyuyorsunuz, ancak üstünde devam eden bir melodi yok. Sanki 30-40 grup sürekli aynı şarkıyı çalıyor. Sözler olmasa kimse şarkıları ayıramayacak neredeyse. Bu bana garip geliyor.”

Exclaim!: Evet. Mesela bir CARCASS günümüzdeki çoğu gruptan çok daha melodik bir rif tarzına sahipti.

Dave Mustaine: “Geçen gün Finlandiya’da kimi izledim biliyor musun? CANNIBAL CORPSE’u. Çok sert çalıyorlardı ve resmen aklımı başımdan aldılar. Çok iyilerdi. Vokaller yüzünden bir death metal grubunu sevebileceğimi hiç ummazdım, ve o tarz vokallere alışabildiğimi hâlâ söyleyemem, ama müzikleri çok yoğun ve etkileyiciydi dostum. İzlerken büyük keyif aldım.”

CATHEDRAL – Forest of Equilibrium

Thursday, September 23rd, 2010

Metal müziğin en gözlerden uzak, en silik ve en ünsüz alt janrının kısıtlı muhitinde deneyimsellik ve doğurganlıkla eş anlamda tutulan Cathedral’in “Forest of Equilibrium” albümü yıllar ve yıllar sonra doom metal bağnazlarının ısrarı ve inadıyla unutulmadı. Grup bu albümlerinden itibaren, bu küçük cemaatte, bu yaratıcı şaheserin beyin çocukları diyebileceğimiz Gary Jenning ve Lee Dorian’ın yeteneklerinin pırıltısıyla, hak ettiği ilgiyi derhal ve dolaysızca üzerine çekti. Başlangıcından itibaren, Cathedral, kariyerleri boyunca birkaç kez ufak tefek üye değişikliklerine, çaldıkları stilde stoner rock’a doğru gözle görülür bir evrimleşmeye ve hayran kitlelerinin de eşzamanlı bir şekilde büyümesi ve farklılaşmasına rağmen, hâlâ bu albümleriyle anılıyor ve övülüyor.

1991 senesinde, doom metal ortalamasının üstünde bir eleman sayısıyla stüdyoya giren Cathedral, belki de kendi yeteneklerini bile aşan bir yaratıcılık ve farklılıkta bir albüm kaydettiler. Keşfi yalnız kendilerine ithaf edilemez olsa da çaldıkları yavaş, sert ve atonal müzik 90’ların death/doom metal janrına hareket katacak, ilham verecek, çekicilik kazandıracaktı. (Death/doom metal diyorum ama tınıları dışında şarkı yazımı konusunda ilhamlarını Black Sabbath ve Saint Vitus gibi yaşlı, geleneksel doom metal tanrılarından almışlardı. Belki yalnız Lee Dorrian’ın vokalleri alışılmadık, fakat yine de death metal vokali sayılmaz). Her ne kadar bu sırada Unholy ve tapınılası Thergothon gibi daha ekstrem ve underground Finlandiyalı gruplar ya da henüz adı sanı duyulmamış My Dying Bride ve Anathema ilk demolarını kaydetmiş olsalar da bunlar piyasaya hareket kazandıracak nitelikte kayıtlar değillerdi. Cathedral’in ilk albümü “Forest of Equilbrium”, bu küçük piyasanın potansiyelini açığa çıkarıp, alt janra ilk standartları getirdi.

Albüme geçmeden önce albüm kadrosuyla ilgili bir iki şey söylemek istiyorum. Albümün vokalisti Lee Dorrian, henüz bu albüm kaydedilirken değil de daha sonra açtığı plak şirketi Rise Above Records ile hem yavaş yavaş stoner rock müziğe kayan kendi grubu Cathedral’i hem de Electric Wizard, Orange Goblin, Witchcraft ve sHEAVY gibi güçlü grupları çevresinde topladı. Şarkıları ağırlıkla Gary Jennings yazmış olsa da müziğin hangi rotada gideceğini belirleyen yaratıcı güç yine Dorrian’dı. Ayrıca albüme iki konuk müzisyen flüt ve klavyeyi kaydetmek için katılmıştı, bunlarla birlikte toplam eleman sayısı yedi oluyordu. Albüm önce İngiltere’de, bir sene sonra Avrupa’da yayınlandı.

Gelelim albüme. Basitçe söylemek gerekirse, flüt, klavye ve akustik gitar interlüdleri ve girişleriyle süslenmesine rağmen bu albüm, baştan aşağı kara duygularla, somurtkanlıkla ve mutsuzlukla dolu. Sizi şimdiden uyarmak isterim. Eğer bu albümün başına birçok doom metal albümünde mevcut olan duygulu, eğlendirici, melodik riflerden olacağı beklentisiyle oturursanız, alacağınız tek şey sinik, sönük ve sersem bir can sıkıntısı olur. Eğer, headbang tetikleyecek orta tempo, gümbür gümbür bir doom metal albümü arıyorsanız, yine yanlış adrestesiniz. Ama eğer kalbinizin taşlaşmış, bütün duygularınızın körelmiş, umudunuzun tükenmiş olduğunu hissediyorsanız, ya da kısaca hiçbir şey hissetmiyorsanız, bu albüm, nasıl kendisine adak adanan bir tanrı duacısını geri çevirmezse, asıl güzelliğini ve çarpıcılığını önünüze sermekte sizi aynı şekilde geri çevirmeyecektir. Tekrarlamalı, monoton, atonal ve canavarca yavaş rifler yüreğinizde kalan son neşe, ışıltı ve umut parçalarını ağır ağır söküp alır, Lee Dorrian’ın feryat figan inleyen, ağıt yakan, uğuldayan vokalleri aklınıza musallat olur ve kulaklıklarınızın merkezinden değil de adeta ötelerden, belki de ahiretten gelme metronomik mükemmelikteki yavaş ve dakik davul vuruşları sizi dünyevi çevrenizden koparıp kendi atmosferine hapsederken, ruhunuzun müzikle birleştiği hissine kapılabilirsiniz.

Bu albüm, acının albümü. Acı derken, üç tane akılda kalıcı akoru yan yana getiren sahtekârların, taklitçilerin ucuz fantezilerle yüklü çığırtkanlıklardan değil, yaşama zevkini öldüren acıdan, gerçek acıdan bahsediyorum.

Albümün prodüksiyonu bulanık, yoğun ve kaba saba . Bu da müziğin grotesk atmosferini daha da güçlendiren bir unsur. Gitarlar, geleneksel doom metal gruplarına kıyasla daha alçak tonda ayarlanmış. (Zaten albümün death/doom metal janrıyla ilişkilendirilmesinin asıl nedeni bu alçak tonun böyle yavaş bir müzikte kullanılmış olması). Lee Dorrian’ın vokalleri tuhaf alçak perde iniltiler ve homurtular arasında gidip geliyor. Bu vokaller, albümü diğer doom metal albümlerinden farklı bir yere koyan asıl nedenlerden biri. Sesini ayırt bile edemediğimiz bass gitar, sertliği daha da kuvvetlendiriyor. Albüm sürekli yavaş değil, daha hızlı pasajlar ve sololar da var, özellikle ‘Soul Sacrifice’ parçası kendi başına hızlı bir parça, gerçi stil olarak bütünlüğe aykırı bulduğum bir parça, ama buna birazdan değineceğim. Davul motifleri senkop yapılarına kadar farklılık gösteriyor, bazı funeral doom metal gruplarına kıyasla, basit bir perküsyon aracı olarak kalmaktan fazlasını yapıyor. Flüt, akustik gitar ve klavye olduğunu söyledik, ama bunlar bile soğuk, hissiz ve atonal bir müzik kusuyor. Bu ormanda duyguya yer yok.

Bir albümde, hele doom metal gibi başka müzik türlerinden katıp karıştırmadıkça yapılabileceklerin bir hayli kısıtlı ve kısır olduğu bir türden çıkmış bir albümde çeşitlilikler olmasını severim. Alışılmadık enstrümanlarla bestelenmiş interlüdler, Lee Dorrian’ın emsali görülmemiş vokalleri ve Cathedral öncesi geleneksel doom metalin tipik din, ölüm ve kara büyüye dair şarkı sözleri yazımından daha felsefi ve sembolik bir içerik benimsenmiş olması, albüme sade ama etkili bir renklilik ve sanatsallık katmış. Ama yine böyle bir albümde, yani çoğu parçanın özgül bir konsept veya stil üzerinden yazıldığı bir albümde, önceden niyetlenmiş bütünlüğün muhafaza edilmesi de gerekir. Soul Sacrifice, yani albümün dördüncü parçası, hızlı olmasından ziyade, stoner rock kokan solosu ve daha ‘groovy’ yapısıyla, bana bu bütünlüğü ihlal etmiş gibi geliyor. Kariyerlerini takip eden dinleyici için bu parça, grubun sonraki albümlerde stilinin değişeceğine dair sempatik bir önbelirti gibi gözükse de, albümün kalanıyla kıyaslandığında yersiz ve yakışıksız kaçmış. Gerçi metal albümlerinde böyle bütüncü bir estetik tasavvurun zorunlu olmadığı da haklılıkla söylenebilir. Ama bir albümü ritüelistik bir zorunluluk gibi baştan sona kadar dinlemeyi sevdiğimden, albümün yarısında girdiğim atmosferi sevimsiz bir şekilde bozan bu parçaya duyduğum hoşnutsuzluğu sizlerle paylaşma ihtiyacı duydum. Bunun dışında bu albüme getireceğim başka bir eleştiri yok.

Sonuç olarak, bu albümün, türünün mükemmel bir numunesi olduğunu söylüyorum. Sevin ya da nefret edin, ölün ya da öldürün. Duyguları körelmiş, isteksiz, içine kapanmış, kırık iradeli bütün ruhların albümüdür bu.

Ertuna YAVUZ

RAGE AGAINST THE MACHINE’den yeni albüm açıklaması

Thursday, September 23rd, 2010

Haberi vermek için bir ay kadar gecikmiş olsak da, RAGE AGAINST THE MACHINE yeni bir albüm çıkarmayı şu an için düşünmediklerini açıkla(mış).

Vokalist Zach De la Rocha “Yeni albüm yapma ihtimalimiz eskiye oranla daha fazla” diye konuşsa da, gitarist Tom Morello “Bu tam olarak doğru bir açıklama değil. Şimdilik sadece konser vermekle yetineceğiz” demiş.

Not: Hatırlatma için Avcı’ya teşekkür ederiz.

GOD DETHRONED’dan albüm haberi

Thursday, September 23rd, 2010

Son albümü “Passiondale”i geçen sene çıkaran Hollandalı death metal grubu GOD DETHRONED yeni albüm haberini verdi.

Kaydı kısa bir süre önce biten albümün adı “Under The Sign Of The Iron Cross” ve çıkış tarihi de 23 Kasım. Albüm bir önceki “Passiondale”de olduğu gibi yine Birinci Dünya Savaşı’yla ilgiliymiş.

BIG FOUR DVD’sinin promo videosu yayınlandı

Wednesday, September 22nd, 2010

Şu olayın promo videosu yayınlandı.

PHIL ANSELMO’dan açıklamalar-2: PANTERA, SLAYER, MEGADETH

Wednesday, September 22nd, 2010

PHIL ANSELMO, bir önceki haberdeki açıklamalarının haricinde, başka bir röportajında da PANTERA, SLAYER ve MEGADETH’e değinmiş.

Mog Music Network: Geçenlerde SLAYER’dan Kerry King ve MEGADETH’ten Dave Ellefson’la yaptığımız bir röportajda, Ellefson METALLICA, SLAYER ve MEGADETH’i Amerikan metalinin üç büyüğü olarak tanımladı ve diğer gruplardan farklı bir yerde durduklarını söyledi. PANTERA’nın bu gruba katılmamasını nasıl değerlendiriyorsun?

Anselmo: Bence doğru bir açıklama değil. Zevkler ve renkler tartışılmaz, ama örneğin ben de MEGADETH gibi müzik yapan bir grupta asla yer almak istemezdim. Onlara karşı bir tavrım yok. Ellefson iyi bir adamdır. Ama PANTERA’yı yok saymak saçmalık ve aptalca bir şey. Kerry King ise, tam olarak ne dedi bilmiyorum, ama şunu biliyorum ki PANTERA daha bir şirketle anlaşmamışken, Kerry King’in beni arayıp “Düşünüyorum da sanırım PANTERA’ya katılmak isteyebilirim” dediği pek çok telefon konuşması oldu. Gerçekten. Aslında Kerry King’in PANTERA için sanılandan daha büyük bir önemi var. Biz daha bir şirketle anlaşmamışken Kerry’yle arkadaş olmuştuk. Sadece bizi arayıp konuşmakla kalmıyor, başka şehirlerdeki konserlerimize bile geliyordu. Bir keresinde beni aradı ve “Konserinize geleceğim ancak sadece izlemeye değil, sahneye çıkıp sizinle çalacağım” dedi. Sonra geldi ve sanki PANTERA iki gitaristli bir grupmuş gibi ikisine uygun bir setlist yaptık. İkisi birlikte çaldığında ortaya muazzam bir şey çıkıyordu. O dönemde SLAYER herkese bir şeyler öğretiyordu, Kerry de Dimebag’e çok saygı duyuyordu.

Son turnemizde SLAYER’ı ön grup olarak aldık, MORBID ANGEL’ı aldık, MEGADETH’le beraber çaldığımızda zaten performansımızla onları her gece eziyorduk. Ama Kerry ve Ellefson’a bok atmaya çalışmıyorum; özellikle Kerry’ye kötü bir şey söylemem zaten. Ama MEGADETH’le olan ilişkimiz çok da iyi değildi elbet. Mustaine bir gün bizi yerin dibine sokarken, bir başka gün gelip yapılabilecek en büyük övgüyü yapabiliyordu. Burada diğer grupları küçültmeye çalışmıyorum inanın. Grup elemanlarının hâlâ yaşıyor olmalarından dolayı bu uzun kariyerlerini sürdürebildiler. Ama şundan emin olun; eğer Dimebag yaşasaydı şu an kesinlikle PANTERA müzik yapıyor ve turluyor olurdu; işte o zaman PANTERA Ellefson’un o saydığı üç grubun arasında olmalı mı, olmamalı mı herkes görürdü.”

LARS ULRICH’ten JASON NEWSTED’e dair

Wednesday, September 22nd, 2010

LARS ULRICH geçtiğimiz günlerdeki bir röportajda eski METALLICA basçısı JASON NEWSTED’e ilişkin yorumlarda bulunmuş. ULRICH şöyle konuşmuş:

“Jason’lı döneme bakınca, kendini gruba tümüyle adamış bir müzisyen görüyorum. Her şeyini METALLICA’ya veren bir insandı. Ona kendini gösterme adına hak ettiği şansı verdiğimizi sanmıyorum… Tam yararlanamadık… Grup olarak onun bize verebileceklerinden tam olarak yararlanmadık. Ama böyle oldu; o sıralarda bu tarz bir bakış açısına sahip olacak bir konumda değildik. İronik olansa onun ayrılığı grubu daha sıkı kenetlenmeye itti; o ayrılmak istediğine göre, demek ki grup olarak birbirimizle çok da iyi geçinemiyorduk. Bunu görmüş olduk. Rob’a gelince… Gruba çok iyi uyuyor. Kararkteri bizim karakterimizle iyi örtüşüyor ve ortaya gayet rahat, zorlamadan uzak bir ortam çıkıyor. METALLICA artık böyle bir grup. Hiçbir şeyi zorlamıyoruz, rahat takılıyoruz.”

KVELERTAK – Kvelertak

Wednesday, September 22nd, 2010

Kapaktan da anlaşıldığı gibi yine bir “kapağını x yaptıysa bu albümde iş vardır” albümüyle karşı karşıya bulunuyoruz. İlk tahlilde ismini görenin Norveç black, tipleri görenin sludge sandığı; kapağı görenlerinse kafalarını karıştırıp “kapak John Baizley’ninse bakmak lazım” dedirten grup, albüme bakınca bu düşüncelerin hepsinin kısmen haklı olduğunu gösteriyor.

Yaptıkları, metal camiasında pek denenmeyen, denemeye kalkanı da genellikle şahken şahbaz eden bir girişim: Ağırlıklı olarak dinledikleri bütün tarzları yaptıkları müziğin içine sokmak. İskandinav doğmanın, bütün metal türlerini en iyi bir şekilde yapmayı standart olarak beraberinde getirdiğini hesaba katarsak, bu konuda kaş yapayım deyip de bunu başaran bir grubun Norveç’ten çıkmasını hafifletici sebep olarak alabiliriz.

Müziklerinin ortalamasını alırsak, Kvelertak’ın bir hardcore punk grubu olduğunu söyleyebiliriz ama bunun yanı sıra sludge, black metal, punk rock ve rock’n roll elementleri de kullanılarak başarılı bir karışım yakalanmış. Bu kadar çok tarzı aynı cümle içinde zikredince akıllarda çorbacore bir albüm canlansa da grup elemanları dengeyi tutturmayı becermişler.

Albümün geneline hâkim olan isyankâr hava, İsveçli hardcore punk gruplarını aratmıyor. Özellikle davulların blast’a, vokalin de cinnete girdiği bölümlerde öfke patlaması yaşanıyor, kimi yerlerde gang vokaller giriyor. Ancak yukarıda bahsettiğim elementler, şarkılara aynı zamanda eğlenceli bir yön de veriyor; hatta bazı yerlerde bu eğlence olayı tavan yapıyor ama kabak tadı vermeden efendi metale geri bağlıyor.

Bu kadar değişik tarzın bir arada kardeşçe geçinmesinin nedeni, bahsettiğim tarzların genelde birbirleriyle akraba olan unsurlarının kullanılması olabilir. Black metal hissiyatı alınan bölümlerde genellikle black metalin punk etkili riflerinin kullanılması gibi… Böylece, aynı şarkı içinde farklı grupları andıran bölümleri barındıran ama oturmuş bir albüm ortaya çıkabilmiş. Bu konuda tek eleştirim, albümde homojenliğin yakalanamayışı… İlk şarkılarda hardore punk ve black metal atmosferi yoğunken, albüm ilerledikçe bu yoğunluk sludge ve roll’a doğru kaymaya başlıyor ve benim gibi dinleyicileri sonlara doğru sıkabiliyor. Tabii ki bu, kalitenin düşmesi olarak anlaşılmamalı.

Grupta üç gitarist olması, Kvelertak’ın bir başka ilginçliği. Bu kadar tarzı bir araya getirip, üstüne üç gitar kullanan bir grubun albüm yaparken karşılaşması muhtemel en büyük sorun, prodüksiyon aşamasıdır. Ancak Converge gitaristi Kurt Ballou prodüksiyon için doğru seçim olduğunu göstermiş ve aynı anda hem kirli, hem de her şeyin rahatlıkla duyulabildiği bir sound tutturulmuş. Dolgun tonlara sahip davul seti, her tür bölüme sırıtmadan eşlik edebiliyor.

Böyle bir grubun elemanlarının enstrümanlarına ne kadar hakim olduklarından falan bahsetmeye gerek yok zaten. Bolca solo ve atak içeren albümde vokalist Erleиd Hjelvik de kâh black metal scream’iyle, kâh Tompa’yı hatırlatan bağırış çağırışlarıyla yapılan müziğin hakkını -hem de anadilinde- veriyor; bu da yetmiyor Høst, Nattefrost, Ryan McKenney gibi isimler bu konuda kendisine eşlik ediyor.

Bu kadar çevreyi nasıl yaptılar bilmiyorum ama bu şekilde devam ederlerse çevrelerini genişletecekleri kesin. Yazıda zikrettiğim tarzları hiç sevmeyenlerin bile dinleyip sevebileceği bir albüm olduğu için herkesin göz atmasını tavsiye ediyorum.

hysteresis

JAMES HETFIELD pena serisi satışa çıktı

Wednesday, September 22nd, 2010

Dunlop, JAMES HETFIELD adına “Blackfang” adlı bir pena serisi piyasa sürmüş.

Gitar çalan her eldeki baş ile işaret parmağı arasına lâzım diyoruz.

Almak isteyenler için, 6′lı setin fiyatı 4.38 Dolar.

Yeni DEATHSPELL OMEGA albümünün şarkı listesi açıklandı

Wednesday, September 22nd, 2010

DEATHSPELL OMEGA’nın yeni albümü “Paracletus“un şarkı listesi de açıklandı.

1. Epiklesis I
2. Wings of Predation
3. Abscission
4. Dearth
5. Phosphene
6. Epiklesis II
7. Malconfort
8. Have you Beheld the Fevers?
9. Devouring Famine
10. Apokatastasis Pantôn

EMPYRIUM geri döndü

Wednesday, September 22nd, 2010

Hüznü, acıyı, kederi, böyle birtakım hezeyanlı duyguları folk müzikle yoğurup karanlık bir tabakta sunan Alman grup EMPYRIUM yeniden faaliyete geçtiğini açıkladı.

Prophecy Productions bünyesinde çıkacak “Whom The Moon A Nightsong Sings” toplaması için “The Days Before The Fall” adlı bir şarkı kaydeden grup, muhtemelen yeni bir albüm de yapacakmış. En azından başka şarkılar yazmak için can atıyorlarmış.

AGALLOCH yeni albüm detaylarını açıkladı

Tuesday, September 21st, 2010

Gizemli grup AGALLOCH yeni albümünü 23 Kasım’da çıkaracağını açıkladı.

Eski model ekipmanlarla, analog olarak kaydedilen “Marrow Of The Spirit” adlı albümün detayları şöyle:

1. They Escaped The Weight Of Darkness [3:41]
2. Into The Painted Grey [12:25]
3. The Watcher’s Monolith [11:46]
4. Black Lake Nidstang [17:34]
5. Ghosts Of The Midwinter Fires [9:40]
6. To Drown [10:27]

Not: Haber için Burak Gür’e teşekkür ederiz.

FREEDOM CALL’dan klip

Tuesday, September 21st, 2010

Alman power metal grubu FREEDOM CALL Şubat ayında çıkan albümleri “Legend of the Shadowking”den “Thunder God”a çektikleri klibi yayınladı.

FREEDOM CALL’un son iki albümde yer almayan orijinal basçısının İlker Ersin adlı bir Türk olduğunu da hatırlatalım (Neden hatırlatıyorsak).

PHIL ANSELMO’dan açıklamalar-1: DIMEBAG DARRELL

Tuesday, September 21st, 2010

PHIL ANSELMO geçtiğimiz günlerdeki bir röportajında DIMEBAG DARRELL’la ilgili bir soruya şöyle yanıt vermiş.

“Daha önce dedim, yine diyorum. Konumuz heavy metal ve rock gitaristleriyse, ortalıkta bir sürü çok iyi gitarist var, ama gerçekten… Bu diyeceğim iddialı bir açıklama ve eminim tepki de görecektir, ama şöyle diyeyim; Darrell’la ilgili bildiğim bir şey var ki, o belli bir tür müziği çok severdi ve arada farklı şeyler dinlese de, o kadar da farklı türde şey dinlemezdi. THE BEATLES’ı sevmezdi, ROLLING STONES’u sevmezdi, hatta bir LED ZEPPELIN hayranı bile sayılmazdı. O, o kendisiydi işte… Kendi yarattığı tarzı severdi. Etkilendiği kişileri düşününce pek de birilerine rastlayamıyorsunuz. 1987′de gruba katıldığımda bile… O kadar yetenekliydi ki.. Ta o zamandan muazzam bir yeteneği olduğu belliydi. Gitarla yapamadığı şey yoktu. Ve bunların ışığında diyebilirim ki, şu ana kadar metal tarihinde DIMEBAG DARRELL’dan iyi bir gitarist daha olmadı.”

DAVE MUSTAINE’den genç dimağlara yardım eli

Tuesday, September 21st, 2010

DAVE MUSTAINE dinleyip çok beğendiği Kanadalı genç grup BAPTIZED IN BLOOD’ın menajerliğini üstlenmiş.

Müziklerini İsveç death metalinden glam’e kadar her şey olarak niteleyen grubun menajerliğini Mark Adelman adlı başka bir kişiyle ortak olarak yürütecek olan MUSTAINE, ikinci albümü öncesinde Roadrunner Records’la anlaşan grubun büyük gelecek vaad ettiğini düşünüyormuş. BAPTIZED IN BLOOD’ın kendi ismini taşıyan yeni albümünün ayrıntıları da şöyle:

01. Up Shirts Down Skirts
02. Dirty’s Back
03. Game On
04. Only Cure
05. Down and Out
06. Mental
07. Last Line Lady
08. My Salute
09. Go It Alone
10. Will Of a Demon
11. Sinking Ships
12. Event Horizon

Bu nasıl bir grupmuş hele diyenler için:

OPETH klavyecisinden yan proje

Monday, September 20th, 2010

OPETH ve SPIRITUAL BEGGARS klavyecisi Per Wiberg’in vokal yapıp gitar çaldığı diğer grubu MOJOBONE’un iki gün önceki Varberg konserinden görüntüler yayınlanmış. MOJOBONE üçüncü albümü “Cowboy Mode“u da geçtiğimiz Temmuz’da çıkarmış.

Konserde Wiberg dışında yine OPETH’ten Fredrik Åkesson de gruba eşlik etmiş.

PROTEST THE HERO’dan ilk stüdyo videosu

Monday, September 20th, 2010

Kanadalı progresif grup PROTEST THE HERO, yeni albüm kaydı için girdikleri stüdyodan ilk görüntüleri yayınladı. Bu bölümdeki konular; baslar, davullar, çeşitli sporlar ve stüdyonun orta yerine işeyen bir köpek.

ANATA – The Conductor’s Departure

Monday, September 20th, 2010

Bazı gruplar her yeni çalışmalarında, stil dedikleri şeyi, öncekilerden daha uzak bölgelere ve daha alışılmadık uçlara taşımak, mevcut kabiliyetlerini başka bir tınıda kanıtlamak, yaratıcılıklarını dinlemeyi ve çalmayı sevdikleri müziklerin zengin çeşitliliğinden çıkarıp yeniden işlemek, hep daha iyisini ve daha kalitelisini yazmak, hep en iyi albümlerini yazmak için değiştirilebilir, vazgeçilebilir, unutulabilir bir etiket gibi görürler. Estetik anlayışlarından vazgeçmeden algılarını ve zevklerini sürekli değiştirmeyi başardıkları için motivasyonlarını, üretkenliklerini ve yaratıcılıklarını kaybetmezler. Müzik dinleme tutkuları, müzik yazmanın başdöndürücülüğü altında asla yitip gitmez ve kitlelere yaranmak için değil, her zaman kendi paşa keyifleri için müzik yazarlar. Kendilerini, müzik hayatlarındaki kariyerlerini, sanatsal evrimlerini takip etmeleri için hayranlarında merak ve açlık uyandırırlar. Bir sonraki albümde başka sürprizleri, başka köşeleri, başka arayışları vaat ederler. Yazdıkları her yeni albüm, bir öncekinden daha fazla emek, daha fazla zaman ister. İsveçli Anata, bu gruplardan biri.

Her albümlerinde kendi tınılarına daha fazla yaklaşan ve evvelki çalışmalarına üstün gelen bu grup, ne kadar iyi tech death yapabildiklerini kanıtladıkları 2004 çıkışlı “Under a Stone With No Inscription” albümlerinden iki yıl sonra kaydettikleri “The Conductor’s Departure” ile önceki kompozisyonlarının hızlı, brutal, öykücü karakteristiklerini kısmen bırakıp hala tekniksel ama artık daha orta tempo, melodik, progresif bir müziğe kaydıklarını bize gösteriyor.

Albümü ilk dinlediğimde fark ettiğim ilk şey her şarkıyı bir diğerinden ne kadar kolay ayırabildiğim oldu. Grup, önceki çalışmalarındaki formülatik, belirleyici şarkı yazımını artık tümden bırakmış. Teknikselliğe ve sertliğe vurgu yapmamışlar. Beklenmedik ritim değişiklikleri, alışılmadık zaman ölçüleri, cazımsı rifler, blast beat’ler hâlâ mevcut. Ama yüksek tempo hız, artık, daimi ve saplantılı bir tekrarlayıcılıkta üzerinize gelmiyor. Basmakalıp death metal rifleri yerine daha özgün gamlarda yazılan melodik rifler var. Bu melodi yazımı grubun önceki albümlerinde de fark ediliyordu, çok yabancı değil. Ama önceki albümlerde tekniksellik fazla ön planda olduğu için bu melodiler grubun kendi tınısını farklı kılan bir yan karakteristik olurken, bu albümde grubun bizzat kendisini belirleyen, doğrudan bir temel öğe olmuş. Progresif özgüllüklerin daha ön plana çıktığı birbiriyle ilişkili ve bağımlı pasajların bile kendi özgün ilerleyişleri olması, kendi kurallarını çiğnemesi, kendi sonuçlandırmaları olması, grubun belli bir formüle bağlı kalmaktan uzak olmayı kasıtlı olarak seçtiğinin bir başka numunesi. Yine de her şeye rağmen tutarlı, kapsayıcı ve bileşik kalmayı başarıyor.

Gitar müziği alçakgönüllü, olgun, kompleks ve sağlam. Hiçbir zaman abartıya, histeriye, gösterişçiliğe kaçmamış; değişik biçimlerde çalınan arpejlerde bile hız saplantısı yok. Temponun nadiren çok hızlı, çoğunlukla orta hızda ve birkaç kez Sabbath-vari yavaşlıkta gidip gelmesi, müziğin tuhaf alışılmazlığı ve melodilerin ayırt edilebilirliği bu albümdeki her parçanın kendi makamını ve atmosferini kazanmasını sağlamakta bir hayli etkili olmuş. Kendi başlarına öne çıkacak kadar çarpıcı ve uzun sololar yok, sololar daha ziyade şarkının yapısına kaynaştırılmak için yazılmış kısa, eşlik edici interlüd kalıplarına bürünmüş durumda. Gitar prodüksiyonu üzerinde özel bir vurgu yok, hatta zaman zaman bass gitarı bile hatırı sayılır bir ayırt edicilikle fark edilebiliyor. Melodiler tuhaf bir şekilde tatlı ve akılda kalıcı. Melodi kelimesini sık sık kullanmam yanlış anlaşılmasın. Bu soğuk, karanlık, zaman zaman duygusal melodi yazımının mainstream melodik death metal piyasasını oluşturan gruplarla herhangi bir benzerliği söz konusu değil. Zaten melodiler müziğin öne çıkan karakteristiği değil.

Anata’nın müziğini tarif etmek için sık kullanılan kelimelerden birini kullandım, ‘duygusal’ dedim. Ama kelimeyi yanlış ve kısıtlı bir biçimde kullandım. Bu geniş kapsamlı kelimeyi, biz metal müzik sevenlerin büyük çoğunluğu, kısıtlı bir şekilde kullanıyoruz. Duygusal kelimesini daha ziyade keder yüklü, üzgün, acıklı müzik demek için kullanıyoruz. Anata’nın bu anlamda ‘duygusal’ pasajları var. Ama bu pasajların sayısı fazla olmadığından, grubun yalnız keder yüklü bir müziğe odaklanmış olduğunu söylemek yanlış olur. Grubun adını internette sık sık ve haksız bir şekilde Amon Amarth, At the Gates, Insomnium gibi isimlerle yan yana görüyorum. Eğer duygusal kelimesini olması gerektiği gibi, duygu dediğimiz şeyin geniş bir spektrumu olduğunu kabullenerek, yani her müziğin ne olursa olsun duygusal olduğunu kabullenerek kullanırsak, Anata’nın da bütün diğer gruplar gibi baştan sona duygusal bir grup olduğunu söylememiz gerekir. (O halde grup için bir önceki paragrafta ‘zaman zaman duygusal’ dediğimde yanlış yaptığımı da kabul etmeliyim). Ama Anata’nın müziğinde, adı geçen grupların ‘duygucu’ müziğinde görülen melankolik, kalp burkan, hüzünlü pasajlar sık sık görülmüyor. Dolayısıyla grubun o tür gruplarla aynı kefeye konmasını haksız buluyorum. Anata’nın verdiği duygular daha olgun ve daha farklı.

Şarkı sözlerinde pek çok kez otorite, liderlik, sadakat gibi temalar işlenmiş. Ancak metal müzikte punk geleneğinden kalma bu temalar ideolojik ve politik kalıplarda değil, duygusal ve şiirsel kalıpta işlenmiş. Karanlık ve etkileyici, müziğe derinlik katan sanatsal türden olduğunu da ekleyelim.

Davullar! Baterist Conny Petersson’ın davul motifleri her zaman olduğu gibi gayet dikkat çekici, yenilikçi ve ritmik; prodüksiyonu ise keskin ve berrak, ama rahatsız edecek kadar da değil. Gitar ritminin orta tempo olduğu pasajlarda, blast beat çoğunluklu hızlı ve aritmik vuruşları kullanıp, müziğin hızlı olduğu yanılgısını sağlarken, gitar ritminin yavaş tempo olduğu pasajlarda ağır ve ritmik vuruşlara geçip, gitar pasajlarının farklılıklarını öne çıkartmayı sağlıyor. Önceki albüme kıyasla tekniksellikten ziyade müzikaliteye vurgu yapması, sırf davul motifleri için bile albümü tekrar dinlenebilir yapıyor. Eğer sırf davulları için bir albümü dinleyen kişilerdenseniz, size taze ve canlı bir şeyler duyacağınızı güvenle söyleyebilirim.

Albümün prodüksiyon neredeyse kusursuz. Enstrümanlar, öncül gitar ve davullar üzerinde daha fazla vurgulanmasına rağmen, diğerlerini duymakta sıkıntı çektirmiyor. Albüm dolayısıyla çiğ ve aşırı sert değil, saygılı ve uyumlu. Ama yine de bas gitar biraz daha berrak olabilirdi.
Lafı fazla uzatmayalım. Henüz tekniksellikten tamamen vazgeçmemiş bu hayli progresif kişilikli albüm, müzikal çeşitliliği, karmaşıklığı ve öngörülemezliğiyle bağımlılık yapıp, muazzam bir tekrar dinlenebilirlik sağlayarak sizi uzun süre oyalayabilir.

Eğer tech death janrını fazlasıyla tükettiğinizi düşünüyorsanız ve henüz Anata’yı ya da bu albümlerini dinlemediyseniz, dinlemenizi ısrarla tavsiye ederim. Anata yetenekli, yaratıcı bir grup. Ama müziğini sevdirmek için emrivaki yapan, yüzünüze yapışan gruplardan olmadığını da söylemek lazım. Sevilmek için dinleyenin ısrarcı olmasını talep eden bir grup.

Ertuna YAVUZ

SHADOWS FALL’dan DVD

Monday, September 20th, 2010

SHADOWS FALL 26 Ekim’de bir DVD çıkarıyor.

“Madness In Manila: Shadows Fall Live In The Philippines 2009″ adlı DVD’nin olayı şöyle:

01. The Light That Blinds
02. Forevermore
03. Failure Of The Devout
04. Crushing Belial
05. Burning The Lives
06. A Public Execution
07. Casting Shade
08. Destroyer Of Senses
09. What Drives The Weak
10. The Power of I and I
11. Enlightened By The Cold
12. Thoughts Without Words
13. Inspiration On Demand
14. War
15. The Great Collapse
16. Redemption

Bursalı hard rock grubu KARAMESAİ yeni şarkılarını sundu
BENIGHTED’dan klipli yeni şarkı
Pasif Agresif, bir Wordpress marifetidir.