# - A - B - C - D - E - F - G - H - I - J - K - L - M - N - O - P - Q - R - S - T - U - V - W - X - Y - Z

Archive for November, 2010

NACHTMYSTIUM “sakıncalı” klibini yayınladı

Thursday, November 11th, 2010

NACHTMYSTIUM son albümü “Addicts: Black Meddle Pt. II“dan “Every Last Drop”a çektiği klibi yayınladı. Uyuşturucu kullanımı temasını içeren klipte, bazı izleyicileri rahatsız edebilecek görüntüler olduğunun uyarısını yapalım.

ARKONA’dan yeni klip

Wednesday, November 10th, 2010

Rus Slavic pagan metal grubu ARKONA, son albümü “Goi, Rode, Goi!“den, “Yarilo” adlı parçaya çektiği klibi yayınladı.

ANIMALS AS LEADERS’dan klip

Wednesday, November 10th, 2010

Son dönemin parlayan gruplarından ANIMALS AS LEADERS, yeni klibi “CAFO“yu yayınladı.

ALL SHALL PERISH yeni albüm çalışmalarına başladı

Wednesday, November 10th, 2010

Deathcore’un hatırı sayılır isimlerinden ALL SHALL PERISH dördüncü albümünü yazmaya başlamış.

Grubun gitaristi Ben Orum, yeni albümün yaptıkları en iyi albüm olacağını söylemek yerine, “Yeni albüm şimdiye kadarki en agresif, epik ve güçlü albümlerimizden biri olacak” diyerek her yeni albümlerini yaptıkları en iyi albüm olarak açıklayan gruplara örnek olmuş diyelim.

JOURNEY – Revelation

Wednesday, November 10th, 2010

2000′li yıllar ile birlikte evrim geçiren müzik piyasası bu değişimi müzik ile ilgili her alanda yaşamıştır. Stüdyoların yepyeni aletlerle donanımı, her geçen gün yepyeni yazılımların piyasaya sürülmesi, prodüktörlerin modern soundlarda diretmesi ve bunun sonucunda ortaya çıkan müzik ürünlerinin birbirine benzeyişi gibi bir sürü durum ortaya çıkmıştır.

Bunun en büyük yansıması rock müziğinde yaşanıyor ve 1990 öncesi kurulan toplulukların neredeyse tamamı 2000′ler sonrasında müzikal açıdan tanınamaz hale gelmiştir. Bugün bir Mötley Crüe, bir Europe bir Def Leppard gibi grupların
müziğine dikkat edin çok yoğun bir modernite ile müzikleri değişmiştir. Bunun oluşmasında prodüktörler kadar grupların isteği de oldukça fazladır. Nedenler çok çeşitli elbet ama bunun en bariz sebebi ise modern dünyaya ayak uydurma, zamanın getirdiği yeniliklere kendini açma isteğidir. Kendini tekrar etmeme ve bu şekilde ayakta kalma şansını elde etmektir çoğu zaman. Bu değişimler bazı müzik gruplarında olumlu etki yapar bazılarında ise ters teper bugünkü bir çok örnekte olduğu gibi. Def Leppard, Mötley Crüe, Scorpions gibi en açık örnekler bu değişimin payını olumsuz bir şekilde yaşarken AOR (Adult Oriented Rock) ve Hard Rock’ın bazı eski neferleri eski sound’u oluşturmakla diretmekte ve paylarına düşeni çok net bir şekilde almaktadır. İşte bunun en iyi örneği Journey karşımızda.

STEVE PERRY sonrası …

Perry, Journey’in ve rock dünyasının efsanevi vokalistlerinden birisidir. Buğulu sesi bir çok duygusal insanı etkilemiş, ayrılanları barıştırmış aşıkları kendisine daha da yakınlaştırmıştır. “Frontiers”, “Escape” ve “Trial By Fire” gibi üst kalite albümlerle Seperate Ways (Worlds Apart), Faithfully gibi şarkılarla ününe ün katan Journey, AOR ve Melodik Rock müziğinde tek isim olmayı da kendisine görev bilmiştir. Artık her çıkan grubun vokalisti Steve Perry ile karşılaştırılıyor onun gibi olma onun gibi söyleme isteği de geliyordu bir anlamda. 1998 yılında kendi isteğiyle gruptan ayrılınca daha önce Tall Stories ve Tyketto gibi Hard Rock gruplarında söylemiş ve bir nevi Steve Perry klonu olan Steve Augeri gruba alınır ve bu vokalistle iyi bir albüm olan “Arrival”, hemen sonrasında ise vasat bir albüm olan “Generations” çıkar. Journey’in gitaristi Neal Schon bunlardan daha da iyisini, grubu eski günlerine döndürecek daha parlak bir kıvılcım arar ve onu dünyanın öbür ucu Filipinler’de bulur. Arnel Pineda ismindeki bu vokalist ülkesi Filipinler’de The Zoo isimli bir grupta Journey şarkıları söylemektedir.

Neal Schon hemen kendisine ulaşır ve Amerika’ya davet eder ve birkaç denemeden sonra vokaller Pineda’dadır. Arnel Pineda da bir Steve Perry klonudur fakat çok daha iyisi, çok daha niteliklisidir. Sahnede çok canlı ve vokal tekniği olarak tizlere dolayısıyla falsetto’lara çok çabuk çıkan vibratolu vokalleri rahatlıkla yapabilen sahnede ise hareketli olmakla beraber kendisini çabuk beğenmez Amerikan seyircisine de kabul ettirmesini bilmiştir. 30 yaş üstü aşıklar artık Pineda ile aşklarını yaşayacak ve hayal kuracaktır. Evet bu bir gerçek. Bir Journey konserini izleyin herkes belli bir yaşa gelmiş birbirlerine sarılarak Journey şarkıları söylemektedir.

… ve “Revelation”.

Bu grup moderniteye direniyor. Def Leppard zaten çok kullandığı teknoloji üstüne daha da ileri giderek “Songs from the Sparke Lounge’u, Europe o güzelim soundunu terkedip “Secret Society” ve “Start from the Dark” albümlerini yapmış eski günlerini özletmişti. Bunlara rağmen yılların eskitmeyi başaramadığı Journey ise cesur davranarak 1980′lerin soundunda yarattıkları bir albümü 2008 yılında piyasaya sürerek tüm sevenlerini sevindirdi. Bu yıllara meydan okuyan devrim niteliğinde bir karşı duruştu. Bunu çoğu topluluk başaramıyor. Özellikle Frontiers Records’un sahibi Serafino Perugino kendi firmasına sahip çoğu grupta eski sound’larda diretiyor. (Örnek: Sunstorm, Vanden Plas, Bruce Turgon, Jimi Jamison, John Waite, W.E.T., Place Vendome … daha gider bu.) Bunun sonucunda da işte böylesine ruh dolu bir çalışma yaratılıyor. “Revelation” albümünde Arnel Pineda bütün şarkılarda başarı göstermiş özellikle ballad şarkılarda farklılığını kanıtlamıştı. Neal Schon’un her zaman ki duygusal solo pasajları, Deen Castronovo’nun belli bir teknikal öğeler içeren davul atakları ve Jonathan Cain’in o içi okşayan piyano melodileriyle şarkılar karakter kazanmıştır.

Albümün açılış şarkısı Never Walk Away’de dinleyeceğiniz gibi o 80′lerin çiğ Hard Rock soundu albümün her tarafına yayılmış zaman zaman Melodik Rock sularına dayanan o ayrıksı yapı da “Revelation” albümünün en önemli özelliklerinden olmuştur. Like A Sunshower’daki Pineda’nın vokal nüansları ve kelimelere anlam veren o sesi çok etkileyicidir. 2005 albümü “Generations”da yer alan Faith in the Heartland yine Pineda tarafından daha da iyi yorumlanmıştır. Artık Journey klasikleri arasına rahatlıkla girecek olan basit ama etkileyici liriklere sahip After All These Years, bir yol şarkısı gibi duran enfes şarkı Where Did I Lose Your Love, bunun yanında acılı şarkılara örnek teşkil eden What I Needed ve What It Takes The Win “Revelation”ın can damarlarındandır. Journey’in yaptığı çok iyi bir şey var. O da albümlerinde bir tane can alıcı, mutlaka ama mutlaka defalarca dinlemeden duramayacağınız bir balad yaratmasıdır. Bu albümde de bu görevi Turn Down The World Tonight üstleniyor.

Jonathan Cain’in sımsıcak piyano melodileriyle aniden giriş yapan bu şarkı Pineda’nın insanı ağlatırcasına dünü ve hatıraları anımsatması ve bu yüzden de albümün en iyisi olduğunu haykırması gerçeğini bize sunuyor. Şarkıdaki mükemmel ötesi gitar solo ve en son bölümdeki Pineda’nın haykırışları bilmem neye delalet eder. Şimdiye kadar da bilememişim sadece dinlemiş ve kendimden geçmişimdir.

“Revelation” Journey diskografisinde en yukarılarda duruyor. Pineda geldikten sonra grubun artı kazandığı eleştirilemez bir nokta. Eskileri yaşatan, anıları hatırlamamıza yardımcı olan, modern sound’lara geçit vermeyen ama buna rağmen başarılı olan bir albüm ”Revelation”. Melodik Rock müziğin en büyüklerinden bir grup çıkmış 2008 yılında bir çok insanı kalbinden vuran bir albüm yaratmış. Bunu da kendi tarzlarında Journey’den başka bir topluluk başaramazdı sanırım.

* Bu albüm çift CD olarak piyasaya sürülmüştür. İkinci CD’de daha önce
ünlenmiş Journey klasikleri Arnel Pineda tarafından bir daha yorumlanmıştır.

Baha ÖZER

METALLICA 2011′de yeni albümünü yazacağını açıkladı

Wednesday, November 10th, 2010

2 yıllık “Death Magnetic” turnesini bitirmek üzere olan METALLICA, 2011′de yeni şarkılar yazmak istediğini açıkladı.

Lars Ulrich yaptığı açıklamada, iki yıldır durmaksızın turladıklarını, bir dinlenme sürecinin ardından yeni bir şeyler yazmak istediklerini söylemiş. Ulrich, “Neredeyse 2006′dan beri yeni bir şey yazmadık. Artık yaratıcılığımızı tekrardan kullanmaya başlasak iyi olacak” diye konuşmuş.

GOD DETHRONED’dan bir yeni şarkı daha

Wednesday, November 10th, 2010

Yeni albümü “Under the Sign of the Iron Cross“un çıkmasına kısa bir süre kala, Hollandalı death metal grubu GOD DETHRONED “Storm of Steel” adlı yeni bir şarkı daha yayınladı.

Şarkıya albüm kapağından ulaşılabiliyor, ancak sayfaya gittiğiniz zaman parça kendiliğinden başlıyor, uyarmadı demeyin.

Bu arada grup şu adreste de bir şarkı yayınlamıştı ama biz onu haber yapmayı unutmuşuz.

MEKONG DELTA’dan yeni klip

Tuesday, November 9th, 2010

Alman teknik thrash metal grubu MEKONG DELTA, son albümü “Wanderer On The Edge Of Time“dan “King With Broken Crown (Le Diable)” parçasına çektiği videoyu yayınladı.

NICKO MCBRAIN’den DVD

Tuesday, November 9th, 2010

IRON MAIDEN davulcusu Nicko McBrain’in 1991 yılında çıkardığı “Rhythms of the Beast” isimli eğitim videosu, bonus materyal ile DVD olarak yeniden piyasaya çıkıyor.

DVD’nin trailer’ı da şöyle:

OPETH – Orchid

Tuesday, November 9th, 2010

Cidden durum böyle. “İngilizce gonuşuyom ben yuaaa” diyen sevgili kardeşlerimiz bu şarkıyı böylece katletmişlerdir. “Lan olm ne alakası var bunun konumuzla? Akıllı ol!” diyebilirsiniz.

Alakasını yazı boyunca açıklayacağım ama burada kısaca değineyim: “Orchid”, Opeth’in ilk albümü olmasına rağmen, barındırdığı şarkılar, o şarkılardaki söz ve müziğin hayvaniliğinden dolayı, albümle ilgili yapılan her yanlış yorum, kurulan gramer hatalı her cümle, bu klas albüme hakaret niteliğindedir. Evet arkadaşım bu kadar da iddialıyım.

Yukarıdaki çılgınca girişin detaylarına ufak ufak girelim. “Orchid”, Opeth grubunun 1995 yılında çıkan ilk albümü. Grubun yarattığı “extreme progressive metal” tarzıyla alakası olmayan, daha çok “progresif black metal” gibilerinden bir albüm. Şarkı sözlerine baktığımızda black metal türünde sık sık yer verilen “orman, ay, gece, karanlık…” gibi kavramların sıkça kullanıldığını görebiliyoruz. 2006 yılında Londra’daki Camden Roadhouse konserinde Mikael (askerlik arkadaşım) Under The Weeping Moon şarkısını anons ederken, “bu şarkı black metal saçmalığı içeren bazı sözlere sahip” diyor. “Ağlayan ayın altında gülüyorum” diyen bir adamdan başka ne beklenebilirdi ki zaten?

Tabii bu bize albümü direkt olarak “black metal lan bu” diye damgalama hakkını vermiyor. Şarkı sürelerine baktığımızda ortalama bir black metal şarkısının 2,5-3 katı uzunluğunda şarkılar mevcut. “Progresife bayılırım amaaaa” diyenlerdenseniz bu bir sıkıntı yaratmayacaktır, ancak değilseniz albümün içine girmek, çoğu kişi için tüm Opeth albümlerinin içine girmek kadar zor olabiliyor. Burada 9,5 dakikadan kısa olmayan şarkılardan bahsediyoruz, boru değil… tabii bunlar enstrümantal olmayanlar. Enstrümantal olan en baba şarkı şöyle birşey olmakta.

Vokal ve gitarda Mikael “Bay Opeth” Åkerfeldt, ikinci gitarda Peter Lindgren, bas gitarda Johan DeFarfalla, davulda ve piyanoda Anders Nordin şeklinde oluşan bu kadro, grubun “My Arms, Your Hearse” albümüne kadar korunarak yoluna devam etti. Kadro neden yamuldu peki? Mikael ve Peter, Johan’ın gruba tam anlamıyla uygun olmadığını düşünüp onu gruptan şutlamaya karar vermelerinin üstüne baterist Anders’in “Brezilya’ya yerleşiyorum beyler, görüşürüz sonra” diyip gitmesi kadroya iki Uruguaylı baba adamın dahil olmasını sağladı. Ya bas gitariste kafam girsin ama bat… neyse duygusallığı bırakıp devam edelim

Ne diyorduk? Hah, evet hayvanlık. PasifAgresif sakinlerinden biri Opeth’in “Morningrise” albümü için şöyle bir cümle kurmuştu: “Tek bir şarkının tek bir riffinden herhangi bir black metal grubu 2-3 albüm çıkarır.” (imza, Exorsexist). Bu cümlenin doğruluğuna kimsenin laf edeceğini sanmıyorum, ancak bu durumun Orchid albümüyle başladığını söylemekte de fayda var. “Tek bir şarkıdan n (n elemanıdır hayal gücü genişliği) tane şarkı çıkar” önermesini doğrulayan ilk albüm Orchid’dir.

Sağlam gitar riflerinin çokluğuna, sağlam bateri partisyonları ve baslar eşlik ediyor. Ancak yapılması (en azından benim fikrimce) çok zor birşey var ki, Opeth bunu başarabilen ender gruplardan biri (hatta belki de tek grup). Hızı, melankoliyi, duyguyu ve agresifliği bir arada görebildiğimiz riffler ve sololar yazabilecek kadar yetenekli adamlar bu Mikael ve Peter ikilisi. Onun yanı sıra bas kullanımı da çok iyi, ancak daha iyilerini de göreceğiz diyip topu Martin Mendez’e atıyorum. Bateriler için de aynı şey geçerli, ancak yine de Anders Nordin’in performansı da yabana atılacak gibi değil.

“Albümün en baba şarkısı şudur” diyemediğim gruplardan biridir Opeth. Her şarkısını her albümünü ayrı severim, ancak Forest Of October denen hadise bambaşka birşeydir. Ekim (bazılarına göre kasım olarak değişiyor) aylarında anlamı daha da fazla olmasına rağmen, yılın 12 ayı boyunca dinlense de ekim ayında ormanda tek başınıza geziyormuş hissiyatı yaratan 13 dakikalık muhteşem bir şarkı. İlk solosundaki hız ve agresiflik, şarkının sonundaki soloda yerini duygusallığa ve melankolizme bırakıyor. Şarkı için epik demem yeterli olurdu muhtemelen ama duygusallık bastırdı.

Albümle ilgili olarak değinebileceğim bir başka nokta daha var ki bu oldukça ilginç. Requiem şarkısının sonu aslında The Apostle In Triumph şarkısının başına eklenmiş ama bu durum grubun isteği doğrultusunda değil, tamamen mastering sırasındaki bir hatadan dolayı meydana gelmiş. İşin daha ilginç tarafı, bu hali sanki çok daha iyi olmuş. İyi niyetli hata böyle birşey olsa gerek.

“Morningrise” gibi bir şaheser öncesinde yapılabilecek en güzel çalışma ancak böyle birşey olabilirmiş herhalde. “My Arms, Your Hearse” albümü ile açtığı yolda “Still Life” ve “Blackwater Park” gibi şaheserlerle ilerleyen Opeth’in, “Orchid”-”Morningrise” dönemine geri dönmeyeceğini anlamak için Mikael’in açıklamalarını takip etmeye gerek yok. Sadece bu iki albümün hastasıysanız, geri kalanları çok da önemsemeyeceksiniz. Kötü albümler mi? Kesinlikle hayır. “Ama bunlar çok başka be abiiiii” diyen arkadaşlar, sapına kadar haklısınız. Gerçekten çok farklılar.

darth sidious

ULCERATE’ten albüm detayları ve yeni şarkı

Tuesday, November 9th, 2010

Yeni Zelandalı death metal grubu ULCERATE yeni albüm detaylarını bir süre önce açıkladı, biz şimdi veriyoruz.

25 Ocak’ta çıkacak “Destroyer of All” adlı albümün olayı şöyle:

1. Burning Skies
2. Dead Oceans
3. Cold Becoming
4. Beneath
5. The Hollow Idols
6. Omens
7. The Destroyers of All

Albümden “Dead Oceans” adlı parçayı aşağıdan dinleyebilir, grubun pek şık myspace sayfasına da şuradan ulaşabilirsiniz.

HAIL OF BULLETS karaoke yarışması

Tuesday, November 9th, 2010

Öküz gibi böğürebilenler! Boğazını yırtarcasına brutal vokal yapabilenler! İşte fırsat!

Çok mal bir giriş olduğunun farkındayız, ama HAIL OF BULLETS bir karaoke yarışması başlatmış. Grubun son albümü “On Divine Winds“den “Operation Z” adlı parçanın enstrümantal halini indiriyor ve üzerine vokal yaparkenki bir videonuzu çekiyorsunuz. Ardından da Metal Blade’e yolluyorsunuz. Kazanan grupla tanışma fırsatını yakalıyor ve bir sürü de HAIL OF BULLETS ürünü kazanıyor. Üstteki albüm kapağına tıklayarak vokalist Martin Van Drunen’in yarışmayı açıkladığı videoyu ve katılma şartlarını görebilirsiniz. Katılmayacaksanız bile şarkının vokalsiz hali orada sizleri (ve bizleri) bekliyor.

EKTOMORF’tan yeni albüm detayları

Tuesday, November 9th, 2010

Macar metalinin ön plandaki grubu EKTOMORF yeni albümü “Redemption“ın detaylarını dinleyicileriyle paylaştı.

İşte şöyle bir şey:

01. Last Fight
02. Redemption
03. I’m In Hate
04. God Will Cut You Down
05. Stay Away
06. Never Should
07. Sea Of My Misery
08. The One (feat. Danko Jones)
09. Revolution
10. Cigany
11. Stigmatized
12. Anger
13. Kill Me Now

NEVERMORE vokal yarışmasının galibine dair mini belgesel

Monday, November 8th, 2010

NEVERMORE ve metalsucks.net, son NEVERMORE albümü “The Obsidian Conspiracy” öncesinde bir yarışma düzenlemiş ve adaylardan, albümle aynı adı taşıyan şarkının vokalsiz halini, kendi yazdıkları sözlerle söylemelerini istemişti. Yarışmayı Ben Robson adlı aday kazanmış ve grubun Amerika turnesinde NEVERMORE’la birlikte sahneye çıkma şansını yakalamıştı. Tüm bu süreci anlatan bir video yayınlanmış.

EUROPE – Secret Society

Monday, November 8th, 2010

Hayatta (kendileri istese de istemese de) yaratıcısıyla özdeşleşmiş kavramlar vardır. Da Vinci’yi Mona Lisa’yla, Napoleon Bonaparte’ı sağ elini kalbinin altında tutarak verdiği pozlarla, Ümit Usta’yı da havuza doğru koşarak yaptığı bombalama atlayışla (akabinde kütlesi kadar su taşıracağını bekleyen fizikçiler gördükleri tsunami karşısında şaşkınlığını gizleyememişti) hatırlamak bir nevi zarurettir.

Yine aynı durumdan muzdarip sanatçılardan birisi de 80’lerde fırtına gibi esmiş sevgili rock grubumuz Europe’tur. İsveç’in Stockholm iline bağlı Upplands nahiyesi kırsalından 1979 yılının serin bir bahar günü selam eden bu güzide (kesin beni andı) grubumuz istikrarlı fakat yavaş bir yükselişin ardından 1986 yılında henüz tanısı konulamamış bir hastalık olan “The Final Countdown laneti”ne yakalandı ve bir daha maalesef iflah olmadı. Cherokee gibi, Rock the Night gibi, Open your Heart gibi gayet başarılı hit adayı ve hatta hit şarkıları olsa da faydası yoktu.

Europe için gittikleri her yerde Final Countdown aşağı, Final Countdown yukarı idi. Seyircilerin %90’ı konserlerine “Europe şehre geliyormuş olm, gidek de bir Final Countdown dinleyek” mantığıyla gidiyordu. Merchandise’larının da büyük bölümü FC (albüme ve parçaya) yapılan atıflarla doluydu. Sonuçta piyasanın gerekleri yerine getiriliyor, talep neye oluyorsa, grup da onu arz ediyordu. Fakat madalyonun diğer yüzü onlara ödemeleri gereken bedeli hatırlatıyordu. Böyle yetenekli müzisyenler olup da “one hit wonder” olarak damgalanmaktan hiç de hoşnut görünmeyen Tempest – Norum ikilisi (muhtemelen kör talihlerine küfrederek) geriye kalan %10’luk azınlık için bir süre daha yeni eserler üretmeye ve turlamaya devam ettiler. Fakat 2 kaliteli albüm daha çıkardıktan sonra 1992’de (muhtemelen piyasaya ve plak şirketlerine küfrederek) resmi dille “ara verdiklerini”, daha açık bir deyişle ise dağıldıklarını açıkladılar.

Birkaç deneme dışında hareketsiz (ve müzik sektörüne küfürlerle) geçen 10 yıllık bir aranın ardından 2003 yılında gelen haber bütün Europe fanlarını sevindirdi. Grup orijinal kadrosuyla yeniden tura çıkacak ve yeni bir albüm için çalışmaya başlayacaktı. Bu çalışmaların ürünü (Sanctuary Records’dan çıkan) Start from the Dark albümü fanlar ve kritiklerden gayet olumlu tepkiler aldı. Grup daha modern bir sound benimsemiş, olgunlaşmış, bununla birlikte Tempest şarkı yazarlığından ve vokalinden, Norum da gitar yeteneklerinden pek bir şey kaybetmemişti.

Yapılan pozitif yorumların gazıyla grup 2006’da tekrar stüdyoya girdi ve aynı yılın sonlarına doğru “Secret Society” albümünü çıkardı. Albüm bu kez Joey Tempest’in deyişiyle “bilerek çiğ bırakılmış ve sanki ilk albümümüzmüş gibi hissettiğimiz SftD’ın ardından gelen daha melodik, daha fazla türden etkilenerek yazılmış bir albüm”dü.

Gerçekten de öyle mi? Kişisel görüşüm Tempest’in bu yorumlarının geçerli olduğu. Europe adını görüp de öyle “huu-huu” tadında bir glam albümü beklerseniz 45 küsür dakikalık süresi boyunca bayağı bir sürprizle karşılaşabilirsiniz.

Peki bu albümü kimlere tavsiye edebiliriz? Ağız tadıyla yazılmış hard rock riffleri üzerine usta bir şarkı yazarlığı ve oturaklı enstrüman kullanımlarıyla kotarılmış (ilginç laf) bir albümü arıyorsanız mutlaka bir bakmalısınız. Örneğin 2000 ve sonrası Journey’ini ya da Scorpions’ın son birkaç albümünü seviyorsanız bu albüm de sizi baya memnun edecektir. Ayrıca İsveç Death’ine yakınsanız sevdiğiniz grupları zamanında etkilemiş olması gayet muhtemel gitaristlerden biri olan John Norum’un yaptıklarını dinleyip feyz alabilirsiniz. Söz İsveçli gitaristlerden açılmışken bu albüm gerektiğinde konuşmayı, gerektiğindeyse susmayı bilen gitaristleri hiç durmak bilmeyenlere (bu durumda Norum’u Malmsteen’e) niçin tercih ettiğimi daha iyi anlamanıza da yardımcı olabilir.

Site ahalisinin beğeneceğini düşündüğüm şarkılardan bazıları Love is not the Enemy, Let the Children Play, A Mother’s Son, Brave and Beautiful Soul (özellikle solosu), Devil Sings the Blues (Tempest burada bariz David Bowie gibi tınlıyor ve yine gayet yerinde bir solo).

Sonuç olarak genele baktığımızda gayet başarılı bir albüm olduğunu düşünüyorum. Tüm şarkılar Joey Tempest imzalı ve aralarında pek boş bir şarkı da yok denebilir. Hard rock sevenler zaten kaçırmamalı da, dediğim gibi hard n heavy’nin hangi türünü seviyorsanız sevin bir kulak kabartırsanız pişman olmazsınız. 2009 albümü Last Look at Eden’ın incelemesi de yakında geliyor. Fakat bu ikisini birbirinden ayırmanız lazım, o albümde bundaki modern sound’dan ziyade bir köklere dönüş isteği var. O yüzden modern sound’lu bir Europe’u tercih ediyorsanız ilk önce bakacağınız bu albüm olmalı.

Ufuk ÇETİNKAYA

İstanbullu black metal grubu SATANIZED’dan yeni klip

Monday, November 8th, 2010

Folk etkilenimli black metal grubu SATANIZED yeni şarkısı “Infernal Torment”e çektiği klibi yayınladı.

Grubun myspace’ine de fotoğraftan ulaşmak mümkün.

NERGAL’den iyi haber: Uygun ilik bulundu

Monday, November 8th, 2010

Kan kanserine yakalanan ve uzunca bir süredir hastanede yatmakta olan BEHEMOTH lideri NERGAL’e uyan ilik nihayet bulunmuş.

Her şey yakında giderse, NERGAL kısa bir süre sonra radyasyon tedavisine girecek ve kanserli kan hücreleri yok edilerek yerine yeni ilik nakledilecekmiş.

GUNS N’ ROSES’dan yeni albüm

Sunday, November 7th, 2010

GUNS N’ ROSES gitaristi DJ Ashba, grubun yeni materyaller üzerinde çalıştığını açıkladı.

Denildiğine göre grubun hayranları bu sefer “Chinese Democrasy”de olduğu kadar beklemeyeceklermiş.

ROYAL HUNT – Fear

Sunday, November 7th, 2010

Özgür DURAKOĞULLARI

Bazı gruplar vardır, doğal bir müzikal evrim geçirirler. Yeni bir albümleri çıktığında, çok şaşırmazsınız. Eğer grupla aranızda bir gönül bağı kurulmuşsa, zevkle dinlersiniz bu albümü. Zamanla da sizde kalıcı olup olmayacakları belli olur. Royal Hunt, Vanden Plas gibi gruplar bu örnek içine girerler. “Moving Target” (Royal Hunt) albümünden sonra  ”Paradox”  çıktığında, fanlar bu albümü hemen kabullenmiştir. Çünkü müzikte piyasayı sarsacak devrimsel nitelikler yoktur. Aynı durum Vanden Plas’ın son iki albümünde de görülebilir. Yukarıda bahsedilen olgunun güzel tarafı, sadık fanlarınızı kaybetmemenizdir. Ama kötü yanı ise, bir Dream Theater gibi her albümde fan sayınız katlanmaz. Zira bilindiği gibi “Scenes From A Memory“deki devrimsel değişim, gruba birçok genç ve teknikalite hayranı kitle kazandırmıştır. Grup sonraki albümlerinde de çılgın bir değişime gitme yolunu seçmiştir, bu durumla bağlantılı olarak. İşe ticari yönden ve popülarite bazında bakarsak, bu ikinci örnek daha iyidir. Gerçi ABD’li gruplarda bu deneysellik sıkça görülebiliyor, neyse havasından suyundandır geçelim.

“Fear” albümü ise bu iki durumla da hafiften kesişse de, aslen hayli farklı bir yerde durmaktadır. Bir kere, efsane olarak anılan DC Cooper’ın grubu bırakması, zaten başlı başına bir devrimdir, lakin genel müzikal yaklaşımlarda öyle çok sarsıcı bir değişim yoktur. Ama vardır da. Bu albümün hastası olduğu kadar, nefret edeni de boldur. Hatta ikincisi daha fazladır. İşte bu durumdan sonraki yorumlar genelde baya kişisel olacağından, bazı şeylerin fazla nesnel analizini yapmak kolay değildir. Ama yine de biraz çabalayalım…

Bir kere, “Fear”da parça sözleri ve genel konsept yapı önceki iki albüme göre daha naiftir. Bir de (kanımca en iyi metal vokalisti olan) John West’in teknik ve duygusallıkta tavan yapan vokali eklenince, ortaya çok leziz bir sentez çıkmıştır. Sentez derken, grubun beyni klavyeci Andre Andersen’in asla vazgeçmediği ve kendi yaratımı olan senfonik/rock/metal etkili progresif yapı bu albümde de korunmuştur. Tüm enstrümanlar bolca reverb’lenmiştir, vokaller adeta bir klavye kanalından çıkmışçasına yumuşacıktır ve hiçbir enstrüman sesini bastırmaz. (Tabii burada sadece kayıt değil, West’in de hakkını vermek gerekir).

John West’in vokalinden bahsedersek, yumuşak-kirli, pes-mid-tiz, rock-metal demeden her şekilde sesini efsane bir teknik-duygu bileşimiyle kullandığını söylemek mümkün. (işte subjektiflik de böyle başlar). Yüksek ve en yüksek notalarda sesini adeta burun boşluğunda tınlatması onun sesinin en karakteristik yönüdür. (Klaus Meine’ye biraz benzetilebilir bu durum). Eğer ki bu albümün bol reverbli, aşırı senfonik klavyeler ağırlıklı sounduna alışıldığında, ve sürekli tizlere çıkan vokalleri beğenme, diğerlerini oktavı düşük ya da “sesin var neden sürekli bağırmıyorsun” şeklinde eleştirme hastalığından kurtulunduğunda, vokallerin ne kadar “aşmış” olduğunu tek gören ben olmayacağımdır diye düşünüyorum. Ama ille de albümdeki en zirve vokallerden bahsetmem gerekirse, Lies parçasının sonundaki, birçok vokalistin bir taraflarını yırtarak yapabileceği scream, Cold City Lights’ın 4:08’inde başlayan ve yarım dakika kadar devam eden, bence eşsiz gırtlak numaraları; veya Voices parçasının 4:10’ları civarındaki, sanki klavye tuşuna basmışsınızcasına rahat çıktığı tiz part örnek verilebilir…

Albümün ses prodüksiyonu, demiş olduğum gibi fazlaca reverb’lü, ve klavyenin en dominant enstrüman olması şeklinde. Parçalar ise pek birbirlerine benzeyen yapıda değiller, ama art arda dizildiklerinde, çok iyi birbirlerini tamamlıyorlar. Cold City Lights tam bir 80’lere gönderme niteliğinde. Özellikle nakarat vokalleri, koral yaklaşımlar çok sıkı. Lies’ın nakaratlarında da benzer harika bir çok vokalliliğe rastlıyoruz. Açılış parçası Fear ise harika düzenlemelere sahip. Konuşmalı kısımlar, country’ymişçesine devam eden akustik gitarlardan yumuşacık vokallere geçilmesi, sonrasında parçanın gittikçe sertleşmesi tam bir Andersen harikalığı.

Albümdeki tüm gitarlar enfes. Robert Kjaer bence bu türde hakkı verilmemiş gitaristlerden biri. Gerçi şimdiki gitarist Jidell’de çok iyi. Ama “Fear”daki gitarlar bir başka. Lies parçasını mükemmel yapan en önemli etmenlerden biridir Kjaer. Andersen’den çok bahsetmek gerekir mi bilmem. Uçuk bir klavyeci, harika bir beyin. Royal Hunt’ın “mastermind”ı. Bu albümde progresif metalden aşina olduğumuz solo synth tonlarını pek kullanmamış. Genelde senfonik yapıda kullanmış enstrümanını. Lies Lies diye diye bitiremeyeceğim, en iyisi susayım…

Son olarak, John West öyle bir vokalist ki, kendi sesine hiç benzememesine rağmen, Royal Hunt’ın eski iki vokalistinin şarkılarının tamamına yakınını canlıda onlardan daha iyi söylüyor. “Royal Hunt 2006” canlı DVD’sini ilk izlediğimde adeta dibim düştü. Gerçi Rusya’daki bu konserde seyircilerin yaş ortalaması hayli yüksek, pek coşku olmamış. Ama grup elinden geleni yapmış, John West’in koca konserden rastgele söylediği herhangi bir kısmı alın, albüme koyun. Albüm performansı sanırsınız. O derece. Daha da bir şey demem…

Grup şu anda bir başka ABD’li vokalist Mark Boals ile çalışıyor, son albümleri “X” de çok sıkı ve hard rock ağırlıklı, gitarın daha fazla dominant olduğu bir eser. Danimarkalı bir grup nasıl olur da türünün en iyi ABD’li vokalistlerini arka arkaya kadrosuna katabilir, şaşırdığım bir durumdur açıkçası. Ama yine de, “İçimdekiii John West aşkı baam baaş kaaaaaaa…”

THE GREAT KAT – Beethoven on Speed

Saturday, November 6th, 2010

İlk nefesini 1970 yılında Black Sabbath albümüyle alan metal müzik 1990’lara kadar thrash metal, NWOBHM, death metal, black metal ve başka birçok alt türlerde dönüşümlere tanık olmuş.

Bu zamana kadar bazı gruplar henüz keşfedilmemiş olan metal müziği ilk kez keşfetme şansına sahip olmuş. Ama popüler olma amacıyla ortaya çıkan, biraz ilgi toplayan ama zaman karşısında ağır bir yenilgiye uğrayan kimi ortalamanın biraz üstü müzisyenler de aynı sahnelere çıkmışlar. Bir zamanlar “Worship Me or Die!” isimli ilk albümünden Metal Messiah şarkısının klibini MTV’de yayınlatma mutluluğuna erişen The Great Kat, bu unutulan müzisyenlerden biriymiş. Mişli geçmiş zaman kullanıyorum çünkü ben o günlerde henüz bir yaşındaydım.

The Great Kat’in unutulmasına, biraz da itici bulunmasına neden olan yalnız üstümüze gelen imajı olmamış. Seksi görünümüne rağmen gününün metal gruplarından daha itici sahne şovları yapmıyormuş aslında. Bir konservatuar okulundan kemanist olarak mezun olduktan sonra kemanla aynı ustalık ve hızla gitar da çalabildiği için metal muhitinde kadın bir müzisyenin eksikliğini kapatacak gibi görünüyormuş. Ama yazdığı şarkılar her ne kadar on binlerce müzisyen arasından pek azının çalmayı becerebileceği kabiliyetleri gerektirdiyse de içerik olarak kısmen eğlendirici ama biraz sıkıcı kalmış.

Bir amazon.com üyesinin favori albüm sayfasında gördükten sonra biraz neoklasik metal müziğe olan ilgimden, biraz da değişiklik olsun diye internetten indirdim albümü. Kötü yorumlara rağmen Beethoven’ın beşinci senfonisini coverlayan şarkılar da olduğundan eğlenecek bir şeyler bulurum sanıyordum. Pek bulamadım. Çılgın shredding sololara rağmen müzik genelde sönük, tatsız tuzsuz, yavan olduğundan ilgimi hızla kaybettim.

Hızlandırdığı Beethoven, Chopin gibi sanatçıların müziğinin bütün büyüsünün kaybolmasına neden olan cover’lar dışında kendi başına yazdığı şarkılar da uzun zamandır metal dinleyen kişilerin alışkanlığını biraz okşamak dışında fazlasını yapmıyor.

Kat’in viski sertliği tadında vokallerini beğenmediğimi söylesem yalan söylemiş olurum. Çünkü berbat ötesi şarkı sözlerine rağmen thrash’vari müziğe uyumlu giden güçlü, gür, kirli bir sesi var.

Kat’in vokali dışında bu albüm hakkında aklımda kalan başka bir şey yok zaten.

Ertuna YAVUZ

EXODUS yeni albümünden üç şarkıya klip çektiğini ve üçünün de aşşşırı iyi olduğunu açıkladı
Bursalı hard rock grubu KARAMESAİ yeni şarkılarını sundu
Pasif Agresif, bir Wordpress marifetidir.