# - A - B - C - D - E - F - G - H - I - J - K - L - M - N - O - P - Q - R - S - T - U - V - W - X - Y - Z
Son Haberler
AT THE GATES, TRIPTYKON, MORBUS CHRON – 17 Aralık 2014, Backstage, Münih
| 25.12.2014

Rüya gibi.

Ertuğrul Bircan Çopur

2014 yılının en iyi albümleri anketine verdiğim cevapta listemin en tepesinde MASTODON ve AT THE GATES vardı. Henüz birkaç gün önce izlediğim MASTODON’un bu kadar kısa zaman sonrasında ise bu konsere gidiyor olmak baya değişik bir duyguydu. Hani deseler ki Aralık ayında birkaç tane konser olacak, grupları tarihleri sen belirle, sanıyorum seçimlerim bundan fazla farklı olmazdı.

Her neyse, kafamda böyle bir türlü doğrulamayan düşüncelerle yola çıktım evden. Buralarda pek de sık rastlanmayan toplu taşıma aksaklıklarının etkisiyle konser alanına girdiğimde ilk grup olan MORBUS CHRON’un çıkmasına yaklaşık 10 dakika kadar kalmıştı. Koşa koşa montumu vestiyere bıraktım, bir tane AT THE GATES tişörtü kapıp üzerime geçirdim. Tam konserler başlamadan bir sigara içeyim derken paketimi vestiyere verdiğim montun cebinde unuttuğumu farkettim (bu konser salaklıklarımı bir kitap halinde toplayacağım yakında). Vestiyerdeki kıza sigaralarımı geri almak için dil dökerken bir anda sahne aydınlandı ve MORBUS CHRON gözüktü.

MORBUS CHRON

2014 yılının müzikte şahane geçmesinin meyvelerinden bir tanesi de MORBUS CHRON’un “Sweven” albümüydü. Gerektiği kadar dinleyemediğimi hissettiğim bir albüm olsa da, dinlediğim birkaç defada ciddi ciddi etkilenmiştim grubun müziğinden. Sahnede de albümün müthişliğinin hakkını veren bir grup vardı. Sahneye akşamın ilk grubu olan çıkan gruplar genelde en az yarısı boş bir mekana konser vermek zorunda kalırlar bilirsiniz; ama MORBUS CHRON öyle bir girdi ki konsere, kısa zamanda alanın çoğuna insan çekebilmişlerdi. Yüzlerindeki hafif makyajları ve 90’ların thrash gruplarını andıran retro kıyafetleriyle bangır bangır bir yarım saat geçirdiler, muhtemelen isimlerini ilk kez duymuş bir çok seyirciye haldur huldur kafa sallatıp, sahneden çekildiler pek diyaloğa girmeden. Kendilerine yalnızca yarım saat ayrılmış olması bunun en büyük sebebi olsa gerek tabii, zaman kaybetmeden mümkün olduğunca çok şarkı çalmaya çalıştılar.

TRIPTYKON

TRIPTYKON kesinlikle merakla beklediğim bir konserdi. “Melana Chasmata” da bence geçtiğimiz yılın en iyi işlerinden bir tanesiydi, ve hem Tom G. Warrior’u, hem de NONEUCLID ve DARK FORTRESS’tan da hastası olduğum V. Santura’yı görecek olmak epeyce heyecanlandırıyordu beni. 15 dakika kadarlık bir aradan sonra sahnede göründüler ve ben hayran hayran Tom’un H.R. Giger tasarımlı gitarına dalmış bakarken (buradan bir kez daha RIP diyelim kendisine) bir distortion yumağı halinde girdiler konsere. Ben Tree of Suffocating Souls ile açmalarını beklerken, onlar ilk albümden Goetia’ya daldılar ve özellikle ön sıralardaki birkaç TRIPTYKON fanı boyunlarını kaybettiler sanıyorum. Peşinden yeni albümden Altar of Deceit çaldılar ve daha sonra salonun ışıkları yandı.

TRIPTYKON müziğini çok sevsem de, pek canlı çalınmaya uygun şarkı yapılarına sahip olmadıkları bir gerçek. Uzun süreli, çok düşük tempolu ve ezici rifler seyircinin dikkatinin dağılmasına sebep oluyor çoğunlukla. Onlar da bunun farkında olacak ki, değişik atraksiyonlar peşinde koşacak gibi duruyorlardı. Işıklar yandığında Tom kafasında beresiyle bize garip garip sırıtıyordu. Ağır İsviçre aksanlı Almancasıyla bizi selamladı, ve sıradaki şarkı için çok sevdikleri bir arkadaşlarının onlara katılacağını söyledi. Kim ola ki diye düşünmeye kalmadan, “Tomas Lindberg from AT THE GATEEES” dedi ve salonda bir duygu patlaması oldu adeta. Tompa kafasında şapkasıyla sahneye geldi ve biz daha ne olduğunu anlamadan efsanevi CELTIC FROST parçası Circle of Tyrants’a girdiler. Alandaki aslında AT THE GATES için orada olan seyirci, uzun zamandır bir konserde rast geldiğim en coşkulu kalabalığa dönüştü ve muazzam performansa eşlik etti.

Tek parçadan sonra Tompa ve Tom birbirlerinin önünde eğildiler, birbirlerini alkışlattılar ve Tompa sahne arkasına döndü. TRIPTYKON ise CELTIC FROST coverlarına devam ederek bu defa da The Usurper çaldı, kalabalık iyiden iyiye dellendi. En sonunda ise kendi ilk albümlerinden The Prolonging ile bitirdiler. Seyircilerin (ben de dahil) şimdiden cılkı çıkmıştı bile.

AT THE GATES

Biraz soluklanıp kendimize geldikten sonra ise sahne ışıkları yine kısıldı, ve bu sene içinde artık çok aşina olduğumuz bir ses o bilindik cümlelere başladı: “Al llegar a la época de la banda de asaltantes había elaborado ya las siguientes posibilidades”. O ses bu yedi olasılığı saymaya devam ederken, seyirciler onu bastırırcasına çığlıklar atmaya başlamıştı bile. Grup yavaş yavaş sahnede yerlerini aldı, ve “…este universo calamitoso” derken Tompa yine şapkasıyla belirip bir anda Death and the Labyrinth’e giriş yaptı.

Epeyce önlerde bir yerlerde duruyordum, ve önümdeki birkaç sıra seyirci genel olarak oldukça gençti. Müthiş düz bir şekilde son albümden sonra AT THE GATES fanı olduğunu düşündüğüm bu kalabalık, bütün enerjilerini ortama akıttılar bir anda. Oradan oraya sektiğimiz üç dakikanın sonunda daha tam durulurken çok tanıdık gitarlar geldi, ve Tompa “GO!!” diye kükredi bir anda. Konserin nasıl geçeceği henüz iki şarkıdan epeyce belli olmuştu işin açığı.

Haliyle son albümden epeyce bir şarkı çalındı; fakat grup yıllardır onları izlemeyi bekleyen fanları olduğunun farkında olarak önceki albümlerden de mümkün olduğunca çok şarkıya yer vermeye çalıştılar. “Slaughter of the Soul”dan neredeyse “At War with Reality” kadar şarkı çalındı ve en azı “Terminal Spirit Disease”e olmak üzere tüm albümlere şöyle bir dokunulup geçildi. Özellikle son albümden çalınan şarkılara seyirci muazzam bir şekilde eşlik etti, neredeyse şarkıların her anı hep bir ağızdan söylendi. Maalesef ki “Slaughter of the Soul”un öncesindeki albümler için aynısını söylemek pek de mümkün değildi, Tompa çoğu yerde neredeyse hareketsiz bir kalabalığı canlandırmak için uğraşır bir hale geldi.

Kimi şarkı aralarında Tompa seyirciyle kısa da olsa diyaloglar kurdu, ortalama bir AT THE GATES fanının, herhangi bir metal fanından daha zeki olduğunu iddia etti (ahah). “İnsanlar bizim neden 19 yıl sonra yeni bir albüm çıkarttığımızı sorup duruyorlar, ki haklı da bir soru; ama neden biliyor musunuz? Çünkü AT THE GATES dünyanın en iyi fanlarına sahip, ve onlar bunu duymayı hak ediyor!” diyerek hem seyircileri hem de çaktırmadan kendilerini övdü biraz.

Tompa bir an bile yerinde durmadı tüm konser boyunca. Kimi zaman Björler biraderlerden birinin, kimi zaman Larsson’un, kimi zaman ise Erlandsson’un yanında onların enstrümanlarına karışıyordu, parmaklarıyla zillere vuruyordu. Bu yaşta böylesine bir enerjiyi takdir ettim doğrusu.

Şarkılar kısa olduğu için konser de çok fazla uzun olmadı. Toplamda bir saat 20 dakika kadar sürdü bu manyaklık, ve bu süre içinde AT THE GATES’i gerçekten seven, ayrı kaldıkları bunca yılda onları canlı izlemek için yanıp tutuşan bir seyirci için unutulmayacak birçok an vardı. Şu hayatta en çok sevdiğim albümlerden bir tanesi olan “Slaughter of the Soul”un efsanevi birçok şarkısına sesim kısılana kadar (cidden, bir iki gün sesim normal çıkmadı) eşlik ettim, “I feel my soul go cold” diye bağırdım, “Oh sweet nausea!” diye çığırdım, ve birbuçuk saatten az bir süre içinde ne kadar gaza gelinebilirse o kadar gaza geldim.

Bu yazıyı yazmamın en büyük sebeplerinden bir tanesi de aslında Türkiye konserine bunca az zaman kalmışken biraz okuyacakları gaza getirmek. Gitmeyi kafaya koyanlar mutlaka bir yolunu bulacaklardır zaten de, eğer ki aklınızda bir nebze olsun şüphe varsa o şüpheleri bir kenara koyabilirsiniz. Son albümü beğendiniz, beğenmediniz; o da çok önemli değil. AT THE GATES bir efsane, ve ilerleyen yaşlarının hiçbir önemi olmadan o efsaneyi canlı görmekten geri kalmayın. Kesinlikle pişman olmayacaksınız.

El Altar del Dios Desconocido
Death and the Labyrinth
Slaughter of the Soul
Cold
At War With Reality
Terminal Spirit Disease
Raped by the Light of Christ
The Circular Ruins
Under a Serpent Sun
Windows
City of Mirrors
Suicide Nation
Heroes and Tombs
Nausea
World of Lies
The Burning Darkness
The Book of Sand (The Abomination)
Blinded by Fear
Kingdom Gone
The Night Eternal

  Yorum alanı

“AT THE GATES, TRIPTYKON, MORBUS CHRON – 17 Aralık 2014, Backstage, Münih” yazısına 6 yorum var

  1. Eline sağlık Bircan, artık sana olan nefret soslu kıskançlığımı yavaş yavaş aşmaya başladım. Bu iyiye işaret.

    Tompa ile beraber söylenen Circle of Tyrants ve At the Gates’in “El Altar del Dios Desconocido” ile yaptığı girişin efsaneliğinin düşüncesi ile mest oldum ama listede Forever Blind olmamasına tam bir yavuşak gibi üzüldüm. Umarım çalarlar burada. :(

  2. Cattle Bilmemne says:

    At The gates ile Triptykon’ın arası açık değil miydi yahu?

    Ertuğrul Bircan Çopur

    @Cattle Bilmemne, evet ben de bir şaşırdım konser sırasında ama barışmışlar belli ki. Sahnede bir öpüşmedikleri kaldı desem yeridir hahah.

  3. OnurOnur says:

    “Bu yazıyı yazmamın en büyük sebeplerinden bir tanesi de aslında Türkiye konserine bunca az zaman kalmışken biraz okuyacakları gaza getirmek.”
    Mission completed zaten.

  4. Ömer Kuş says:

    Bu turneyi ben de Stockholm’de yakaladim. Triptykon yerine Grave vardi sadece.
    Morbus Chron aklimi aldi gercekten. Bircan da demis zaten, bu cocuklar cok iyi yahu. Sweven albumunun zaten hastasiyim, adamlar konserde de cok temiz bir performansla yarim saatte beni etkilemeyi basardilar. Daha önce 153 kez söylemistim ama tekrar söyliyim, Morbus Chron dinleyin.
    Grave cok fazla dinledigim bir grup degil, birkac belli basli sarkisini bilirim. Daha fazla kisiye caldilar, pek vukuatsiz, beni cok da fazla etkilemeyen bir konser oldu ama yine de iyiydi. Eski usul Isvec death metali gruplarindan birini daha izlemis olduk böylece.
    At the Gates hakkindaki dusuncelerim biraz karmasik. Son albumu sevemedim zaten ve ben de Jonas Renkse gibi butun bu reunion olaylari arti yillar sonra yeni album cikarmaya karar vermelerinden sonra saygim biraz azaldi gibi sanki. Tompa konserde ayni Munih’te dedigini diyerek, “bize yillar sonra nasil album cikarmaya curet edebildigimizi soruyorlar… (birkac saniyelik duraksamadan sonra seyircileri göstererek) Sizler icin.” gibi bisi dedi. Ben biraz samimiyetsiz buluyorum sahsen ama, bi yandan da… At the Gates yani.
    Neyse konseri kisaca özetleyecek olursam; Slaughter of the Soul sarkilari tabii ki seyircinin afedersiniz ortamin amina koymasina sebep oluyor. SotS’dan önceki albumlerden caldiklarinda bariz bir durulma oluyor, son albumden caldiklarinda ise ikisinin arasinda bir tepki oluyor. Björler biraderler fazla cosmuyor ama cosuyormus gibiler falan. Tompa yine en heyecanlilari gibi. O da sapkayi cikarmadi gitti. Nevermore konserindeki gibi biri gidip sapkasini alirsa delirebilir.

    Sonuc olarak, duygularim karisik marisik ama Istanbul konserinde herkes bunca yil bekledikten sonra At the Gates izleyecegi icin mukemmel bir konser olacagina kesin gözuyle bakiyorum.

  5. Ediz Mudul says:

    Dün gece bu çılgınlığı garajistanbul’da yaşadık, ve şuan diyebilirim ki, bircan ve ömer abinin dediklerinin birebir aynıları türkiye konserinde de gerçekleşti :D “at the gates fanı metal fanından 10 kat zekidir”,”bize niye 19 yıl sonra albüm yaptığımızı soruyorlar” vs vs… setlist zaten 2014 te çıktıkları her konserdeki gibi birebir aynıydı, iyi mi kötü bilemem benim hoşuma gitti açıkçası. ama bi son albümden upon pillars of dust beklemedim diyemem, albümün en gaz parçasına filler muamelesi yapmışlar yazık olmuş. Bahsettiklerinizin aksine gerçekleşen tek durum herhalde, eski at the gates şarkılarına daha çok katılım vardı, yenilerine nazaran.. Her şeye rağmen enfes bir konserdi. Bi gojirada bi de in flameste bu kadar terlediğimi hatırlıyorum. konser sonunda botlarımın hali içler acısıydı, kan lekesi falan vardı ne ayaksa. konser başlangıcında sahneye yakın olan barın oradaydım,ilerleyemiyordum, slaughter of the soul’a girmesiyle pogo başladı ve o pogoda 20 metre sürüklendim sahneye, sahne önü gibi izledim :D

Yorum Yazın

*

"Yaptığım yorumlarda fotoğrafım da görüntülensin" diyorsan, seni böyle alalım.
Pasif Agresif, bir Wordpress marifetidir.