# - A - B - C - D - E - F - G - H - I - J - K - L - M - N - O - P - Q - R - S - T - U - V - W - X - Y - Z
Son Haberler
Anasayfa    /    Kritikler
KING CRIMSON – In the Court of the Crimson King
| 18.04.2012

Kimse kurallarını koymadığında, bilgi ölümcül bir dosttur.

“Bütün insanlığın kaderi aptalların elinde.” Bu sözler 1968 yılında daha yeni ortaya çıkmış, filizlenmiş ve gelecekte de dünyanın her yerinde yankılanacak olan güruhun ortaya çıkardığı yegâne albümde yer alıyordu. Yıl 1969. Dünya çok büyük savaşlardan çıkmış ve yine bir karmaşanın ortasında yer alıyordu. Amerika, Vietnam sorunsalı arkasında öğrenci hareketlerinin Avrupa’ya sıçraması, Fransa ve Almanya gibi ülkelerin bu toplanma karşısında birlik olması ve başı çekmesi sonucunda tüm Avrupa gençleri evrensel bir pota çerçevesinde meta toplumuna ve tüketici toplumuna sloganlarıyla karşı çıktılar. Amerika’daki folk müzisyenleri en başta Bob Dylan olmak üzere ustası Woody Guthrie’den aldıklarını kendi çerçevesince yorumluyor ve protest kimliğiyle taşları eziyordu. Sadece Bob Dylan değildi, Joan Baez v.b. kadın müzisyenlerde bu harekete katıldı ve o zaman ki pasifist hippi gençlerle “savaşma, seviş” sloganlarıyla karşılanan bir dizi birliktelik yaşandı. Bu tarz ortak hareketlerin en büyüğü ise Almanya’dan geliyordu. Anarşist eylemler, sloganlı yürüyüşler ve bugüne kadar gelecek olan güçlü müzik hareketlerinden birisi sayılan Krautrock’ta Almanya’dan çıkmaktaydı. 1972 yılında çıkan Almanyalı Mythos grubunun Mythos albümünde “Encyclopedia Terra” isimli iki bölümlük bir çalışma vardır, bu çalışmada geçmişte var olan savaş tasviri öyle güçlü bir şekilde verilmiştir ki o zamana kadar ki müzik hareketinde en büyük karşı duruştur bu. İngilizler ise bütün bu hareketliliğin sonucunda 1969 yılında King Crimson aracılığıyla “Epitaph” adlı eserle bu protest yaklaşımı sürdürmüştü. King Crimson bütün yeniliğine karşın ne kategorize edilebilir ne de karşı durulabilirdi. Onlar her şeyi bütün çıplaklığıyla sözlerinde veriyor müziğiyle ise yeni bir dönemi başlatıyordu. Onun ismi ise “In the Court of the Crimson King”di.

Çok sonradan onlarca müzisyen değişikliği yaşayacak olan bu topluluğun müziğini tanımlamak çok zor. King Crimson’ın belkemiği ve beyni olan, oturarak gitarını çalan Robert Fripp’ten başkası değildi. “In the Court of the Crimson King”ın müzik tarihindeki önemi elbette çok farklı. Yazının başlangıcında değindiğimiz bu hareketlerin bir sonucu da bu albümle bağlantılı ve bu çalışmanın çıktığı yıllardaki bu hareketlenme ve albümün içerisinde yer alan her bir bestenin King Crimson’daki  aydınlık insanlardan çıkması ve bu çalışmanın yıllar sonra dahi güncelliğini kaybetmeyerek insanlığı etkilemesinin mutlaka sebepleri olmalı. İngiliz şarkı yazarı Peter Sinfield’ın yazdığı akıl dolu sofistike lirikler sayesinde bir dönem de başlamış oldu. Robert Fripp’in deneysel takıldığı gitar melodileri, Greg Lake’in dolgun bas tonları ve efektli vokalleri, Ian McDonald’ın mellotron, flüt ve saksafon geçişleri, Michael Giles’in oluşturduğu ritmik ve caz davullarını anımsatan değişken ritimler sayesinde “In the Court of the Crimson King” o dönemin en tutulan albümlerinden birisi olmuştu.

Kimileri bu albümü Progressive Rock’ın geleceği olarak gördü kimisi de albümün ilk şarkısı “21st Century Schizoid Man”i albümden ayrı olarak düşünüp şimdiye kadar çıkan en iyi eser yakıştırmasını yaptı. Şarkı gerçekten de her şeyden önce progresif bir dersti. Liriksel söylemi vietnam savaşı ile ilgili olup beste içerisinde yer alan saksafon geçişleri o dönemki karmaşıklığı yansıtmak için böyle kullanılmıştır. O zamanlar kapitalizme ya da savaşa bir karış duruş sergilenecekse bu müzik ile oluyordu ve “21st Century Schizoid Man” bunun en büyük kanıtıydı. Bir McDonald ve Sinfield bestesi olan “I Talk to the Wind” ise çok yumuşak ezgilerle başlar ve flütün gerilerden etki etmesiyle bir klasik ezgiye dönüşür. “Dışarıdan bakıyorum içeriye. Ne göreceğim, karışıklık ve karmaşa…” dizeleriyle de o döneme ince ince atıfta bulunurlar. Şarkı o dönemin İngiliz folk müzisyenlerinden Bert Jansch ve Fairport Convention v.b folk gruplarının yaptığı eserleri de anımsatıyor. Son derece şiirsel ve romantik yaklaşımıyla da sözleriyle tezatlık taşımaktadır.

Üçüncü şarkı “Epitaph” ise yine savaş karşıtlığının en deli göstergelerinden birisiydi. Sadece savaş karşıtlığı değil, dünyaya ait insana ait ne negatiflik sergileniyorsa bu şarkı onun için yazılmıştı sanki. “er hayatta kalabilirsek hep beraber oturup gülebiliriz. Ama korkarım yarın ben ağlıyor olacağım.” sözleri ise çok farklı okumalara gebe olacak derecede derin anlamlar içermektedir. Zamanında bu şarkı kaset furyasında “slow şarkı” diye tabir edilen çekme karışık kasetlerin en başında yer alıyordu ve sevgililer bu şarkıda dans ediyorlardı ama ne mutlu ki öyle bir nesli geride bıraktık. “Epitaph” bugün yarattığı etkiyle King Crimson’ın bu ilk albümünün en değerli şarkılarından birisidir.

The Dream/The Illusion adı altında iki alt bölümden oluşan 4. şarkı “Moonchild” ise inceden inceye nüanslar içeren dehşet bir King Crimson bestesidir. İlk bölümü Michel Giles’in davul ve zil vuruşlarıyla geçiştirilen bestede McDonald’ın klavye geçişleri ise Senfonik tarza daha yakın olup daha ilerki bölümlerde ise beste psikedelik-deneysel geçişlere bürünür. “The Court of the Crimson King”le ise albümün kapanışını yaparken çok sarsıcı bir örnekle karşılaşırız. O da bestede yer alan korolardır. Greg Lake’in inanılmaz vokalleri sayesinde çekiciliğini üzerinde taşıyan bu beste bu başyapıtın kapanışını yaparken sadece bir tek unsur aklınızda kalır. O da ilk şarkının başlangıcıdır ve tekrar başa dönersiniz ve sonra tekrar…

Kapağıyla psikolojik hastalığın getirdiği bir dışa vurumu çok net görebildiğimiz “In the Court of the Crimson King” bugün tanımlanması zor bir yapıt konumundadır. King Crimson bundan sonra çok büyük müzikal mecralara geçiş yaptı ve çoğu progressive rock grubunun kurulmasında müziğiyle yardımcı oldu. Robert Fripp ustanın ve tayfasının getirdiği bu konum ise 60’ların sonundan başlayarak uzun dönemi etkisi altına aldı. 60’ların sonunda şekillenmeye başlamış ve 70’lerin ortasında iyiden iyiye kendisini göstermiş ve oldukça orijinal olmuş bu müziğin temeli o yıllara dayanıyor. Karamsarlık ve umutsuzluk protest bir bakışla beraber King Crimson’ın şarkı sözlerinde ve müziğinde hep yer almıştır. Optimist bir yaklaşımı hiç göremeyiz Crimson müziğinde. King Crimson donuk bir tavırla yazar, yorumlar yönetir ve bize sunar. Biz ise sadece ve sadece albüm sona erdiğinde gerçek yaşamdayızdır artık.

Baha ÖZER

Albümün okur notu: 12345678910 (8.89/10, Toplam oy: 214)
Loading ... Loading ...
etiketler:
  Albüm bilgileri
Çıkış tarihi
1969
Şirket
Atlantic Records
Kadro
Robert Fripp: Gitar
Ian McDonald: Flüt, klarnet, saksofon, klavye, mellotron
Greg Lake: Bas, vokal
Michael Giles: Davul, perküsyon
Peter Sinfield: Sözler
Barry Godber: Kapak tasarımı
Şarkılar
1. 21st Century Schizoid Man
A. Mirrors
2. I Talk To The Wind
3. Epitaph
A. March For No Reason
B. Tomorrow And Tomorrow
4. Moonchild
A. The Dream
B. The Illusion
5. The Court Of The Crimson King
A. The Return Of The Fire Witch
B. The Dance Of The Puppets
  Yorum alanı

“KING CRIMSON – In the Court of the Crimson King” yazısına 17 yorum var

  1. saw you drown says:

    Gelmiş geçmiş en iyi albüm dersek kimse birşey diye(mez) herhalde.Dünya müziğinin başına gelebilecek en güzel şeylerden biridir bu albüm.Sadece progresif rock ve rock müziğini değil heavy metal müziğinin oluşmasında büyük rol oynamıştır ve bu müziğide teknik anlamda etkilemiştir.21st Century Schizoid Man şarkısı başlı başına zaten bir başyapıttır.Şarkının kompozisyonu o kadar mükemmeldir ki şarkının içinde kayboluverirsiniz.Epitaph,The Court Of The Crimson King ve diğer şarkılar hepsi epiktir ve müziğin karşılığıdır.Lirikler harikadır.İnsanoğluna yaşattığı duygular anlatılamazdır.Bu albüm bir başyapıt değil başka birşeydir.Henüz bu albüme tanımlayacak bir kelime bulunamamıştır.Bu albüme puan da verilemez.
    İyi ki varsınız ve iyi ki doğdunuz ve iyi ki bu müzik orgazmını biz fanilere yaşattınız Robert fripp ve arkadaşları.

    wikus van de merwe

    @saw you drown, 70′lerde çıkan hiç bir şeyi dinlemememin en büyük sebebi “gelmiş geçmiş en iyi x” tarzı masturbasyonlardır herhalde.

  2. Aeonian_Lich says:

    Güzel ve çok etkileyici bir albümdür, önem açısından gerçekten en etkileyici iş de olabilir. Cinslik yapmak istemiyorum, ama herkes için “en iyi albüm” başkadır. Zaten sanatçılar kendi eserleri için kullanılan böyle laflardan genelde pek hoşlanmazlar, ayrıyetten bu albümü dinleyip o kadar da beğenmeyen genç kuşak dinleyicilerini “ezik”, “şımarık”, “müzikten anlamayan” falan görmek de bazı kişileri memnun ediyor sanırım, tuhaf. Adam “sevmedim” derse, söz biter bence. Sonra neden kuşak farkı var diye merak edilir. Cevabı çok basittir aslında, biraz düşünebilen kişilere. Bana göre en iyi albüm değildir mesela, ama cidden de “unique” denen eserlerden biridir, ve bir başyapıttır bence de.

    ABD’de de bizim ayılıp bayıldığımız Camel grubu genelde, Genesis, King Crimson, Van Der Graaf Generator gibi gruplardan sonra, hatta bazen ikinci bir alt sınıfa dahil edilir, araya da bizim için çok daha değersiz birçok grup bile girer önem sırasında. Bunun birçok sebebi olabilir, yaşanmışlıklar ve kültür en öndeki sebeptir sanırım. Çok duygusal insanlar değiller ve deneyselliği ve “daha farklı”yı öne koyarlar beğeni kıstası olarak ABD’liler. Biz ise Camel’cıyız çünkü duygusal bir milletiz genel olarak.

    Benim eski progresif rock hakkında farklı fikirlerim var. Genelde severim, hayranlık da duyarım birçok bu dönem eserine. Ama şu davul kayıtlarına kulağım bir türlü alışamadı o dönemki. (Özellikle de mısır patlaması gibi olan trampet tonları, aksaklıkla da birleşince harbiden mısır patlarmış gibi hissettiriyor bana.) Mesela 60′ların sonu ve 70′lerin tam alışamadığım davul kayıtları varken, 80′lerin de bol reverbli ve çok bariz trampet tonları vardır, onları severim ne hikmetse. Burada dönemin kayıt koşullarını anlamak gerekiyor, eleştirir bir niyetle değil de “zevk alamıyorum” naifliğinde bir yorum yapıyorum. Ama şu bakımdan da bu dönem geçilmesi gereken bir ara süreçti bence perküsyon kullanımında, evrimdeki ara türler gibi mesela. Zira klasik müziğin tekdüze ve monoton perküsyon kullanımı rock müziğin coşkunluğunu dışa vurumda yeterli değildi. Bir geçiş süreci olarak görüyorum bu durumu, ve günümüzün kayıt olanakları olsa elbette daha doygun bir davul kullanımı olurdu diye düşünüyorum. Bu davulları tam sevememem bir önyargı değil, çünkü en sevdiğim grubun da eski dönem synth tonlarına 12-13 yıldır hala kulaklarım alışamadı mesela. Yapabileceğim birşey yok.

    Bu dönemin en sevdiğim şeyi, varyasyonlu vokaller ve analog tuşluların ve üflemelilerin tonlarıdır. 3′lüsünden destekli vokal olayını Genesis, King Crimson gibi topluluklar çok iyi kullanıyorlar gerçekten de, hatta pop müziğin böyle partları oluşturulurken klasik müzikle birlikte prog rock da önemli bir esin kaynağı olmuştur bence. Dönemin diğer bir güzelliği ise, anatomik ve fiziksel sınırları zorlamadan da coşkunluk hissi geçirilebileceğini göstermeleridir, özellikle vokalistlerin ve gitaristlerin. Heavy metal ve türevlerinin, ya da 80′ler glam müziklerinin yer yer zorlanarak yarattıkları coşkuları, YES, KC gibi gruplar nispeten daha “sakin” takılarak da verebilmişlerdir bence. Çümkü 70′ler prog rock’ında melodilere ve teknikaliteye odaklanırsınız daha çok, ve coşkunluğu scream atma değil, coşkun melodilerle verir müzisyenler.

    ITCOTCK albümüne dönersek, ilk dinlediğimde bile çok güçlü bir eserle karşılaştığımı farketmiştim. Şu (bana göre) davul sorunsalı olmasa belki burada bir ton yıkayıp yağlayabilirdim de belki, bilemiyorum. Albümün liriklerine pek bakmamıştım, ama müzikte her daim bir karamsarlık karanlık yok gibi gelir bana.Hatta mesela ilk şarkının bazı “jazzy” kısımlarını modern bir kayıtla sun, Maske filmine bile soundtrack yapabilirsin. :)

    Kritik çok güzel ve bilgi dolu, yorumlanması da çok başarılı. Ben Baha’yı kişisel olarak da tanıdığım için şaşırmadım gerçi. Eline, bilgine, algına, yorumuna sağlık adamım. :)

    Ayrıca senden bir veya birçok prog-rock makalesi de bekliyorum ben şahsen.

    masteroforion

    @Aeonian_Lich, Ben de 80lerin bol reverb’lü davul tonlarını sevememişimdir bi türlü :)

  3. Dr AQA says:

    Hayatımda dinlediğim en güzel albüm. Söyleyecek başka hiçbir söz bulamıyorum.

  4. nordson says:

    ‘I Talk To The Wind’ der ve susarım. kusursuzdur!

  5. Osman says:

    Kusursuz bir başyapıt değil, kusurlarıyla güzelleşen bir başyapıt…

    Ali Karabacak

    @Osman, Yanlış anlama da nerelerinde eksik buldun dostum merak ediyorum açıkçası?

    9yearsago

    @Ali Karabacak, Seni mahkemeye vereceğim.

  6. necrobutcher says:

    Martin Fripp, Grag Lake de öldü şu albümleri koy artık spotify’a amınoğlu ya adamın bütün işi gücü şarkıları internete koyan insanlara telif atmak pis şizofren oç

  7. deadhouse says:

    @necrobutcher, Ağır ol. Kime oç diyorsun sen. :D Şaka bir yana niye oç oluyormuş ki. Sence tüm mesele telif mi? Bunun felsefi ve politik bir altyapısı var. İnan telif Robert Fripp’in sikinde değil. Kendince tepki gösteriyor; uygarlığın, sanatın, dünyanın, insanlığın bulunduğu duruma. Sanki youtube’dan oradan buradan silse millet dinleyemeyecek. Binbir türlü yolu var korsan müzik dinlemenin. Geçen twitter’da gördüm pornhub’a bile koymuşlar albümlerini. Hoşuma gitti yalnız. King Crimson öyle yüce bir grup ki insanlar onları dinlemek için porno sitelerine koyuyorlar albümlerini.

  8. Raddor says:

    King Crimson’la tanışmam David Bowie’nin Heroes parçası sayesinde olmuştu. O şarkıdaki e-bow’lu gitar melodilerine öyle aşık olmuştum ki o uzayıp giden seslerin içinde kaybolup gidesim geliyordu. Kim ola ki böyle gitar çalma cüretini gösteren babayiğit dedim. Baktım Robert Fripp diye bi’ adammış. Daha önce defalarca ismini duyduğum ama hiç dinlemediğim King Crimson grubunun gitaristiymiş. Hemen hışımla açtım ilk albümleri olan bu albümü ve hiç beğenmedim. Ahah şaka tabi ki bayağı hayranı olmuştum bu albümün. Özellikle son şarkı The Court of the Crimson King’in hastasıyım. Yalnız The Moonchild’da bayağı can veriyorum, sıkıntıdan ölüyorum ama albüme saygısızlık olmasın diye geçemiyorum. O da albümün kusurundan değil, benim daha çok Punk şarkılarına alışık olmamdan. Onun dışında her saniyesi ayrı zevkli.

    Bowie’nin Heroes’unu da canlıda en iyi çalan yine King Crimson tabi. Mick Ronson bile (ki en sevdiğim gitaristlerden biridir) Robert Fripp’in verdiği zevki veremiyor o şarkıda. https://bit.ly/2gNbIk2

    \m/

    @Raddor, albümün hatta tüm prog tarihinin en çetrefilli şarkılarından biridir Moonchild. Ben de dinlerken can veriyorum ama zevkten. Albümü ilk dinlediğim zamanlarda çok sıkılırdım o şarkıdan ancak şu an Epitaph’tan sonra favorim. Epitaph ise sadece müziğiyle değil hayatımda edindiği yerle de benim için çok özel bir şarkı. Neyse şarkı ayırmak günahtır söz konusu King Crimson ise

    Raddor

    @m/, bazı albümler sakız gibi, zaman geçtikçe tadı kaçmaya başlıyor, sıkıyor. Bu albüm ise dinledikçe daha da güzelleşiyor. Bıkmak istercesine tekrar tekrar çevirdikçe daha da sarıyor. Sevemediğim Moonchild dahi artık bayağı zevk veriyor bana da.

    Bir de bu Robert Fripp’de nasıl bir tuşe var ya? Yeterince övmemişim gibi hissediyorum. O basış, basış değil artık başka bir şey. İnsan düz notayı öyle güzel uzatır, öyle güzel titreştirir mi? Bu albümde değil ama Starless’daki melodi örneğin, o nasıl güzel çalmaktır yarabbi? Heroes’da yaptığı vibrato nasıl bir şeydir? Yerleri çok basit olmasına rağmen aynı hissi veremem diye çalmaya yanaşmıyorum.

  9. Raddor says:

    MÜJDE!: King Crimson albümleri nihayet Spotify’a gelmiş. Oh be, haftalarca dinlerim şimdi.

  10. Fingolfin says:

    Bu kült albümü ne kadar övsek az ama Moonchild’ın 2:20′den sonraki kısmını sevmiyorum, anlamsız buluyorum. “Improvisation bu değil ulan!” demek geliyor içimden. (Aynı hisleri Pink Floyd – Atom Heart Mother Suite için de besliyorum)

  11. deadhouse says:

    16 yaşımdan bu yana ağlamadım. Bir gün ağlayacaksam bu albümü dinlerken ağlamak istiyorum.

Yorum Yazın

*

"Yaptığım yorumlarda fotoğrafım da görüntülensin" diyorsan, seni böyle alalım.
Pasif Agresif, bir Wordpress marifetidir.