# - A - B - C - D - E - F - G - H - I - J - K - L - M - N - O - P - Q - R - S - T - U - V - W - X - Y - Z
Son Haberler
Anasayfa    /    Kritikler
DEATH – Symbolic [ORTAK İNCELEME]
| 05.05.2023

42 yaşına bastığım bu tatlı günde, yazdığım en kişisel yazılardan biriyle karşınızdayım.

Ahmet Saraçoğlu

Bugün benim doğum günüm. 42 yaşına bastım, bu yüzden de AŞIRI kişisel bir yazı yazarak kendimi ödüllendirmeye karar verdim. Bunun için de pasifagresif’te üzerine hiç kelam etmediğim iki DEATH albümünden biri olan “Symbolic”i seçtim. hysteresis’e ait orijinal inceleme 2009’da yazılmıştı, ben de şimdi bunu ortak inceleme yapmaya karar verdim.

Hayatta benim için büyük önem teşkil eden, manevi değeri olan, ben olmamda etkisi olan bazı gruplar var. Sayıları çok az olan bu gruplardan ikisi DEATH ve PANTERA ve nasıl bir talihsizlikse her iki grubun da esas adamları genç yaşta aramızdan ayrıldılar.

1998 yılında ilk elektro gitarımı almam konusunda bana ilham veren grup PANTERA’ydı. İstanbul Tünel’deki Zuhal Müzik’e gidip “PANTERA çalacağım, ona uygun bir gitar arıyorum” demiştim. Dimebag Washburn çaldığından ben de gidip bir Washburn almıştım.

Yıllar geçti, ben besteler yapmaya başladım. O süreçte bana en çok ilham veren gruplardan biri de elbette ki DEATH ve Chuck Schuldiner’ın benzersiz dehasıydı.

Yıllar geçmeye devam etti, metalle daha da iç içe olma isteğiyle Pasifagresif’i kurdum. Yıllar içerisinde bu site için DEATH’in ve PANTERA’nın tüm albümlerini inceledik. Dimebag’in ve Chuck’ın ölüm yıl dönümlerinde özel DEATH ve PANTERA haftaları yaptık, arka arkaya bu grupların incelemelerini yayınladık. Takvimler 2009’u gösteriyordu ve DEATH haftasında, o dönemki yazar kadromuzla DEATH albümlerini bölüşerek teker teker sitede paylaşmıştık. O albümlerden “Symbolic”i hysteresis, “Scream Bloody Gore”u ise sambalici takma adlı arkadaşlarımız yazmıştı.

Aradan geçen bunca yıl süresince bu iki albümün incelemesi içimde hep ukde kaldı. hysteresis ve sambalici’nin yazıları yetersiz olduğundan değil; bilakis gayet iyi yazılar. Ancak en çok değer verdiğim 2 gruptan birinin bu iki albümünden hiç bahsedememiş olmak ara ara aklıma takılan bir konuydu. Bu yüzden ben de bu iki albüm için kendi incelemelerimi yazmaya ve hysteresis ile sambalici’nin yazılarını ortak incelemeye dönüştürmeye karar verdim. Bunu yapmak zorundaydım, çünkü özellikle “Symbolic” hayatta en sevdiğim şarkılardan bazılarını barındırıyor ve onlarla ilgili iki kelam etmezsem gerçekten olmazdı. hysteresis 2009’da yazdığı yazıyı DEATH haftası kapsamında yazdığından grubun bu albüm öncesindeki durumundan, “Symbolic”in öncesindeki albümlerle olan ilişkisinden ve DEATH diskografisinde durduğu yerden yeterince bahsettiğinden, ben -daha çok kendim için yazdığım, hatta bugün doğum günüm olduğu için yazdığım- bu yazıda “Symbolic”le olan ilişkimden ve albümün benim için ne ifade ettiğinden bahsedeceğim.

Evet. Yıllar sonra yeniden bir DEATH albümünü inceliyor olmanın keyfi ve sorumluluğu eşliğinde derin bir nefes alıyor ve başlıyorum.

“Symbolic”…

Tüm türleri bir arada düşündüğümde metal tarihinin en iyi, en kusursuz albümlerinden biri olan “Symbolic”i ilk kez dinleyişim 1998 yılına uzanıyor. DEATH’le tanışmamı sağlayan “The Sound of Perseverance”ın benim için ne ifade ettiğini, müzik kavramına bakışımını nasıl değiştirdiğini o albümün incelemesinde anlatmıştım. Yaklaşık 20 yıl önce Ekşisözlük’e yazdığım “The Sound of Perseverance” entry’si -ki albüm incelemesi de o entry üzerinden şekillendi- 2004 yılında metal basınına girişimi sağlayan üç albüm incelemesinden biri olarak benim için her zaman çok önemli bir yerde durmuştur.

“The Sound of Perseverance” ile aklımı kaybettikten hemen sonra grubun önceki tüm albümlerini satın almış, hatmetmiş, ilk albümden itibaren tüm DEATH şarkılarını kulaktan çıkarıp gitarda çalmaya başlamış, ilk albümden itibaren tüm DEATH şarkılarının sözlerini tercüme etmiş ve DEATH dininin iflah olmaz bir müridi olarak hayatıma devam etmiştim.

DEATH’in ben dâhil pek çok insan üzerindeki bu etkiyi uyandırmasını sağlayan şey Chuck’ın DEATH metali bulan kişi olarak görülüyor olmasının, “father of death metal” tanımına sahip olmasının ya da DEATH’in gerçekten de çok ilham verici bir müzik yapıyor olmasının çok ötesindeydi aslında. Chuck’ın sonradan “The Philosopher” olarak adlandırılmasına da neden olan bu durum, Chuck’ın eşsiz müzikal dehasının yanında gerçekten de son derece spiritüel bir insan olması ve hayal gücünden beslenen farklı temaları olağanüstü bir yaratıcılıkla dışa vurmasıydı. Chuck’ın elinden çıkan rifler, melodiler, sözler başka kimsenin riflerine, melodilerine, sözlerine benzemiyordu. Chuck kendi içerisinde pek çok farklı kulvardaki dehayı tek bedende barındırıyor gibiydi. Belki de Chuck bundan 250-300 yıl önce doğmuş olsaydı tarihin en büyük klasik müzik sanatçılarından veya şairlerinden biri olarak görülecekti, zihnindekileri başka yollarla sanata dökecekti.

Dolayısıyla Chuck’ı ve DEATH’i sadece çok süper şarkılar yazan bir müzisyen veya grup olarak görmenin olaya yüzeysel bakmak olacağına inanıyorum. DEATH her şeyiyle, sözlerinden vokal karakterine, albüm kapaklarından işlediği temalara, bireysel performanslarından bestelerindeki en ince detaylara kadar bir bütün hâlinde bir “kavram”dı. Müzikten öteye geçen, somutlaşan, manevi kimlik kazanan bir “varlık”tı.

“Symbolic”teki şarkılara baktığımızda Chuck’ın old-school death metal ve teknik death metal karakterlerini daha da ileriye taşıyarak olaya çok daha heavy metal eksenli bir perspektiften baktığını görürüz. Vokal karakterini yıllar boyunca değiştiren, hatta bir noktadan sonra DEATH’e nokta koyup CONTROL DENIED’la devam etmeye karar veren Chuck, 1998’de çıkan “The Sound of Perseverance”ı da esasında CONTROL DENIED’ın ilk albümü olarak planlamıştı. Bu değişim ve evrimin izlerini “Symbolic”te net şekilde görebiliyoruz. Albüm son derece heavy metal karakterli bir havaya sahip ancak bir heavy metal albümü değil. DEATH tarihinin uzak ara en melodik albümü ancak bir melodik death metal albümü değil. Son derece teknik bir death metal albümü ancak bilindik, alışıldık anlamda bir teknik death metal albümü de değil. “Symbolic” sadece ve sadece Chuck Schuldiner’ın yazabileceği, sadece DEATH adı altında çıkabilecek bir albüm.

DEATH’in o zamana kadarki tüm karakteristik özelliklerini ve çok daha fazlasını bir arada barındıran, üstüne üstlük grubun kariyerindeki en akılda kalıcı şarkıları içeren, öylesine tek bir şarkı bile barındırmayan ve her şarkısı bir başka dinleyicinin favorisi olduğu için de pek çokları tarafından DEATH’i en iyi tanımlayan, en iyi temsil eden, en iyi ifade eden albüm olarak görülen “Symbolic”, bu yüzden pek çokları tarafından DEATH’in en iyi albümü olarak görülüyor. Sevgi babında DEATH albümlerini birbirinden ayıramadığım için şahsen böyle bir sıralama yapamasam da benim için de “Symbolic” 10 üzerinden 10’luk, herhangi bir kusuru bulunmayan, hatta mükemmel olmayan herhangi bir detayı olmayan bir albüm. 50 dakika 38 saniye boyunca duyduğunuz her şey, her detay bu kusursuzluğa hizmet ediyor ve sonuçta ortaya bu başyapıt, bu şaheser çıkıyor.

Şarkılardan biraz bahsedecek olursam -ki ayrı ayrı her birinin benim için ifade ettiği bir dolu şey var- gerçekten de hayatımın farklı dönemlerini, farklı konumlarını, farklı ülkeleri, farklı ruh hâllerini temsil eden yapıtlar görüyorum. “Symbolic”te Kadıköy’de bir stüdyoya gidiyor ve davulun başına geçip bu şarkıyı çalmaya çalışıyor, “Zero Tolerance”ta gün batımına karşı vapurda oturuyor, “Empty Words”de hiç olmak istemediğim bir yerde ve zamanda bekliyor, “Sacred Serenity”de Kanada’nın bir şehrindeki köprüden okyanusa bakıyor, “1,000 Eyes”da gecenin üçünde şirkette hayatı sorguluyor, “Without Judgement”ta Avrupa’nın kim bilir neresinde bir trende gidiyor, “Crystal Mountain”da sınava gitmek yerine evde gitar çalıyor, “Misanthrope”ta tıkış tıkış bir otobüste her şeyden ve herkesten nefret ediyor, “Perennial Quest”te ise bundan 23 yıl önce bir iskelede oturuyor ve bu müziğin yakında hayatımı ele geçireceğini fark ediyorum…

Her bir notasına, her bir zil vuruşuna, hece vurgusuna kadar ezbere bildiğim “Symbolic”teki tüm şarkılar için ayrı ayrı inceleme yazabilirim, ancak bunun yerine albümden üç şarkı seçip onlar hakkında konuşmak, ardından da yazıyı noktalamak istiyorum. Normalde zamanında DEATH konserlerinin gediklisi olan ve Chuck’ın ölümü sonrasında sahnelerde epeyce cover’lanan “Symbolic”, “Zero Tolerance” “Empty Words”, “Crystal Mountain” gibi şarkılar daha çok öne çıkar, daha çok dillendirilir. Ancak ben adı nispeten daha az anılan üç şarkı seçeceğim.

Bunu yaparken de hayatımın nereye gittiğine ilişkin içsel sorgulamalar yaptığım sırada dinlediğim şarkıdan, 3000 kişinin bindiği otobüste dinlerken kendim dâhil otobüsteki herkesten nefret ettiğim şarkıdan ve son olarak da gecenin köründe iskelede otururken kulağıma dolan sözlerle bu müziğin çok kısa sürede hayatımı değiştireceğini, beni ele geçireceğini anlamamı sağlayan şarkıdan söz edeceğim.

1,000 Eyes

Sinema-reklam endüstrisi yoğunluk, çalışma saatleri ve süreleri bakımından çok acımasızdır. Herkesin yapabileceği bir şey değildir. Dayanıklı olmanızı, sabırlı olmanızı, fiziksel ve psikolojik olarak güçlü olmanızı gerektirir. Albümdeki en damar, en yürek parçalayan şarkılardan olan “1,000 Eyes”ı düşündüğümde aklıma gelen ilk görüntü de işte o ortamlardan, o sektörde çalıştığım 5 yıllık süreçteki bir zamandan. Bir gece yine her şey bize müşteri tarafından son anda teslim edilmiş ve çok kısa sürede çok fazla şey yapılması gerekiyor. O gece özelinde de her şeyi benim yapmam gerekiyor. Gece yarısı 03.00 civarı. Şirketteyim. Film laboratuvarı çalışanları ve kafeterya görevlileri dışında pek kimseler yok. İki gün sonra vizyona girecek filmin kapanış jeneriğindeki teşekkürler kısmına ilçe belediye başkanının ismini eklemeyi unutmuşlar. Onu ekleyeceğim, sonra render alacağım, baskı makinesine filmi yerleştirip iş bitince de laboratuvara göndereceğim. Son 8 gündür hiç eve gitmemiş ve sürekli koltukta uyumuş olmamı hesaba katmazsak pek de bir sorun yok. Tabii bir de bu 8 gün boyunca en uzun uyku süremin 3 saat olduğunu eklemek gerek. 8 gün boyunca toplam 16-20 saat uyumanın nasıl bir şey olduğunu bilenleriniz vardır. Ense kökünüze çakmak tutuyorlarmış gibi bir yanma, boynunuzun kafatasınızı taşıyamaması, artık kaldıramadığınız omuzlarınız, ikide bir ne kadar titriyorlar diye baktığınız parmaklarınız… İşte o gece post-prodüksiyon şirketindeki iki binayı birbirine bağlayan köprüde tek başıma kahve sigara içerken kulaklarımda bu şarkı vardı. Şarkının köprü kısmında içimden Chuck’la birlikte “Privacy…….. and intimacy!“ diyordum. Boğaz Köprüsü tüm ışıltısıyla karşımda duruyordu ve benim 2 saat daha çalışmam, sonra bir köşede 1-1,5 saat uyumam ve ışıyacak güneşle birlikte dokuzuncu kez eve gidemeden çalışmaya devam etmem gerekiyordu.

Misanthrope

1999’da Bursa’ya üniversite okumaya gittiğimde, daha okulun başladığı ilk günden o bölümle ilgili bir işte çalışmayacağımı, okuduğum bölümle ilgili bir mesleğim olmayacağını biliyordum. Daha birinci günden, en az dört yıl boyunca asla ilgimi çekmeyecek ve sonrasında da hayatımı şekillendirmeyecek bir bölümde okuduğumun bilincindeydim. Okula gitmek istemiyordum. Hiç ilgim alakam olmadığından notlarım rezaletti. Derslere çok nadir gittiğimden sınıfta tek bir arkadaşım bile yoktu. Ailemden, arkadaşlarımdan, çevremden uzaktaydım. İnternetin bile olmadığı bir evde tek başıma duruyordum. Sadece duruyordum. Yemek yiyor, gitar çalıyor, müzik dinliyor, uyuyordum. Hayatıma dair beşinci bir kalem yoktu. Gerçekten yoktu. Bu atıllık, amaçsızlık, istemediğim bir bölüm seçmiş olmanın pişmanlığı ve diğer bazı sebeplerden ötürü hayattaki diğer pek çok şeyden de soğumuştum. İstanbul’a döndüğümde ailemle vakit geçirirken bile keyif alamıyor, çok sert bir bunalımın ve depresyonun içinde yaşıyordum. İşte o günlerin birinde, okulun uzama konusunu konuşmak için okula gitmek zorunda kalmıştım. Vizesine girip çalışmadan 90 aldığım dersin bile finaline gitmeye tenezzül etmeyecek kadar olaydan kopuktum, o yüzden okula gitmek benim için “Nereden çıktı şimdi” ile “Okul mu? Ne alaka ya…” gibi bir yerdeydi. Okuldan dönerken bindiğim otobüste tüm bunlar birikmiş ve bugün bile unutmadığım yoğunlukta bir iç sıkıntısına dönüşmüştü. Dahası bu depresyon ve sağ olsun bu depresyonu güzelce besleyen birtakım metal grupları sayesinde pek çok şeyden nefret eder hâldeydim. Belki de pek çok metalcinin hayatının bir döneminde, ergenliğinde yaşadığı şeylerdir ve ben bunu nedense 19-20 yaşlarında yaşıyordum. İnsanlara baktığımda hepsinin benden çok uzakta olduğunu hissediyor, onlarla bir arada olmaktan rahatsızlık duyuyordum. Elbette ki sonradan aştığım ve normale döndüğüm bu durum, o zaman için belki de içten içe bir çekiciliğe bile sahipti. Kafamın içinde olan bitenleri, hayal gücümün derinliklerindeki şeyleri hiçbiri bilmiyordu. Dinlediğim müzik onların dinlemediği, dinleyemeyeceği, “anlayamayacağı” kadar sofistike ve özeldi. “Ben neler düşünüyordum onlar neler düşünüyordu…” İşte bu yarı kibir yarı hayat bilmemekle bezeli şaşkoloz dönemde o otobüste giderken kulaklığımda “Misanthrope” vardı sanki ruh hâlime uygun olsun diye planlamışçasına. “Misanthrope… hater of mankind”. Acaba ben de bir mizantrop muydum? İnsanlardan nefret edişim psikolojik bir rahatsızlık boyutunda mıydı? Onlara bakınca olumsuz hislerle doluyordum, ama arkadaşlarımı ve ailemi çok seviyordum. Onu ne yapacağız? Hayran olduğum bir dolu müzisyen vardı. Sabahlara kadar oturup muhabbet ettiğim, görmeyi sabırsızlıkla beklediğim dostlarım vardı. O zaman ben bir mizantrop değildim. Ama olsaydım da fena olmazdı ha… “Mizantrop”. Söylemesi bile çekici geliyeh…

Perennial Quest

İki tatsız örneğin ardından sonunu güzel getirelim. Hayatta en çok manevi değer atfettiğim şarkı olan “Perennial Quest”i de albümdeki diğer şarkılarla birlikte yüzlerce kez dinlemiştim. Yazının en başlarında da dediğim gibi DEATH’e dair her şeye bayılıyordum, her şarkı bana başka hiçbir grubun hissettiremediği şeyler hissettiriyordu ve bu eşsiz deneyimi yaşamaktan büyük zevk alıyordum. Bazen çok alakasız, beklemediğiniz bir anda, hiç de öyle derin düşüncelere kapılma planınız yokken kendinizi kallavi bir zihinsel yoğunluk içinde bulursunuz. Benim için de o gün bu özel anlardan biriymiş meğer. Yazlıkta bir gece yarısı arkadaşlarla evlere dağıldıktan sonra evden CD çalarımı aldım ve eve çok yakın olan sahile inerek iskeledeki banka oturdum. Etrafta kimsecikler yoktu, hayatta en sevdiğim -hatta imkân olsa ölünce gömülmek istediğim- yerdeydim. Okulun, Bursa’nın sıkıntıları çoktan yok olmuştu. Arkadaşlar vardı; anneannem, dedem vardı. Şimdi mutlu olma zamanıydı. Yaz bitip de okul başlayınca tekrar delikanlı gibi herkesten nefret etmeye başlayabilirdim. 2000 yılı civarıydı. “Misanthrope”u anlatırken bahsettiğim durumları düşünürsek, gerçek anlamda bir mizantrop olmadığımı gördüğüm ve arkadaşlarımla, ailemle süper zaman geçirdiğim günlerdi. Canım “Crystal Mountain” dinlemek istemişti. Şarkıyı açıp hafif esen rüzgâr eşliğinde kapkaranlık denize baktım. Chuck “Inflicting wounds with your cross-turned dagger” dedikten sonra giren melodi tüylerimi ürpertiyor, kısa süre öncesine kadar arkadaşlarla aldığımız alkoller de eklenince müthiş keyifli bir an yaşıyordum.

O bitti, “Misanthrope” başladı. Bursa’yı hatırlamak istemediğimden şarkıyı geçtim ve “Perennial Quest”i de dinleyip gidip yatayım dedim. İşte daha önce defalarca dinlediğim o “Perennial Quest” o anda bana öyle bir şey yaptı ki bırakın bu müziğin benim için çok daha önemli hâle gelecek olmasını fark etmeyi, “Misanthrope”ta bahsettiğim hislerin bile belli oranda temizlendiğini düşünmeye başladım.

The journey begins with curiosity
And evolves into soul-felt questions
On the stones that we walk
And choose to make our path
Sometimes never knowing
Other times knowing too much

Daha biraz önce arkadaşlarımla harika vakit geçirmiş, birlikte gülmüş eğlenmiştik. Hayat maliye bölümündeki Envanter dersinin de, Muhasebe II’nin de çok daha fazlasıydı, ancak ben o dersler, o ruh hâli tarafından esir alınmışçasına kendimi içinden çıkılmaz sandığım bir dehlize atmıştım. Şarkı ilerledikçe, o karanlık denize baktıkça en azından o olumsuz düşüncelerden sıyrılmak adına bir şeyler yapmam gerektiğini hissettim.

Filtering out the bad that holds us back…
Take hold of what is true to your hunger
A hunger that will not go away
Plans for tomorrow, they will remain

“Ben bundan daha fazlasıyım” fikri belki de ilk kez orada, o anda, “Perennial Quest”le, Chuck’ın sözleri ve rifleriyle oluştu. Hiç bitmeyeceğini düşündüğüm okulu bir önce bitirip esas yapmak istediğim şeyleri yapma azmi ve ilhamı ilk kez orada geldi. Nasıl olduysa bir anda bambaşka bir kafaya girmiştim ve geleceğe dair içimde umut ışığı doğmuştu. Zaman ilerledi, haftalar aylar geçti ve ben ilk ışığı orada yanan ve sonrasında başka desteklerle de güçlenen bir azimle bitmez dediğim okulu sadece 1 sene uzatarak, aldığım 32 dersin 32’sini de geçerek bitirdim.

Won’t you join me on the perennial quest
Reaching into the dark, retrieving light
Search for answers on the perennial quest
Where dreams are followed, and time is a test

Bu ışığın doğmasına vesile olması sebebiyle de “Perennial Quest”e, Chuck’a, DEATH’e ve genel anlamda metale karşı içimde daha öncekinden de fazla, çok daha yoğun bir bağlılık oluştu. İşte benim albüm incelemeleri yazmamda da, pasifagresif’i açmamda da, şu an kafamdakileri kelimelere dökmemde de etkisi olan şarkı “Perennial Quest”ti aslında. Bu ilhamla birlikte tüm o kötü zamanları geride bırakmak için elimden ne gelirse yaptım, geride bırakmayı başardım ve aradan geçen 20 küsur yıl boyunca da karşıma çıkan her tür zorluğun bir şekilde, elbet bir şekilde üstesinden gelinebileceğine yönelik ilhamla hayatıma devam ettim.

Bana ve başka pek çok kişiye yaşattıkların ve hayatımıza dokunduğun için teşekkürler Chuck. Keşke böyle olmasaydı, yine aramızda olsaydın, ama olmadı. Bu dünya sana sadece 34 yıl ev sahipliği yapabildi. Yine de verdiğin ilhamlar sonsuza dek yaşayacak, bunu da unutma. Yazdığın bir rifle, bir melodiyle ya da sözlerinden aldığım bir ilhamla zaten sürekli aklımdasın, sürekli zihnimin bir yerindesin.

İşte “Symbolic” benim için böyle bir albüm. Bunca yıl sonra bunları yazabilmiş olmaktan, hem de doğum günümde yazabilmiş olmaktan dolayı mutluyum. Uzun zamandır “herhalde artık pasifagresif’e “The Sound of Perseverance”tan daha kişisel bir yazı yazmam” diyordum, demek ki yazabiliyormuşum.

From rivers of sorrow
To oceans deep with hope
I have traveled them
Now, there is no turning back
The limit, the sky

***

symbolic_symbolic

***

hysteresis

Bazı müzisyenler ve gruplar, fazla mükemmel olduklarından, onların albümleri söz konusu olduğunda fikirler de fazlasıyla öznelleşir. İşte Chuck, fazla mükemmel bir müzisyen ve Death de fazla mükemmel bir grup olduğu için bu spora yıllarını veren insanların Death albümleri hakkındaki fikirleri, albümlerin mükemmeliyetleri konusunda aynı olsa da bir noktadan sonra bu albümlerin, bir albümden çok daha fazlasını ifade etmelerinden dolayı fikirler fazlasıyla öznelleşmeye başlıyor. İşte bu bakımdan, benim için de diğer Death albümlerinden bir adım önde olanı “Symbolic”tir. Yazıyı nesnelleştirmek isteyenlerin, fikirlerimi bu katsayıyla bölmeleri gerektiğini belirtmek için kısa bir önsözdü.

“Spiritual Healing” albümüyle başlayan değişim, her geçen Death albümünde kendini daha da fazla hissettirmeye başlıyordu ve Chuck’ın aykırılığı gün geçtikçe daha fazla kişi tarafından fark ediliyordu. İlk iki albüm sonunda, dönemin death metalindeki yaygın konuların aksine, kişisel, felsefi ve sosyal konulara değinmeye başlamıştı ve müziğini de bunun için mükemmel bir araç olarak kullanmayı her albümde daha iyi başarıyordu.

Her albümde, müzikal olarak da death metal klişelerinden bir basamak yukarı çıkıp müziğe yeni boyutlar getirirken besteleri de teknikleşiyor fakat bu teknik, duyguyu öldürmüyor, aksine yoğunlaştırıyordu. Chuck’ın Death’te yaptığı, kişiliği gibi sürekli olarak değişen, gelişen ve arayışı bitmeyen bir müzikti.

İşte düşüncelerinin müziğiyle bütünleştiği şarkılarında da bu arayış ve yolculuktan bahsediyordu Chuck. Keder nehirlerinden okyanusların dibine umutla yaptığı yolculuklarda aradığı soruların cevaplarını bulmaya en çok yaklaştığı ve aynı zamanda yeni soruların da en çok yoğunlaştığı albümdü “Symbolic”.

From rivers of sorrow
To oceans deep with hope
I have travelled them
Now, there is no turning back
The limit, the sky
I ask my questions. Why? What today?
When tomorrow?

Sesinin her albümde biraz daha değişmesi “Symbolic”te de devam etmişti. Artık daha temiz (?) ve daha yüksek perdeden, kâh yırtıcı, kâh ıstıraplı bir vokal yapıyordu ve bu durum yazdığı sözlerle de mükemmel bir uyum yakalayarak duygularını müziğiyle ifade etmesinde sololarıyla birlikte en büyük rolü oynuyordu. Chuck, yazdığı sözlerde albüme de isim babalığı yapacak sembolik öğelerden yararlanmıştı. 1,000 Eyes şarkısında kameralarla donatılmış, özel alanların daraltıldığı gözetlenen dünyadan dem vururken, Crystal Mountain’da dinin ikiyüzlülüğüne, beyinleri körelttiğine ve buna karşı durmak için verilen mücadeleye değiniyordu. Perennial Quest’te ise hayat boyu sürecek olan zihinsel ve kişisel arayışından bahsederken, sekiz dakikalık süresi ve kapanışındaki akustik bölümle bu arayışın müzikal açıdan da gelişerek devam ettiğini haber veriyordu.

symbolic_2

Zaman içerisinde müziğinin değiştiği gibi kadrosu da çok sık değişti Death’in ve nihayet “Individual Thought Patterns” albümünde ideal on bir yakalandı. Perdesiz bas gitarı death metale sokan Steve DiGiorgio gibi bir efsane, “atomik saat” lakaplı Gene Hoglan ve King Diamond gitaristi Andy LaRocque’tan oluşan kadronun zor yanı, böyle meşgul adamları bir arada tutmaktı. Aradan geçen iki yıl içinde bu kadrodan geriye yalnızca Gene Hoglan kalabildi. Bas gitara Florida piyasası basçılarından Kelly Conlon, ikinci gitara da Chuck’ın lise yıllarından arkadaşı olan ve çalışını çok beğendiğini söylediği Bobby Koelble alındı.

Steve DiGiorgio’nun Symbolic’te olmayışı birçokları tarafından albümün en büyük eksiği olarak görüldü, haksız da değillerdi ama yiğidi öldürüp hakkını verelim, Kelly Conlon’ın performansı -bas gitar tonunun da etkisiyle- Death’e yaraşır düzeydeydi. Zaten hemen ertesi yıl Corpsegrinder’lı Monstrosity’nin “Millenium” albümünde de bomba işlere imza atacaktı (bu albümü de dinlemeyen varsa kötü oluruz).

Bobby Koelble ise Chuck’ın yanlış seçim yapmadığını gösterircesine onunla şaşırtıcı bir uyum yakalamıştı. Özellikle Zero Tolerance’taki soloları, kendi tarzını ortaya koyup albüme yaptığı katkı açısından çok iyi birer örnekti. Bu albümde Chuck’ın da patentli soloları zirve yapmış, istenmeyen notalardan arınmış ve vokali gibi hem agresif, hem de duygusal anlar içeren, her şarkıya kendi kimliğini kazandırır hale gelmişlerdi.

symbolic_3

Rif yapıları da soloları gibi kendine has olan Chuck, müziğine köklerinden kopmadan progresif boyutlar katmaya devam ediyordu. Kendine özgü ritim ve ölçü anlayışıyla yazdığı rifler, çok sık tempo ve ritim değiştiriyor, şarkılar dinleyene boyutlar arası yolculuk yaptırırken kafa sallayası gelenlere zor anlar yaşatıyordu; fakat buna rağmen parçaların, önceki albümlere oranla akıcılık kazandığı da dikkati çekiyordu. Bu kadar sık tempo değiştiren şarkılar, Gene Hoglan’ın davulda devleşmesini (!) sağlıyordu.

Dünyanın en yaratıcı death metal davulcularından olan Eugene “Gene” Victor Hoglan II, “Symbolic”in “Symbolic” olmasına Chuck’tan sonra en büyük katkıyı yapmaktaydı. Önceki albümde bir tekne pervanesi çalan Hoglan, bu albümde de davul setine bir M-14 fişeği katarak normal bir insan evladı olmadığını göstermişti. “Atomik saat” lakabının hakkını verircesine tek bir vuruş bile kaçırmadan, mükemmel bir tuşeyle çalıyor, hızlı bölümlerde yardırıp dinleyene adrenalin salgılatıyordu. Zillerle yaptığı oyunlar (fakat 1,000 Eyes’ın “to the left and to the right” bölümünde sağlı sollu zillere girişmesi?) ve kros hâkimiyetiyle de Chuck’ın yazdığı en basit rifleri bile teknik bölümlere dönüştürerek “orda naptı lan?”, “oha zillere bak!” tepkileri eşliğinde insanın Morrisound stüdyolarından albümün davul kayıtlarını isteyip bilahare dinleyesini getiriyordu.

symbolic_4

Albümün, önceki Death albümlerine göre farklılıklarından birisi de prodüksüyondu. Florida death metalinin mabedi Morrisound’da kaydedilen albümün prodüksiyonunu, stüdyonun sahiplerinden Jim Morris üstlenmişti. Yakalanan tonların doğallığı ve temizliği, albümün doğasına cuk oturmuştu ve dinleyene sanki yanı başında çalınıyormuş hissi vermekteydi.

Gitar tonunun çiğliği, özellikle sololarda parlarken, bas gitarın her notasının duyulmasını sağlayan etli ton, Gene Hoglan’ın mükemmel tonlanmış davullarıyla bir olup Symbolic’i Death’in prodüksiyon bakımından o zamana kadarki en başarılı albümü yapıyordu.

Symbolic, iki sayfadır saydığım bütün bu öğelerle death metal tarihinin, hatta tüm metal tarihinin en önemli ve en ilham verici albümlerinden birisi olmuştu. Bana, dinlediğim her şarkıdan sonra “bunu çalmalıyım” dedirten ve nihayetinde bütün şarkılarını baştan sona çaldıran nadir albümlerden biri olup çıkmıştı. Human ve Individual Thought Patterns albümlerinin üzerine Symbolic gibi bir iş yaparak tüyü de diken Chuck’ın kendisine de ilham veren albüm, artık kabına sığmadığını düşünerek Control Denied projesine başlamasına da neden olmuştu.

symbolic_6

Kritiğin sonuna yaklaştıkça, Death diskografisinin de sonuna yaklaşmanın verdiği buruk hisle sonunu bağlamak istemediğim için yazıyı, haddimi aşarak, Chuck’ın death metaldeki yeri ve hem müzikal, hem de düşünsel olarak duruşunu anlatan bir benzetmemle bitirmek istiyorum: Chuck Schuldiner, death metalin Âşık Veysel’idir. Naçizane…

Albümün okur notu: 12345678910 (8.76/10, Toplam oy: 660)
Loading ... Loading ...
etiketler:
  Albüm bilgileri
Çıkış tarihi
1995
Şirket
Roadrunner
Kadro
Chuck Schuldiner: Gitar, vokal
Kelly Conlon: Bas
Bobby Koelble: Gitar
Gene Hoglan: Davul
Şarkılar
01. Symbolic
02. Zero Tolerance
03. Empty Words
04. Sacred Serenity
05. 1,000 Eyes
06. Without Judgement
07. Crystal Mountain
08. Misanthrope
09. Perennial Quest
  Yorum alanı

“DEATH – Symbolic [ORTAK İNCELEME]” yazısına 87 yorum var

  1. handsome says:

    öncelikle puanım 10 üzerinden 15 şunu söyleyebilirim ben rock ve metal dinlemeye başladğımdan bu yana 15 sene geçmiş dinlemediğim grup albüm tür tarz vs neredeyse kalmamış gibi bi ara elimde 1250 full diskografi ve yaklaşık 100 binin üzerinde parça bulunan bi arşivim vardı tabi daha sonra arşivin büyük bi kısmını arkadaşımın harddiskimi düşürmesi sonucu kaybettim şuan 600 diskografi ve 40 bine yakın parça var elimde normalde heavy thrash progressive en sevidiğm metal türleri ancak dönüp dolaşıp bu albüme geldiğimde ilk dinlediğime bir daha ve bir kaç kez dinleme isteği doğdu bende defalarca dinledim ve her seferinde vay anasını bu ne lan böyle dedim zamanın çok ama çok ötesinde bir albüm gibiydi sanki üstelik bunu çok fazla black death gothic doom vs dinlemeyene ve pek sevmeyen biri olarak söylüyorum çünkü bana heavy thrash ve progressive ve hatta glam hep daha güzel daha yakın ve iyi geldi yani o gruplarla iyi vakit geçirdim güldüm ağladım keyiflendim vs ama bu albüm cidden bambaşkaydı ve gerçekten çok güzeldi hani en sevidğim veya en iyi 10 20 albüm vs diye bir liste yapsam kesin bu albümüde katabilirim çünkü müzikal altyapı olarak akılalmaz derecede sağlam yani 90ların ortasnda böyle bi albüm yapılması akılalmaz inanılmaz birşeydi bana göre vesseal en sevidğim ve zaman zaman sevidğim konsept albümlerden sonra evde yalnzken açıp dinlediğim bir albümdür ki chuckın sesi ve vokal gücü inanılmaz habirde bizden sonraki nesillere gerçekten çok kaliteli bir mirastır bana göre tabi onlar severmi beğenirmi dinlermi elbette pek emin değilim çünkü basın yayın organlarında rap denen saçmalığın sürekli köpürtüldüğünü ve bunu kocakoca kanalların yaptıgını görmek son derece rahatsız edici neyse dinleyelim dinletelim sevdirelim aşılayalım edit: death hayranı olmamama ragmen bu kadar uzuzn yazacagımı ben bile tahmin etmemiştim ama ne demişler yiğidi öldür hakkını yeme

  2. Paul Pogba'nın Bir Kolu Uzun Bir Kolu Kısa Forma Altı Tişörtü says:

    İnanılmaz gerçekten. 14-15 yıl önce dinlerken ne hissettiysem şimdi de aynısını hissediyorum, hala tüylerim diken diken oluyor. İnanılmaz, çok başka bir seviye gerçekten.

  3. Yazıyı yayınlarken yayınlanma tarihini 2009′dan 2023′e almak çok korkutucuydu.

    Boba Fett

    @Ahmet Saraçoğlu, Bence şahane bir olay, ara ara eski yazıları böyle günümüze taşımak lazım ki üzerine tekrar konuşalım, tekrar düşünelim, tekrar dinleyelim.

  4. 11jesterhead says:

    Gelmiş geçmiş en kusursuz metal albümü olduğunu düşünüyorum. en şaşaalısı ve ihtişamlısı değil belki ama herhangi bi kusuru yok. tüm alanlarda en iyisi.

    11jesterhead

    @11jesterhead, haha yazıyı okumaya başlamadan yazmıştım ama Ahmet abi bahsetmiş kusursuz olduğunu, şöyle arttırayım o zaman kusursuz olduğunu savunabileceğim tek albüm belki de Symbolic’tir.

  5. dust says:

    Eline sağlık Ahmet abi, doğum günün kutlu olsun.

    Death’in en iyi albümü bence. Daha kompleks veya daha büyük etki yaratmış albümleri var tabii ama bir bütün olarak baktığımda en fazla etkilendiğim bu (gerçi şu diskografiye bakınca bunu söylemeye de çekiniyorum da neyse). 28 yıl sonra kendisinden etkilenen onca gruba rağmen hala bu albüm bu kadar ferah geliyorsa zaten zamansızlığını ispatlamıştır.

    Yalnız keşke şu albümde de Steve DiGiorgio’yu duyabilseymişiz diyorum. Baslar kötü olduğundan falan değil asla ama onunla bu albüm nasıl olurdu merak ediyorum gerçekten.

  6. Yiğit says:

    Bir müzik albümünden fazlası. İçinde her şeyi bulabildiğim bir kusursuzluk. Grubu ilk keşfettiğimden beri değişmeyen favorim.

  7. valthis says:

    Doğum günün kutlu olsun Ahmet.

    Yıllardır severek akip ediyorum yazdıklarını, özellikle de kişisel yazılarını severek okuyorum. Böyle yazılarını en azından özel günlerde de olsa paylaşıyor olman çok mutlu edici.

    Perennial Quest benim için de yeri bambaşka bir şarkı. Hayat boyu sürecek sonsuz umudu ve arayışı somutlaştıran ve biçim veren bir ilham kaynağı. Senin yolculuğuna yazdıklarınla, eserlerinle ortak olmak da bizim için aynı şekilde önemli bir ilham kaynağı oluyor. Sen içinden geldiği gibi, koşulsuz sevildiğini bilerek yazmaya devam et yeter :)

    Bizi de heyecanına ortak ettiğin için teşekkürler. May you have long days and pleasant night on your quest, sai.

  8. Temple-of-death says:

    Favori grubum uzunca zamandır Death. Albümleri arasında ayrım yapamam A’dan Z’ye her şeylerini severim ancak death’i hiç bi zaman süper şarkılar yazan bir müzisyen veya grup olarak görmedim. Genelde nedensizce açarım herhangi bir sıralama olmadan rastgele. Beni cezbeden kısım enstrüman tekniklerinin kullanımı. Bu grup bunun bu türdeki mucidi olabilir ve bu durum benim için aşşırı cezbedici.

  9. Koralp says:

    Doğum günün kutlu olsun Ahmet abi.

    Bu albüme böyle bir yazı yakışırdı. Çok iyi kritik, ellerine sağlık. Yıllar önce ilk dinlediğimde Death’in albümleri nedense ilgi çekici gelmiyordu fakat gün geçtikçe Chuck’ın ne kadar inanılmaz bir adam olduğunu anladım. Death’in açık ara en çok beğendiğim albümü. Zamanın çok ötesinde bir iş.

  10. serkan says:

    her albümü başyapıt olan death benim için herzaman death metalin en önemli gurubu olmuştur favori death albümümse spritual healing

  11. eatthegun says:

    İlk dinlediğim ve en sevdiğim Death albümü bu, ilk kez dinleyip bayıldığım şarkısı da Misanthrope’tu. Bu albümdeki vokaller bence kariyerindeki en iyisi, öncekiler kadar koyu değil son albüm kadar da tiz değil, bir de daha bir CANHIRAŞ. Evet CANHIRAŞ. Daha albümün başında ”I don’t mean to dwell, but I can’t help myself” diye girdiğindeki gibi basit yerlerde bile çok zevk veriyor. Albümün diğerlerinden daha farklı olmasını sağlayan bi önemli faktör de ikinci gitarist Bobby Koelble. Adamın bu albüme çok güzel giden saçma sapan bi tarzı var.

  12. owlbos says:

    Dogum günün kutlu olsun Ahmet abi. Kritik köşesinde albumu görünce önce şaşırdım sonra sebepsiz mutlu oldum.

  13. unanimated says:

    Doğumgünün kutlu olsun Ahmet abi .
    En sevdiğim 3-5 albümden biri, harika kritik.
    1,000 eyes ilk dinlediğim death şarkısıydı 9.sınıftım. neler oluyor baboş ne dinliyorum ben nasıl bir manyaklık bu hissini master of puppets’tan yıllar sona bana tekrar yaşatmıştı.keşke o günlere geri dönebilsem

  14. Hepinize teşekkürler arkadaşlar.

  15. Rzeczom says:

    ilk dinlediğim DEATH şarkısı ve albümü Symbolic’ti. eski en yakın arkadaşım -ortaokuldan- ben liseye giderken slipknot vs. dinlediğimi biliyordu. ‘eğer brutal vokalden, daha sert metal gruplarından vs. hoşlanıyorsan istersen şuna bir bak’ demişti.

    şu an yazdığım masanın başında youtube’dan Symbolic açmıştı. şarkının başından sonuna kadar hiç konuşmadan tekrar tekrar dinlemiştim çünkü ne olduğunu anlayamamıştım ama merak etmiştim. böylece hem DEATH ile hem de ekstrem metal ile tanışmama vesile olmuştu.

    bu yüzden ben de yeri ayrıdır. yeniden bir kritik yazıldığı için teşekkürler. bu gün tekrar bir döndüreyim.

  16. Raddor says:

    Yine kim kritiğini sildirdi diye homurdanarak incelemeye tıklıyordum ki Ahmet abinin doğum günü vesilesiyle yazdığını öğrenerek hoş bir dumur yaşadım. 🎂🎂🎂

    İki kritik olması mantıklı geldi, üç olur, dört olur… Bu albüme şiirler yazılır.

    SO VIVIEEEEEEHHHHDD !!1!
    (SO VIVIEEEHHDD !)

  17. Yiğit says:

    Bazen başka bir death metal albümüne ihtiyacımız olmadığını düşünüyorum. Symbolic tek başına yeter.

  18. Bu albümün fazla dillendirilmeyen en önemli renklerinden biri de Bobby Koelble’ın soloları aslında. Bu albüm Koelble’ın yer aldığı ilk metal albümü ve solo yazımı konusunda kesinlikle çok yetenekli bir insan. Şu gözle bakan oldu mu bilmiyorum ama Koelble’ın bu albümdeki soloları en çok Marty Friedman’ın “Rust in Peace”teki sololarına benziyor. Tarz olarak epey yakınlar, beklenmedik nota tercihleri yapıyorlar ve bu albümdeki bazı soloları alıp “Hangar 18″in falan içine uyarlarsak hiç sırıtmayacağını tahmin ediyorum.

    EmptyWords

    @Ahmet Saraçoğlu, birkaç kere aynı şeyi düşünmüştüm. Ayrıca soloların şarkı içine akıcı biçimde yedirilmesi de oldukça benzer bence.

    eatthegun

    @Ahmet Saraçoğlu, Aynısını düşünüyorum özellikle Zero Tolerance’ta falan tam bu tarz sololar var çok benzer flowları var friedmanın sololarıyla

Yorum Yazın

*

"Yaptığım yorumlarda fotoğrafım da görüntülensin" diyorsan, seni böyle alalım.
Pasif Agresif, bir Wordpress marifetidir.