# - A - B - C - D - E - F - G - H - I - J - K - L - M - N - O - P - Q - R - S - T - U - V - W - X - Y - Z
Son Haberler
Anasayfa    /    Kritikler
MAKALE: METAL MÜZİKTE “ANLATI ÇATIŞMASI”
| 21.11.2022

Anaakım Anlatılara Karşılık “Bireysel” Anlatılar ve Nüanslar.

Emir Şekercioğlu

Bir süredir video ve röportaj gibi kanallar aracılığıyla denk geldiğim birtakım söylemler beni ister istemez metal müzik medyasında dolanan türlü anlatılara yönelik düşünmeye itti. Metal müzik ve medya ilişkisinin burada yazılmış olan nice albümün incelemesi altında tartışıldığı malum, hele ki black ve death metal gibi bu müziğin ekstrem uçlarında geçiyorsa konu.

Fakat beni bu yazıyı yazmaya sevk eden esas mevzu, yakın bir zamandır üst üste denk geldiğim demeçler sebebiyle bildiğim bazı şeylerin eksik ya da yanlış olduğunu göstermesiydi.

Doğru bildiğiniz bir şeyin yanlışlanması ya da iyi bildiğinizi düşündüğünüz bir şeyin eksik taraflarının olması çoğu durumda kişiye şunu düşündürtebiliyor; “Ben bunu neden böyle biliyordum o hâlde?”. Bu şekil bir sorgulama da doğal olarak aklımızın bir köşesinde yer etmiş belirli anlatılar çerçevesinde düşünmeye itiyor.

Değinmekte olduğum konuya ilişkin aklımdaki ilk kıvılcımları yaratan hadise, Glen Benton ile yakın zamanlarda yapılmış bir söyleşi olmuştu.

İlgilenenler için linkini yazının sonundaki kaynakçada bırakacağım. Açıkçası bu röportajda Benton beni epey şaşırtan bazı şeyler söylüyordu. Örneğin, zamanında Deicide frontmaninin neredeyse Nasty Savage ya da Morbid Angel’ın vokalisti olacağını biliyor muydunuz?

Beni açıkçası ikinci ihtimal çok daha fazla heyecanlandırmıştı çünkü Benton’ı bir Morbid Angel frontmani olarak düşünmek ister istemez kafamda çok değişik albüm ihtimalleri doğurmuştu. Nitekim bu olmadı, çünkü Glen Benton kendi ifadesine göre başkalarının direktifleri doğrultusunda çalışmayı isteyecek biri değildi. Bu nedenle de Deicide onun için biçilmiş kaftandı.

Naklettiği anekdotlardan ilginç olan bir başka noktaysa grubun “Legion” albümü hakkındaydı. Müzisyenin kişisel görüşlerini aktarmadan evvel kısaca, söz konusu albümün hem 90’lı yıllarda çıkan death metal albümleri içinde hem de grubun kendi kariyeri nezdinde ne kadar üst bir noktada durduğunu hatırlayalım. Bu durumda Benton’ın söyledikleri daha da ilginçleşiyor, çünkü “Legion”ın tam da bu statüye erişmesi için çıkış tarihinin üstünden en azından bir “4-5 sene kadar geçmesi” gerekmişti. Benton’a göre Deicide dinleyicileri, grubun ilk albümüne öyle takılı kalmıştı ki “Legion”ı ancak böyle bir zaman zarfında dinleyip sindirebilmiş ve sonrasında sevebilmişlerdi. Günümüzde dinlediğimiz albümlerin sayısı ve çeşitliliği düşünüldüğünde gerçekten vurucu ve şaşırtıcı bir detay bu. Albüm inceleyen insanların zaman zaman üzerinde düşünmesi gereken bir nokta bence, çünkü yeri geldiğinde düşük ya da ortalama puanlar verdiğimiz bazı çalışmalar üstünden seneler geçince bambaşka bir hâle bürünebiliyor. Bugün hemen hemen hepimizin, yayınlandığı dönemde doğrudan hak ettiği takdiri aldığını düşündüğümüz “Legion”ın o zamanlarda gerçek konumu Benton’ın dediği şekilde. Hâliyle o dönemin metalcilerinin, sonraları “Once Upon the Cross” ya da “Serpents of the Light” albümlerine ne laflar etmiş olabileceğini varın siz düşünün. Yerin dibine sokmuşlardır. Oysa bugün, Deicide’ın ilk dört albümü Florida death sahnesinin temel işleri arasında yer alıyor genel kanıda.

Okuduklarım içinde beni etkileyen ikinci anlatı bir zaman Nocturnus’un, şimdiyse Nocturnus A.D.’nin başını çeken Mike Browning’in Bardo Methodology’e verdiği röportajdı. Bu röportajın doğası da esasen, Morbid Angel’ın “gerçekte” ilk albümü olan “Abominations of Desolation” hakkında verdiği bilgiler sebebiyle bir o kadar ilginçti. Yaygın anlatıya göre “Abominations of Desolation” teknik sıkıntıları ve prodüksiyonu itibarıyla Morbid Angel’ın bir albüm olarak yayınlamaktan vazgeçtiği ve esasen albüm yerine “demo” demeyi tercih ettiği bir çalışmaydı. Nitekim, Earache Records tarafından yayınlandığı tarihe baktığımızda sene 1991, yani grubumuz alfabetik giden albümlerinin “A”sını ve “B”sini hâlihazırda çıkarmış bulunuyor. Bahsedilen “demo”nun bir albüm olarak yayınlanmama gerekçesine ilişkin paylaştığım anekdotun özü de aslında Trey Azaghthot’a ait. Verdiği röportajlarda Azagthoth durumun bu şekilde olduğunu belirtiyor. Fakat Mike Browning’e göre durum farklı. Hatta, oldukça farklı.

Browning’in iddiasına göre “mevcut bir olayın ortaya çıkışına değin” esasen Morbid Angel’ın bünyesinde “Abominations of Desolation”a ilişkin Azagthoth’un bahsettiği gibi bir yargı mevcut değildi (teknik sıkıntılar, prodüksiyon yetersizliği vs gibi), tersine grup ciddi ciddi yayınlamayı düşünüyor malum çalışmayı ilk albüm olarak. Peki ne oluyor da sonraları bu fikirden vazgeçiliyor? Browning, kız arkadaşını Trey Azagthoth ile basınca önce Azagthoth’u kendi deyimiyle “duvara yapıştırıyor”, bu da hâliyle Mike’ın grup ile ilişiğinin kesilmesine yol açıyor. Yayınlanacak albümün bir “demo”ya çevrilmesi de bu gerginliğin akabinde gerçekleşiyor. Neticede Browning gruptan ayrılınca, hâlihazırda Morbid Angel’da ürettiği materyaller grubun bünyesi içinde kalmış olduğundan geriye sadece başka bir davulcu bulmak durumunda kalınıyor. Mevcut boşluğa Pete Sandoval geçip çalışmaların bütünü eli yüzü çok daha düzgün bir prodüksiyona kavuşunca bildiğimiz “Altars of Madness” meydana geliyor. Belirtmek gerekir ki Sandoval’ın bu albümde çaldığı davul kalıpları esasen, belirli istisnalar dışında Browning’in “Abominations…”da çaldıklarının teknik anlamda mükemmelleştirilmiş versiyonundan başka bir şey değildi. Sandoval’ın davulculuğundaki esas yaratıcı unsurları bu yüzden “Blessed Are the Sick” albümünden itibaren görmeye başlıyoruz.

Hadiselerin bu şekilde cereyan ettiğine yönelik Browning’in bir diğer iddiası da “Altars of Madness”daki vokallerle alakalı. Herhalde David Vincent’ın bu albümdeki vokallerinin “Blessed Are the Sick” ve “Covenant”tan ne kadar farklı olduğunu fark etmeyen yoktur. Bunun sebebine ilişkin yaygın anlatının ne dediğine bakalım önce; “sigarayı bırakmak”. Grupla olan macerasının çok erken evrelerinde, takribi “Altars of Madness”dan kısa süre sonra Vincent gerçekten de sigarayı bırakıyor ve bunun sesini çok daha kuvvetlendirdiği, brutalleştirdiği iddia ediliyor. Hâliyle Vincent’ın “Altars…” sonrası değişen sesi buna yoruluyor. Fakat Browning’in fikri yine çok farklı, çünkü Vincent’ın esasen “Altars…”da kendisini imite ettiğini, çünkü MA’nın sonraki albümlerinin de göstereceği üzere gerçek sesinin aşina olduğumuz derin brutal yapıya daha yatkın olduğunu öne sürüyor. İşin burasında bazı okuyucular, Browning’in biraz “Metallica’dan Kovulmuş Mustaine Sendromu” yaşadığını düşünebilir ki bir nebze haklıdır da. Ancak “The Key” ve “Altars of Madness” albümlerini biraz karşılaştırmalı dinlerseniz Morbid Angel’ın Nocturnus’un tarzını yer yer çağrıştırabilecek tek albümünün de hangisi olduğunu rahatlıkla görebilirsiniz (gerek enstrüman gerekse vokal performansı olarak). İki albümün belli başlı parçalarında çok karakteristik özellikleri olan bazı riflerin ortak şekilde yer alması, birinde çok daha dominant olsa da her ikisinde de bir klavye/efekt kullanımının olması (“Chapel of Ghouls”da Brunelle solo atarken malum rifi takip eden o klavyeden/efektten bahsediyorum) ve gerçekten de çalışmalarda yer alan iki vokal stilinin de death growl’dan ziyade daha çiğ, hırıltılı ya da İngilizcede “raspy” diyebileceğimiz ölçüde bir benzerlik taşıması sanki Browning’in söylediklerini doğrulamaya daha yakın gibi. Peki bunları neden anlatıyorum? Anaakım anlatılarda “Altars of Madness”dan bahsedilirken Mike Browning’e hak ettiği itibar neredeyse hiç verilmediği için. Hâlbuki Metallica’ya o kadar sızlanan Mustaine’in “Kill ‘Em All”da ne kadar emeğinin geçtiğini bugün herkes biliyorken, benzer durumun Browning üstünden Morbid Angel nezdinde pek bilinmemesi fazlasıyla ironik.

Hızlıca, başka bir anaakım anlatıya odaklanalım şimdi. Bu sefer konumuz “Chuck Schuldiner”. Konuşmasından naif tabiatına ve özellikle de müziğinin derinliğine değin dünya çapında sayısız metal müzik dinleyicisinin ve sanatçısının gönlünde taht kurmuş bir isim. Cenazesine gelen isimlere şöyle bir bakıldığında bile bu net bir şekilde görülüyor. Ölen köpeği için şarkı yazan, röportajlarda yeri geldiğinde şirin tişörtler giyip o karanlık death metalci imajını protesto eden, son derece mütevazı (“The Godfather of Death Metal” yakıştırmasını reddetmesi) bir kişilik olarak, anılmayı hak ettiği bir güzel insan imgesiyle örülü. Ölüm tarihi, her yıl sayısız Death fanı tarafından çeşitli platformlarda bir anma vesilesine dönüşüyor. Benim de keza felsefeye gerçek anlamda ilgi duymamı sağlayan kişilerden biri Nietzsche ise diğeri de yazdığı şarkı sözleri sebebiyle Schuldiner’dır. Bu sözlerindeki belagat ve aforizmik stil sebebiyle Chuck Schuldiner gerçekten görülebilecek en iyi söz yazarlarından biri. “Liessss!!!” diye kükrediğinde bile kişide, bu şahsın yalanlardan öfkeyle bahseden sıradan bir kişi olmadığı izlenimini uyandırıyor. Ama tam da durumun geneli böyle olduğundan ötürü sanırım, sözgelimi “Death by Metal” belgeselinin bazı açılardan gösterdiği ya da Martin Van Drunen’in kimi açıklamalarında müzisyene ilişkin dile getirdiği “birtakım tatsız taraflar” ilk etapta gözden kaçıyor, unutulabiliyor. Bu mecralarda anlatıldığına göre ciddi anlamda mükemmelliyetçi olan Schuldiner, bazen işin dozunu kaçırıp kalp kırabilen ya da fazla mızmızlanan birine dönüşebiliyormuş. Örneğin Van Drunen bir röportajında, içinde Death ve Pestilence gibi dev death metal gruplarının yer aldığı bir Avrupa turnesinde Chuck’ın bir olaya aşırı sinirlenmesinden ötürü sahneye çıkmayı reddederek seyirciyi hem büyük hayal kırıklığına uğrattığını hem de epey kızdırdığını anlatıyordu. Toparlayacak olursak, “Her ne yaşamış olursa olsun, bir profesyonel olarak o sahneye çıkmalı ve müziğini yapmalıydı” diye özetleyebileceğimiz bir şekilde Schuldiner’ı eleştiren Van Drunen, bu açılardan müzisyenin “sempatik bir adam olmadığını” dile getiriyordu.

“Death by Metal” belgeselinde Gene Hoglan, Chuck’ı kızdırmış oldukları bir olay neticesinde (detaylarını şimdi hatırlayamıyorum) kendisiyle beraber bütün “Symbolic kadrosunun” (Basçı Kelly Conlon ve gitarist Bobby Koelble) kovulduğunu anlatıyordu. Neticede “The Sound of Perseverance” kadrosunda bu isimlerin hiçbirisi yer almayacaktı. Öte yandan Sein Reinert, “Individual Thought Patterns” projesinde ya da daha genel olarak Death’te artık yer almayacağını esasen Death’in hâlihazırda Gene Hoglan’la davul kayıtlarına başladığını söyleyen bir telefon konuşması neticesinde öğrenmiş ve buna hem şaşırmış hem de kırılmıştı. Schuldiner’ın özellikle “Spiritual Healing” sonrası grup arkadaşlarından gördüğü “ihanet” sebebiyle (Terry Butler ve Bill Andrews) Death albümlerinde çalacak kişileri sürekli değiştirdiğini ve grubun bir noktadan sonra “Chuck’ın projesi” hâline geldiğini biliyoruz. Mükemmelliyetçiliği ve olağan şartlarda cana yakın tabiatıyla hem müzisyenliğini hem de insaniyetini takdir ettiğimiz Schuldiner’ın, “Death by Metal” belgeselinde aşina olmadığımız bu yanlarını görmek şüphesiz kişilere veya gruplara yönelik anaakım anlatılarla o grupların bünyesindekilerle bir şeyler paylaşmış kişilerden duyabileceğimiz “bireysel” anlatılanların ne kadar farklılaşabileceğini göstermesi açısından epey çarpıcı.

Bütün bu vakalar/söylemler; metal müzik camiası içinde ifade edilen bazı genel yargıları, esasen onların antitezlerini görmeden bir kalıp olarak kabul etmeye ne kadar yatkın olduğumuzu da gösteriyor. Çünkü adını anmış olduğum bu çalışmalarla alakalı dinleyici görüşlerine göz attığımda, buna kendiminkileri de katıyorum elbette, gerçekten de belirli görüşlerin sakız gibi tekrar ettiğini görüyorum; “Abominations of Desolation, prodüksiyon ve kayıt olarak kötüydü. MA’da zaten o yüzden yayınlamadı”, “Legion, Deicide’ın zirvesi. Ortalığı salladılar bu albümle” ya da “Chuck melek gibi bir insandı” minvalinde görüşler örneğin. Yalnız şunu da belirtmem gerekir, buraya kadar yazdıklarımın odak noktası değerleri sabit olan şeyleri karalamaya çalışmak değil. Daha ziyade, biraz demodeleşmiş basmakalıp yargıları daha gerçekçi olanlarıyla değiştirmek ya da olagelenle örtüşme ihtimali daha fazla olan anlatıları seçmek. Bu noktaya önem veriyorum, çünkü çoğumuz öyle veya böyle severek dinlediğimiz bu grupların maceralarını okuyor, haklarında çıkan haberleri yakından takip ediyoruz. Bu bilgiler bize medyatik kanallar vasıtasıyla ulaştırılıyor ve medya dediğimiz mecra başlı başına akademik olarak incelenebilecek bir konu, tam da bu anlatı türleri ya da anlatı çatışmaları sebebiyle. Burada “anlatı” dediğimiz hadisenin epey değişken bir yapısı var; grubun içinde olduğu döneme, bir kişinin o grupta hâlâ yer alıp almamasına göre ya da konuştuğumuz bir grubun aktifliğinden şu an söz edip edemiyor oluşumuza göre anlatılar birbirinden çok farklı kimliklere bürünebilir. Bu da doğal olarak müzikle alakalı bir işleyişin kazandığı tarihsel anlatının doğrudan rotasını belirliyor.

Floridalı death gruplarından örnek vermeyi seçtiğim bu anlatı probleminin esasen metal müziğin bütününe yansıtılabilecek çapta geniş bir konu olduğu ortadadır diye düşünüyorum. Tarih, mitoloji, din, edebiyat vs. bunların her birini özünde bir “anlatı” olarak nitelendirebiliriz. Dolayısıyla “metal müziğin gelişim yolculuğu” ya da “metal müzik tarihi” gibi tartışma konuları da gayet birer anlatı olduğundan, metal müzik içerisinde “büyük anlatılarla” karşılaşmamız çok doğal. Öyleyse biraz da metal müzik bünyesindeki büyük anlatılara bir göz atalım:

- Black Sabbath’ın “Heavy Metalin Babası” konumu
- 80’lerdeki “Thrash vs Glam” rekabeti
- 90’ların başında Grunge’ın yükselişe geçmesi
- 90’ların başında Death ve Black Metal’in nezdinde Ekstrem Metal’in yükselişe geçmesi
- 90’lı Yıllarda “PANTERA Fenomeni”
- Norveç Black Metali’nin sansasyonel olayları
- “Black Metal’de ideoloji mi daha baskındır, müzik mi?” tartışması
- Death Metal’in ticarileşmesi
- Heavy Metal ve Satanizm ilişkisi
- Heavy Metal ve Okültizm ilişkisi
- Metal müzikte “Poser’lık”
- Metal müzikte avangartlaşma

Bu başlıkların her biri başlı başına, anlatı çerçevesinde incelenirse sayfalar sürebilecek ayrı ayrı makalelerin bir konusu hâline gelebilir ve bir o kadar hararetli tartışmalara gebe olabilir. Mesele aslen hangi anlatının daha doğru olduğu da değil, çünkü her anlatıda belirli bir miktar doğruluk bulmak mümkün, bir o kadar da yanlışlık. Ancak bu başlıkların içinde yer alan bazı anlatılar, özellikle güncel bir perspektiften incelendiğinde ve o minvalde kaynaklara bakıldığında sorgulanmaya daha açık hâle geliyor.

Misal, “80’lerdeki Thrash ve Glam rekabeti” çoğu durumda birbiriyle kanlı bıçaklı olan iki farklı kesimin müzik piyasasında zirveyi oynama mücadelesi olarak yansıtılıyor. Bu iki kanadın baş temsilcileri olan Metallica ve Mötley Crüe arasındaki o döneme mahsus atışmalar da bu “anaakım argümanı” destekler nitelikte şüphesiz. Hâliyle medya karşımıza, birbirini ölümüne sevmeyen ve bu iki grubun fanlarının da birbirinden sanki ölümüne nefret ettiği bir kutuplaşmanın varlığını ortaya koymaya çalışıyor. Böylece bir anaakım Thrash vs Glam anlatısı meydana geliyor. Ancak gerçekte olan şeye baktığımızda, aslında iki tarafın da o çetin rekabet ortamı içinde birbirini beslediğini ve hatta ilham verdiğini görüyoruz.

80’li yıllarda thrash gruplarıyla yapılan röportajlara baktığınızda çoğunun glamcilerle alay ettiğini ya da onlara laf soktuğunu görürsünüz. Ancak sonra Flotsam & Jetsam’ın “Doomsday for the Deceiver” parçasının girişine baktığınızda çalan pasajın, aslen Mötley Crüe’nun “God Bless the Children of the Beast” parçasının girişinde duyduklarınızın neredeyse aynısı olduğunu fark edersiniz. Başka bir durumda, Metallica’nın “Black” albümde prodüktör olarak Bob Rock’ı çalıştırmasının sebeninin, Mötley Crüe albümü “Dr. Feelgood”u dinledikten sonra çalışmanın kayıt kalitesinden etkilenen Lars Ulrich kişisi olduğunu bir yerde okursunuz. Veya… “Bu iki adam nasıl bir araya gelebildi?” dediğiniz kişiler, içinde harika kahkahaların ve karşılıklı takdirleşmelerin yer aldığı bir podcast’e imza atarlar; James Hetfield ve Nikki Sixx’ten bahsediyorum.

Anaakım anlatıların yarattığı en büyük problem, medyanın da güçlü bir şekilde desteklediği o sert rekabet ortamı içinde didinen müzik tarzlarını/gruplarını/kişilerini birbirinin düşmanı olarak lanse etmesi. Elbette müzik endüstrisini, geçim kaynağı olarak müziği tercih eden kişileri ya da ticari rekabet gibi faktörleri düşündüğünüzde hemen hemen her janrada grupların birbirini ezmeye çalıştığına şahit olmak, kapitalizmin vahşi dinamikleri içinde anlaşılır bir hâle geliyor. Fakat bireysel anlatılara/kesitlere baktığınızda meselenin “sadece bundan ibaret olmadığını” görmek çok kilit bir nokta. Tam burada, “Thrash vs Glam” bahsinden “90’lardaki PANTERA Fenomeni” kısmına geçmek istiyorum.

Metal müzik nezdinde Pantera’nın 1990’lardaki konumu, protest tavrı ve nihayetinde elde ettiği kült mertebesi malum. Dolayısıyla Pantera etrafında şekillenen ciddi bir “anaakım anlatının” varlığını doğrulayabiliriz ki grubun ve genel olarak da metal dinleyicilerinin neredeyse ortak bir görüşe vardığı derecede kuvvetli bir anaakım anlatısıdır bu. Söz konusu önermelere ilişkin hiçbir itirazım olmamakla birlikte birkaç retorik sorum var sadece bu anlatıya ilişkin. Eğer Pantera 90’larda Grunge gibi “metalin kökünü kazıyan” bir türe karşı gerçekten de “metalin bayraktarlığını” yapmışsa, öyleyse Phil Anselmo’nun bir raddede çıkıp Layne Staley’e bir saygı olarak Alice In Chains ile “Would?” parçasını seslendirmesini nasıl yorumlamak gerekir? Pantera özelindeki anaakım ifadeye bağlı kalırsak, o zaman Anselmo metale ihanet etmiş ve grunge’cıların ekmeklerine yağ mı sürmüş oluyor? Buradan varacağımız doğal sonuç, esasen bu “bayraktarlık” ya da “Grunge’ın kök kazıma” olayının büyük oranda medya propogandasıyla şişirilmiş bir anaakım anlatı türü olduğudur. “Hırsızın hiç mi kabahati yok” sorusundan yola çıkarak, “bu algının oluşmasında müzisyenlerin/grupların hiç mi payı yok?” diye de sorabiliriz ve cevabımız çoğu durumda “Evet!” olur. Ancak bu insanların büyük anlaşmalar yapan menajerlere sahip ve büyük kayıt şirketleri bünyesinde para kazanan insanlar olduğunu düşündüğümüzde her kararı “kendi akıllarınca” vermedikleri de zannediyorum ortadadır. Ayrıca belirtmek gerekir ki metal müziğin anaakım medyadaki popülerliğinin grunge vesilesiyle düşmeye başlaması da büyük oranda o dönemdeki taleplerle yakından alakalı. İnsanı, önüne yalnızca sunulanla yetinen pasif, edilgen bir canlı olarak ele almak; “bugün size metal sunuyoruz onu dinleyeceksiniz”, “bugün size grunge sunuyoruz onu dinleyeceksiniz” dendiğinde hepsine standart “Kabuldür” cevabını veren bir canlı olarak görmek de mantıklı değil bana kalırsa. Eğer grunge 90’larda bu kadar büyük bir yükselişe geçtiyse, bunun bir açıklaması dönemin metal müzik dinamiklerinin bir nebze kısır döngüye girmeye başlaması, diğer açıklaması da dinleyiciler nezdinde kendini gösteren yeni taleplerin varlığı olabilir. Müzik endüstrisi de doğal olarak, bu talepler ve yeni arayışlar doğrultusunda kâra geçebileceği mecraların reklamını yapıyor.

Geldiğimz nokta bizi, anaakım anlatıların esasen en büyük kısımlarından birini teşkil eden “janralar arası düşmanlık” olarak özetleyebileceğim, son derece kategorileştirilmiş bir anlatı tipine götürüyor. Bu görüş çerçevesinde, belli başlı metal kolları dinlendiği takdirde yine belli başlı metal veya rock kollarının sevilmesinin bir tepki çekmesi ya da düşmanlık yaratması refleksi var. 80’ler thrash metal furyasının ortaya koyduklarından sonra aynı grupların 90’larda ortaya koyduğu yapıtların ya çoğunun ya da hiçbirinin beğenilmemesi, bu nedenle “dava satma” iddilarının ortaya çıkması bu anlatı tipinin en büyük örneği. Anaakım anlatı burada; hayranlar, müzisyenler ve müzik tarihçileri/gazetecileri arasında öyle bir reaksiyon yaratır ki artık karşımızda bir değil, birden fazla hikâye ya da tarih beliriverir.

Güya “fazla ticari buldukları death metale” karşı gerçek anlamda underground ve protest bir hareket olarak black metali ortaya koyduklarını iddia eden Norveçli öncü black metal topluluklarının da bu minvalde benzer refleksler taşıdığını söyleyebiliriz. Black metal konulu belgesellerin çoğuna baktığınızda, özellikle Varg Vikernes, Euronymous ve Fenriz nezdinde aktarılan anekdotlardan o dönemler death metalin nasıl bir “yozlaşma” içinde olduğu anlatılır. Ticarileşmiştir, karikatürize olmuştur onlara göre death metal. Buna karşılık black metalin sahih, gerçek ve samimi bir ideolojisi vardır.

Death metalin ticarileşmesine tepki olarak black metal yapan janra öncüsü müzisyenler içinde bu beyanıyla tutarlı gördüğüm tek kişi, saçma sapan açıklamalarına rağmen yine de Varg Vikernes’tir. Çünkü ondan başka, black metalin ticarileşmesine karşı böylesi görülür bir tepki ortaya koyan ve ona göre davranan başka bir kişi görmedim o camiadan. Nihayetinde black metali, hatta gitar çalmayı bırakması bile, arkasındaki sebeplerin absürtlüğü bir kenara, görüşleriyle tutarlı bir birliktelikte. Aynı iddiaları zamanında Burzum ile paylaşan Mayhem ve Darkthrone gibi gruplarınsa konunun bu bahsinde nerede durduğu bence açık. Death’in progresif/teknik aşamalarından önceki ilk üç albümlük old school evresinin, Mayhem’in şu anda orijinal kadrodan bugünlere kalmış üyeleri üzerinde ne kadar etkili olduğu Necrobutcher’ın Death tişörtü giydiği eski fotoğraflarından belli. Hatta Mayhem’in halihazırda bir “Evil Dead” cover’ı bile var bugün.

Darkthrone ise Burzum ve Mayhem ile beraber bugün black metalin var olma sebebi olarak açıklayabileceğimiz üç temel gruptan biri olmasına karşın Euronymous ile tanışıncaya değin bir death metal grubuydu. Meşhur üçlemesini yaptıktan sonra 2000’lere geldiklerinde onlar da farklı şeyler denemek istediler nihayetinde. Çünkü onlar da ticarileşmiş, yeni idealler denemek istemişlerdi. Peki Mayhem ya da Darkthrone genel anlamda, bu ticarileşmenin hesabını verdi mi geçmişteki iddiaları üzerinden? Mayhem’i bilmiyorum, ama Darkthrone verdi. Videonun 35. saniyesinde özellikle, Fenriz’in dediğine dikkat edin.

Öte yandan sorunun genel cevabı basit; verilecek böyle bir hesap yok aslında. Çünkü death metal ticarileştiği için black metal yapmak (Norwegian Black Metal), black metal ticarileştiği için black metal yapmayı bırakmak kadar (Varg Vikernes) saçma ve mantıksız bir argüman özünde. Günün sonunda icra edilen şey müzik çünkü, siyasi bir manifesto ya da kalkınma planı değil. Görüldüğü üzere mesele; bu janraların mevcut varlık sebepleri değil, varlıklarını anaakım anlatı çerçevesinde gerekçelendirme yolları. Ancak günün sonunda çok azı, kendisiyle çelişmekten kurtulabiliyor.

Bir önceki dava satma muhabbetine dönersek, “Thrashçiler dava sattığına” göre bugün Lars Ulrich’in Dave Grohl ile röportaj yapması ve beraber her tarzdan müzik hakkında fikir yürütmeleri ya da Chris Cornell’in intiharı sonrasında Dave Mustaine’in bir Megadeth konserinde Cornell için anma tertip etmesi, tam da “dava satmış bu thrashçilere yakışan” hareketler midir? Çünkü anaakım anlatıya (fanlar ve medya nezdinde) baktığımızda Mustaine ve Ulrich bünyesindeki bu thrash gruplarının 90’lı yıllardaki “gevşemesi” kimi çevrelerce affedilmez bir hata olarak lanse ediliyor. Metallica bu süreci “Black” albüm ile başlatırken Megadeth’in ise “Youthanasia” ile doruğa çıkan ve nihayetinde “Risk” ile neticelenen bir macerası var. Yani anaakım anlatıya bakacak olursak, 90’larda değişen müzik zevklerinin haricinde bizzat bu grupların da olaya katkısı olduğu ima edildiğinden hadise bir “dava satmaya” dönüşüyor. Oysa bu adamların hepsi, tarzı ne olursa olsun birbirini bilen, takdir eden, emeğine saygı duyan ve yüz yüze tanıyan kişiler olduklarından aslında kendileri başlı başına “anaakım anlatıların” yaşayan antitezleri hâline geliyorlar. Misal, Schuldiner’ın cenazesine Dave Grohl’un da katılmasını ya da Schuldiner’ın ilaçları/ameliyat masrafları için yapılan para biriktirme organizasyonlarını nasıl açıklayacağız? King Diamond’ın, Dimebag’in, Glen Benton’ın ve Trey Azagthot’un böylesi etkinliklerde yer almasını anlayabiliriz müzisyenlik bağları açısından, ama Dave Grohl? Demek ki ortada başka bir şeyler var.

Hâliyle, birilerinin herhangi bir bağlamda metalin bayraktarlığını yaptığı düşüncesine artık eleştirel yaklaşıyorum. Yazdığım önceki kritiklerde sıklıkla kullandığım “death metalin bayraktarlığı” gibi ifadelere şimdi tekrar bakınca (yakın zamanlardakiler de dâhil) artık bunu komik buluyorum. Eski röportajlarda “bizler birbirimizin rakibiydik” diyen insanların bu demeçlerinden takribi 30, 35 sene sonra “bizler birbirimizi tanıyorduk ve arkadaştık” diye konuştuğunu görünce de artık komik buluyorum. Bütün bu anekdotlar zaten bir bayraktarlık meselesiyle fazlaca çeliştiğinden böyle bir meselenin hiçbir zaman olmadığını; bunun metal müzik dergileri, medyası, fanları ve endüstrisi tarafından uydurulmuş bir anaakım anlatı tipi olduğunu düşünüyorum. Herkesin derdi sancak taşımaysa, o hâlde neden ortada bunu yalanyalabilecek ve paraya göre zaten elli kez değişmiş çok fazla grup var, en büyükleri de dâhil?

Geldiğimiz noktada yerinde bir soru olarak şunu sorabiliriz; “öyleyse anaakım anlatılar, bizim meselenin özünü anlamamızı engelleyen ya da zorlaştıran bir anlatı tipi midir?”. Başka bir deyişle, “anaakım anlatılar düşmanımız mı olmalı?”. Bunun cevabını ben hem “evet” hem de “hayır” olarak verirdim. “Evet”, çünkü yazının çıkış noktasından bakarsak gruplar ve kişiler nezdinde pek çok şeyi yanlış ya da eksik bilmemize yol açıyor bu anlatı tipi. Ama aynı zamanda “Hayır”, çünkü anaakım anlatılar olmadan da meselenin sosyal ve endüstriyel dinamiklerini değerlendirebilecek ya da üstüne kendi fikrimizi inşa edecek bir temelimizin olması çok zor. Bu durumda bir yere kadar, bazı şeyleri yanlış ya da eksik bilmek zorundayız. Şu hâlde ne yapmalı? Ben “bireysel anlatıların” üzerinde daha çok durmanın ve onların sunduğu nüanslara biraz daha kulak kabartmanın tarafındayım açıkçası. Böylece anaakım anlatının faydalı olduğu ve belirli yerlerde doğru söylediği şeyleri reddetmek durumunda kalmayıp, bireysel anlatılardan edindiğimiz makul beyanlarla anaakım anlatılardaki pürüzleri kendimiz için giderebiliriz.

Kapanışa gelmişken böyle bir yazı yazmama sebep olan motifler üstünde kısa bir hatırlatma yapacak olursam şunu söylemek isterim; bugün istediğimiz grupla alakalı çok sayıda bilgiye ulaşma imkânımızın olduğu bir devirde yaşıyoruz. Fakat bu bir avantaj olduğu kadar, okuduğumuz ve öğrendiğimiz şeylerin doğruluğu/tutarlılığı meselesi söz konusu olduğunda bir o kadar da dezavantaj. Hatta, yarın öbür gün bir yerde tüm bu yazı boyunca aktarmış olduğum şeylerden bazılarının yanlışlığını ortaya koyabilecek ya da öne sürebilecek başka materyaller dahi ortaya çıkabilir. Şu an bile. Dolayısıyla belirtmem gerekir ki paylaştığım anekdotların sonucunda vardığım yargılar kesinlikle genel geçer bir kesinlik iddiası taşımıyor. Sadece, belirli anlatılara ve konulara farklı yerlerden yaklaşmak isteyebilecek kişilere bunun mümkün olduğunu ve en azından anaakım anlatılara karşı nasıl argümanlar öne sürülebileceğine ilişkin bir fikir sunma gayesi güdüyor. Tabii en temelde de her zaman belirli zümrelerin sunduklarıyla yetinmememiz gerektiğinin anlatını çizmeye çalışıyor.

KAYNAKÇA
1) Glen Benton’ın “Legion” ve “Morbid Angel Meselesi” hakkındaki beyanlarına ilişkin
2) Martin Van Drunen, “Chuck Wasn’t a Sympathetic Guy
3) Nocturnus A.D., “Bardo Methodology Interview
4) James Hetfield ve Nikki Sixx arasında gerçekleşen podcast’e ilişkin
5) “Anaakım anlatı” ile bağdaşabilecek teorik bir konsept olarak “Metanarrative” ya da “Üst Anlatı”ya dair bir arka plan bilgisi olması için. Dileyenler meseleyi daha ciddi akademik kaynaklardan da irdeleyebilirler. Burada paylaştığım Wikipedia sayfası yalnızca bir genel bilgi maksadı taşıyor.
6) Lars Ulrich’in Dave Grohl ile röportajına ilişkin
7) Dave Mustaine’in Chris Cornell’i anmasına ilişkin
8) Fenriz ve Nocturno Culto’nun death ile black metalin ticarileşmesi hakkındaki demeçleri için

Kaynakçaya Dair Önemli Not: Chuck Schuldiner hakkında önemli anekdotlar sunan “Death By Metal” belgeselini zamanında YouTube’dan izlemiştim ancak şu an ne yazık ki orada mevcut görünmüyor. O yüzden kaynakçaya ekleyemedim. İngilizce bilen ve henüz izlememiş olup konuya ilgi duyanlara bulabilirlerse bir yerden bir şekilde izlemelerini tavsiye ederim.

Albümün okur notu: 12345678910 (8.55/10, Toplam oy: 22)
Loading ... Loading ...
etiketler:
  Albüm bilgileri
Çıkış tarihi
Şirket
Şarkılar
Web
  Yorum alanı

“MAKALE: METAL MÜZİKTE “ANLATI ÇATIŞMASI”” yazısına 18 yorum var

  1. İşlemesi de yorumlaması da zor, yazıya dökmesi çok zaman alacak bir konuyu çok iyi işlemişsin, eline sağlık Emir. Sitedeki en zengin içeriklerden biri oldu, sağ ol var ol. Daha detaylı yorum yapacağım.

  2. deadhouse says:

    Emir hocam eline sağlık keyifle okudum. Bu şeye benziyor: Bir şairin şiiri hakkındaki okumalara ben öyle bir şey kastetmemiştim demesine. Veya bir yönetmenin filmi için yapılan okumalara “alakası yok, böyle bir şey göstermedim” demesine. Eleştirmenler, seyirciler, medya her daim konuşur. Gerek samimi gerek kötü niyetli, gerek tutarlı gerek tutarsız, gerek doğru gerek yanlış. Gerçeği bir tek sanatçının kendisi bilir. Gerisi teferruattan ibarettir. Fakat bu demek değildir ki sanatçılar hakkında kimse yorum yapmasın, kimse farklı bir düşünceye kapılmasın. Nihayetinde insan bazen basit, bazen karmaşık, çoğu zaman da çelişkilerle dolu bir varlıktır. Kimi zaman “insan” (az önce yazdığımın antitezi olacak) kendisi bile gerçeği bilmez. Kendisi bile farkında değildir, kendisini dahi bilmez. Bazen gerçek bulunamaz.

  3. Raddor says:

    Bence metal dinleyicileri bu anaakım anlatıları son yıllarda büyük ölçüde aştı. Bu yazı yıllar önce yayınlanmış olsa burada daha büyük tartışmalar görebilirdik.

    Ben de Lars Mötley Crüe konserini basıp “Iron Maiden” diye protesto etmiş hikayeleriyle büyüdüm. Dedikodu da değildi bunlar, bizzat müzisyenlerin kendileri belgesellerde anlatıyordu. James ve Nikki reyizlerin podcast’ini dinlediğimde ben de şaşırmıştım. Bayağı “o günler beraber ne badireler atlattık hey gidi” modundalardı. “La oğlum siz o zamanlar birbirinizi yolda görseniz pıçaklamayacak mıydınız?” diye hayret etmiştim.

    Artık metal dinleyicileri toplu olarak yaşlandığından mıdır (belki yeni dinleyiciler aynı geyikleri yapıyordur hala) yoksa anlatılar bıkılacak kadar tekrara düştüğünden midir ya da müzisyenler eskiye dair daha samimi açıklamalar yapmaya başladığından mıdır bilmiyorum, bu anaakım anlatılar etkisini oldukça kaybetti gibi geliyor bana.

    Keyifle okudum yazıyı eline sağlık.

    Rust in Peace.

    @Raddor, yeni dinleyicilerde aynı sorun mevcut. Hepsi de klasik klişe tipler neredeyse, hiç değişmiyor. Hala 20-30 yıllık muhabbetler dönüyor metal konusu açıldığında. 7-8 yıldır metal dinliyorum, 1 kişiye denk gelmedim daha gerçek hayatta müzik konusunda pasifagresif kitlesine yakın biri.

    Raddor

    @Rust in Peace., tabi ki PA kitlesi farklı, daha olgun, yine de “Ozzy Osbourne civciv ezmiş”, “Marilyn Manson kendine sakso çekmek için kaburgasını aldırmış” gibi muhabbetler eskiye oranla azaldı gibi geliyor bana.

    00′lı yılları hatırlarsınız hey gidi ne manyak dedikodular dönüyordu.

    Ben Korn dinlerken “Allahım affet n’apayım müzik çok hoşuma gidiyor” diyordum. Kesinlikle tehlikeli adamlardı. İyi ki ABD’de değildik de yolda karşılaşma ihtimali düşüktü. Monk, South Park gibi dizilerde de psikopat gibi sunuluyordu grup elemanları.

    “Korn elemanları hayvanat bahçesine gitmiş, kancaya et takmışlar, hayvanlara eziyet olsun diye iple karşıdan karşıya geçirmişler.” ~ Vikipedi

  4. OblomoV says:

    Sosyal medyanın teorik olarak önüne geçebileceği yanlış anlatıların sönümlenmesi, mitleştirme döngüsünün kırılması gibi olguların uygulamada hiç te öyle olmadığını gördük zamanla hatta bizzat içinde yaşıyoruz. Eskiden kulaktan kulağa anlatın olayların zamanla ne hallere büründüğünü biliriz. Şimdi modern zaman efsanelerini tüketiyoruz.

    Kutuplaştırma ve kitlelerin ilgisini çekebilecek çıkışlara manşete verme medyanın reklam döngüsü içinde her daim satan taktik uygulama olmuştur. Kitlelerin de bunlara balıklama atlaması, yazıda bahsedilen analiz, sentez gibi düşünsel süreçlere üşenmesi veya bunu yapabilecek kapasitede olmaması içinde bulunduğumuz düşünce iklimini yaratıyor. Bunu müzikle birlikte özellikle siyasette ve toplumsal birçok alanda görüyoruz.

    Hep söylenegelen klişe bir tabir olmuştur büyük resme bakmak. Boyalı ve dikkat çeken parçalara bakmaktan bütünü göremiyoruz yada sadece bütüne bakarak onu oluşturan bazı parçaların farklılıklarını yakalayamıyoruz. Bu da bir genelleme tabii yoksa bu derece güzel bir inceleme yazısı yazabilecek biri çıkmazdı içimizden.
    Elinize aklınıza sağlık.

  5. Boba Fett says:

    Medya çok manipülatör, bu şu an bile böyleyse eskiden medya daha da güçlüyken kim bilir nasıldır! Dün bir kaza oldu, belki duymuşsunuzdur üç isim vefat etti, diğer üç isim de yaralıydı, internette bir video ararken yaralıların en popüleri en tanınanı koyulup korkutan haber tarzı bir şeyler yazılmış… Şu durumun korkunçluğunu görebiliyor musunuz? Adamlar tık uğruna insanları manipüle ediyor ya da 60 sayfalı haber yayınlıyor ki reklamdan kazansın. Bu iş ahlakıyla habercilik yapan insanların geçmişte neler yaptığını düşünemiyorum.

    Pop’un Kralı Michael Jackson ve Heavy Metal’in Babası Ozzy Osbourne sanırım bu durumdan en çok muzdarip olan isimlerden birisi, bir diğeri de John Lennon sanırım. Şu şıngırdatma meselesi tamamen kolpa.

    “Daha ucuz koltukları olanlar ellerinizi çırpabilir misiniz? Onun dışında herkes, sadece mücevherlerinizi çıngırdırtsanız yeter.”

    Kraliçe Elizabeth ve Prenses Margaret’in de katıldığı Londra’daki Royal Variety Performance’da söylüyor ancak yıl 1963, bu adamlar Che Guevera değil lan, bu adamlar böyle bir olaydan deli gibi gurur duyacak insanlar, bugün yıl 2022, bir çok sanatçı, entel dantel insan kraliçenin ölümü için taziye yayınladı, sen 23 yaşında Almanya’da boktan barlarda çalarken kraliçe falan seni dinliyor, müthiş bir şey, John bunu protest bir tavır içerisinde değil bildiğin piçliğine, muzipliğine söylüyor ki herkes gülüyor bunu.

    Lemmy farklı uyuşturucu kullandığı için gruptan atılmış, yalan, olay çok daha farklı bir mevzu, yanlış hatırlamıyorsam adam uyuşturucudan yakalanıp grubu eksik mi bırakıyor öyle bir olaylar dönüyor.

    Ozzy Osbourne sanıldığının aksine çok kral bir adam.

    MJ hakkında söylenenlerin çoğu yalan ya da çarpıtılmış şeyler.

    Bu tarz uydurmalar ya da abartılar şüphesiz müziği de sanatçıyı da daha popüler hale getirmiştir fakat ben yeni yeni bu yalanların ne kadar rahatsız edici olduğunu fark ediyorum, çevremde benim hakkımda yanlış düşünüldüğü zaman ya da anlaşılmadığım zaman nasıl rahatsız hissediyorsam bu denli yanlış anlaşılmalara, çarpıtılmalara ne tepki verirdim bilmiyorum, korkutucu.

    Türler arası savaş işleri de çok saçma, aç dinle amk. Bu 20 yıl önce falan hadi 10 yıl önce falan tamam normal kabul edelim de hala bu kafa hakim bazı metalcilerde, acayip poser bir kitle var, hala aynı klişe kavgalar vs.

    deadhouse

    @Boba Fett, Hocam medya eskiden olduğundan çok daha güçlü. Medya her saniye yönlendirme ve manipülasyon halinde. Eskiden dediğin günde bir kez veya iki kez (bazı yerlerde akşam gazetesi) gazete çıkardı ve sınırlı sayıda kişi okurdu o gazeteleri. Görsel medyada ise sınırlı sayıda TV kanalı vardı. Şu an 7/24 gece gündüz insanların hayatlarını yönlendiriyorlar, 7/24 saf insanları kandırıyorlar ya da pardon kandırılmak isteyenlere istediklerini veriyorlar. Böylesi daha doğru oldu sanırım.

    Boba Fett

    @deadhouse, Çok doğru. Medya eskisinden de güçlü. Burada iki problem var bence birincisi biz, herkes eskiden aldığımızın çok daha fazlası ile uyarılıyoruz, bizim bu kadar haberi almamız normal değil, ikinci problem ise yalan ya da bu tarz haberlere, medya okuryazarlığı olmayan halk eskiye oranla daha çok maruz kalıyor. İnternetin ve sosyal medyanın cahilliği bitireceğini, insanlara biraz olsun bilinç kazandıracağını çünkü doğruların çabuk yayılacağını düşünmek gibi komik fikirlerim vardı, bugün hala yakın çevremde boru ya da Lozan’ı falan anlatıyoruz amk.

    Ve en önemlisi de sanırım, eskiden mallığa, aptallığa, salaklığa da bu kadar maruz kalmıyorduk, 15 yıl önce eğer yakın çevrede falansa vs. bir takım şeyler duyuyordun fakat şimdi bu da arttı ve insanların beynini sikiyorlar.

  6. Emir says:

    Güzel yorumlarını ve eleştirilerini paylaşan herkese teşekkür ederim öncelikle. Yazması ve toparlaması biraz zaman alan bir metin oldu. Ama konu nezdinde biraz beyin fırtınası yapmak adına ortam oluşturabildiğimi gördüğüm için de mutluyum.

    Raddor hocam; aslında düşüncelerinde haksız değilsin. Yani metal dinleyicilerinin kendilerini büyük oranda törpülediği konusunda. Geçmişe oranla bence de çok daha iyi durumdayız.

    Fakat herhangi bir isim ya da tartışma konusu vermeden diyebilirim ki çok da uzak olmayan zamanlarda PA’da gerçekleştiğini gördüğüm bazı müzik odaklı tartışmalarda hâlâ bu yazıda bahsettiğim bazı anaakım anlatılarının etkilerini gördüm açıkçası. Halihazırda anaakım anlatılar zaten bir süredir metal müzik nezdinde kafa yorduğum bir konuydu, üstüne bu durumu görünce kendi fikrimi/eleştirilerimi bu yazı nezdinde paylaşmak istedim bir yandan da.

  7. Boba Fett says:

    Chuck hakkında söylenenler doğruysa şayet benim Chuck hakkındaki görüşlerim değişmedi, hala ponçik bir adam olduğunu düşünüyorum. Bu sayılan şeyler olmasaydı zaten Chuck’ın gerçek insan olduğuna inanmazdım, insan hatalarıyla ve eksikleriyle var. Adam bir kere sanatçı ve dahi böyle adamların mükemmeliyetçi ve baskıcı olması çok doğal, kafasındakini yansıtmak istiyor, bunun için de biraz olsun can yakabilir. Emin olun bugün ne kadar yetenekli adam falan dediğiniz isimlerin hepsi grubunda kimseye rahat vermiyordur.

    deadhouse

    @Boba Fett, O konu komik bence. Bu sitede müzisyenleri tanrılaştırıp kusursuz varlıklar olarak gören kimse yoktur zaten. Yani bu duruma şaşırmak garip olur. Aa Chuck kapris mi yapmış hani uzaylıydı?

  8. dice says:

    emeğinize sağlık, yeni bilgiler öğrendim. konular adına ise bir yorumum yok, olanlara geniş bir perspektiften baktırıyor.

  9. Bora says:

    Ana akım medya ya da sosyal medya farketmeksizin içerik üreticileri, iyi pazarlayabileceği hikayeleri, üfürmeye ya da olanı olduğundan çok daha abartılı şekilde aktarmaya, insanoğlunun önemli bir kısmı da temel güdülerini gıdıklayacak bu palavraları sorgulamadan tüketmeye bayılır. Bu sadece insanın hatalı anatomisi ve 2+2 kadar gerçek. Bu illüzyondan hoşlanmayan zihnini eğitmiş azınlıklar olarak da hiçbir zaman değişmeyecek bu genel durumu kabullenmek zorundayız.

  10. Emir says:

    @Boba Fett, Mesele zaten herhangi bir şekilde birinin Chuck hakkındaki görüşlerinin değişmesi/değişmemesi değil. Keza yazının böyle bir amacı da yok.

    Mükemmeliyetçi figürlerin genellikle geçimi zor insanlar olduğunun ben de farkındayım. Chuck belki de yüzlercesinden biri bu noktada. Hatta Michael Jordan gibi bir insan varken bu dünyada, belki Schuldiner’ın bu yönü hakkında konuşmak yersiz bile kalabilir. Ama siz en nihayetinde bu yorumu onu gerçekte hiç tanımamış ve olaylara dışarıdan bakan bir dinleyici olarak yapıyorsunuz. Yazıda bahsi geçen anekdotları paylaşan kişilerse zamanında onun hem meslekdaşı hem de arkadaşı olmuş, onu yüz yüze tanımış insanlar. Dolayısıyla Schuldiner’ı sizden benden çok daha iyi tanıyorlardır. Paylaştığım anlatıları bu gözden değerlendirmenizi öneririm.

    Ricam, yazının neyi vurgulamaya çalıştığını iyi anlamanız. Schuldiner’ı müdafaa etmenize gerek yok, çünkü ben de onu seviyorum ve müziğinin bir fanıyım ki bunları yazıda da bahsettim esasen. Death metal diye bir şeyin varlığını öğrenmemin ve sevmemin sebebi bizzat kendisi. Üniversite ödevlerimde bile onun şarkı sözlerine yeri geldiğinde referans vermişliğim vardır. İmkanım olsaydı, tanımayı en çok istediğim insanlardan birisiydi.

    Boba Fett

    @Emir, Yazımın yanlış anlaşıldığını düşünüyorum, ben birini müdafaa etmek ya da yazıyı eleştirmek maksatlı bir şey yazmadım. Yazdıklarım yazınızdan ya da sizden bağımsız olarak yazıldı. Okuduklarımın çağrıştırdıkları üzerinden bir şeyler yazdım fakat dediğim gibi bunu yazı için bir eleştiri babında yazmamıştım.

    Emir

    @Boba Fett, Öyleyse ben yanlış anlamış ve yanlış değerlendirmişim hocam yazdıklarınızı, kusuruma bakmayın. Yorumunuz ilk bakışta, makalede bahsettiğim bir noktaya eleştiri gibi durduğu için ben de kendimce antitez sundum.

  11. Emre Görür says:

    Yazıyı şimdi okuyabildim.
    Anaakım anlatıdan esas olarak resmi tarihler anlaşılıyor olsa gerek. Klasik avcıların tarihi-aslanların tarihi mevzusuna çıkıyor bir şekilde konu. Güçlü olan, popüler olan bir şekilde kendi tarih versiyonunu kabul ettiriyor. Bu hayatın her alanında böyle. “Abominations of Desolation” örneğinden devam edersem, yaşanan olayı olduğu gibi aktarmak Trey Azaghthot’un işine gelmediği için bir resmi tarih anlatısı uyduruyor, grup için temel referans kendisi olduğu için de ilgili kitle direkt bunu doğru kabul ediliyor. Resmi tarih mittir zaten. Onu eleştirel bir gözle yeniden yorumlamazsanız gerçekte ne olup bittiğini asla anlayamazsınız, olayların kökenlerini, gelişim dinamiklerini ortaya koyamazsınız.

Yorum Yazın

*

"Yaptığım yorumlarda fotoğrafım da görüntülensin" diyorsan, seni böyle alalım.
Pasif Agresif, bir Wordpress marifetidir.