# - A - B - C - D - E - F - G - H - I - J - K - L - M - N - O - P - Q - R - S - T - U - V - W - X - Y - Z
Son Haberler
Anasayfa    /    Kritikler
Ekstrem Metalin Son 20 Yıldaki Atonal Avangartlaşmasına Yönelik Bir Bakış
| 14.04.2022

Atonal kehanet.

Emir Şekercioğlu

Pasifagresif için yazmış olduğum bu ilk deneme yazısı, esasen ekstrem metal müzik nezdinde bir süredir ciddi ciddi kafa yorduğum bir soruya cevap vermeye çalışırken şekillenmeye başladı. O soru da şuydu; “death ve black metal türlerini, 2000’lerin başlarından itibaren sanki aralarında sözleşmişler gibi günden güne yenilikçi, avangart bir doğrultuya sokan sebep neydi?”. Sorunun cevabının aslen Gorguts ve Deathspell Omega gibi türlerinde ciddi kırılmalar gerçekleştirmiş gruplara dayandığını biliyoruz. Ancak burası işin salt teknik ve bir albüm incelemesine tabi olabilecek kısmı. Oysa ne oldu da Gorguts “Obscura”yı, Deathspell Omega da triloji olarak hayat vereceği o müzik felsefesini icra etme kararı aldı? Kompozisyon bazında onları bu derece türdaşlarından ayıran ve bambaşka bir konuma getiren müzikal tutumun, üslubun kaynağını nereden alıyorlardı? Birisi, evvelinde “The Erosion of Sanity” olmak üzere teknik death metal furyasının gözde ama yine de o türün kalıplarına uyan bir albümünü, öteki ise değişim sonrasındaki albümlerine kıyasla bugün adı epey az anılan black metal albümlerinden “Inquisitors of Satan”ı çıkarmıştı. O arada ne oldu iki gruba da? Evet, biraz uzunca bir soru silsilesi oldu. Ama üzerinde düşünmeye değer bir silsile.

David Vincent bir röportajında –yanlış hatırlamıyorsam Morbid Angel’ın ikinci albümünü çıkarmasından kısa bir süre sonraydı– “Ekstrem müzik, ekstrem insanlar içindir” demişti. Grubu Morbid Angel’ın, sayısız Floridalı ve New Yorklu grup ile beraber metal müziğin o zaman dek gördüğü en sert müziği yapan gruplardan biri olduğu düşünüldüğünde bu sözü onun söylemesi gayet anlaşılabilir. Ancak zaman geriye alınsa ve ona gelecekte Immolation, Gorguts, Deathspell Omega, Ulcerate, Oranssi Pazuzu ve Imperial Triumphant gibi grupların yapacağı müziği anlatmaya çalışsa, sanırım onun gibi “Too Extreme!” bir frontman’in bile kafasında bir şey canlanmazdı. Günümüzde daha çok bir country şarkıcısı rolüne soyunması da bu fikrimi güçlendiriyor. Öyleyse bir kez daha sormak gerekiyor; zaten ekstrem olan metal müzik neden daha da ekstremleşme ve müziğinin neredeyse bütün melodik iskeletinde bir soyutlaşmaya ve öz yıkıma gitme ihtiyacı hisseti? Bunu metal müziğin geldiği noktada ilerlemeci bir evrimsel aşama olarak mı görmeliyiz, yoksa başka bir şekilde mi? Açıkçası tam anlamıyla “ilerlemeci” denebilir mi emin değilim, ama ben hadiseyi tarihsel bir yaklaşımdan irdelemeye çalışacağım.

Bir önceki paragrafta Immolation ile beraber andığım o bir dizi grubun ortaya koyduğu müzik sebebiyle, metal müzik dinleyicilerinin çoğunluğu için avangartlık büyük oranda “dezonant” ve “atonal” kavramlarıyla beraber anılıyor günümüzde. Ancak söz konusu avangartlığın dayandığı kökenlere geçmeden evvel işe, bu üç kavram arasında kategorik bir ayrım yapmakla başlayacağım. “Avangart” tabiri bir şemsiye kavram olup, içerisinde belli bir tarzın alışılagelmiş kalıplarını tamamen o müzisyenlerin tercih ettiği doğrultuya dayanarak kıran yenilikçi, devinimsel bir “tutum” iken “dezonantlık” ve “atonallik”; avangart yöntemin içinde tercih edilebilecek üsluplardan bazıları olarak nitelendirilebilir yalnızca. Bu nedenle, ekstrem metal bile yapıyor olsa avangart etiketi taşıyan bir grubun aynı zamanda tümden dezonant ve atonal olduğunu veya aynı şekilde bunun tam tersini iddia edemeyiz. Böylece Ved Buens Ende, Deathspell Omega ve Arcturus gibi birbirinden çok farklı müzikler icra etmiş bu üç grubu da “avangart” etiketi altında görebiliyoruz türlü mecralarda. Ancak avangartlığın aynı zamanda dezonantlığa ve atonelliğe çıktığına ilişkin o algıyı, yaygın kanıya göre büyük çapta ilk kez Gorguts’ın lanetli “Obscura”sı yarattı. Bu günah, herkesten önce Gorguts’a ait. Mevcut durumun nedenine ilişkin açıklama, bizzat söz konusu albümün müziğinde var olduğu için burada başka bir şey söylememe gerek yok.

Algının ikinci aşamasını ise bana göre Immolation’ın kimileri için “en iyi”, kimileri içinse “en vahşi” albümü “Close to a World Below” çalışması tetikledi. Gorguts’ın yapıtı, müziğinin dayandığı o uyumsuz ahenk ile dinleyicilerin ruhunu daraltırken Immolation’ın mevzu bahis yapıtı ise dur durak bilmeyen bir kaos ile aynı işkenceyi yapıyordu. Bugün dahi, kulakları nice kaotik albüm işitmiş insanların büyük çoğunluğunun hazmedilmesi en zor Immolation albümü olarak gösterdiği yapıt “Close to a World Below”. “Vile Luxury” gibi bir albümü dinlerken epeyce “Obscura” uyumsuzluğu koklamamın; “Fas – Ite, Maledicti, in Ignem Aeternum”u dinlerken de “Close to a World Below” terleri dökmemin bir rastlantı olmadığını düşünüyorum böyle bakınca. Dolayısıyla bu iki albümün (Gorguts ve Immolation’a ait olanlar), 2000’lerin başlarından itibaren ekstrem metaldeki avangart atılımların fitilini ateşleyen en temel çalışmalar olduğunu ve hatta daha da ileri giderek bu hususta birer milat olduklarını düşünüyorum.

Dezonant ve atonal olma noktasında süreci tetikleyen iki temel isim Gorguts ve Immolation iken, avangartlığa geldiğimizde ekstrem metal bünyesinde onlardan evvel yapılan atılımların sayısının hiç az olmadığını söyleyebiliriz. Death metal için konuşacak olursak Atheist’den “Piece of Time”, Morbid Angel’dan “Blessed are the Sick”, Cynic’ten “Focus”, Atrocity’den “Hallucinations”, Cryptopsy’den “None So Vile” derken saymakla bitmeyecek bir yenilikçi atılımlar silsilesi görmek mümkün 90’lı yılların ortalarına değin. Black metal kanadında ise “A Blaze in the Northern Sky”, “Filosofem”, “Grand Declaration of War” ve “IX Equilibrium” başta olmak üzere dönemi için kural koyucu ve yenilikçi demirbaş albümler sayılabilir. Ancak bütün bu albümleri büyük oranda “teknik”, “brutal”, “progresif” ya da “ilkel” doğaları üstünden tanımladığımız için esasen manası “bilhassa sanatta yeni ya da deneysel konseptlerin geliştirilmesi” [1] olan avangartlığın kriterlerini de aynı zamanda karşıladıkları gözümüzden kaçıyor olmalı. Gerçekten de “Focus”taki robotik vokalleri ve saykodelik melodileri, “Piece of Time”daki jazz fusion çılgınlığını, “The Key”deki uzaydan gelen klavyeleri ya da “None So Vile”da Lord Worm’un başkalaşım geçiren çığlıklarını ekstrem metal bünyesinde avangart atılımlar olarak görmemize engel olan bir şey var mı? Keza incelemesinde verdiğim yüksek puan sebebiyle bazı site takipçilerinin tepkisini çekmiş olsam da Celtic Frost’un 1987 tarihli ikinci stüdyo albümü “Into the Pandemonium” da saydığım bütün bu albümlerden evvel döneminin şartlarında metalin -özelde ekstrem metalin- avangart yorumu için devrim niteliğinde bir çalışmaydı. İçerisinde metal müziğin kaç farklı alt türünü ya da yorumunu barındırdığı incelendiğinde, grubun ikinci bir “To Mega Therion” yapmasını engelleyen o ezber bozan dürtüsünün daha iyi gözlemlenebilir olacağını düşünüyorum.

Şu hâlde konunun ilk kısmını toparlamak için diyebiliriz ki ekstrem metalin bünyesindeki atonallik ve dezonantlıkla örülü müzikal kurgu, büyük oranda 90’ların ortalarından başlayıp 2000’lerin başlarından itibaren de müthiş bir ivme kazanmışken, bu grupların kimliklerini tanımlayan bir diğer kavram olan “avangartlık” ise izleri çok daha geçmiş yıllara dayanan bir tavır olarak karşımıza çıkıyor. Şimdi burada, bizi konunun ikinci kısmına götürecek olan soruyu sormak istiyorum; “Öyleyse Deathspell Omega’ya satanik bir triloji, Oranssi Pazuzu’ya tabiri caizse “saykodelik black metal?” (Mestarin kynsi) ve Ulcerate’e “Vermis” gibi bir vahşeti yaptırtan o nefes aldırmaz, boğucu, tonal kalıpların düşmanı olan müziği yaptırtan nedir?”.

Gelmiş olduğumuz nokta bizi, ister istemez geriye dönük bir bakışa yönlendiriyor. Atonalliğin, avangart bir atılımla müzik dünyasını ilk kez kasıp kavurduğu, şaşkına çevirdiği bir döneme yönelik geriye bakış. Viyanalı klasik müzik bestecisi Arnold Schoenberg’ün, atonaliteyi klasik müziğin içine soktuğu zamanlara doğru bir bakış…

Schoenberg, başlı başına ayrı bir konu olduğundan ve epey titiz bir çalışma gerektirdiğinden yazmış olduğum bu denemenin doğasından taşacak bir kişilik. Layıkıyla anlatılması etraflıca yazılmış bir makaleye daha uygun düşeceği için ben ondan yalnızca konumuzla ilgili en kilit noktaların altını çizmek adına bahsedeceğim.

Klasik müzikte “İkinci Viyana Ekolü” olarak adlandırılan bir çevrenin en kilit ismi olan Arnold Schoenberg’ün, atonallik deneylerine geçmesine neden olacak enteresan ve bir o kadar ufuk açıcı bir tespiti mevcuttu müzik tarihinin seyri konusunda. Kariyerinin erken evrelerinde “Geç Romantik Dönem” anlayışıyla tonal besteler üreten Schoenberg’e göre klasik müziğin geldiği nokta günden güne debdebesi artan, kaotik ve dezonant bir yapının hakimiyetini göstermeye ve melodi olarak tabir ettiğimiz sesler bütününün böyle bir düzen içinde yeni bir kimlik almaya başladığı bir doğrultuya evriliyordu. Gerçekten de 1800’lü yılları, hemen hemen her sanat alanında etkisi altına almış Romantizm akımı; gümbür gümbür senfonileriyle, operalarıyla ya da keman ve piyano resitalleriyle sözgelimi bir Barok dönemi dinleyicisinin kulaklarının aşina olmadığı ölçüde yoğun bir kakofoni sergiliyordu. Örneğin, dünyaca ünlü keman virtüözü Niccolò Paganini’nin, aşağıdaki videoda Alexander Markov tarafından icra edilen en meşhur eseri olan 24. Kapris’i, kulağı bilhassa metal müzikteki uyumsuz ve işitsel kaosa dayalı parça yapılarına alışkın olan dinleyicilerin ilk elden fark edebileceği bir takım “tuhaflıklar” barındırıyordu.

Paganini ile beraber Romantik evrenin en kabına sığmaz şahsiyeti; aynı onun gibi ulaştığı müthiş virtüözite sebebiyle bu sefer piyano öğrencilerinin kabusu hâline gelmiş Franz Liszt’ti. En meşhur eserlerinden biri olan “2 Numaralı Macar Rapsodisi”, bizlere müziğin yukarıda bahsedilen o uyumsuzlaşmaya, kaotikleşmeye doğru adım adım gidişini seyrettirecek nitelikte bir başka eser olarak karşımıza çıkıyor. Bir noktadan sonra epey hareketli, hatta bir rapsodi olmasından ötürü folklorik dans ve eğlence motiflerini barındıran bu deli dolu eserin öylesine dizginlerini kaybeden, sapıtan, uyumsuzlaşan ve kaotikleşen bir doğası var ki çalan bir melodi eşliğinde eğleniyorken bir anda kendinizi bir tekinsizlik havuzunda yüzerken bulabiliyorsunuz. Valentina Lisitsa’nın aşağıdaki muhteşem performansından görebileceğiniz üzere o adım adım ilerleyen karanlık, yer yerse güçlü oktavlarıyla dinleyiciyi ezen akorlar, triller Schoenberg’ün müziğin geldiği aşama nezdindeki gözlemlerinin ne kadar doğru olduğunu bize gösteriyor.

Bu durum hâliyle, müzikteki konsonans – dezonans dengesinin iyiden iyiye dezonansın baskınlığını kazanacağı bir noktaya doğru ilerlemesini sağlayan o süreci başlatmıştı. Schoenberg’ün ortaya koyduğu ve İngilizcede “Emancipation of Dissonance” (muhtemel bir çeviri önerisi, “Ahenksizliğin Özgürleşmesi”) olarak adlandırılan bir konsept ise bize meselenin daha teknik boyutunu açıklıyordu. 19. yüzyılın sonlarına doğru yüksek bir baskınlığa sahip dezonant yapıların da armonik statü kazanması, müzikteki gerilim – çözülüm (tension – resolution) ilişkisindeki çözülümün geciktirilmesi ve hatta bazen tamamen terk edilmesiyle kendini gösteriyordu. Bu da zamanla dezonant yapıdaki baskın biçimlerin büyük bir otonom edinmesine ve Klasik Batı Müziği’ndeki geleneksel tonal işlevlerin artistik bir tercih üzere zayıflamasına yol açıyordu.

Nihayetinde Arnold Schoenberg takvimler 1908 yılını gösterdiğinde müzik tarihçileri tarafından üç evreye ayrılan kariyerindeki ikinci evreye, yani “free atonality” dönemine geçiş yapmıştı. “İkinci Yaylı Dörtlüsü”nün üçüncü bölümünde ne bir majör ne de bir minör anahtara yer vermeyen besteci, böylelikle ilk atonal denemesini gerçekleştirmiş oluyordu. Bu bağlamda “atonal”, tonal bir merkezi olmayan kompozisyon biçimi olarak kendini tanımlıyordu. Yahudi kökenli olması sebebiyle önce Naziler tarafından direkt tehdit edilen, üstüne müziği “dejenere” tabir edilip yasaklanan Schoenberg, sonrasında Amerika’ya kaçmış ve oradan vatandaşlık almıştı. Müzik kariyerinin üçüncü evresine gelen bu dönemde ise atonalite teorilerini matematiksel bir matriks hâlinde geliştirip daha da sistemleştirdiği “12 Ton Tekniği” ile (“Twelve – Tone Technique”, “Tone – Row System” ya da “Serialism” olarak da biliniyor) hadiseyi daha da karmaşıklaştırıyordu. Bu ilkeye göre bir oktavdaki 8 veya kromatik dizilime göre 12 notanın hiçbirisinin, bir diğeri üzerinde önceliği ya da üstünlüğü yoktu. Dolayısıyla hepsi eşit önemdeydi. Klasik armonide belirli bir gam dizilimine göre yapılan bestelerin kimi akorları melodik baskınlığa sahipken Schoenberg, önce major ya da minör bir anahtarın bulunmadığı, sonrasında da notalar arasındaki “dominantlık” olgusunu kaldırdığı bu sistemle atonal müziğin temellerini atıyor ve müzik tarihinde gerçek anlamda bir devrime imza atıyordu. Kendi deyişiyle bu müzik, “Einstein’ın fizikteki Özel Görelilik Teorisi’nin müzikteki eş değeriydi”. [2] Ancak sonraları tonal besteler yapmaya geri dönen Schoenberg’ün, atonalite sisteminin yeterince anlaşılamamış olduğunu görmesi sonucu öğrencilerine böyle besteler yapmayı yasakladığı söyleniyordu.

Schoenberg’ün, vurucu ve kısa bir pasaj olmasından dolayı “Peripetie” adlı eserini klasik müzikte çarpıcı bir atonal eser örneği olarak burada paylaşıyorum.

Schoenberg’ün, atonal dönemindeki en önemli eserini dinlemek isteyenler “Beş Orkestra Parçası” (“Five Orchestral Pieces, Op. 16”) adlı eserine göz atabilirler.

Bestecinin bu devrimsel buluşları zamanla Igor Stravinski, Sergei Prokofiev vb. gibi 20. yüzyılın nice büyük kompozitörünü etkiledi. Fakat kompozitörün bu avangart buluşunun arkasında, yalnızca klasik müziğin tarihsel seyrine ilişkin bir gözlemci olmasından fazlası da vardı. Özgür atonal denemelerini yaptığı ilk tarihe dikkat edelim; 1908. Yani, I. Dünya Savaşı’ndan 6 yıl öncesi…

20. yüzyılın ilk yarısında iki koca dünya savaşı görmüş insanlığın büyük paradigma değişimleri geçirdiği hesaba katıldığında, dönemin entelektüellerinin buna kuru kuru seyirci kalması elbette beklenemezdi. Hele ki Schoenberg gibi hem bir dahi hem de ilginç batıl inançlara sahip (bu kısma sonra değineceğim) olan kişilikler söz konusuysa sanat camiasında gerçekleşen radikal atılımların arkasında, güçlü değişimlere sahne olacak politik çalkantıların varlığını hissetmek de çok zor olmamalı.

Nasıl ki iki dünya savaşının insanlığı kırıp geçirdiği o yüzyılın ilk yarısında felsefede Varoluşçuluk, Absürdizm; resimde Sürrealizm, Kübizm; edebiyatta Dadaizm gibi entelektüel akımlar – trendler ortaya çıktıysa, söz konusu evrede müziğin payına da düşen “Atonalite” idi. Dikkat edildiğinde, icra edildiği sanat ya da felsefe türü fark etmeksizin bütün bu akımların yerleşik bir sistem tahayyülünü radikal bir şekilde yıktığı, ters yüz ettiği görülür. Varoluşçuluk ile “özgürlüğe mahkum” olur; Absürdizm ile akıbetini bilen “Sisifos’a” dönüşür, Sürrealizm ve Kübizm ile kaybettiğimiz rasyonelliği kutlar, Dadaizm ile kelimelerin rastlantısallığında kaybolur, böylece modern insanın ve Aydınlanma ilkelerinin dayandığı o “akıl ve bilim çağının” çöküşünü yaşarız. Çünkü o savaşları, tam da o çağın insanları getirmiştir. Hâliyle Schoenberg için de Atonalite, bu devasa çöküşün, bunalımın ve paradigma değişmelerinin müzikte en doğru şekilde karşılığını bulduğu yerdi. Atonalite, bir nevi zeitgeist idi.

Çağının ruhunu sezmede olduğu gibi yaklaşan ölümünü sezme noktasında da Schoenberg’ün ayrı bir yeteneği vardı. Az önce bestecinin batıl inançlarından dem vururken, bir noktada mistisizme ve numerolojiye de kayan görüşlerine ufak bir giriş yapmak istedim. İlginç bir şekilde Schoenberg, 13 sayısından ömrü boyunca ciddi anlamda korkmuş. Kökenleri itibarıyla Kabala ve İbrani Numerolojisi üzerinde de bilgi sahibi olan besteci, kaderin tuhaf bir cilvesi üzere 76. doğum günündeyken (7 + 6 = 13), 1951 yılının 13. Cuması’nda vefat etmiş.

Tüm bunlardan sonra Gorguts’dan Imperial Triumphant’a, Deathspell Omega’dan Ulcerate’e değin atonal ve dezonant motiflerin ağırlığıyla müzik yapan bu büyük grupların Arnold Schoenberg’ü bilmemesi mümkün görünmüyor. Ancak beni düşündüren, Schoenberg’ün atonal müziği ve yaşadığı devir arasındaki “uyumlu” ilişkiyi gördüğümde, şayet bir mana çıkarmam gerekiyorsa 2000 sonrası ekstrem metal gruplarının atonal avangartlıklarını nereye koymam gerektiğiydi. Schoenberg ve müziği dünya savaşlarının yıkıcı ve dönüştürücü etkisini müjdelercesine kehanetvari bir hava yayarken, ekstrem metalin son 20 yılında ortaya ağırlığını koyan atonal death ve black metal avangartlıklarını neyin “gelişine” ya da “yaklaşmasına” yormalıyız? Burada işi, içine biraz mizansen de katarak tabii, felaket senaryolarına getiriyorum. Açıkçası yakın geçmişe bakınca da böyle düşünmek için epey bir gerekçe görüyorum. 2020’ye girer girmez gerçekleşen depremler, orman yangınları, peş peşe gelen “yıldız ölümleri” (Sein Reinert, Neil Peart, Kobe Bryant ve kızı), patladığı gibi taş üstünde taş bırakmayan pandemi… Güncel olaraksa Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ile beraber global düzeyde bir gerginlik.

Dinlediğimiz atonal müziklerin, bizleri nasıl bir kırılma noktasına taşıyacağını sanırım hep beraber göreceğiz. Belki de revaçta olan bu atonal devir, evrende ve dünyamızda gitgide artan düzensizliğin bir panoramasıdır. Müziğin her çağda, içinde bulunduğu toplumsal koşullarla yakın bir ilişkisinin olduğunu düşünüyorum, özellikle büyük kitlelere yayılmış ve yaşantılarını etkilemiş müziklerin. Klasik müzik nezdinde konuşacak olursak; kilise müziği (skolastik dönem), Barok (Rönesans), Romantik (Devrim Çağı), avangart –atonal– neoklasik (modern dönem) olmak üzere bütün bu akımlar ortaya çıktığı çağların ve içinden geldikleri toplumların paradigmalarını dışa vuran müziklerdi. Caz ve blues; punk ve hard rock, heavy metal ve ekstrem metal de öyle. Metal dinleyicileri olarak, büyük çoğunluğumuz bu müziği güncel düzeyde en çok ekstrem tarzlarla hayatlarında var ediyor. Ancak o tarzın içinde de bugünün kurallarını koyanlar; bir dönem yapacağını fazlasıyla yapmış ve uzatmaları oynayan Obituary, Mayhem, Morbid Angel ve Cannibal Corpse gibi gruplar değil artık – severek dinliyoruz hepsini yine, o ayrı. Avangartlıkta boyut atlayıp uyumsuz ve kaotik akorlarla kabuslar salarak tonaliteyi öldüren o malum gruplar daha çok bugünlerin iklimini yansıtıyor. Schoenberg’ün önce büyük bir yadırgama sonraysa muazzam bir takdirle karşılanan atonal müziğiyle paralel biçimde, 2000 sonrasının avangart ve atonal ekstrem metal grupları da benzer bir reaksiyon aldı. Bu grupların müziğini önce anlamayan, yadırgayan ve anlamsız bir gürültü olarak gören şahsım da dahil bir çok dinleyici, sonraları o müziklerin muazzamlığı karşısında şaşkına döndü, hayranlık besledi. Bir kez frekansına girebildiğinde yeniden dinlemek istedi, sonra yeniden ve yeniden… Böylece kimisi “Gotham Luxe” dinlerken keyifli bir uykuya daldı, kimisi “Exhale The Ash” dinlerken duygularını tarif edecek kelime bulamadı, kimisi de “Abcission”da metafizik bir arayışa girdi.

Bununla birlikte “döngüsel tarih anlayışını” bilenlerin, bu düşünceyi zaman zaman aklına getirmesine sebep olan birtakım değişimler de yaşanıyor. Bu perspektife göre insanlık, belirli noktalara birebir aynı ölçüde olmasa da farklı biçimlerde sürekli geri dönmekte ve böylece döngüsel bir işleyişi takip etmekte. Konunun bu son kısmını, metal gruplarının tonal ve atonal arasındaki ilişkide konumlanma yöntemleri üzerinden irdeleyeceğim.

“Obscura” ve “From Wisdom to Hate” gibi iki albümden sonra Gorguts, son albümü ve yayınladığı “Pleiades Dust” EP’si ile daha dingin, kendi içinde spiritüel bir tarafı bulunan, çok daha “işitsel” bir doğrultuya kaydı. Son iki Deathspell Omega albümü -sonuncusunu henüz dinlemedim ama sitedeki şahane kritiğine ve yorumlara bakacak olursam- eğer grup radikal bir değişime gitmeyecekse benzer bir durulma refleksine sahne oldu. “Alphaville”, şahsımca Imperial Triumphant’ın “Vile Luxury” gibi bir çalışmaya kıyasla çok daha kolay sindirilebilir ve akıcı bir iş ortaya koyduğu, öncülünün yarattığı o klostrofobik hissi taşımayan bir yapıttı – yine harikaydı tabii. “Stare into Death and Be Still” ile Ulcerate de benzer bir durumdaydı. Immolation ise bana göre “Close to a World Below” ve “Unholy Cult”dan bu yana bir tek “Atonement” albümüyle o benzer klasik mertebeyi yakaladığı, bunun dışında tarzının ve sound’unun; dinleyicileri tarafından günden güne kanıksandığı bir anlayışla krallığını sürdürüyordu. Bütün bunlara bakınca, atonal ve dezonant sıçrayış aşamalarıyla ortalığı karıştırmış bu grupların yine atonalliklerini korumakla beraber daha sakin ve önceki çalışmalarına kıyasla bir tık daha “tonal” olmaya yakın bir müziğe geçiş yaptıklarını görüyoruz. 2000’lerin başlarından şu ana değin geldiğimiz noktada tabloyu bu şekilde yorumluyorum. Öyleyse:

1) Ekstrem metal sahnesi, bu kez de atonallikten peyderpey uzaklaşarak yeniden tonal ve melodik bir uyumsuzluğa doğru dönüş yapmaya mı hazırlanıyor?
2) Yoksa böyle bir geçişi yaşamak bir kenara, farklı atonal sıçramaların yaşanacağı ve arkasında Schoenberg’ün yaşadığı devrin hayaletini görmemizi gerektirecek bir başka ivmeye mi hazırlanıyor?
3) Veya ikisi de olmayan, bambaşka bir şey mi derinlerde uyuyor?

Bekleyip, göreceğiz…

***

[1] Merriam – Webster, “Definition of avant – garde; an intelligentsia that develops new or experimental concepts especially in the arts.”
[2] Wikipedia. “Arnold Schoenberg”.

Albümün okur notu: 12345678910 (8.47/10, Toplam oy: 34)
Loading ... Loading ...
etiketler:
  Albüm bilgileri
Çıkış tarihi
Şirket
Şarkılar
Web
  Yorum alanı

“Ekstrem Metalin Son 20 Yıldaki Atonal Avangartlaşmasına Yönelik Bir Bakış” yazısına 37 yorum var

  1. deadhouse says:

    Eline sağlık. Çok güzel bir yazı. Son soruları ben sorsam 4. bir soru ekler ve müziğin yok oluşuna da cevap aramaya çalışırdım. Bence ciddi ciddi sorulması gereken bir soru bu.

    Metal müziğin giderek atonalleşmesine gelince bence böylesine sert müziğin gerek teknik anlamda gerek duygu anlamında uçlarda gezmeye çalışmaması asıl absürt olacak olan şey olurdu. Bir nevi zorunluluk olarak görüyorum.

    Bence halen üst seviyede bir atonallik gruplarda yok. DsO’nun son albümü, hatta Ulcerate’in son albümü buna örnek verilebilir. Ben yine Gorguts’tan umutluyum. Bence bu atonal işini tüm gruplar arasında en iyi kotaran onlar. Bu konuda klasik müzik eseri bile verdiler.

    İlerleme konusuna gelince, bence bu kesin bir ilerlemedir ve son noktadır. Atonallik sonrası müzik yoktur. Salt geriye dönüş vardır. Zaten Schönberg de bu devrimsel buluşuyla bir nevi müziği öldürmüştür.

    Emir

    @deadhouse, Teşekkür ederim öncelikle.

    4. soru için alternatif tartışma önerin baya iyiymiş hocam. Yalnız zannediyorum üzerinde epey düşünmeyi ve araştırma yapmayı gerektiren bir konu olurdu. Özellikle fizik ve müzik felsefesiyle eş götürülmesi gereken bir tartışma olması muhtemel.

    Metal müziğin uçlarda gezinmesi bahsinde katılıyorum hocam söylediklerine. Dediğin, özellikle ekstrem metalin doğasına epey içkin bir şey, kulağa çok doğru geliyor o yüzden.

    Yalnız, yorumunun 3. paragrafında “halen üst seviyede bir atonallik yok gruplarda” diye belirtmişsin, katılamadım buna. DsO ve Ulcerate’in son albümleri için söylediklerin bana şunu düşündürdü; zaten bu gruplar o son albümlere, geçmişte son derece sert ve atonal bir çizgi izledikten sonra gelmediler mi? Bir noktada durulmaya, es verip sakinleşmeye ihtiyaç duymuş olabilirler. Onlar da insan neticede ve böyle bir müziğin dur durak bilmeden tansiyonunu korumak bana kalırsa gerçekten insan dışı bir olay. Üstelik Gorguts ile ilgili dediklerine ben de imza atarım, ama ben onlarla beraber Imperial Triumphant’ın da konu nezdinde baya iyi işler çıkardığını düşünüyorum. Şimdilik en azından.

    Bu gidişin bir ilerleme olduğuna yönelik şüphemse şuradan geliyor; yazıda da belirttiğim üzere atonal müziğin, aslında Aydınlanma Çağı’nın insanlık için öne sürdüğü “her daim iyi yönde bir gelişmeye dayalı ilerleme” düşüncesinin dünya savaşları sonucu çöküşünden doğmuş olması durumu var. Bir yorum tabii bu, ama meseleye buradan bakınca atonallik bana daha çok ilerlemeciliğe bir tepki gibi görünüyor. “İnsanlığın sonunu getiriyorsunuz, dirlik ve düzeni bozuyorsunuz; öyleyse müzikte neden bir kural ve düzen var olsun” gibisinden bir tepki gibi. Zaten tam da bu yüzden atonallik, dediğin üzere “son nokta” gibi görünüyor.

    deadhouse

    @Emir, Doğrudur, dönemin şartları, siyasi atmosferi vs. rol oynuyor bunda. Zaten dediğin şey üzerinden çok tartışma dönmüş. Adorno’nun atonal müzikle ilgili meşhur bir yazısı var. Caz müziği yerin dibine sokan, atonal müziği yücelten, ”insan atonal müzik dinlemelidir” diyor. Müziksel anlamda, teknik olarak ne kadar çok boyutluysa, müzik dışı da çok boyutlu bir konu atonalite.

    Yiğit

    @deadhouse, https://youtu.be/2FW4cAG036s

    Yazıyla ve atonal metal müzikle alakası yok ama bu müzik sence atonal müziğe göre ilerleme midir yoksa geriye dönüş mü?

    deadhouse

    @Yiğit, İşin uzmanı değilim. Daha çok müzik teorisi okuyan, müzikolog kişilerin karar verebileceği bir şey bu. Tonal-atonal ilk anlamıyla aşırı teknik bir konu olmasına rağmen aynı zamanda çok felsefik, müzik dışı da bir konu. Bir düalite gibi düşün. Her şeyin karşıtının olması gibi. Hegel, Ying-Yang. Bu biraz takınılan tavırla ilgili. Düzen mi düzensizlik mi? Ya da düzen ne düzensizlik ne? Konu çok katmanlı.

    Attığın müziğe gelince takip ettiğim bir sanatçı Ryoji Ikeda. Kendisi zaten basit bir müzisyen olarak tanımlanamaz. Çok başka sularda gemisini yelken açan biri. Şahsen benim için elektronik müzik genç olan tek müzik türü. Bu yüzden yenilikçi adımların atılabileceği yegane müzik türü olarak görüyorum. Diğer müzik türleri yaşlı. Miadları doldu, doluyor. Paylaştığın şeyi tonal-atonal bağlamında değerlendirirsek gelenekçi tarafta duran tonal yapıda duruyor. Ancak bence elektronik müzik açısında gayet vizyoner, yenilikçi, sanatsal bir çalışma. Kendi içerisinde ilerlemeci, ancak tonal-atonalite olarak gelenekçi. Ama zaten Ryoji Ikeda tamamen deneysel, avangart, öncü çalışmaları olan bir insan. Kendisi muhtemelen ilerlemeye tonal-atonal karşıtlığından bakmıyor. Baya baya sanatçı bir adam.

  2. enemyofgod says:

    Böyle güzel seçilmiş bir konuya güzel bir yazı yazılmış, tebrikler. Önümüzdeki günler bol bol okurum.

    Emir

    @enemyofgod, Teşekkürler.

  3. Retrokafa says:

    Black metal o döneme özgü bir işti bence artık bütün çıkan gruplar ‘ekstrem metal’ adı altında çıkmalı ve öyle anılmalı.

  4. D says:

    Emege saygi +rep. Terazine tikladim dostum.

  5. Zeitgeist says:

    Elinize sağlık, kafa açıcı sorularıyla beraber değerli bir yazı olmuş.

  6. OblomoV says:

    Güzel bir yazı olmuş, emeğinize sağlık. Ben de başta uzak durup zamanla sevenlerdenim. Hatta ekstreme türlere girişim de benzer şekilde olmuştu. Önce şaşkınlık ve hatta ürkme, anlam verememe ve saçma bulma, zamanla ilgi duymaya başlama ve anlamaya başladığında gelen hayranlık duygusu. Her zaman gittiğin yoldan değil de yeni açılmış bir patikadan gitme düşüncesi de benzer düşünce ve duygulara gark ettiriyor olabilir. Eğer içinde kesif duygusu barındırmıyorsan o patikanın açıldığı gizli bahçeyi göremeyeceksin.

    Öte yandan tarih tekerrürden ibaret diyerek bu müziğin geleceğine yönelik mantıklı çıkarımlar yapabiliriz belki ama öngöremeyeceğiz yeni kırılmaların gerçekleşme ihtimalini de azımsamamak gerekir.

    Bir de müzikte atonallik ve dizonans kavramlarını detaylı ve iyi anlaşılabilecek şekilde açıklayan yazı veya videolar varsa bildiğiniz, paylaşırsanız sevinirim. İşin mutfağında olmayan biri olarak bazı kısımları netleştirmem lazım.

  7. Emre Görür says:

    Eline sağlık, Emir.
    “Alphaville”in çıktığı dönemde Şilili bir müzisyenle bu konuyu tartışmış ve ona senin yazıda andığın albümlerden bazılarını dinletmiştim. Metalin geçirdiği evrime şaşırmakla birlikte bunun genel bir eğilim olduğunu anlatmıştı örnekleriyle. Yani aynı tarihlerde sadece metalde değil, genel olarak müzikte bir “atonalleşme” eğilimi var. İlk olarak bunu tespit edebiliriz.
    İkincisi, konuya Batı merkezli şekilde bakmamak lazım. “Atonalite” Batı için norm-dışı ama Batı-dışı toplumlar için bu durum geçerli değil. Zaten “atonalleşme” Batı kültüründen, modernizmden uzaklaşma, duruma göre onu reddetme anlamı taşıyor. Özellikle DsO bağlamında bunu kesinlikle göz önünde bulundurmak gerek.
    Yazıdaki tespitlerine gelirsem, “Obscura” ve “Close to a World Below”un milat olduğuna anca kısmen katılıyorum. Müzikal açıdan öyleler, ama yarattıkları etkiler oldukça sınırlı. DsO, Ahmet’in çevirdiği röportajda görüleceği gibi, onlardan etkilenmeden, kendi iç evrimi sonucu üçlemesini ortaya çıkardı ve “atonalite” death metal içerisinde hiçbir zaman çok güçlenmedi. Bu alanda Ulcerate dışında anabileceğimiz çok da isim yok açıkçası. Bu yüzden ben “milat”ı DsO ve black metal’in üçüncü dalgasıyla bağlantılandırıyorum ve Gorguts ile Immolation’ı bunun ön-tarihi olarak görüyorum.
    “Atonal” eğilimin metalde gerilemeye başladığı konusunda çok haklısın. Son 2-3 yıldır karşımıza gittikçe daha az DsO etkili grup çıkıyor. Hatta İzlanda sahnesi bile epey duruldu. Ortam yeni bir ekstrem metal grubunun ortaya çıkıp bütün bakışları kendisine çevirmesi için gayet elverişli.

    deadhouse

    @Emre Görür, Sence gelmiş geçmiş en iyi atonal metal albümü hangisi? Müzik olarak, beste olarak en iyisi demiyorum, salt atonaliteyi en üst seviyede hissettiren ve icra eden.

    Emre Görür

    @deadhouse, müzisyen olmadığım için işin teknik yönüyle fazla ilgili değilim. Beste kalitesi açısından bakarsam “Paracletus” derim.

  8. Henüz konuya dâhil olamadım, en kısa zamanda fikirlerimi yazacağım. Şimdilik, ilgilenenlere Diskord – Doomscapes öneriyorum.

    deadhouse

    @Ahmet Saraçoğlu, O zaman müzisyen birine soralım. Ahmet Saraçoğlu, bir müzisyen olarak sence atonalite seviyesi en yüksek metal albümü hangisi?

    Ahmet Saraçoğlu

    @deadhouse, açıkçası en atonal metal albümü hangisi diye düşünmedim hiç. Yazıda ve yorumlarda bahsedilen grupların dinlenmesi gerek elbette. Adı anılmayan birkaç örnek de benim vermem gerekirse:

    Pyrrhon – The Mother of Virtues
    https://youtu.be/Cg6igS4Oz8I

    Convulsing – Grevious

    Diskord – Doomscapes

    Ion Dissonance – Solace

    Nero Di Marte – Derivae

    Ævangelist – De Masticatione Mortuorum in Tumulis

    Dodecahedron – Kwintessens
    https://youtu.be/GEBXt5iBx10

    Tamamen buna adanmış olmamalarına rağmen Car Bomb, Plebeian Grandstand, Thantifaxath gibi gruplar da örnek verilebilir, merak eden onlara da baksın bence.

  9. Atonallik konusunda kimsenin boy ölçüşemeyeceği şu örneği de unutmayalım.

    https://youtube.com/shorts/Xd_8bpSSR_U?feature=share

  10. deadhouse says:

    Bu soru bana dert oldu. Bilen biri varsa cevaplasın lütfen. Dinlediğiniz en atonal metal albümü hangisi.

    Emir

    @deadhouse, Hocam ne kadar yardımcı olur bilmiyorum ama, ben direkt Deathspell Omega’nın “Fas-Ite…”si ile Imperial Triumphant’ın “Vile Luxury”si arasında gidip gelirdim. Yani “atonallik” bahsinde şu ana kadar duyduğum albümlerin hiçbirisini, müziğini anlamak için sayısını hatırlamadığım derece tekrar tekrar dinlemek zorunda kalmamıştım. Her ikisinde de “dinlediğim bu müzikte bir şeyler var, ama sanki bana ısrarla görünmemeye çalışıyorlar” gibisinden yabancılaşma hissi yaratabilecek bir kafaya girdim. Üstelik, iki albümde de tadımlık denebilecek melodik kısımlar bittiğinde, sonrasında sergiledikleri atonallik çok daha vurucu oluyordu. O yüzden ben bu iki albümü söylerdim dinleyebildiklerim arasında. Ama lütfen bu ikisi arasında beni bir tercih yaptırmak zorunda bırakma :D

    deadhouse

    @Emir, Çok teşekkürler Emir. Tatmin edici bir cevap alabildiğim için mutlu oldum. :)

    Fas albümünü yüzlerce kez dinlemişimdir, Vile Luxury hakkında fikrim yok. Dikkatle dinleyeceğim.

    ismail vilehand

    @deadhouse, benim aklıma gelenler bunlar:

    https://spoti.fi/3OqaaaD

    deadhouse

    @ismail vilehand, Müthiş liste. Çok faydalı oldu bu.

    Noumena

    @deadhouse, bu soruyu kendimce Gorguts- Obscura olarak cevaplayabilirim ancak en iyisi olduğunu iddia edemem. Ama Obscura gerçekten hazmı çokkkk zor bir albüm, uzun dinlemelerden sonra hastası olduğum albümlerden biri.

    deadhouse

    @Noumena, Hocam benim de dinlediklerim arasında o. Obscura’da inanılmaz bir atonallik var.

    12ParmakBağırsağı

    @deadhouse, Aseitas – False Peace olabilir mi? Atonallik ve disonantlık bağlantılı ama farklı şeyler benim anladığım kadarıyla, deathspell omega çok disonantken atonalliği, evet tabii ki ortalama bir gruba göre yüksek ama olayı o değil. Aseitas, Gorguts’un atonallik düzeyi epey yüksek. Portalın mesela ikisi de çok yüksek.

    deadhouse

    @12ParmakBağırsağı, Aseitas’ı muhakkak dinleyeceğim. Önerin için sağ ol.

    deadhouse

    @12ParmakBağırsağı, Aseitas’ı hiç dinlememiştim. Garip bir müzik. Oldukça deneysel. Sevdim. Böylesine deneysel takılıp tam bir ”müzik” elde edebilmek kolay değil. Soundları biraz kararsız ve şarkıların çok akılda kalıcı olduğunu söyleyemem. Ancak önleri bence çok açık. Takipte kalacağım. Bir sonraki albümleri süper olabilir. Ayrıca atonallik konusunda çok iyiler.

    lammoth

    @deadhouse, bunu kendi içinde bir perspektif olarak değerlendirirsek (2014 yılına kadar) en baba örnekler olarak karşımıza aşağı yukarı şöyle bir liste çıkıyor sanki:

    Gorguts – Obscura (1998)

    Angelcorpse – The Inexorable (1999)

    Immolation – Close to a World Below (2000)

    Deathspell Omega – Kenose (2005)

    Ion Dissonance – Solace (2005)

    Negativa – Negativa (2006)

    Arkhon Infaustus – Orthodoxyn (2007)

    Deathspell Omega – Fas – Ite, maledicti, in ignem aeternum (2007)

    Portal – Outre (2007)

    Ulcerate – Everything Is Fire (2009)

    Dodecahedron – Dodecahedron (2012)

    Gorguts – Colored Sands (2013)

    Pyrrhon – The Mother of Virtues (2014)

    Nero di Marte – Derivae (2014)

    deadhouse

    @lammoth, Seksi bir seçki olmuş lammoth kardeşim. Aralarında dinlemediklerim var. Merak ediyorum.

  11. Emir says:

    Yazıya dair yorumda bulunan; vakit ayırıp eleştirilerini, düşüncelerini ve övgülerini ileten herkese teşekkür ederim.

  12. Deathspell Omega’nın atonal etkisi farklı türlerde müzik yapan müzisyenlere de sirayet ediyor. Belli ki baya bir DsO etkisinde kalınmış. 0.41 “Fas – Ite” diye bağırıyor, 4.00′te de “Paracletus” göz kırpıyor.

    https://youtu.be/eP5Qp69MleU

  13. ihsanoird says:

    En atonal albüme karar vermek zor bir iş, baştan sona atonal ilerleyen bir albümü ne kadar süre dinleyebilirim emin değilim, o yüzden daha ziyade besteyi bir ileri katmana taşıyan itici kuvvet olarak kullanıldığında hoşuma gidiyor.

    Misal 70′lerin sonunda Amerika’da yükselen no-wave akımı da atonal müziğin rock’a sirayet etmesinde epey etkili olmuş. Deathspell Omega, Gorguts, Imperial Triumphant vb grupların Glenn Branca dinlemediğini hiç zannetmiyorum. Spotify’da 2010 tarihli görünüyor ama asıl çıkış tarihi 1981. En azından Sonic Youth müziğinde direkt tesiri olduğunu biliyoruz.

    https://open.spotify.com/album/0xaycmPKGzap64nhRDj6gi?si=EmspY5iPSMGRIDvMEx4blQ

    Bi de Virus’ın şu şarkısını baya karanlık ve keyifli buluyorum. (Ved Buens Ende’deki bazı elemanlar kurmuştu yanlış hatırlamıyorsam)

    https://open.spotify.com/track/2JU4FhhEM2OWvsHGUPkm0m?si=64262e4afe6f4d6b

    deadhouse

    @ihsanoird, Acaba ruh hastası mıyım ne kadar atonalse o kadar keyif alıyorum. Sonunda sitede Sonic Youth muhabbeti yapan birini gördüm, artık gam yemem. Muhteşem bir grup, özellikle 80′lerde çıkardıkları albümler beni çok etkilemiştir.

    ihsanoird

    @deadhouse, Gorguts – Obscura’daki atonellik dozu çok yüksek olmasına rağmen bayılıyorum ama her grubun yaklaşımı farklı. Misal geçen sene çıkan Frontierer – Oxidized ve Portal – Avow tarzı daha çok harsh noise’a bulanmış işlerle pek aram yok. Müzik dinliyor gibi hissedemiyorum çünkü.

    Sonic Youth en sevdiğim gruplardan biri. 80′lerdeki dezonant no-wave yaklaşımları kadar 90′lardaki alternative rock’a yön veren işlerini de epey seviyorum.

    ihsanoird

    @deadhouse, pardon sen sanırım alternatif rak konseptini sevmiyordun eski postlarından hatırladığım kadarıyla hahah ama öyle ya da böyle belli bir tür müziğe denk geliyor benim kafamda. Neyse konuyu dağıtmayayım

    deadhouse

    @ihsanoird, Sonic Youth’u direkt alternatif rock olarak kategorilendirmek haksızlık olur. Sevmiyorum demeyeyim de her şey zamanında güzel diyelim. 2020′lerde çekilecek müzik değil. Zamanının ötesinde değilsen, zamanının ruhunu yakalamalısın. Aksi takdirde göze batıyor.

Yorum Yazın

*

"Yaptığım yorumlarda fotoğrafım da görüntülensin" diyorsan, seni böyle alalım.
Pasif Agresif, bir Wordpress marifetidir.