# - A - B - C - D - E - F - G - H - I - J - K - L - M - N - O - P - Q - R - S - T - U - V - W - X - Y - Z
Son Haberler
Anasayfa    /    Kritikler
AGATHODAIMON – Blacken the Angel
| 06.03.2020

Ortamlara geri dönüşünün şerefine.

Oğuz Sel

Bana, “PA için kritik hazırlamanın en güzel yanı neler?” diye sorsalar; “Normalde merak edip bakmayacağım gruplar hakkında fikir sahibi olabilmem, çok acayip albümler keşfedebilmem, bıraksalar bir günde arka arkaya 700 defa döndüreceğim şarkıları kısa süreliğine bekleme salonuna davet edip arka arkaya 700 defa döndüreceğim yeni şarkılara kucak açmam.” şeklinde bir yanıt verirdim. Tabii bazen öyle şeyler oluyor ki bu sıraladıklarım bile ehemmiyet açısından ikinci sıraya düşebiliyor. O “öyle şeyler”den biri, “Cosmic Terror” adlı muhteşem albümüyle tanıdığım The Spirit grubu ve davulcusuna The Metal Archive üzerinden bakarken müzisyenin yer aldığı diğer oluşumun Agathodaimon olduğunu görmemdi. Normalde “ex-“ ön ekiyle yazılması gereken ama normal şekilde yazılan Agathodaimon’ın geçtiğimiz şubat ayında yeniden bir araya geldiğini bu vesileyle öğrendim. Madem grup tekrar toplandı, o hâlde PA’daki Agathodaimon kritik eksikliğini, ucundan köşesinden başlayarak gidereyim ve grubun kimilerince dövülen kimilerince övülen ilk albümünü yazayım dedim.

Sadece black metal için değil hemen her metal alt türü için son derece civcivli yıllardan biriydi 1998. Sanki gruplar, 2000 yılına girmeden önce eteklerindeki taşları dökmek için birbirleriyle yarışıyor, yeni bin yılın yarattığı belirsizlik hissinden uzaklaşıp hâlihazırda güvenli liman olan 1990’larda, müzikal açıdan ellerinden geleni artlarına koymuyorlardı. Metal dünyasının en güçlü kalelerinden Almanya’daki gruplar için de bu durum geçerliydi tabii. Empyrium, dinleyenlerin göz pınarlarını kurutmaya yemin etmiş gibi “A Wintersunset…“ ve “Songs of Moors & Misty Fields“ gibi birbirinden hüzünlü albümler yayımlıyor, Mystic Circle, bitmek tükenmek bilmeyen melodilerle oluşturduğu şarkılarını “Drachenblut” ile sergiliyor, black metalin saldırgan tarafından ziyade üzücü ve acıklı yanına çalışan Agathodaimon ise 1998 yılını “Blacken the Angel” ile taçlandırıyordu.

Daha en başından itibaren kendinizi tarihî bir tiyatro salonunda, sonunu bildiğinizi düşündüğünüz ama bambaşka biçimde sonlanan klasik bir tiyatro eserini tecrübe ettiğiniz izlenimi yaratan “Blacken the Angel” ciddiyetini ve istikrarını elden bırakmayan, ilginç bir albüm. “İlginç” kelimesinin altını doldurmadan olmaz. Bir Alman black metal grubundan pek beklenmeyecek şekilde sözlerinin büyük kısmı Rumence olan yapım, sözler genel itibarıyla anlaşılmasa bile vokalin telaffuzundaki farklılıklarıyla sizi yakalıyor. Böylesine sıra dışı bir karar alınmasında ise grubun klavyecisi Vlad Dracul’un parmağı var. Dracul’un parmağının olduğu bir diğer nokta ise klavyeler diyerek berbat bir espri yapayım ama tabii ki gerçeklik payı var biliyorsunuz. “Blacken the Angel”ın hemen her şarkısı, kurgusal olarak “Ben klavyede yazıldım!” diye haykırıyor adeta. Kimi şarkıların açılışları, kapanışları, trafiğin seyrindeki ani değişimler, gitarların parçalara nasıl katkı sunduğu gibi unsurlar da bu düşüncemi destekler nitelikte.

Agathodaimon’ın albüm boyunca sürdürdüğü trajik müziğin genel olarak orta tempoda seyrettiğini söyleyebilirim. Evet, kimi anlarda mini tempo değişimleri ve davulun da katkısıyla hareketli saniyelere tanıklık edilebiliyor fakat az önce de dediğim gibi karşınızda sanki klasik bir tiyatro eseri var ve sahneler ağır ağır ilerliyor. Bu ifade, akıllarınıza sıkıcılıktan ölüp ölüp dirilen albümleri getirdiyse, “Blacken the Angel”ın o kıvamda bir iş olmadığını söyleyeyim. Her ne kadar 8 dakikayı aşan bir süreye sahip açılış şarkısı, bugün herkesin zaman ayıramayacağı, belki katlanamayacağı bir ciddiyete sahipse de dakikalar ilerleyip 15 küsur dakikalık üçüncü şarkıya geldiğinizde, bu heriflerin aslında neye niyet ederek nereye ulaştıklarını ve sınırlarını kendi belirledikleri müziği, aslında ne kadar da başarıyla hazırlayıp icra ettiklerini kendiniz deneyimleyebilirsiniz. Kendi içinde -pek belli etmese de- birden fazla bölüm içeren “Near Dark”, yapımın ana kolonu değerinde bana kalırsa.

Ürkütücü bakışlara sahip Ophelia müstear isimli hanım müzisyenin vokalleri, buram buram 90’lar kokan klavyeleri, başta “Bu ne böyle karman çorman?” dedirtse de sonradan sonraya alışılan ve anlaşılan besteleri, yırtıcılık konusunda tavizsiz ana vokalleri ve elbette Rumence bölümlere sahip lirikleriyle öne çıkan “Blacken the Angel” cillop gibi kaydıyla, Dornenreich’ın “Bitter ist’s dem Tod zu dienen” albümü gibi kolay dinlenebilir senfonik black metal albümleri arasına katılıyor.

Zaman içerisinde müzikal çizgileri biraz değişime uğramış olsa da Agathodaimon’ın kariyerine nasıl başladığını öğrenmek isterseniz, grubun yeniden müzik dünyasına dönüşünün şerefine “Blacken the Angel”ı en azından bir kez dinlemenizi öneririm.

8/10
Albümün okur notu: 12345678910 (6.22/10, Toplam oy: 23)
Loading ... Loading ...
etiketler:
  Albüm bilgileri
Çıkış tarihi
1998
Şirket
Nuclear Blast
Kadro
Akaias: Vokal
Hyperion: Gitar
Sathonys: Gitar
Marko T.: Bas
Vlad: Klavye
Matthias R.: Davul

Konuk:
Vampallens: Klavye
Ophelia: Kadın vokal
Şarkılar
1. Tristețea vehemență
2. Banner of Blasphemy
3. Near Dark
4. Ill of an Imaginary Guilt
5. Die Nacht des Unwesens
6. Contemplation Song
7. Sfințit cu rouă suferinții
8. Stingher / Alone
9. After Dark
10. Ribbons / Requiem
  Yorum alanı

“AGATHODAIMON – Blacken the Angel” yazısına 7 yorum var

  1. “Böylesine sıra dışı bir karar alınmasında ise grubun klavyecisi Vlad Dracul’un parmağı var. Dracul’un parmağının olduğu bir diğer nokta ise klavyeler…”

    ahahah hiç beklemiyordum asfdasf diye güldüm yazıyı girerken.

    Eline sağlık çok iyi kritik. Bu albümü bundan 20 yıl önce dinlemiştim, sonra da bir daha dinlemedim ilginç şekilde.

    Yine 20 yıl önce, henüz bu tarz gotik karakterli black metal ve genel olarak gotik muhabbet konusunda fikrim yokken fotoğrafta en sağdaki arkadaşın tül giysisini görüp “bu ne aq” diye düşünmüştüm.

    Ouz

    @Ahmet Saraçoğlu, Sağ olasın Ahmet. Böyle çok albüm ve grup var, bir dönem dinliyoruz sonra arada kaynayıp gidiyorlar. Hele bu zamanda, böylesi kaynamaların haddi hesabı olmuyor. Belki bundan on yıllar sonra, bu zamanlarda çıkan albümleri yazıp benzer muhabbetleri yapabiliriz.

    Tül giysi konusundaysa senin verdiğin tepkinin aynısını ben hâlâ veriyorum. Çok acayip işler.

  2. Retrokafa says:

    A Blaze…in intro ve outro’sunda Agathos Daimon diyordu, bu grup da ismini oradan mı almış acep?

    Ahmet Saraçoğlu

    @Retrokafa, “agathós daímōn” “asil ruh” demek. Eski Yunan’da bağları bahçeleri koruduğuna inanılan bir ruh kendisi. Aynı isimde bir de 3. yy’dan Mısırlı simyacı var, başka anlamları da var. Grup hangisini düşünerek bu adı aldı bilmiyorum.

    Retrokafa

    @Ahmet Saraçoğlu, Güzelmiş hocam eyv… bence yine Ablaze’den araklamışlar ama neyse hadi:P

  3. Murat 'HISTORIAN' KARAN says:

    1995 yılında askerden döndükten sonra, 90′ların ikinci yarısı benim adıma bugün hala unutamadığım müzikal sarsıntıları yaşadığım bir zaman dilimiydi. 18 ay metal müzikten ayrı kalmamın ödülünü veriyordu hayat bana adeta. O zamana değin müzikal anlamda tek bir arkadaşım olmamıştı ama 1998 yılında bir çok arkadaş edinmiş, hatta onlardan ilki olan Erdem ile IRON MAIDEN konserine katılmıştım. Erdem o zamanlar Eskişehir’de üniversite okuyordu ve ben de onun yanına gide gele hatırı sayılır bir arkadaş kitlesine sahip olmaya başlamıştım. Buluşma yerimiz Adalar’daki Sıla kafe önüydü. Buraya ilk takılmaya başladığımda, İbrahim isimli bir arkadaş ile tanışıp kısa zamanda çok çabuk kaynaşmıştık. Günün birinde İbrahim bana doksanlık bir kaset getirip dinlememi istemişti ısrarla. Kasete baktığımda üzerinde hiçbir şey yazılı olmadığını görüp, kasedi nereden aldığını sorunca İstanbul’dan satın aldığı cevabını almıştım. Ama satın aldığı yerden, grubun Finlandiya’lı ELEND olduğu söylenmiş kendisine. İbrahim’e grubun Fin olabileceğini ama isminin ELEND olamayacağını söylemiştim, zira – o sıralar henüz dinlememiştim – okuduğum bir dergide grubun hem Fransız hem de metalle alakasız neoklasik tarzda müzik yaptığını biliyordum ama yapacak bir şey yoktu. Ben de arkadaşımın getirdiği albümü, Maxell marka doksanlık kasete aktararak, bu gizemli müziğin kollarına bırakmıştım kendimi. O zamanlar para yok, henüz download çağına girmediğimizden böyle arkadaş çevresinden gelen albümler hazine değerindeydi. Albüm bana geldiğinde Eylül veya Ekim ayıydı ve o sonbahar ve kış aylarında gri öğleden sonralarımın vazgeçilmezi olmuştu. Her dinleyişimde daha bir içine gömülüyordum bu müziğin. Kimdi neydi belli değildi ama müzik çok ama çok şairaneydi.
    Beri yandan önce Şebek’te sonra da Non Serviam’da Agathodaimon’ın bu ilk albümünün kritiklerini okuyup feci meraklanmaya başlamıştım nasıl bir şeydi acaba diyerekten. Nereden bilebilirdim ki, aylardan beri dinlediğim gizemli müziğin Agathodaimon’a ait olduğunu?
    Nihayet yolum bir kez daha İstanbul’a ve Akmar pasajına düşmüştü. Akmar’ın önündeki sıra sıra kasetçi tezgahlarına bakınmaya başlamıştım. O kadar çok kaset vardı ki, tezgahtaki çocuk elinde walkman olduğunu istersem merak ettiklerimi dinleyebileceğimi söyleyince işin rengi değişmişti. Kasetleri karıştırırken bu albümü bulunca, ahanda! diyerek kaseti alıp kendi walkmanime yerleştirmem bir olmuştu. Ama nasıldı yani, bu o isimsiz albümün ta kendisiydi. Yaşadığım şokun eşi benzeri yoktu. Ben de o tezgahtan İtalyan EVOL’un Dreamquest’i ile Norveçli STORM’un Nordavind’ini almıştım. Müthiş bir İstanbul seyahati olmuştu müzikle iç içe. Albümün en çok dinlediğim albümler sıralamasında üst sıralara oynamasının yanında, bir özelliği daha vardı. Uzun yıllar boyunca, ne zaman İstanbul’a gitsem kaset yanımda oluyordu. Konser veya müzik alış-verişi için İstanbul’a giderken, bizim buradan 03:57′de geçen Fatih ekspresini tercih ederdim. Tren hiç bir zaman vaktinde gelmezdi, yarım saat, 45 dakika rötarla geldiği de olurdu. Ama ne gam, erken gelse ne olucaktı? Sabahın yedisinde soğukta ne yapacaktım ki? Sıcacık trende yolculuğun keyfi bambaşkaydı. Tek kişilik koltuğuma kurulup, tren hareket ederken walkmanimde Blacken The Angel’ı başlatmak eşsiz bir duyguydu. Tristetea Vehementa’nın klavye nağmeleriyle beraber, bir başka İstanbul seyahatine daha çıkmak, en az sabahleyin yaptığım Haydarpaşa nostaljisi kadar vazgeçilmez olmuştu. Abartmıyorum bunu o kadar fazla kere yaşadım ki, sayısını hatırlamıyorum. Ama artık ne Fatih ekspresi kaldı, ne de Haydarpaşa nostaljisi. Hepsini elimizden aldılar ve artık İstanbul seyahatlerimin tadı tuzu kalmadı maalesef.
    Albümün bence en önemli yanı, Tristetea Vehementa, Banner Of Blasphemy, Near Dark, Die Nacht Des Unwesens, Sfintit Cu Roua Suferintii ve Stingher/Alone’un demolardan kalma parçalar olarak, grubun elinde hazır olarak bulunmasıdır bana kalırsa. Adamlara helal olsun, demolarına bile ne kadar özenmişler ki, albüm sözkonusu olduğunda tereddüt etmeden çıkartıp kullanabilmişler. Benim 90′lardaki gruplarda en gıcık olduğum konu, bütün melodileri klavyelere çaldırıp gitarı/gitarları sadece akor basan sıradan bir ritm enstrümanına dönüştürmeleriydi. Agathodaimon’a baktığımda, gitarların baskın enstrümanlar olarak birinci dereceden söz sahibi olduğunu görebiliyorum müzik üzerinde. Bir başka açıdan bakıldığında ise, klavyenin oldukça stratejik noktalarda gitarları destekleme biçimi o kadar profesyonel ki, müziğe kattığı çok seslilik ile oluşturulan orkestral hissiyat, gruba ithaf edilen Senfonik tanımlamasının altını dolduruyor. Bir de ben bu albümde, derinden derine hissedilen, oldukça doğal biçimde ortaya çıkmış gotik unsurların var olduğunu düşünüyorum bilmem sizler ne düşünürsünüz. Bunun yanı sıra davul kullanımını da, çok başarılı bulduğumu belirtmeliyim. Bir de ben albümün prodüksiyonunu, kötü veya vasat olmasa bile bu kadar ayrıntıya sahip bir yapım için fazla sade buluyorum. Bana kalırsa bu müzik, bundan çok daha iyisini hakkediyor.
    Albümdeki kapakta ve kitapçıkta yer alan melek fotoğraflarının, Avusturyalı fotoğrafçı Gerald AXELROD’un 1997 tarihli Als Lebten Die Engel Auf Erden Eulen Verlag isimli kitabından alındığını belirtmek isterim zira fotoğraflar müziğin ruhuyla çok iyi bağdaşmış. Zaten grubun klasik dönemi diyebileceğimiz ilk 3 albümündeki fotoğraflar gene Axelrod’a ait. Grubun diğer albümlerindeki kapaklar, bana kalırsa çok ruhsuz işler bu fotoğrafların yanında. Adeta Axelrod gitmiş, müzik değişime uğramış. Bu arada Axelrod’un Agathodaimon’un yanısıra Ancient Ceremony, Angel Dust, Atrium Noctis, Sculpture, Room 101, After Forever gibi grupların albüm kapaklarının fotoğrafçılığını yapmışlığı var. Ayrıca Nuclear Blast’ın Death Is Just The Beginning Vol. 7 karışık albümünün kapağının tasarımı da Axelrod’a ait. Fotoğrafçılıkla ilgilenen herkesi, Axelrod’un sitesine bakmaya davet ediyorum. Son derece görülesi işler ortaya koymuş diyebilirim.
    Oğuz kardeşim, beni aldın taa 90′ların bir daha asla geri gelmeyecek zamanlarına ışınladın yazınla. Yalnız albümün orijinal cdsi var bende. Orada sadece lirikleri Vlad’ın yazdığı belirtiliyor yani klavyeler Vampallens kişisi tarafından çalınmış ve kendisi konuk değil. Bir de kitapçıkta Vlad’ın isminin karşısına şöyle yazılmış: …Nemuritor Si Rece. Bunun dışında yazı harika olmuş. Lütfen böyle 90′ların unutulmaya yüz tutmuş klasiklerini daha sık yaz. Ellerine sağlık.

    Ouz

    @Murat ‘HISTORIAN’ KARAN, “PA için kritik hazırlamanın en güzel yanı neler?” diye sorduklarında vereceğim yanıtlardan biri de “Murat hocamın değerli yorumlarını, hazırladığım kritiklerin altında görmek,” olur kesinlikle.

    Evvela senin ellerine, zihnine, hatıralarına sağlık Murat hocam. Açıkçası grubun yeniden bir araya gelme haberini öğrenmeseydim, kritiği hazırlamaya, en azından bu aralar girişmezdim. İyi ki de grup tekrar birleşti de bu vesileyle güzel anılarını okuma fırsatı yakalamış olduk.

    Ben bu albümü 2000′lerin başında, buralarda çok defa anlattığım mp3 takasları neticesinde keşfedip sevmiştim. Bulunduğum şehirde o kadar kapsamlı kaset/CD satan yerler olmadığı için de albümün orijinaline hiçbir zaman dokunamadım. Dolayısıyla değindiğin noktalar, kritiğe büyük katkı sağlamakla birlikte, kritik sonu bilgilerinin bazılarının hatalı olabileceğine işaret ediyor. Kritik hazırlık sürecinde bilgilerin hemen hepsini The Metal Archive üzerinden alıyorum, orada yazanlara, aksini çoğu zaman kanıtlayamayacağım için itibar ediyorum açıkçası. Vlad’ın klavyelerde olduğu ve diğer elemanın konuk konumunda bulunduğu verileri de yine TMA’ya ait. Vlad sanırım Almanya’da uzun süre kalamamış, belki kayıtlar esnasında Almanya’dan ayrılmak zorunda kalmış olabilir. Zira bahsettiğin demolarda klavye tarafında Vlad yer alıyor yine TMA kayıtlarına göre.

    Albümlerin kapakları konusunda da kesinlikle haklısın, o Agathodaimon karakterini yansıtan kapaklar, sonradan sonraya kayboluyor resmen. Renk tonlarıyla filan bir şeyleri aynı tutmaya çalışsalar da değişen müzikleri gibi kapakları da eski tadını yitiriyor. Ama umarım grubun geri dönüşü, aynı zamanda köklere dönüş tadında olur.

    Ayrıntılı ve değerli yorumun için çok ama çok teşekkür ederim. Kendi anıların içerisinde bizleri de hoş bir yolculuğa çıkardın. Bundan sonra da kıyıda köşede kalmış, pek kimsenin bilmediği eskice albümleri yazacağımdan emin olabilirsin. Eski mp3 arşivimde nice grup ve albüm var yazılmayı bekleyen.

Yorum Yazın

*

"Yaptığım yorumlarda fotoğrafım da görüntülensin" diyorsan, seni böyle alalım.
Pasif Agresif, bir Wordpress marifetidir.