# - A - B - C - D - E - F - G - H - I - J - K - L - M - N - O - P - Q - R - S - T - U - V - W - X - Y - Z
Son Haberler
AT THE GATES
31.07.2015

“Artık yeşil elma yemiyorum.”

Aman da kimler gelmiş… 2009′da bu siteyi açarken, biri gelip de “birkaç yıl sonra, altında şu efsane turuncu AT THE GATES logosunun olacağı bir röportajı siteye koyacaksın” deseydi, önce hemen amuda kalkar, ardından da ona manalı şekilde gülümseyerek “yalan söyleyeni…” diye başlayan bir cümle kurardım. Ama şu an bu neyse ki oluyor. Tam dört hafta sonra %100 Metal Fest Headbangers’ Weekend’de ikinci kez ülkemize gelecek olan AT THE GATES, röportaj köşemizin bu haftaki konuğu. AT THE GATES’i anlatmaya, onu ve yaptıklarını tarif etmeye gerek yok; İsveç ve metal dendi mi akla ilk gelen gruplardan birinden, bir türün yaratımına katkıda bulunan ve binlerce başka grubu etkileyen bir ilham abidesinden söz ediyoruz.

Biz de efsane grubun efsane vokalisti Tomas Lindberg’i telefonun öbür ucuna aldık ve gruba dair epey bir şey konuştuk. Röportajdan da anlayabileceğiniz üzere, Tompa çok sıcakkanlı ve tatlı bir insan. Ciğer söken vokallerinin arkasında gerçek bir babacan saklıyor ve bu sebepten de röportaj hem çok eğlenceli, hem de aydınlatıcı oldu.

Kısacası melodik death metalin mucitlerinden olmasının yanında günümüzde de bu türü en saf icra eden grupların başında gelen AT THE GATES’i seviyorsanız, bu röportajı kaçırmamanızı öneririz.

Son olarak, röportajlarımızın büyük bir hızla süreceğini hatırlatır, keyifli okumalar dileriz.

Selam Tomas nasılsın?

Çok iyiyim sağ ol, umarım sen de iyisin.

Gayet iyiyim teşekkürler. Başlamadan önce söylemeliyim ki ben yaklaşık 18 yıldır büyük bir AT THE GATES hayranıyım ve bir yıl içinde ikinci kez sizi canlı izleyecek olmaktan dolayı çok mutluyum.

18 yıl mı? Bu harika.

Evet. Hatta sizin Ocak ayındaki konserinizin ardından gaza gelip bir de “Slaughter of the Soul” dövmesi yaptırdım ahah (bu sırada dövmenin fotoğrafını mail olarak yolladım).

Oh bu müthiş!

Haha, sağ ol. Hazırsan röportaja başlayalım.

Tabii.

At War With Reality“yi yayınlamanızın üstünden nerdeyse dokuz ay geçti. “Slaughter of the Soul“dan sonra on yedi senelik bir ara verdiniz. Bugünün müzik piyasasına baktığımız zaman, grupların albüm satışlarından ziyade turlara bel bağlamasından dolayı, artık daha sık albüm çıkardığını görüyoruz. Bu yüzden yeni albüm yazımı konusundan adımlar atmış olabileceğinizi düşünüyorum. Artık çoğu grubun turlayabilmek adına yeni albüm çıkardığını da göz önünde bulundurursak, internetin müzik piyasasına olan etkisini nasıl yorumluyorsun?

Sanırım AT THE GATES olarak bu konuda şanslı olduğumuzu söyleyebilirim, çünkü aradan o kadar zaman geçmesine rağmen ortaya zamanına uygun bir albüm koyabildik ve bir anlamda hâlâ bu müzikten ve bu müziği ortaya koymak için yapılması gerekenlerden kopmadığımızı kanıtladık. Bu yüzden yeni bir albüm yazma konusunda üstümüzde herhangi bir baskı olmadığını söyleyebilirim. Kullanabildiğimiz kadar zamanı verimli kullanmaya çalışmak bizim için çok önemli. “At War With Reality”yi kaydetmeye başlamadan önce yazdıklarımızı bir sene boyunca sürekli gözden geçirip üstünde kafa patlattık. Şu an tek ihtiyacımız olan bu şarkıları sahnede çalarken keyif alabilmek. Çalmaktan sıkıldığımız zaman yeni bir şeyler denemek isteyeceğiz tabii haha, fakat biz grup olarak sonrasını pek planlamıyoruz. Sadece anın tadını çıkarmak istiyoruz. İnsanların yeni şarkıları eski kadar benimsediğini görmeyi seviyoruz ve bu bizi geçekten çok mutlu ediyor. İnternet konusuna gelince, bir anlamda insanların çoğu şeye daha az vakit ayırmasına neden olduğunu söyleyebiliriz sanırım. Fakat otuz sene öncesinde de insanların böyle huyları olduğu için herkesi kendine göre yargılamak daha doğru olur. Sonuçta internetsiz zamanları da hatırlıyorum ve o zamanlar en az dört senede bir albüm kaydedip yayınlamak normaldi haha.

Albümdeki her şey sıfırdan yazıldı değil mi? Daha önce Anders’le konuştuğumda bana bütün materyalin yeni olduğunu söylemişti, fakat albümdeki bazı yerlerin THE HAUNTED’ı çağrıştırdığını düşünenler de oldu.

Evet her şeye baştan başladık, çünkü Anders bu şekilde çalışmak istemişti. Yazmaya başladıktan bir ay sonra bana dinlettiği ilk şarkı “Book of Sand”di. Sanırım aynı zamanda THE HAUNTED için yazmaya devam ettiği için bu konuda en çok zorlanan Jonas’dı, fakat o da AT THE GATES’in ve THE HAUNTED’ın ne olup ne olmadığını biliyordu. AT THE GATES’in THE HAUNTED’a göre daha bulanık hissettirdiğini düşünüyorum. Aynı şekilde THE HAUNTED’ın ise daha agresif bir yapısı var. Demek istediğim, neyin ne olduğunu duyup anlayabiliyorsunuz zaten haha.

Genç metal kitlesinden AT THE GATES’i “At War With Reality” ile tanıyan birçok kişi var. Onların yeni albümü dinledikten sonra eski işlerinizi de dinlediğini gözlemliyor musun? Yoksa, dediğin gibi herkesin her an farklı müziklere maruz kalmasından ötürü yeni jenerasyonun buna vakit ayırmakta güçlük çektiğini düşünüyor musun?

Bu konuda yeni metalcilerle ilgili olumsuz düşüncelerim yok. Sanırım onlar için de yeni moda, biraz tarihini bilmekten geçiyor. İnsanlar her türlü grubun neler yapmış olduğunu merak edip araştırıyor. Sanırım bizim işimize gelen de bu, çünkü verdiğimiz uzun aranın sonunda yeni hayranlar edinebilmiş olmaktan dolayı açıkçası oldukça şaşkınım. Fakat şu an olan şeylerden de son derece memnunum.

Ara vermek demişken, çok sevdikleri ve efsane olarak gördükleri grupların kötü geri dönüşler yapmaları da dinleyiciler için çok üzücü bir şey. 17 yıllık bir aradan sonra sizde de “albümü hemen sevecekler mi acaba” gibi bir baskı oluşmuş olabilir. Yeni albümü yazarken bu türden sıkıntılı faktörleri var mıydı?

Sanırım en başta vardı, evet. İlk şarkılarda sözlerin başlama noktasını bulmak da biraz zordu. Son dakikaya kadar bütün şarkılar tekrar tekrar değişti. Ama elimizde 5-6 şarkının embriyosu olduğu anda, “tamamdır, bu iş bir yerlere gidiyor” gibi hissettik. Bütün albüm elimizde olana kadar hiçbir şey yayınlamamamız gerektiği konusunda da aramızda anlaştık. Dolayısıyla albümü sadece kendimiz için yazdık ve aklımın bir köşesinde her zaman için albüm yeterince iyi olmazsa onu başka bir şey olarak kullanabileceğimiz, ya da direkt olarak çöpe atabileceğimiz gerçeği de vardı haha. Bu kafa yapısı, stresi biraz olsun azalttı. Ortaya çıkardığımız şeyleri sevdikçe bizim için yeterli olduğunu anlamaya başladık, herkesin sevip sevmemesi pek de önemli değildi açıkçası. Tabii ki her zaman eski albümlerin daha iyi olduğunu düşünenler olacak. Eskiden ben de yeniden kayıt yaparak bir mirasın mahvedilebileceğini düşünürdüm, ama artık öyle düşünmüyorum. Bence bir önemi yok. Vasat geri dönüş albümlerini sevmediğim birçok grup oldu; ama bu durum o grupların eski albümleriyle ilgili görüşlerimi değiştirmedi.

Katılıyorum. Bu arada siz ortalıkta değilken basından bazı kişiler AT THE GATES’i, metalcore ve bazı dinleyicilerin zaman içinde şikayet ettiği birtakım müzik türlerinin ortaya çıkışından sorumlu olmakla suçladı. Bildiğimiz gibi AT THE GATES’in rif tarzı birçok grubu etkiledi, peki ortaya çıkıp ismini duyuran ve çoğunlukla AT THE GATES’in adımlarını takip ederek ünlü olan o grupların gelişimine tanıklık etmek nasıl bir histi?

Önceden de dediğim gibi, tarih boyunca gruplar diğer gruplardan etkilenmiştir ve bu hep olacak. Bizim etkilendiğimiz progresif veya NWOBHM gruplarından bazıları muhtemelen AT THE GATES’ten nefret ederlerdi haha. Muhtemelen çok fazla sert olduğumuzu düşünürlerdi. Bu hep olur; yeni bir şeyler yapıyorsunuz ve sonrasında birileri bu yeni şeyi yakalayıp onunla farklı bir şeyler yapıyor. Müziğin bütün olayı da bu zaten. Hiçbir zaman insanların sizin sanatınızla yaptığı şeyden sorumlu değilsiniz. Bu gruplardan bazıları benimle iyi arkadaş, bazılarının müziklerini ise pek sevmiyorum. Bazıları çok iyi fikirlere sahip, ama aynı zamanda hâlâ aktif olan bir melodik death metal çevresi var ve buradaki grupların bazıları da çok iyi. Ama bir taraftan AT THE GATES ile aynı zaman diliminde bulunan ve belirli tarzları olan birçok grubun olduğunu hatırlamak gerek. Bu grupların bazılarında AT THE GATES’ten çok IN FLAMES etkileşimi duyuyorum mesela. Amerikan gruplarının da bazıları AT THE GATES yerine daha çok IN FLAMES ve ARCH ENEMY’den etkilenebiliyor, ama eninde sonunda eskiye doğru adımlar atıyorlar haha.

IN FLAMES demişken, melodik death metal türünün zamanla kendi kendini kısıtladığını düşünüyor musun? Çünkü IN FLAMES ve DARK TRANQUILLITY gibi gruplar sound’larını yenilediler ve clean vokal gibi farklı ögeler kullanmaya başladılar, ama AT THE GATES belki de hâlâ aktif olan en saf melodik death metal grubu. Bunun hakkında ne düşünüyorsun? Sence bir gün bu tarz denemeler yapmayı düşünür müsünüz, yoksa özünüze sadık kalmayı mı tercih edersiniz?

Bizim sound’umuz olmasını istediğimiz şey açısından oldukça sağlam; AT THE GATES olması açısından. Ama aynı zamanda biz her zaman ileriye baktık. Önceki albümleri karşılaştırırsınız hepsi birbirinden farklı, ama ortak bir noktaları var ve bu hepsinin death metal olması; hepsi agresif ve brutal albümler. Dolayısıyla bence bu kendimizi kandırmadan bırakabileceğimiz bir şey değil. Sound’umuzun death metal formülüyle kısıtlanmasına rağmen duygusal tarafının daha geniş olmasından oldukça memnunuz. Biz diğer death metal grupları gibi sadece öfkeli değiliz; diğer duygularımız da var, melankoli gibi. Ortadaki “azmanlığı” yıkmadan bununla yapılabilecek o kadar çok şey var ki. Yeni albümün geniş sürümünde “The Skin of a Fire” isimli bir şarkı var. Melodik ve yavaş bir şarkı, ama aynı zamanda ürkütücü ve öfkeli. Dolayısıyla çok da değişmeden sound dâhilinde genişletilebileceğini düşünüyorum.

Duygusal yönden bahsettiğin iyi oldu, en sevdiğim vokalistlerden biri olduğunu söylemeliyim. Sesinin oldukça belirgin bir tınısının olduğunu düşünüyorum. Örneğin o sıralarda genç olmana rağmen, ta 1995′te “My tired eyes have seen enough”dediğinde dinleyicinin bunu hissetmesini sağlayabiliyordun. Vokal karakteristiğini nasıl geliştirdin, bunun üzerine çalıştın mı yoksa doğal olarak bu şekilde mi ortaya çıktı?

AT THE GATES ile ilgili yaptığımız her şeyin dürüst ve yürekten olması bizim için oldukça önemli. Sanırım vokaller de bunun bir parçası. Her zaman o tarz hüzünlü ve içten vokalleri daha fazla sevmişimdir. Elbette bir sürü çok iyi death metal vokalisti de var; örneğin CANNIBAL CORPSE’tan Corpsegrinder’ın halen gücünü müziğe çok iyi yansıtabildiğini düşünüyorum, fakat bende iz bırakanlar genelde daha melankolik bir havaya sahip olan, içindeki enerjiyi bana aktarabilen, kulağıma daha gerçek gelenlerdi. Her zaman bu tip vokallerden ilham aldım. Bunun bir boyutu da sözleri hissetmek, sözlerin içinde olmak, veya sözlerin sen söylerken bir parçan olmasına izin vermekle ilgili. Bu oldukça önemli, orada yalnızca sözleri söyleyip öylece duramazsın.

Bu işle uzun süre haşır neşir olan birçok metal müzisyeni, zamanla metalden uzaklaşıyor ve her ne kadar sert şeyler çalsalar da, muhtemelen bu müziğe çok fazla maruz kaldıklarından dolayı normal hayatlarında metal dinlemeyi tercih etmiyorlar. Fakat sen böyle değilsin. “The Flames of The End” DVD’sinden de senin sıkı bir metalhead olduğunu biliyorum. Metalin şu an sana ne ifade ettiğini ve halen seni heyecanlandıran grupları nasıl bulduğunu söyleyebilir misin?

İlk zamanlarda müzik zevkim biraz daha genişti, death metal sound’u için yeni ilhamlar bulmaya çalışıyordum. Erken post rock gruplarını ve KING CRIMSON gibi daha progresif grupları dinleyerek farklı şeyler keşfetmeye çalışıyorduk. Sanırım ekstrem müziğe hâlâ ilgimizin olmasının sebebi de bu. Asla farklı grupları dinlemeyi bırakmadık, ama metalle olan bağımızı da hiçbir zaman koparmadık. Her zaman dinleyecek ilginç bir şeyler vardı. 90’ların sonu, 2000’lerin başı gibi dönemlerde heyecan verici grupların sayısında bir azalma olmuştu fakat son 10 yılın bu konuda harika olduğunu düşünüyorum. Sürekli olarak ilgi çekici albümler çıkmaya devam ediyor.

Hem doksanları hem de bugünleri yaşamış bir müzisyen olarak, metal dünyasında -internet dışındaki- en büyük değişimlerin neler olduğunu düşünüyorsun? Örneğin organizasyonlarda, festivallerde ve turlarda değişen şeyler neler?

En azından ekstrem müzikte her şeyin çok daha büyüdüğünü düşünüyorum. Sanırım piyasaya bir daha asla dev bir grup gelmeyecek, bunu Avrupa’daki festivallerde görebilirsiniz. Popüler gruplar genelde daha eski olanlar, yani diğerlerine göre eski. Aralarında en yenileri SLIPKNOT ve KORN, haha. Diğerleri ise daha eski, efsane gruplar. Onlar kadar büyüyebilen yeni bir grup yok. Bugün ARCH ENEMY gibi popüler sayılan gruplar bile o kadar büyük değiller. Neredeyse bir limit var gibi. Ama onun yerine bu tarz çok fazla grup var ve bunun daha iyi olduğunu düşünüyorum. Ve bir şekilde bunun gruplar için olumlu olduğunu söyleyebilirim, çünkü neredeyse tüm kaydı evlerindeki bilgisayarlardan bedavaya yapabiliyor ve yine bedavaya piyasaya sürebiliyorlar. Böylece gruplar ve sanatçıların belirli kurallara bağlı kalıp şirketlerle anlaşma zorunlulukları ortadan kalkıyor ve daha fazla risk alabiliyorlar. Bu yüzden şu an piyasada çok fazla ilginç grup ve albüm var. Elbette bizim gibi bir grup için de şu an neredeyse dünyanın her yerinde birçok festivale gidip oldukça iyi vakit geçirmek ve bir sürü yeni insanla tanışmak mümkün. Bu daha önce mümkün değildi. 95-96’da Amerika turnesine çıktığımızda, bu İsveçli bir death metal grubunun ilk ABD tecrübelerinden biriydi. Kimse ne bekleyeceğini bilmiyordu ve herkes şaşkındı. Bu artık yaşanmıyor, herkes ne beklemesi gerektiğini biliyor.

“Slaughter of the Soul”u yazıp yayınladığınızda hayranlar tarafından bu derece büyük bir geri dönüş beklemiyordunuz sanırım? Yine aynı yıl, sizden bir hafta kadar sonra bir diğer efsane albüm, DISSECTION’ın “Storm of the Light’s Bane‘i çıktı. Kısa sürede efsane olacaklarından belki de haberi olmayan pek çok önemli grubun da aynı dönem albümleri çıktı. O dönemin İsveç’inde yaşamak nasıl bir histi? Ortam nasıldı?

Bir açıdan bu garip aslında. O zamanlar death metal piyasasında cidden bir hareketlenme olduğunu hissetmemiştik. İşin aslı ortalıkta birbirinin taklidi pek çok “bayat” grup olduğunu düşünüyorduk. Kimse deneysel bir şeyler yapmaya yanaşmıyordu. Büyük gruplar sanki bir bakıma ölüyor gibiydi. 94-95′te Göteborg’da DISSECTION’la aynı prova odasını paylaşıyorduk ve “Slaughter of the Soul” ile “Storm of the Light’s Bane” aynı zaman aralığında ve aynı mekânda yazılıp kaydedildi. Bu epey eğlenceliydi. Sanırım biz de, onlar da gerçekten gelişme göstermek, ama bunu yaparken sevdiğimiz gerçek, klasik metalin özünü koruyarak bunu farklı bir şeylerle işleyip yeni bir element haline getirmeye çalıştık. Bizim için heyecan vericiydi elbette, ancak o zamanlar öyle çok da büyük bir geri dönüş almadık. İnsanlar yaptığımızı fazla önemsemedi. DISSECTION için de öyle. Tam anlamıyla underground bir gruptu ve kimse pek umursamadı. Ama biz umursadık elbette. Bizim için önemli olan da bu.

Çok uzun yıllardır sahnelerdesiniz. Geçmiş yıllarda konserlerde, organizasyon ya da performans açısından iyi olduğunu düşündüğünüz, ancak artık yapmaktan kaçındığınız şeyler var mı?

Daha bilgili ve deneyimli hale geldikçe bir konseri iyi yapan numaralar nedir öğreniyorsunuz. Hangi şarkı bu sahneye uyar, konserden önce ne kadar dinlenmek gerekir vesaire. Artık yaşımızı aldık ve daha akıllıyız sanırım. Kaldı ki yaşlanıyoruz da, vücut direnci faktörü de var. 90 dakikalık death metal performansını çekip çevirmek için kendimize dikkat etmemiz gerekiyor. Her zaman güvendiğimiz insanlarla çalışmak istiyoruz. Grubun hep yanında olan bir menajerimiz var. Tüm kararları kendimiz alıyoruz ve başka bir menajerden bizim yerimize karar almasını beklemiyoruz. Böylesine katlanamazdık zaten. Yani gruptaki herkes her seçimde söz sahibi, ki bu çok güzel.

Çok iyi. AT THE GATES aktif değilken NIGHTRAGE’in ilk albümü “Sweet Vengeance“da vokal yaptın. Ayrıca THE CROWN ve LOCK UP’ın yanında birlikte çalıştığın pek çok grup daha vardı. AT THE GATES şu an çok aktif, yine de hâlâ bu tarz projelerde olmayı planlıyor musun?

Evet. Hala bazı projelerim var. DISFEAR tekrar toparlanıyor ve şarkı yazımına başlıyor. Tekrar aktif olmak biraz zaman alacaktır tabii ama o hissiyatı yeniden almaya başladık. Şu an parçası olduğum daha ufak çaplı, materyale dökülmemiş projeler de var. Ancak halihazırda fazlasıyla turlayan AT THE GATES haricinde ciddi turlayan başka bir grubun parçası olmam oldukça zor.

Bu kişisel bir soru olacak. AT THE GATES ilk zamanlarında pek çok deneysel iş yaptı. “Slaughter Of The Soul”un oldukça belirgin bir sound’u olmasına rağmen orada bile deneysel işler vardı. Örneğin benim en sevdiğim AT THE GATES şarkısı “Unto Others”. Parçada akustik gitarla harsh vokalin girdiği “You walk through what is me!” kısmı kimin fikriydi? Nasıl oluştu? Bunu soruyorum çünkü o kısım için ölebilirim haha.

Hahah. Bu küçük bir ayrıntıymış, hemen hatırlamayabilirim dostum. “Unto Others”ın akustik kısımlı yerinin farklı sound’u olan bir de demo versiyonu da var, bilirsin.

Evet, tam orada ufak bir melodi olan versiyonu diyorsun.

Evet evet, aynen. Biraz daha farklı. Şu an hatırlayamıyorum ama muhtemelen “şu özel kısmı nasıl halletsek” diye gelen Anders’in fikriydi. Ama evet, güzel şarkıdır. Pek çok insanın da favori parçasıdır. Aslında belki de tekrar setlist’e soksak iyi olur. Bir adc viagra yıldır hiç çalmadık hahah. Ben de severim o şarkıyı.

İstanbul’da Ocak ayında çaldınız ve Ağustos’ta da Headbangers’ Weekend’de bir kez daha çalacaksınız. 90 dakikalık bir süreniz var, setlist’te değişiklik ya da bazı sürprizler bekleyebilir miyiz?

Oraya tekrar geleceğimiz için elbette bazı değişiklikler yapacağız, ancak setlist son iki albümümüzdeki popüler şarkılara daha çok yer verecek şekilde olacak. Ama yine de biraz ayarlama yapıp birkaç farklı şey ekleyeceğiz tabii.

Güzel, merakla bekliyoruz. Bu da son sorum. Seninle 11 yıl önce başka bir site için röportaj yapmıştım ve orada sana sesini nasıl koruduğunu sormuştum. Sen de cevap olarak her gün bir tane yeşil elma yediğini söylemiştin haha. Bunu hâlâ yapıyor musun, yoksa başka önerilerin var mı?

Hahah, evet. Artık yapmıyorum hahah. Sadece biraz ısınma yapıyorum. Konser sırasında ise sıcak bir şeyler içiyorum. Mesela Anders solo attığı zaman 10 saniyeliğine kaybolup biraz çay içiyorum. Sanırım asıl mesele biraz kendine dikkat edip, çok fazla konuşmamakta.

Çay içmenin boğazı kurutup, şarkı söylemeyi zorlaştırdığını duymuştum. En azından bende öyle oluyor, ama sanırım sende işe yarıyor.

Evet, galiba bu biraz da kişisel bir şey. Hatta plasebo etkisi bile olabilir. Bazen bir şey yaparsın ve bunu yapmaya devam ettikçe kendini rahat hissedersin ve böylelikle bu yaptığın şey senin için işe yarar hale gelir.

Anladım. Hepsi bu kadardı, zaman ayırdığın için çok teşekkürler Tomas. Sizi festivalde görmek için günleri sayıyorum. Benim grubum da festivalde çalacak, yani ben de orada olacağım.

Harika. Gelip selam ver.

Tamamdır. Harika bir konser olacağından eminim. Röportaj ve daha da önemlisi bunca yıldır verdiğin ilham için tekrardan teşekkürler.

Rica ederim, İstanbul’da görüşürüz!

Görüşürüz kendine iyi bak.

Sen de kendine iyi bak dostum görüşürüz.

Röportaj & Sorular:
Ahmet Saraçoğlu
Tercüme:
Pasifagresif

etiketler:
  Yorum alanı

“AT THE GATES” yazısına 11 yorum var

  1. Mükemmel röportaj, yanıtlar ve tespitler harikulade ancak şu kısım deldi geçti beni,

    - “Slaughter of the Soul” ile “Storm of the Light’s Bane” aynı zaman aralığında ve aynı mekânda yazılıp kaydedildi.

    HA! SİK! TİR!

  2. Hahahahsdf yeşil elma kısmı çok hoşuma gitti. Cevaplarının detaylı olması baya iyi oldu ya, özellikle günümüz/geçmiş karşılaştırmaları oldukça değerli bence. Tekrar tekrar okuyacağım.

    Ayrıca King Crimson <3

  3. özgür says:

    Vesilesiyle İstanbul konserinin görüntülerini bir kez daha izledik, tüylerim diken diken oldu ya lan.

  4. Kali says:

    “94-95′te Göteborg’da DISSECTION’la aynı prova odasını paylaşıyorduk ve “Slaughter of the Soul” ile “Storm of the Light’s Bane” aynı zaman aralığında ve aynı mekânda yazılıp kaydedildi.”

    VAY ANASINI SAYIN SEYİRCİLER.

    Tomas Lindberg efsanevi insan, metal müzikteki en büyük idolüm. Nasıl bu kadar derin ve etkili kalabildiği de King Crimson’dan belli :P Ve oha, habere bak, Disfear toparlanıyor ve albüm yazımına başlamış bile lan?!

    Çok teşekkürler röportaj için gerçekten çok iyi olmuş.

  5. kenibıl says:

    obareeyyy, disfear yeni albüm koyacakmış, iyi oldu bunu öğrendiğimiz :)

  6. Tompa says:

    Daha röportajı okumadaooopğzğxczpoopöööağağaaaaaaaaaaaa!!!!!!!11111111!!

    Beyler! Tebrikler!

  7. OnurOnur says:

    “birkaç yıl sonra, altında şu efsane turuncu AT THE GATES logosunun olacağı bir röportajı siteye koyacaksın” deseydi, önce hemen amuda kalkar, ardından da ona manalı şekilde gülümseyerek “yalan söyleyeni…” diye başlayan bir cümle kurardım.” hahhaahahjs

    Harika olmuş, hey gidi.

  8. berkay says:

    …daha da önemlisi bunca yıldır verdiğin ilham için tekrardan teşekkürler
    ağladım…

  9. Swedish says:

    Çok keyifli röportaj olmuş ,yeşil elma olayı ve disswction ayrıntısı harika gerçekten
    Fakat istanbul videosunu yeniden seyretmek çok iyi geldi.Yazık Refik in elleri bi kaç gün ağrıdı :))
    Bir de şarkının başında nasıl karıştıysa ortalık 3 saniye sonra kavimler göçü ile Refik 10 sıra geriye kaymış :)))))

  10. Çok keyifli bir röportaj hakikaten. Ocak ayındaki konsere ufak bir flashback yapıp önümüzdeki konser için ekstra heyecanlandım !

  11. ismail vilehand says:

    “DISFEAR tekrar toparlanıyor ve şarkı yazımına başlıyor.” çalsın sazlar, oynasın kızlar.

    Disfear nedir diyen varsa Live the Storm albümüne bakabilir. Tompa’nın uzak ara en iyi vokal performansı orada bence.

    örnek olarak:

    https://www.youtube.com/watch?v=ujR66YOaGQM

Yorum Yazın

*

"Yaptığım yorumlarda fotoğrafım da görüntülensin" diyorsan, seni böyle alalım.
Pasif Agresif, bir Wordpress marifetidir.